30 Mart 2011 Çarşamba

Çatışma Yönetilebilir ve Çözülebilir

Çatışma Yönetilebilir ve Çözülebilir

Gürcan Banger

Şikâyet etmek, sorun yönetme ve çözme becerisi düşük toplum ve bireylerin en yaygın özelliklerinden birisidir. Özellikle bireyi kul kabul edilip yurttaş yerine koymayan kafaların yaşadığı bir ülkede istediklerini elde etmenin tek yolu haline gelir. Bu yönelimi, türkülerinden halk öykülerine, siyasi konuşmalardan aile içi sohbetlere kadar her yerde bulmak mümkündür. Müziğimizin neredeyse tamamen ağlama ve sızlanma terennümlerinden ibaret olmasının belirgin nedenlerinden birisi budur.

Bizim kültürümüzde dertleşmek, şikâyet etmektir. Sadece ve sadece bir şeylerden şikâyet edebilmek için yakın dostlarımızı aradığımız zamanlar vardır. Öyle şikâyetlerimiz vardır ki, anlatılsa roman olur. Şikâyet sürecinde kendini acındırarak konuları bir trajedi düzeyine getirmekte üstümüze yoktur. Hatta karşımızdakinin dinleme yoğunluğunun düştüğünü hissedersek, onu konunun içine geri çekmek için acındırmadan fiziksel zorlamaya kadar her yola başvurduğumuz olur.

Çoğu zaman bencil bir ruh haliyle bizi dinlemeye mecbur bıraktığımız kişinin durumunu hiç düşünmeyiz. Onu bu talihsiz anı yaşamaya mahkûm ettiğimizi aklımıza bile getirmeyiz. Arkadaş dediğimiz insana çoğu zaman bir duygusal terör uyduladığımızı hissetmeyiz.

Bir başkası, iç karartıcı şikâyetlerini ve sizi hiç de ilgilendirmeyen sıkıntılarını size aktardığında kendinizi nasıl hissedersiniz! Muhtemelen iç karartıcı bir durum. İki arkadaşın birbirlerinin sorunlarını paylaşmaları kadar doğal bir şey olamaz. Ama konu, sadece sıradan ah-vah ve ağlanma, sızlanma düzeyinde kalırsa, kişiden kişiye sadece negatif enerji aktarılmış olur. Karşılıklı olarak moral bozukluğu ve kötü ruh hali paylaşılır. Dolayısıyla özellikle yaşama olumlu bakmaya çalışan insanlar, çevrelerinde sürekli şikâyet eden insanların bulunmasını istemezler.

Sürekli şikâyet hali, muhtemelen bir bozuk ruhsal yapının ya da ruhsal hastalığın işaretidir. Bir uzmanın yardımının alınması gereken durumdur. Fakat şikâyet alışkanlığı edinmiş her kişinin halinin bir hastalık olarak algılanmaması gerekir. Kimi zaman bu tür durumlar, aile içinde edinilen kültürün bir parçasıdır. Çalışan sayısının fazla olduğu işyerlerinde de buna benzer durumlar gözlenir.

Her zaman, kişinin öncelikli doktoru kendisidir. Eğer insan, kendini bir karakter aynasında görebilmeyi başarırsa, kendisiyle ilgili gerekli değişim ve dönüşümü de sağlayabilir. İşte; iyi bir arkadaşa, bilgece özellikleri olan bir dosta bu gibi durumlarda ihtiyaç duyulur. Tarafsız bir gözle, tatlı ve acı yönlerinizi size aktarabilen bir tanışa ihtiyaç olan durum, sizin kendinizi objektif olarak görüp, değiştirmeyi istediğiniz andır.

Hiç kimsenin yaşamı sonuna kadar kötü değildir. Yaşam, en ağır koşullarda bile devam ediyor. Şikâyet ettiğiniz durumdan kurtulmanın ilk adımı, yaşamınızda iyi olan konuları hatırlayıp güç ve enerji kazanmaktır. Yukarıda sözünü ettiğim gibi iyimser ve içten bir arkadaşın görüşleri de size yardımcı olacaktır. Eğer kendinizi iyileştirmek konusunda ısrarlı ve değişimde kararlı iseniz sağlamanız gereken bir koşul daha var: O da kendinize karşı objektif olabilmek… En azından; hangi konularda objektif olamayacağınızı bilmek bile çok yararlıdır.

Gerçekten sahip olduğumuz tek bir varlığımız var. O da; kendi yaşamımız. İyi ve doğru yaptıklarımız, yaşamımızı renklendirip can katarken; olumsuzluklar bu değerli varlığı an be an yitirmemize neden oluyor. Kendi yaşamını zenginleştirip geliştirmek için çaba göstermeyen kişi, başkaları için de fazla yararlı olamaz. Özetle; şikâyet etmekten vazgeçip sorunlarımızı nasıl ve ne vadede çözebileceğimiz konusunda akılcı planlar yapmak, muhtemelen bizi daha mutlu edecektir.

Çatışma yönetilebilir
Çok özel durumlar dışında başka kişi ve kuruluşlarla sürekli ilişkiler içindeyiz. Pek çoğumuzun yaşamı, bir ilişkiler yumağından oluşuyor. İlişkilerin büyükçe bir kısmı ise çıkarlar, beklentiler ve bilgi veya talimat akışları üzerine kurulmuş. Böyle bir ortamda kişiler arasında uzlaşmazlıkların, çatışmaların olması son derece olağan.

Çatışma olağan ama çatışmaya sağlıklı bir çözüm bulabilmek her zaman olağan değil. Hatta çoğu zaman çatışmayı çözmeyi -ki buna çatışmayı yönetmek diyebiliriz- kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyoruz. Duygular akla egemen oluyor. Muhtemelen duyguları ve aklı yanlış mekânlarda yanlış zamanlarda kullanıyoruz.

Çatışmaların içinde yer aldığımızda genelde insanlar olarak birbirimize benzer tepkiler gösteriyoruz. Adeta öğrenilmiş ama çoğu zaman bilincinde olmadığımız klasik davranış modellerimiz var. Muhtemelen bu davranış biçimlerinin önemli bir bölümünü çocukluğumuzdan başlayarak yaşamın içinde öğreniyoruz.

Çatışmadan kurtulmak için en iyi bilinen pasifist davranışlar arasında çatışmayı küçük görmek, önemsememek veya küçük görmek gelir. Bu durum, kimi zaman devekuşu gibi başını kuma gömmek olarak ifade edilen tarzdır. Çatışmaya karşı umursamaz bir tavırla kendini belli eder. Bu tür davranışlar sonunda çatışmanın çözülmüş gibi göründüğü de olur. Ama muhtemelen çatışmanın nedenleri derinlere inmiş ve kronikleşmiştir. İlerleyen zamanlarda çok daha ciddi boyutlarda kendini tekrar gösterecektir. Çatışmayı önemsememek, bazı durumlarda çatışmayı yönetmek için doğru yöntem olabilir ama sözünü ettiğim ciddi tehlikeyi de içinde taşır.

Eğer çatışmanın sonucunda sorumluluktan kaynaklanan bir cezalandırma varsa, bu durumda çatışmayı çözme davranışı, karşı tarafı suçlamak biçiminde ortaya çıkabilir. Genelde aynı işyerinde çalışan eşdeğer rütbedeki kişiler veya aynı ailenin bireyleri arasında sık görülen bir durumdur. İlginç bir biçimde; çoğu zaman otoriter aile yapısında öğrenilmiş bir karakter özelliğidir. Çocuklukta başlayan başkalarını suçlama eğilimi, ilerleyen yaşlarda iş ve evlilik yaşamının önemli bir parçası haline gelir. Bu tür davranan kişi, elinde ne tür silah varsa kullanmaktan çekinmez; sonucun nereye varacağı konusunda saygılı ve düşünceli olamaz.

