28 Şubat 2011 Pazartesi

Eskişehir’de Kent Merkezini Yorumlamak

Eskişehir’de Kent Merkezini Yorumlamak

Gürcan Banger

Bugün Eskişehir, hâlâ Köprübaşı adını verdiğimiz tek kent merkezi ile yaşıyor. TOKİ konut bölgeleri gibi denemeler henüz bir otel-kent görüntüsü vermenin ötesine geçemedi. Çok-boyutlu, çok-amaçlı ve çok-fonksiyonlu alt-kent fikri, Eskişehir’in gündemine henüz yeterince giremedi. Her sabah ve her akşam, insanlar kitleler halinde kentin bir bölgesinden başka bölgelerine taşınmak zorunda kalıyorlar. Hafif raylı ulaşım projesini Köprübaşı merkezli bir sıkışıklığa mahkûm eden fikrin altında da hala tek kent merkezi anlayışı yatıyor.

Eskişehir’in kentsel dönüşüm açısından bir kalkış noktasında olduğu kanaatindeyim. Sonuçta ya düzgün bir kalkış olacak ya da kent bir kez daha akılcı bir dönüşüm için ayağa kalkamayacak biçimde olduğu yere oturacak. Akılcı bir kentsel dönüşüm için öncelikle tek kent merkezi fikrinden uzaklaşmamız bir zorunluluk gibi…

Aralarında ulaşımın kolaylaştırıldığı çok fonksiyonlu alt-kent fikrinin, merkezdeki kent rantını düşürmesi yanında konut sorunlarının çözümünü kolaylaştıracağı ve ticarete mekânsal derinlik kazandıracağı görüşündeyim. Bu nedenle kentsel projelerimizi asla kent merkezindeki rantı daha fazla artırıcı yönde biçimlendirmememiz gerekir. Bir örnek vermek gerekirse; örneğin Atatürk Stadyumu kent merkezinden kaldırılıp bir başka yöreye taşınacaksa, bu alanın değerlendirilmesi kent rantını merkezdeki sıkışıklığı artırmayacak biçimde olmalıdır. Özetle; şu anki kent merkezindeki yoğunluğu dışa doğru boşaltmalıyız.

Kentsel gelişim
Dünya ile ülkemizdeki kentleri birlikte incelediğimizde; bazı kıyaslamalar yapma imkânı doğuyor. Eskişehir’in kentsel gelişme çizgisinde yerinin doğru tespit edilmesi ve geleceğinin doğru belirlenmesi açısından önemli…

Pek çok kentte gördüğümüz bir durum var. Kentsel gelişme yönelimi açısından iki tür olgudan söz edebiliriz: Merkez kent ve uydu kent. Çok-ilişkili ve çok-boyutlu kent olmak, Eskişehir için yakın bir hayal olarak kurulamaz. Uydu kent olmasını asla istemeyiz. Ama kendi bölgesinde bir merkez olabilmesi son derece olağandır.

Merkez kentlerin gelişiminde iki ana unsur var. Birincisi, merkez kentlerin gelişiminde ivmeli olarak artan dış ilişkiler önemli bir yer tutuyor. Türkiye’de hızlı gelişme eğilimi gösteren tüm illerde dış ticaret gelirlerinin ciddi faktör olduğunu gözlemliyoruz. Bu bağlamda Eskişehir’in doğru gelişme yönelimini yakalayabilmesi için dış ticaretini artırması aklımıza gelebilecek seçeneklerin ilkidir. Demek ki, dış ticarette mal ve hizmet olarak satabileceğimiz ürün karmalarının bulunması, var olanların geliştirilmesi özel bir önem arz ediyor. Yeni fırsat alanlarının bulunup geliştirilmesi için çevremizde gördüğümüzden daha fazlasına kafa yormamız gerekiyor.