İyi bilinen çatışma çözüm yollarından bir diğeri, korkutma esaslı olarak aşırı sinirlenmek ve hatta kabalaşmaktır. Böylece çatışmanın karşı tarafı, korku yaratılarak susturulmuş olur. Genelde baskı altında yetişmiş kişiler üzerinde etkili sonuçlar verdiğini gözlemiştim. Çatışmayı böyle çözme eğiliminde olan kişiler, adeta sinik insanların kokusunu alırlar ve korkutarak çatışmanın kendi lehlerine çözülmesini sağlarlar. Buradaki can alıcı nokta, saldıran tarafın karşısındakinin zayıf noktalarını iyi tespit etmesidir.

İlişkilerde karşılıklı güven önemlidir. Bu nedenle karşımızdaki insana tüm verilerimizi açmadan önce onun güvenilir ve içten olduğundan emin olmalıyız. Çünkü olası bir çatışma durumunda kendisine ilettiğimiz özel bilgilerin, bize karşı kullanılmayacağından emin olamayız. Geçmişi ve özel bilgileri kullanmak, çatışma yönetiminin haksız ve adaletsiz yollarından birisi olarak bilinir. “Cepteki kara kaplı defter” olarak ifade edilen sırların, çatışmanın hangi aşamasında bir tehdit aracı olarak karşımıza çıkacağı hiç belli olmaz. Belleğimizi biraz zorladığımızda kendi yaşamımızda da, geçmişteki dostlarımızın özel olması gereken konuları nasıl kullandıklarını hatırlayabiliriz.

Yaşamımızda anlaşmalar ve uzlaşmalar kadar çatışmaların da bulunması olağandır. Önemli olan, bu çatışmalara nasıl yaklaştığımızdır. İyimser ve çözüme yönelmeye çalışan bir bakışla barışsever çatışma yönetimini öğrenip uyguladığımızda bundan ilk yararlanan, hiç kuşkusuz kendimiz olacağız. Yaşamımız, olumluluk ekseni üzerinde güzelleşecektir.

http://www.duyguguncesi.net
http://www.gurcanbanger.com

29 Mart 2011 Salı

Sorun Çözmede İletişim

Sorun Çözmede İletişim

Gürcan Banger

Bir işe başlarken dikkat etmemiz gereken bazı noktalar var. Bu işe başka kişi veya kuruluşlarla birlikte giriyorsak o zaman bunların önemi daha da artar. Yapılacak iş konusunda karanlıkta göz kırpmamak için yapacağımız işin açıklıkla ortaya konmuş bir ifadesi olmalıdır. Kişisel ve kurumsal gelişim uzmanları bu tür netlikleri sağlamak için bazı teknikler önerirler. Örneğin yapılacak işin tanımını ve neden başarıya ulaşacağını bir dosya kâğıdına yazmakla başlayabilirsiniz. Yazarak ve çizerek çalışmak, her zaman yaratıcılığın önünü açıcı etkiler yapar.

Daha sonra bu başarı tanım belgesini farklı yaş dilimlerinde veya sosyal kategorilerde insanlara okutarak devam edebilirsiniz. Farklı özellikteki kişilerden alacağınız tepkiler, işin yeterince açık ve doğru tanımlandığı konusunda size ipuçları verecektir. Eğer yazdıklarınız, sizin anlatmak istediğiniz biçimde anlaşılıyorsa sorun yok demektir. Ama farklı yorumlar varsa, bu durumda işin (projenin) öncelikle sizin için yeterince açık, kesin ve anlaşılır olup olmadığı konusunda yeniden düşünmenizde yarar vardır. İyi ifade edememek, bir işin başarısızlığa uğramasındaki tanıdık nedenlerden birisidir.

Her işin veya projenin paydaşları vardır. Paydaşlar; o işi yürüten, o işten yararlanan veya o işten olumlu ya da olumsuz etkilenen kişi ve kuruluşlardır. Eğer ticari veya sınai bir iş yapıyorsanız, bugünün en önemli paydaşları arasında müşteriler yer alır. Bu durumda yapıalacak iş ile müşterilerin paydaşların uygunluğu konusunda emin olmak gerekir. İş, doğru seçilmiş ve tanımlanmış olsa bile müşteri seçimi (işe göre) doğru değilse başarısızlık yine kaçınılmaz olacaktır.

İş tanımı ve paydaş seçimi arasındaki ilişkiyi sosyal projelerde de öngörebiliriz. Bir sivil veya sosyal projenin tanımıyla o projeden yararlanacak olan paydaşlar arasında da doğru bir ilişki olmalıdır.

Kötü alışkanlıklarımızdan önemli bir tanesi, hesaptan hoşlanmamamızdır. Bir işe veya projeye başlarken işin gelir ve giderleri konusunda açık ve kesin olmayı başardığımız söylenemez. Halbuki ister ekonomik ister sivil her işin maliyeti ve getirileri konusunda sıkı çalışmalar yapmak gerekir. İş yaparken bütçe yapmayı ve izlemeyi yaşamımızın bir parçası haline getirmek başarının vazgeçilmez koşullarından birisidir.

Siyasette en belirgin özelliklerimizden birisi, Dünya’yı tek hareketle kurtarma merakımızdır. Bir başka deyişle; ilgilendiğimiz işin boyutları konusunda fazla gerçekçi olamıyoruz. Ekonomik bir iş yaparken kuruluşun insan kaynaklarından tutun da, hitap etmeye çalıştığımız pazarın büyüklüğüne kadar herşeyi belirsiz bırakmayı tercih ediyoruz. Ölçeklerin bilinmesi, doğru öngörülmesi önemlidir. Örneğin yanlış ölçeklenmiş bir Pazar üzerine kurulmuş bir ekonomik işin başarı şansı yüksek değildir.

Türü ne olursa olsun bir projenin başarısının ardındaki faktörlerden bir diğeri, sürekliliktir. İşi veya projeyi tanımlayan doğru göstergelerin düzenli biçimde izlenmesi gerekir. Hangi göstergelerin izleneceği ise içinde bulunulan ekonomik veya sosyal koşullara göre değişebilir. Gösterge değerlerine göre işte uygulanan politikaların değişmesi gerektiğini de unutmamak gerekir.

Bir işin başarısı için sinerji yaratmak üzere duygular önemlidir. Ama projenin uzun dönemli başarısı, o süreçte aklın ne kadar etkili ve yoğun kullanıldığına fazlasıyla bağlıdır.

Sorun çözerken
Toplum olarak sorunun kendini ortaya koymaya başladığı andaki belirtileri pek dikkate almayız. Sorun oluştuktan sonra üstüne gitmekten çekiniriz. Çözüm için ilk aklımıza geldiği biçimde davranırız. Çözüme yönelik davranışımızın sonuçlarını saptamak üzere bir kâr-zarar analizi yapmayız. Sonunda da kendimize toz kondurmamak için sorun çözmede duygusal olduğumuzu söyleyerek konuyu bağlarız.

İnsan-makine sorunlarının ilginç bir yönü vardır. Eğer sorun, makine tarafında ise bu çözümü kolay bir problemdir. Makineyi onarırsınız; bu, mümkün değilse değiştirirsiniz. Çoğunlukla olduğu gibi sorun, sistemin insan tarafından ise çözüm, muhtemelen daha zor olacaktır. Çünkü insanın geliştirilmesi için çok daha fazla kaynağa ihtiyaç olacaktır.

İçinde insanın asal unsur olarak bulunduğu bir sorunun çözümünde birinci aşama, dinleme olmalıdır. Eğer soruna taraf olan çok sayıda kişi varsa tüm farklı bakış açılarını tarafsız bir anlayışla öğrenmek yararlıdır. Anlaşılanın, karşı sorularla doğrulanması gerekebilir. Özetle; iyi dinleme olmadan soruna doğru yaklaşmak mümkün değildir.

Her sorunun yapısında onu oluşturan bileşenler ve ilişkiler bulunur. Bu nedenle sorunu oluşturan parçaları ve bu parçalar arasındaki ilişkilerin iyi anlaşılması gerekir. Bu aşamaya araştırma veya analiz diyebiliriz.

Araştırmanın önemi şu gerçekten kaynaklanır. Sorunların nedenleri olarak iki ayrı kategori görülür: Görünür nedenler ve kaynak nedenler. Görünür nedenler üzerinde kalem oynatarak ana sorunu ortadan kaldırmak mümkün değildir. Araştırmanın hedefi, sorunu oluşturan kaynak nedenleri bulmak olmalıdır. Ancak kaynak nedenlerin bulunup önem sırasına dizilmesinden sonra çözüme yönelmek gerekir.

Her sorunun paydaşları vardır. Bir sorun karşısında paydaşlar; sorunun çözümüne katılacak olanlar, sorunun çözümünden olumlu veya olumsuz etkilenenler olarak söylenebilir. Dolayısıyla yukarıda belirlenen kaynak nedenlerden hangilerine müdahale edileceği, paydaşların bu çözümden etkilenmeleri konusundaki kararla yakından ilgilidir. Örneğin motivasyon eksikliği nedeniyle başarılı olamayan bir personele bu sorununu aşması için izin vermek, onu olumlu yönde etkilerken başka çalışanlar tarafından hoşnutsuzlukla karşılanabilir.

Her çözümün bir maliyeti olduğunu unutmamak gerekir. Bu maliyet, parasal olduğu gibi zaman veya insan kaynağı olarak da ödenebilir. Çözümün bu maliyete katlanmaya değer olup olmadığına karar verebilmek önemlidir.

Bir soruna sistematik yaklaşmanın ilkelerinden birisi, çözümden önce ve sonra gelişmeleri izlemektir. Çözümün beklenen biçimde oluştuğunu gözlemek, amaçlar gerçekleşmiyorsa gerekli düzeltmeleri yapmak gerekir. Her çözümün yeni sorunlara yol açabileceği düşünülürse, süreci izlemenin önemi kendiliğinden ortaya çıkar.

Genel olarak söylenirse; insanın yaşam içinde karşılaştığı sorunların sadece giysileri birbirinden farklıdır. Farklı görünürler ama içsel olarak yapıları ve özellikleri birbirine benzer. Bu nedenle bir sorunun çözümünde edinilen deneyim, muhtemelen başka problemlerin çözümünde de yararlı olacaktır.

28 Mart 2011 Pazartesi

Murat Kâhyaoğlu’nun Anıları

Murat Kâhyaoğlu’nun Anıları

Gürcan Banger

Geçtiğimiz Cumartesi günü Eskişehir eski milletvekili, emekli öğretmen ve deneyimli siyasetçi Murat Kâhyaoğlu’nun “Öğretmen Örgütlenmesinde Eskişehir Örneği” isimli kitabının imza günü vardı. Saat 14:00’da Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin Taşbaşı’ndaki toplantı salonunda yapılan imza gününde yoğun bir kalabalık vardı. Topluluğun neredeyse tamamı toplantıyı sonuna kadar izledi.

Eskişehir yerel tarihi yazma geleneğine sahip sayılmaz. Benim gibi belge meraklılarının bile zorlukla ulaştığı az sayıda kaynak var. Bu nedenle Kâhyaoğlu’nun bir döneme tanıklık eden bu kitabı büyük önem taşıyor. Zaman zaman uzun sohbetler yaptığımızdan olsa gerek yazdıklarını okurken onun sesi kulaklarımdaydı sanki. Kendisini kutlamanın ötesinde olayları yaşamış veya bunları gözlemiş olan diğer kişilerin de yazmasını beklemekteyiz.

Kâhyaoğlu’nun kitapta anlattıklarını yaşadığı dönemde Ankara’daydım. Bu nedenle o süreci ancak sonradan anlatılanlarla biliyorum. Ama onun kitaba hâkim olan ruh durumunu oldukça iyi anlıyorum. O da özellikleri olan pek çok insan gibi bu ülkenin zorluklarını, hasetliğin ağırlığını ve çekiştirilmenin acılarını yaşamış. Dilerim; bu ağır sıkıntılar ve acıların ancak anılarında kalmasını ve bundan sonraki yaşamını sağlıkla ve huzurla geçirmesini dilerim.

Kitapta yer alan olayları okuyanlar bilecekler. Kendi açımdan kitabın en çok haksızlıklara isyan eden üslubunu sevdim. Bu toplumda her şart altında isyan edebilmesini başaran insan sayısı az değil. Dolayısıyla Kâhyaoğlu kendi yaşamında zorlardan birini başarmış. Bu yönden de kutlamak lazım onu.

Değişik ortam ve iklimlerde geçen yaşamım olayların birden fazla yüzü olabileceğini gösterdi. Kâhyaoğlu’nun satırlarını okurken başka yüzleri düşünmeye çalıştım. Kâhyaoğlu bilebildiği çirkin yüzleri yazmış; kim bilir daha nice karanlıkta kalmış olaylar var? Belki onları da başka anılarda okuyabiliriz.

Kitabında (kendi yazdığı veya belki de Rüştü Bozkurt’un kaleme aldığı) kendisi ile ilgili bir paragrafta şunları söylüyor: “Sakin güç olarak bilinir. İlkeli, Kararlı ve mücadelecidir. Başarının örgütlenmede ve iletişimde saklı olduğuna inanır. Örgütsüz insanın yalnız ve güçsüz olduğunu sık sık vurgular.” Kâhyaoğlu, burada yazıldığı gibidir. Belki bir nokta atlanmış olabilir; tamamlayayım: Yerel siyasetin sözle alışkanlıklarına karşın Kâhyaoğlu, yazılı kültürün değerine inanır.

Okumuş kılığında çirkin yüzler
Kâhyaoğlu siyaseti iyi ve kötü yüzlerinden, cehalet eksenli sözel siyasetin hangi olumsuzluklara neden olduğundan söz ediyor. Cahil insanı açıklamak için her zaman cehalet gibi iyi bir neden bulmak mümkün… Ama (kendini aydın sayan) okumuşla ne denebilir ki? Bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. ‘Nev’i şahsına münhasır’, ‘kerameti kendinden menkul’ büyüklerimizden söz ediyoruz. Hani şu okumaz – yazmaz olanlardan… Dünya bilgeliğini üzerlerine nereden geldiği bilinmeyen bir elbise gibi giyivermiş zevattan… Akşam yatıp sabah bilinmeyeni hissi kablelvuku ile bilinir yapıveren aklı evvellerden… Malumatfuruş olmak için okumaya, danışmaya, tavsiye almaya ve başkaları ile birlikte istişare etmeye ihtiyacı olmayanlardan…

İnsanlarla birlikteliklerimiz çeşitli amaçlara yönelik olarak değişik biçimlerde gerçekleşebilir. Bir ekonomik amaca yönelik olarak birlikte çalıştıklarımız, bir sivil toplum hedefini veya siyasal vizyonu gerçekleştirmek üzere paylaştığımız kişiler olabilir. Bazı insanlar ise çok yakından mesafeliye doğru değişik düzeylerde arkadaşlarımızdır.