Kırsal alanlarındaki tüm olumsuzluklara rağmen Eskişehir’in bir büyüme çizgisi yakaladığı ortada… Bir büyüme yönelimine giren kentlerin başına gelen sosyal göç olgusu ise merkez kentlerin ikinci özelliği olarak ortaya çıkıyor. Gerekli önlemler alındığı takdirde kentin kalabalıklaşmasının ciddi sakıncaları olmayabilir. Ama gerekli gelişme planları uygulanmadığı durumlarda yeni iş sorunlarıyla birlikte konut sorunlarının da oluşması beklenen bir durum…

Mevcut durumda Eskişehir, kendi taşrasından veya başka illerden aldığı sosyal göçü emebilecek yeterli mekanizmalara sahip değil. Hızlı bir biçimde yeni iş alanlarının yaratılabildiğini söyleyemeyiz. Sanayinin tüketemediği fazla işgücü, hizmetler sektörüne akıyor ve bu sektörde ciddi anlamda şişkinlik yaratıyor.

Hizmetler sektörünün aşırı şişmesi, kişi başına düşen gelirin yetersizliği ile birlikte sokak-mafya ilişkilerini besleme riskini taşıyor. Şu an Eskişehir’deki görece huzuru fazla abartmamak gerekir; özellikle genç işgücünü uzun vadede istihdam edememenin yeni ciddi sorunlar yaratabileceğini hatırlamak gerekir. Giderek büyüyen istihdam sorununu çözmek için bilinen yaklaşımlar yanında yeni yaratıcı çözümler için çaba sarf etmeliyiz.

İstihdam sorununun tek başına bir sorun olarak algılanması da bir başka yanlış olur. Kentin mekânsal gelişimi ile istihdam sorununa yönelik geliştirdiğimiz çözümlerin uyumlu olması bir zorunluluk. Bu ve benzeri konularda kentin gelişiminde etkileri olabilecek kurum ve kuruluşların birlikte çözümler üretmelerinde yararlar var.

Metropoliten sorunlarımıza çözüm bulmakta geciktiğimizde bunun seçilmiş ve bürokrat sorumlularını çevremizde bulamayabiliriz ama yaşanamaz bir merkez olarak bu kent burada var olmaya devam eder.

Kentin vitrini, yoksulluk ve sosyal adalet
Eskişehir’deki Köprübaşı gibi semtler ilgili kentin vitrinidir. Kent, orada, o vitrinde pazarlanır. Özellikle İstanbul, Ankara gibi metropollerden gelen ‘entel-dantel’ heyetlere kentin bu vitrini gösterilir ve kent adına prestij kazanılır. Kentin dış semtleri ne haldedir bilinmez. Kenti çepeçevre saran görece daha yoksul dış mahalle ve sokakların hizmet alıp almadığı konusunda yerel basında yer alan az sayıdaki şikâyetin dışında da haberimiz olmaz. Oralarda yaşayan yoksul insanlar ancak seçim zamanlarında hatırlanırlar; ancak başlarına bir felaket geldiğinde medyada yer alırlar.

Muhtemelen kent planlaması, kentte yaşayan insanların yoksulluğunun giderilmesinde birinci elden etkili bir araç olamaz. Ama bir kentteki imkânlar, o kentin sunduğu hak ve olanaklar o kentte yaşayan tüm bireylere benzer ölçülerde ulaşabilmelidir. Hizmetlerin ulaşmasındaki sıkıntılar, o kentin yoksulluğunun bir başka ifadesidir. Bir kentin performansını değerlendirirken sadece kentin vitrinine takılıp kalmak, o kenti vitrinden ibaret yapmaya çalışanların tuzağına düşmek demektir.

Örneğin bir kentin merkezinde çok görkemli bir görsel gösteri binası yapmanız, bu binanın tüm gösterilerde tüm koltuklarının satılması, kent ölçeğinde başarıyı yakaladığınız anlamına gelmez. Bu olanaktan yararlananların sosyo-ekonomik katmanlar arasında nasıl dağıldığı da en az işin kendisi kadar önemlidir. Kent olanaklarının bölüşümünün adil olması gerekir.

Sermaye, Kent Rantı ve Siyaset

Sermaye, Kent Rantı ve Siyaset

Gürcan Banger

1970’li yıllarla birlikte küresel sermaye gerçeğini daha net kavradık. Bu süreç (küresel sermayenin gelişimi), 1980’den sonra başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de kent yerleşimlerini de etkilemeye başladı. Türkiye ekonomisinin büyük paydaşının İstanbul olduğunu ve İstanbul’daki hareketlerin tüm kentsel ekonomileri etkilediğini düşünürsek Eskişehir gibi Anadolu kentlerinin etkilenmesine şaşırmamak gerekir.