Tüm bu ilişki türlerinde bir noktayı önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle bir kişinin kendisini değişime ve gelişime açık hale getirmesi gerekli… Değişmemeyi (kendiyle yetinmeyi veya ataleti) bir davranış modeli haline getirmiş bir kişinin, türü ne olursa olsun bir ortak yaşamda veya birlikte çalışmada başarılı olmayacağı inancındayım.

Kişisel değişim ve gelişim, öncelikle bir niyettir. Hatta iyi niyettir. Ama niyet, işin başlangıcından öteye gitmez. Değişim için bilinçle ve farkındalıkla zaman, emek ve kaynak harcamak gerekir. Olumluluk da kaçınılmazdır. Okumak, dinlemek, önyargısızca tartışmak, tarafsız olarak görmeye - algılamaya çalışmak ve dersler çıkarmak gereklidir. Bilinçli emek olmadan kişi, olsa olsa ‘kerameti kendinden menkul bir lafazan’ olur.

Birlikte çalışmayı düşündüğüm kişilerde ilk gözlediğim unsur, kendini değiştirmeye ve geliştirmeye eğilimli ve istekli olup olmadığıdır. İnsan kendisiyle barışık ve kendi başına mutlu olabilir. Bunu saygı ile karşılarım. Ama kişi kendini dışarıya kapatarak yeterli buluyorsa veya kişisel değişim ve gelişim ihtiyacının yaşamsal sürekliliğinin farkında değilse, buna onay veremem. Böyle kapalı ve içe dönük, değişim ve gelişim ihtiyacı duymayan (kendi ataletinden fazlasıyla memnun) bir kişi ile birlikte çalışmak istemem.

Hani bir söz vardır; “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” der. Bu söyleyişten kasıt, aynı konuda veya aynı bakış açısında takılıp kalmış olanların durumunun vurgulanmasıdır. Sıklıkla söylediğim gibi; kişi, siyahı ve beyazı birlikte kavrar. Çünkü insanın öğrenme modeli, karşılaştırmalar üzerine kurulmuştur. Sadece belli bir konuya sıkışıp kalmış veya belli bir dünya görüşünün dışındaki fikirlerin öğrenilmesine kendisini kapatmış kişilerdeki yüzeyselliği ve sığlığı bilirsiniz.

Herkesin farklı bir dünya görüşü olabilir. Bu farklı görüşlerin öğrenilmesi, kişinin bakışını veya vizyonunu değiştirmesi anlamına gelmez. Önemli olan, insanın öğrenme modeline uygun bir biçimde karşılaştırmalar yapabilecek verilere sahip olması ve bu yönlü yeteneğini geliştirmesidir. Bu yeteneğin kişisel düzeyde gelişimi; bireyin katılım, paylaşım, farklı kültür ve kimliklere saygı ve demokratiklik özelliklerini de geliştirecektir. Kişinin kendisini belli bir görüşün içine hapsetmesi, yukarıdaki nitelikleri edinmemesi için yeterli bir nedendir.

Kişisel değişim ve gelişimden söz ettiğimde; piyasada sıklıkla bulunan kitaplardan veya bazı metafizik yöntemler uygulamaya çalışan ‘çağdaş şeyhlerle papazlardan’ söz etmiyorum. Batı kaynaklı bazı yazar ve uygulamacılarının insanı bir makine gibi algılarken, metafizik yönelimli olanların ise gerçek dünyaya yabancılaşma yarattıklarını farkındayım. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kişisel gelişimin bu köklerden kaynaklanan ciddi sorunları var. Çünkü kişisel değişim ve gelişim sadece bireysel bir konu değil. Hegel’in dediği gibi “Her insan, kendi çağının çocuğudur.”

Doğayı Zorlamak ve Kent

Doğayı Zorlamak ve Kent

Gürcan Banger

Eskişehir Odunpazarı’ndaki geleneksel yerleşimin seçimi ile ilgili bir hikâye anlatılır. Yerleşmek üzere bu yöreye gelenler Odunpazarı’na ve Porsuk kıyısına ağaç dalına birer kaz asarlar. Odunpazarı’ndaki kazın daha geç çürümesi üzerine bu bölgeye yerleşmeye karar verilir.

Bizim yerleşim geleneğimizde daha çok kendiliğindenlik eğilimi hâkimdir. Çoğu örnekte; kent kendi halinde büyür. Kentsel dönüşüm veya yeniden yapılanma ise ancak doğal afetlerle veya savaşların yıkıcı sonuçları ile gerçekleşir. Anadolu’daki pek çok kentin dönüşüm hikâyesinin ardında depremler, yangınlar, sel felaketleri veya savaşın getirdiği yıkım vardır.

Kadercilik özelliğimiz, sadece kentleşme ve kentsel dönüşüm konusunda değil. İnşaat kalitesini de doğal afetlerle test ediyoruz. Yıkılmazsa kaliteli, yıkılırsa bozuk ve çürük… İhaleyle yapılan kamu yapıları bunun en belirgin örneklerini oluşturur. Özetle; felaketlere endeksli bir yaşam modelimiz var. Bir felaket oluşmadan doğru yolu bulmamız mümkün olamıyor. Krizlerin ülke üzerindeki etkilerini hatırlarsanız, ekonomi alanında da benzer bir davranış gösteriyoruz.

Sözün kısası kentleşme anlayışımız bunca yıldır sel, yangın, deprem ve savaş gibi doğal ve sosyal felaketlere göre yön bulmuş. Kentleşme deyince, bundan sadece yapıları değil; aynı zamanda alt yapı sistemlerini de kastediyorum: Su şebekeleri, elektrik dağıtımı, doğal gaz sistemleri, karayolları ve diğerleri…

Kentleşme konusunda ikinci büyük geleneksel engelimiz, daima kötü yerel yönetimlerin yapılanması olmuş. Pek çok dönemde yerel yönetimlerdeki zayıflıklar doğrudan kentin yapılanmasına ve dönüşümüne yansımış. Yerel yönetimlerin siyasetten ve rantiye ilişkilerden etkilenmesi kurumsallaşmasını önlemiş. Her gelen kendi döneminde kendi yandaş ve paydaşlarına bazı avantajlar dağıtmış, belediyeler her dönem seçimi kazanan parti ve grubun çıkarlarına göre yönlenmiş; sonuçta söz konusu kent de plansız, programsız bir yönelimle büyümüş.

Her dönemde kâğıt üzerinde plan adı altında yazı ve çiziye dökülmüş dokümanlar vardır. Tabii ki plan içeriği ve kalitesi tartışılabilir. Ama sonuçta uygulamanın kimin yararına işlediğine dikkat etmek gerekir. Yerel yönetimin kurumsal tutarlılık ve kalite unsurlarına bakmak gerekir.

Geleneksel Mimari
Anadolu-Türk mimarisinin ilginç örneklerinden olan yapıları görmek üzere Odunpazarı semtini her gezişimde dikkatimi çeken bir başka özellik olur. Eskişehir’de hemen hemen her yıl 4 büyüklüğü dolayında, 1956’da olduğu gibi 6,4 büyüklüğüne ulaşabilen depremler olmasına rağmen Odunpazarı Evleri inatla ayakta durmaya devam etmektedir.

Elimdeki son yüzyılın sayısal değerlerine göre 1901, 1905, 1928, 1948, 1956, 1961 yıllarında 5 dolayımda veya daha büyük depremler olmuştur. Geleneksel Odunpazarı Evleri’nin bu depremlere karşı direnmesinin muhtemel nedenlerinden birisi bu semtteki zemin ile ilgili olmalı.

Zemin özellikleri dışında aklıma gelen faktörlerden birisi, Odunpazarı ev yapma tekniğini de içine alan geleneksel Anadolu-Türk mimarisi yaklaşımıdır. Acaba Odunpazarı Evleri’nin depremler karşısında direngenliğinin mimari geleneği ile ilişkisi olabilir mi?

Gerek 1766 İstanbul Depremi, gerekse 1688 İzmir Depremi sonrasındaki yazılı belgeler incelendiğinde geleneksel tekniklere dayalı yapılaşma yönelim olduğu anlaşılıyor. Daha sonraki depremlere ilişkin sonuçlara bakıldığında ahşap iskelete dayalı geleneksel mimarinin depreme karşı dayanmakta başarılı olduğu görülüyor.

Eski ve yeni yaklaşımlar
Bugün betonarme ve benzeri yaklaşımlar kullanıldığından ahşaba dayalı geleneksel mimarinin bazı özellikleri unutulmuş görünüyor. Anadolu-Türk mimarisi konusunda ciddi çalışmalar yapan uzmanlar bu tarzdan alınabilecek önemli dersler olduğunu ifade etmektedirler.

Tabii ki, geleneksel mimarinin üstün özelliklerinden söz etmek bugün kullanılan çağdaş yaklaşımlardan vazgeçilmesi anlamına gelmez. Belki eski tarz ile yeni tarz arasında kaynaştırmalar yapılarak yeni yaklaşımlar üretilebilir.

Odunpazarı’nı da kapsayan geleneksel mimari tarzı ile ilgili bazı sonuçları dikkatinize sunmak istiyorum. Birincisi; geleneksel yapılar, çağdaş yapılara oranla depreme daha dayanıklıdırlar. İkincisi; bu dayanıklılığın nedeni, geleneksel yapıların deprem kuvvetleri karşısında (teknik deyimle) “çalışabilir” olmasıdır. Üçüncüsü; uygun tekniklerle geleneksel ahşap mimarisi, depreme dayanıklı çok katlı yapılar üretmekte de kullanılabilir. Dördüncüsü; geleneksel yapı kültüründen edinebileceğimiz çok sayıda ders vardır ve bu konuda yeni çalışmalara vesile olmamız gerekir.

Odunpazarı Evleri’ne yalnız kültürel zenginlik olarak bakmak en ciddi yanılgıların başında gelir. Odunpazarı Evleri, deprem de dâhil olmak üzere bir tümleşik yaşam biçimidir. Bölge insanının yüzyıllara dayanan geleneksel birikiminden öğreneceğimiz çok fazla deneyim vardır.

Geçtiğimiz günlerde İnternet’te ve diğer medyada yaygın olarak yer alan bir haber, bu tespiti doğrular nitelikteydi: “Anadolu yapı medeniyetini araştıran arkeologlar, binlerce yıldır ayakta kalan tarihi yapıların temellerinde deprem sönümleme sistemlerinin uygulandığını belirledi. İlk uygulaması M.Ö. 1900'lü yıllara dayanan ve uygulandığı yapıların geçmişten bugüne hala ayakta kaldığı deprem izolatör sistemi ‘Orthostat’ 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi'nin 11. sayısında tüm yönleriyle ele alındı. Jeoloji uzmanı Ali Bayraktar tarafından kaleme alınan ‘Tarihi Yapı Temellerinde Uygulanan Deprem Sönümleme Sistemleri’ başlıklı yazıda, Kâbe, Augustus Tapınağı, Ayasofya ve Süleymaniye Camisi'nin temellerinde de aynı sistemin kullanıldığı belirtiliyor. Yazıda, Anadolu yapı medeniyetlerini araştıran arkeologların araştırmaları çerçevesinde, ‘tarihi yapılarda, taşıyıcı beden duvarlarının altına isabet eden temel duvar kısımların tabaka tabaka, harç kullanılmadan kırık taşlarla örüldüğünü, böylelikle tabandan gelen deprem yüklerinin, yapının üst katmanlarına geçmesine engel olan sisteminin keşfedildiğini’ belirledikleri kaydedildi.”

Sanırım; bu durum, doğal yaşam çevresine uyum sağlamakla yapay bir çevre yaratma arasındaki farktan kaynaklanıyor. Doğayı kendi şartları dışına zorladıkça kaybeden biz oluyoruz.

26 Mart 2011 Cumartesi

Toplum, Birey ve Siyaset

Toplum, Birey ve Siyaset

Gürcan Banger

Son 200 küsur yıldır Batı kültürünün etkilerini toplumsal yaşamımızda yoğun olarak hissediyoruz. Özellikle son 30-35 yılda medya, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmenin katkılarıyla bu etkileşim yüksek düzeylere ulaştı. Geleneksel kültür ile yoğurup benimsemeden oluşan bu kültür alışverişi, garip bir paradigma (anlama ve algılama biçimi) oluşturdu. Kendini Batı’ya katı bir şekilde kapamış olanlar dışında; pek çok kişi, kendi sosyal yaşamımızı ve değerlerimizi Batı kalıplarına göre anlamaya ve algılamaya başladı.

Batı ile Doğu arasında dinsel içerik ve tarzdan başlayarak kültürel değerlere kadar pek çok sosyal alanda önemli farklar var. Bunlar arasında yönetme modelinin önemli bir yeri bulunmakta. Her ne kadar aksini iddia etsek de; bizim de aralarında bulunduğumuz Doğu toplumlarında merkezci bir yönetim modeli süregelmiş yıllardır. Devletin büyük, kul olan vatandaşın küçük olduğu bu egemenlik, yönetim ve hatta meşruiyet modelini Doğu Roma’dan başlayarak Bizans’ta, Selçuklu’da, Osmanlı’da ve son olarak Cumhuriyet’te görüyoruz. Bu nedenle; merkezci geleneğe ve tarihe sahip toplumlarda birey kimliğinin ve hukukunun yeterince gelişmemiş olması olağandır. Ülkemizde görülen durum da budur.

Birey kimliğinin -bir başka deyişle; birey olabilme güven ve cesaretinin- yeterince gelişmediği toplumlarda birey hukukuna dayalı mekanizmaların da işlemeyeceği ortadadır. Nedir bu mekanizmalar? Örneğin temsil sistemi… Seçerek Ankara’ya gönderdiğimiz temsilcilerimizi göz önüne getirin. Bu kişiler, Ankara’da yani merkezde kimin temsilcisi gibi davranmaktadırlar? Daha seçilir seçilmez; yerelin temsilcileri olduklarını unutup merkezin adamları olmamışlar mıdır? (Aslına bakarsanız; sistemin gerçek özüne göre zaten bu temsilciler, merkezin yerelden gelen kadrolarıdır ya da hızla böyle olmaya dönüşürler: Başkanın adamları…)

Bir başka örnek vereyim. Örneğin devletle bir sorun konusunda karşı karşıya geldiğiniz durumu düşünün. Sizin bir vatandaş, devletin ise devlet olması nedeniyle zaten yarışa geride başlıyorsunuz ve muhtemelen ilgili iddianızda da daha baştan kaybetmeye adaysınız. Çünkü O, devlettir; ne olması gerekirse ona sizin adınıza karar verir ve gereğini yapar. Hangi isimleri alıp alamayacağınıza; din ve mezhebinizin, etnik kimliğinizin ve hatta cinsiyetinizin ne olduğuna da…

Bu sözünü ettiklerim, devlet karşıtı bir söylem değildir. Devlet ile vatandaşın birbirlerine karşı olan pozisyonlarının gözden geçirilmesi ihtiyacının ifadesidir. Bu ihtiyacın gereği olan değişim ise AB gibi dış odakların zorlaması ile değil, kendi iç dinamiklerimizle gelişmek zorundadır.