1980’ler itibarıyla İstanbul, küresel sermayenin Türkiye’ye giriş kapısı oldu. Bu tarihten başlayarak Anadolu kentlerinin İstanbul’a olan bağımlılığı, uluslar arası sermayeye eklemlendi. Ama hemen bu görünümün düne ait olduğunu ve yakın gelecekte bu görüntünün belli oranda değişeceğini söylemeliyim. Yakın vadede uluslar arası sermayenin pivot ayağı İstanbul’da kalmak üzere Eskişehir’in de aralarında bulunduğu bazı illerde doğrudan yerleşeceği ve yapılanacağı kanaatindeyim.

Kent sistemi
Kent bileşenleriyle, ilişkileriyle bir sistemdir. Kentsel sistemin değişik düzlemlerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Örneğin kentin ekonomik, siyasal ve ideolojik düzlemlerin bir bileşimi olduğundan söz edebiliriz. Bu düzlemlerin özellikleri ve kalitesi, özelde kentsel mekânı, genelde kent sistemini belirler. Silik ve niteliksiz düzlemler, kalitesiz bir kent oluşturur.

Eskişehir’in mekânsal büyümesinin bir yağ damlası modeli olduğu uzmanlarca bilinir. Yağ damlası modeli, kendiliğinden gelişmenin önemli göstergelerinden birisidir. Bu gösterge, kenti oluşturan düzlemlerin kalitesizliğinin bileşkesinden başka bir şey değildir. Bu üç kalitesiz düzlemin oluşturduğu kentsel mekân ve kentsel sistemin kaliteli olmasını beklemek hayalcilikten bile ötedir.

Tüketim kenti
Kentsel sistemin oluşumunda ekonomik düzlemin önemli ve etkin belirleyiciliği vardır. Kentlerin varoluş nedenlerinin başında tarım dışı üretim gelir. Özetle; ekonomik düzlemin asli unsuru üretimdir. Fakat kapitalizmin ilerleyen aşamalarında kentler, üretim mekânları olmaktan çıkarak tüketim mekânları olmaya başlıyorlar. Eğer söz konusu kentin üretim yapısı sağlam ve sağlıklı ise kapitalist tüketim sürecinin yükünü daha kolay karşılayabiliyor.

Değişen manzara
Kentlerin gelişmesi ile birlikte sanayi üretimi öne çıkarken kırsal alanlardaki atıl işgücünü sanayi sektörlerine çektiği bilinir. Son yıllarda sanayi yanında hizmetler sektörünün de önemi artmıştır. Hizmetler sektörünün Eskişehir gibi ekonomilerde yerine getirdiği işlevlerden birisi, sanayinin tüketemediği işgücü fazlasını gizli işsizlik biçiminde içine almak, emmektir.

Kentlerin gelişmişlik sırası, üretimin ne kadarının o kentte yapıldığının da bir göstergesidir. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte bazı kentlere üretim pastasından daha az pay düşmektedir. Üretim pastasının azalması ile kent, bir üretim merkezi olmaktan çıkıp bir tüketim mekânı haline dönüşmektedir.

Eskişehir sanayisinin yakından incelenmesi, kentin müşteri sadakati yaratan vazgeçilmez yeterli sayıda ürünü olmadığını, ancak başka kentlerde üretilen pastaya katkılarda bulunduğunu göstermektedir. Yan sanayi olarak nitelenebilecek tüm sektörler için durum budur. Tekstilde Çin’in ucuz işgücü ile bir seçenek yaratması gibi ülkedeki başka kentlerin daha uygun seçenekler yaratması durumunda Eskişehir ciddi kayıplara uğrayacaktır. Teşvik Yasası’nın yarattığı tehdit bunlardan birisidir. Bölgesel kalkınmada merkez il olma şansını yitirmemizin önemi buradadır.

Tüketim kenti olmak
Tüketim kenti olma eğilimi gösteren yörelerde gözlenen yönelimlerden birisi, yeni kent bölgelerinin ve konut alanlarının oluşmasıdır. Tüketim için gerekli olan altyapının oluşması, uzun vadeli kredilerle konut sahibi olma süreçlerinden geçmektedir.