Batı’nın sivil topluma ve bireye bakışı ile toplumumuzun ihtiyacı olan yaklaşım arasındaki temel fark buradadır. Bize özgü sivil toplum anlayışı, geleneksel devlet karşısında yurttaş olan bireyin pozisyonunun güçlendirilmesidir. Birey hukukunun, cesur olmaya ihtiyaç duymadan herkesin sadece yurttaş olduğu için yararlanabildiği bir hukuk olmasına çalışmaktır. Özetle; toplumumuzun ihtiyacı, hak ve özgürlüklerini kolaylıkla kullanabilen, yurttaş olmanın bilincinde ve ülkeyi tehdit eden sorunların kendi sorunları olduğunu bilen, sorumlu ve katılımcı bireyin geliştirilmesidir.

Medya ve siyaset
Günlük basına göz attığımızda siyasetin, iktidar için bir çekişme olduğundan başka bir şey gelmiyor aklımıza. Bu denli kavga gürültü olduğuna bakılırsa siyaset kıymetli bir şey olmalı diyoruz kendimize. Demek ki siyasette katılan herkesin kendince elde etmek istediği bir getiri var.

Siyasetin ne olduğunu kavramak için karışık tanımlara gerek yok. Zaten siyaseti okulsuz öğrendiğimiz için de bellemesi zor açıklamalar pek bize göre değil.

Yurttaşın ihtiyaçları
Latife bir yana; kendi bildiğimizce dile getirelim. Öncelikle siyasetin öznesi insandır. Siyaset insan için vardır. Yurttaş için vardır. Siyasetin başarısı, yurttaş ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Siyaset, duruma göre kısa, orta ve uzun vadede yurttaş ihtiyaçlarını karşılayarak başarılı olur. Eğer sonuçta yurttaşın ortalama olarak elde ettiği sosyal veya ekonomik getiriler yoksa siyaset başarılı sayılmaz.

Siyasetin odağında yurttaş durduğuna göre; siyasete giriş noktası, ülkede yaşayan insanların her şeyin en iyisine layık olduklarına inanmak olmalıdır. Siyaset alanında yer alan bir kişi, kendi insanının değerinin farkında ve bilincinde değilse o kişinin yapacağı siyasetin sonucu bambaşka yerlere gidecektir.

Kamu kaynakları
Nedir başka yerler? Siyasetin görevlerinden bir tanesi, kamu kaynaklarını yönetmektir. Kamu kaynakları aynı zamanda rant kaynaklarıdır. Eğer siyaset, siyasetçinin kamu kaynaklarını kendi yakın ve yandaşları arasında paylaştırmak üzerine kurulursa, o zaman siyaset, bir kavgalı gürültülü paylaşım alanı haline dönüşür.

Özetle; siyasetin ilk ilkesi, halkın gerçek ihtiyaçlarının anlaşılması olmalıdır. Yurttaşın reel ihtiyaçları -ki bu ihtiyaçlar, her zaman taleplerle çakışmayabilir- doğru anlaşılmadan siyasetin doğru çözüm yollarını üretmesi mümkün değildir. Günümüzde de pek çok kamu tutum ve davranışının altındaki hatalar manzumesi, halkın doğru anlaşılmamasından kaynaklanır.

Aile ortamı
Siyaset, bir aile ortamı olmalıdır. “Siyasetçinin ailesinin ortamı” değil tabii ki… Dolayısıyla siyasetçi ile yurttaş, aile ortamının yakınlığı içinde iletişim kurabilmelidirler. Böylece aile içinde işbirliği, dışarıda rekabet olanağı doğacaktır. Aile içindeki etik kurallar çerçevesinde de herkes emeği karşılığı hak ettiğini alacaktır.

Saygı, hoşgörü, empati
Yaşamda önemsediğim birkaç ilke var: Sevgi, saygı, hoşgörü, empati gibi… İnsanlar birbirlerini sevmek zorunda değiller diyebilirsiniz. Buna fazlaca itirazım da olmaz. Ama siyasetin gerektirdiği bazı ilkeler var ki, onlardan vazgeçmek mümkün değil.

Örneğin siyaset, saygı koşulları üzerine kurulmalıdır. Ancak bu durumda insanlar birbirlerini doğru anlayabilirler. Saygı çerçevesinde bir başbakan ile bir vatandaş arasındaki makamdan kaynaklanan kategoriler ortadan kalkar. Saygı olmadan insanca iletişim olmaz.

Hoşgörü de önemli… Hele ki; sosyal eve ekonomik zorluklar içinde çırpınan, eğitim zorlukları yaşayan bir ülkede hoşgörünün kolay öğrenilmediğini düşünürsek… Özetle; siyaset, tarafların birbirini anladığı ve doğru iletişimin kurulabildiği bir alan olmalıdır. Başarı, ancak bu gerek şartın ardından gelecektir.

25 Mart 2011 Cuma

Havamızı Değiştiren Siyaset

Havamızı Değiştiren Siyaset

Gürcan Banger

Genel seçim yaklaşırken medya manşetlerinde ağırlıklı yer alan temalardan birisi bir kez daha siyaset oldu. Politikaya ilgi duyanlar veya seçimden beklentileri olanlar bu başlıklara yoğunlaşırken toplumun önemli bir kesimi için fazlaca anlam taşımıyor. Medyaya yansıyan siyaset, değişik parti veya lobilere dâhil kişilerin sıradan polemiklerinden başka bir şey değildir. Çoğu zaman bir parti başkanları çekişmesidir. Siyaset aracılığı ile rant ve makam beklentisi olanlar da ara sıra bu sanal meydanda yerlerini alırlar. Siyasetin, halkın sorunlarına yönelik olmaktan çok, bir günlük çekişme alanı olmasının nedenleri arasında siyasetin yapısal sorunları başta gelir.

Her yerleşimimizde çok sayıda siyasi partinin yerel örgütünün bulunduğunu görürüz. Her birinin belde, ilçe ve il düzeyinde yönetim örgütlenmeleri vardır. Bu yapılarda yer alabilmek için çoğu zaman kıyasıya bir mücadele verilir. Ama seçilme mücadelesi bittiğinde bu yönetim örgütlenmelerinin görevleri de biter. Mücadele süreci, ancak seçilinceye kadardır. Bu nedenle siyasi partilerin örgütsel yapılarının yeterli düzeyde tanımlı olmadığını söylemek mümkündür.

Bir siyasi partinin yönetim kurullarının hangi fonksiyonları yerine getirdiğini kendinize sorabilirsiniz. Ama bir vatandaş olarak size yansıyan yönler açısından bunu tespit etmeniz neredeyse mümkün değildir. Örneğin yazılı ve görsel basında genelde siyasi partinin il veya ilçe yönetim kurulu başkanı yer alır. Onun dile getirdiği konular da ancak ulusal düzeyde konuşulan, tartışılan konuların yerelde dillendirilmesidir. Yerel konularda yapılan tartışmalar ise söz cambazlığından öteye geçmez.

Yerel sorunlara çözüm, siyasi partilerin ancak seçim zamanlarında hatırladığı ve çala kalem yazıştırılan içeriği boş önerilerdir. Çünkü sistem tamamen oy almak ve sonra da oy karşılığı verilen sözleri unutmak üzerine kurulmuştur. Eğer bunun aksi bir durum olsaydı, siyasi partilerin yerel örgütlerinin halkın sorunlarıyla ilgili çalışmaları hakkında bilgilenirdik.

ABD’deki siyasi partilerin, Avrupa’dakilere oranla ilginç bir özelliği vardır. Bu ülkede partiler, seçim dönemlerinde somut bir varlık haline dönüşürler; diğer zamanlarda ise parlamento dışında fiilen gözden kaybolurlar. Avrupa partileri ise sosyal ve siyasal yaşamda süreklilik gösterirler. Bizdeki partiler, dış görünümleri açısından Avrupa’daki partilere benzerler.

Diğer yandan bu benzemenin önemli bir farkı olduğunu söylemeliyim. Bizdeki siyasi partiler tüm zamanlarda sosyal gündemde olmalarına karşın içi boş bir görünüm sunarlar. Çünkü bizim partilerimiz de sürekli gündemde kalmalarına rağmen (genel başkanların görüntüleri dışında) seçim dönemi partileridir. Seçim zamanı dışında vatandaşı hatırlamak, yoksul halk için çözümler üretmek gündemlerinde bulunmaz. Bu amaçla çalışmalar yapmazlar, etkinliklerde bulunmazlar.

Zaman zaman muhalefet partilerinin seçim dışı zamanlarda da halkın arasına karışmaya çalıştıklarını gözlemleriz. Bu yüz yüze gelişlerde ana fikir, bir sonraki seçim için ön hazırlık yapmaktır. Örneğin siyasi kadroların halkın sorunlarını saptamak, bunlar için müstakbel çözümler geliştirmek nadiren bile olsa akıllarına gelmez.

Siyaset nedir? Siyaset, vatandaşın ihtiyaç ve taleplerinin karşılanması çalışmasıdır. Siyaset, vatandaş tatmininin sağlanması için bir siyasal örgütün topyekün yönlendirilmesidir.

Bizde yapılan siyaset nedir? Bizde siyaset, “Oyu ver, gerisini merak etme sen” nakaratının seçim dönemlerinde yüksek sesle söylenmesidir. Bu yöntemle gidildiği sürece vatandaş merak etse de, değişen bir şey olmayacaktır.

Projesiz siyaset
Günlük yerel basını izlediğimde; siyaset haber ve yorumlarının bir ortak yanı dikkatimi çekiyor. Başta yerel siyasetçiler olmak üzere pek çok unsur, sadece güncel olayların rüzgârında bir sağa, bir sola savruluyor. Kimin yarattığı belli olmayan bir gündem, yerel siyaset ortamını uzunca sürelerle işgal ediyor.

Siyaset dışında da pek çok başka yapay gündem konusu yerel basını işgal ediyor. Bu işgalin faturasını doğrudan yerel basına kesmek haksızlık olur. Çünkü bu durumun gerçek sahipleri, güncel gündem sayesinde siyasi pozisyon ve güç arayan birtakım çevrelerdir.

Konuyu daha kolay anlatabilmek için şöyle bir örnek vereyim. Örneğin bir ticarethaneniz var ve bir mal satıyorsunuz. Malın pazarlaması sırasında iki farklı yol izleyebilirsiniz. Birincisi; kendi malınızın, müşterinin ihtiyacını nasıl karşılayacağından, kalitesinin yüksekliğinden, garantisinin sağlamlığından, satış sonrası servis kolaylığından söz edebilirsiniz. Bu, olumlayan bir yaklaşım tarzıdır. İkincisi; rakip malları ve satıcıları kötüleyerek müşterinin kendi malınızı tercih etmesini sağlamaya çalışırsınız. Bu ise olumsuzlayan bir yaklaşım tarzıdır.

Bugün başta yerel siyaset olmak üzere siyasal gündem; yeni yaklaşımlar, çözüm yolları ve projeler üretmek ve bunları halka tanıtmak yerine, rakipleri karalayarak başarıya ulaşmak üzerine kurulmuştur. Bunun birkaç basit nedenini sayabiliriz. Örneğin yerel siyaset kurumları, nitelikli çözümler ve projeler üretecek biçimde donanımlı ve birikimli değildir. Kendi çözüm yolunu veya projesini tanıtmak yerine olur olmaz nedenlerle rakipleri karalamak çok daha kolay ve birikim gerektirmeyen bir propaganda tarzıdır. Yereli iyi tanıyan, yeterli deneyim ve birikime sahip insanların siyaset içinde yer almadıkları, bu nedenle daha kolayca yapılabilen karalama tarzının tercih edildiği bir başka gerçektir.

Güncel siyasette muhalefet yöntem ve taktiklerinin var olması son derece olağandır. Muhalefetin görevlerinden birisi, yönetimde bulunan kesim ve düşünceleri, yaptıkları yanlış davranışlar karşısında eleştirmeleridir. Ama bu eleştirilerin arkasında hangi haklı nedenlerin bulunduğunu halkın iyi bilmesi, halkın bu konuda bilgilendirilmesi gerekir. Aksi durumda; bir sonraki dönemde iktidar olan siyasal düşünce veya parti de aynı haksız eleştiri ve saldırılarla karşı karşıya kalacaktır.

Bugün ulusal ve yerel düzeylerde siyaset alanımıza hâkim olan ruh durumu, karşıtlık üzerine kurulmuş, negatifleri öne çıkaran bir siyaset tarzıdır. Yıkıcılık, daima yapıcılığın önündedir. Siyaset, halkın sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılanması yerine iktidarın her ne pahasına elde edilmesi üzerine kurulmuştur. Çünkü Kuzey Amerika’da yoksul zenci yurttaşlar için basketbol nasıl bir hızlı çıkış rüyası ise, Güney Amerika’da futbol nasıl varlıksız insanların zenginlik hayalleri ise; Türkiye’de de siyaset, kısa vadede köşeyi dönmenin en etkin, en çabuk yolu ve aracıdır. Siyasette erki elde etmenin hızlandırılmış yöntemi ise rakipleri eleştirip karalayarak öne çıkmaktır. Ve son olarak; iktidarı ele geçirmek için seçilmek gereklidir; bu da bir erken seçim havası yaratmak için gerekli ve yeterli bir nedendir.

Halkın geçim sıkıntılarını umursamayan güncel siyasetin arkasındaki mantık işte budur. Uygulanan siyaset tarzının, halk açısından işe yarar, elle tutulur bir yanı yoktur. Yoksul halk, kendi sorunlarını kendi bildiği yollarla karınca kararınca çözmeye çalışmaya devam etmektedir. Anlaşılan; halkın ihtiyaçları ile siyasetin yaklaşımı arasındaki bu ilgisizlik, bilinmeyen uzunlukta bir süre için devam edip gidecektir. Ta ki birileri “Dur!” diyene kadar…

24 Mart 2011 Perşembe

Medya ve Tarihin Bozulması

Medya ve Tarihin Bozulması

Gürcan Banger

TV kanallarında izlenen, mafyayı ve derin devleti konu eden dizilerin gördüğü yoğun ilginin arkasında tarihi ve sosyolojik bir geçmiş var. Daha öncesi konusunda ipuçları yakalamak zor olsa da; Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükselme Devri sonrasına kadar uzatmak mümkün bu geçmişi…

Osmanlı’nın bozulma göstergelerinden olan Celali İsyanları’nı da bu tarihi ve sosyal geçmişle ilişkilendirebiliriz. Gerçekten Osmanlı merkezi yönetiminin zayıflık sıkıntıları yaşamaya başladığı bir dönemde yerel yöneticilerin asker, yüksek memur ve şehir eşkiyası ile başlattığı bu ruh, mafya başta olmak bugünkü yasadışı örgütlenmelerin de geleneğini oluşturur. Osmanlı Devleti’nin büyük uğraşılar sonunda önünü alabildiği Celali örgütlenmesi, değişik türlerden sosyal ve ekonomik eşkiya geleneğini miras bırakmıştır.

Merkezi devletin içinde veya dışında yaşanan gizli örgütlenmelerin çıkış geleneğini, sadece sokak yapılanmalarına bağlamak ciddi eksiklik ve yanlışlık olur. Bu tür yapıların başka iç ve dış nedenleri de vardır. Örneğin bir dönem yurt içinde açık cirit atan yabancı servislerin bu işte parmağı olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Diğer yandan Soğuk Savaş döneminde devletin resmi güçleri yanında komünizm karşıtı eylemlerde bulunan derin devlet örgütlenmeleri artık açıkça konuşulup yazılmaktadır. Geçmişin SSCB yayılması tehdidine karşı ABD odaklı Yeşil Kuşak programının bu süreçte etkin rolü olduğu bilinmektedir.

Özetle; demokratik işleyişin ve hukukun dışında bir dönem devlet içi ve dışı yapılanmaların toplumsal yaşamı ciddi şekilde etkilediğinin bilgisi artık toplumda bilinir hale gelmiştir.

Diğer yandan toplumu yakından incelediğimizde başka göstergeler de görmekteyiz. 1990’lı yılların ortalarından bu yana 5-6 kişiye yasal ve yasal olmayan biçimde bir silah düştüğünü bilmekteyiz. Dünkü at merakı yerini bugünkü özel araba merakına bırakırken, kişisel silah edinme ruhu giderek büyümektedir. Bunun nedeninin, kişilerin güvenlik ve adaleti kendi bildiği feodal yollarla gerçekleştirmek olup olmadığı sorusunu ister istemez soruyoruz.

Neden mafya ve sokak dizileri böyle bir yoğun ilgi görmüştür? Sanırım; öncelikle toplum, kendi bilgisi dışında olup bitenleri görüp bilmek istemektedir. Belki de tüm bu üstü örtülü eylemlerin nasıl olup da kendi bilgisi dışında gerçekleşebildiğine hayret etmektedir.

Bir dönem yaygın olarak tartışılan işkence iddialarını bile bazı “zararlı ideoloji fanatikleri” tarafından ortaya sürüldüğüne inanacak kadar mafyatik işlerin dışında olan toplumumuzun şaşkınlıkla dizilere sürmüş olan ilgisini olağan karşılamak gerekir.

Bu tür yasadışı örgütlerin ülkenin geleceğini çalıp çırptığını öğrenecek başka mekanizmalar kalmayınca gerçeği öğrenmek için dizilerden ve sinema filmlerinden başka araç kalmıyor mu?

Medya
Sözcük anlamı farklı olmasına rağmen medya sözcüğü ile günlük konuşmada görsel ve yazılı basın kastediliyor. Ülkemizde medyanın etki alanı giderek büyüyor. Özellikle özel TV ve radyoların çıktığı dönem hatırlanırsa; toplumumuzun medya baskınına sosyal ve kültürel yönlerden hazırlıksız yakalandığı da söylenebilir.

Türkiye, 20’nci Yüzyılın ortalarında başlayan sosyal göç ile birlikte bir kimlik değiştirme dönemine girdi. Kentli kimlik tam olarak oluşamadan dışa açılma ile birlikte toplum, medyanın etki alanına girdi. Eğitim gibi süreçlerin bireyler üzerinde etkisi azalırken medya, toplum açısından adeta (etkileri tartışılabilir) bir okul oldu.

Sonuçta medya da gördüğü ilginin verdiği cesaretle haber alma ve iletme görevlerinin ötesine geçerek yargı ve yürütmenin bir parçası gibi davranmaya başladı. Reality show gibi programların, gazetelerde yer alan dosyaların arkasındaki mantık budur. Medyanın bir okul gibi halkı etkilemesinin doğrulandığı alanlardan bir diğeri de bu sektörde yer alan farklı kimliklerdeki isimlerin terörün hedefi haline gelmeleridir.

Sosyal göçün özellikle hızlandığı son 30-35 yıldaki manzaraya bakarsak; medyanın güçlenmesi yanında Cumhuriyet’in resmi ideolojisinden uzaklaşılması, eğitim sisteminin çökmesi, geleneksel aile sisteminin bozulmaya başlaması gibi gözlemleri yapabiliriz. Yine bu dönem küreselleşmenin yarattığı yüksek tüketim eğilimi gibi etkilerin yükseldiği bir zaman dilimine denk düşer.

Kentlerde rantın artması, sistemi hukuku uygulamakta zorlanması aynı dönemde adaletin uygulanması ve bölüşüm açılarından yeni yapıların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu, sosyal sistemin mafyalaşmasıdır. Bu dönemde kamunun kendi iç işleyişi de dahil olmak üzere mafyatik kurumların ve ilişkilerin, kayıt dışı yaşamın arttığını görüyoruz.

Yine bu dönemde medya-mafya işbirliği olasılıkları ve dayanışmasının etki alanlarının giderek büyüdüğünü gözlüyoruz. Büyüyen bu güç, devlete karşı çekim gücü yüksek yeni bir güç odağı ve yeni bir yaşam alternatifi oluşturuyor. Bu gücün etkisiyle TV’de mafya ve yasadışı yaşamı anlatan dizilerinin özendiriciliği de artıyor.

Bu savın örneklerini ihalelerden spor faaliyetlerine kadar pek çok alanda görüyoruz. Sahte içkiden spor üzerine kurgulanmış bahis oyunlarına kadar kolay para kazanılabilecek her alanda bu tezin doğrulandığını görüyoruz. Ülkede çıkınını çuval dolusu zenginlik yapabilenler, sosyal yaşamın yüksek kademelerinde de dikkati çekiyor.

Ne yazık ki; bu hukuk dışı unsur ve faaliyetlerle mücadele edebilmek için henüz demokrasi geleneği yeterince yerleşik değil. Sivil toplum güçleri henüz çok zayıf… Çoğu zaman da yanlış yönlendiriliyor. Siyaset, rant beklentileri ve sel önünden odun kapmak yarışı haline dönmüş. Topluma öncülük etmesi gereken güçler de ya çok zayıf ya da yeterli birikime sahip değiller.

Medya ile başlamıştım. Onunla bitireyim. Hukuk sisteminden yeterli özveriyi göremeyen toplum, sorunlarının çözülmesinde medyanın katkı koyabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla medya hukukun ve insan haklarının savunucusu imiş gibi bir yanılsama yaratıyor. Aslında medyanın arkasındaki güçlerin önce reyting sonra da rant dışında bir bekledikleri yok. Demokratik özellikleri ve birey kimliği yeterince gelişmemiş bir toplumda medyayı kayıtsız şartsız demokrat kabul etmek, yapılabilecek en ciddi hatalardan birisidir.