Tüketim kenti olma yöneliminin bir diğer göstergesi ise bu tüketimin yapılmasını sağlayacak olan yeni mekanizmaların gelişmesidir. Anlaşılan, daha önce Eskişehir’in kaynaklarını İstanbul üzerinden elde eden küresel sermaye, bu kez kendisi Eskişehir’e gelerek kaynak transferini yurtdışına doğrudan yapacaklardır.

Güçbirliği
Görünen o ki, şu ana kadar olup bitenin dışında Eskişehir’de olağan sınai ve ticari yollarla sermaye birikimi olmayacak; olan da hareketlenmede isteksiz görünüyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devlet eliyle sermayedar yaratma girişimini andıran güçbirliği ile sermaye ve girişimci yaratma hayalimiz de vizyonsuzluktan ve sosyal sermaye düşüklüğünden gerçekleşmeyecek. (bilindiği gibi; sosyal sermayenin düzeyini karşılıklı güven, birlikte iş yapabilmek ve ortak çalışma yetkinlikleri belirliyor.)

Diğer yandan kapitalist gelişme ilerledikçe kentsel mekân da bir sermaye haline dönüşüyor. Bu nedenle kentsel mekânın, değişik tür ve boydan kent rantiyelerinin saldırısına uğramaya başlaması son derece olağan…

Kent toprak ve mekânlarının talan edilmesi sürecinin odağında daima siyaset var. Eskişehir’de kimi kamu arazi ve mekânlarının gerek özelleştirme gerekse ihaleler yoluyla talan edilme eğilimlerinin altında sağ-sol ayrımı olmaksızın siyasetten güç alan yeni kent rantiyeciliğinin olduğundan hiç kuşkum yok. Anlaşılan, Eskişehir’de kapitalist sermaye birikimi kent mekânının talan edilmesiyle oluşum sürecine girmek üzeredir.

Beklendiği gibi; ilerleyen dönemde kent mekânı, üretim yapılan bir alan olmaktan çıkarak her an daha çok tüketim merkezi olan mekânın bizzat kendisinin bir değerli meta olduğu biçime dönüşmekte. Eskişehir’in kent merkezindeki aşırı yoğunlaşmanın ve rant artışının arkasındaki sosyal ve ekonomik gerçek budur.

Bu süreçte yeni yaşam mekânları geliştirerek kent rantını düşürme görevinin yerel yönetimlere düşmesine rağmen buradaki kimi yöneticilerin yerel paydaşlarıyla birlikte öncelikle kendilerinin ranttan pay alma derdine düştüklerini gözlüyoruz. Deyim yerindeyse; kapitalist zaman, akması gerektiği gibi talan ruhuyla akarak kentin sermaye birikimi sorununun çözümüne geleneksel rantiyecilik damgasını vuruyor. Sağ-sol adına ahkâm kesenler, kent rantının talibi kendi patronları olunca ağızlarını bıçak açmıyor, birdenbire sus-pus oluveriyorlar.

27 Şubat 2011 Pazar

Yaşama, İlişkiye, Aşka ve Değişime Dair

Yaşama, İlişkiye, Aşka ve Değişime Dair

Gürcan Banger

İnsan yaşamı karşılaştırarak tanır, öğrenir ve bilir. Kendisini görüp bilmezse başkaları ile karşılaştırıp benzerlikler veya karşıtlıkları fark etmesi mümkün olmaz. Diğer yandan insanın kendisini yaşamın aynasında görebilmesi hiç kolay değil… Alışkanlıklarımız, sıradanlıklarımız, korkularımız zamanla öylesine sarıveriyor ki bizi; onları aşıp kendimizin ve çevremizin farkına varmak hiç kolay olmuyor.

Yaşamın benliğin aynasıdır
Bir gün bir işaret alıyoruz. Bazen bir dosttan kimi zaman bir rakipten geliyor bu işaret. Bazen sıradan bir konuşma içinde bir ifade dikkatimizi çekiveriyor. Görmeyen gözlerimiz açılıyor, yaşamın aynasını fark ediveriyoruz. Yaşamın aynasına bu denli yakın olduğumuzu o an görüyoruz. Bizi uyaran o işarete kadar neden fark edemediğimize hayret ediyoruz.

Yaşamın o kimi zaman acımasız aynasında kendi ruhumuzu, davranış modelimizi tüm çıplaklığıyla görüvermek de çok şaşırtıcı. Kendimizi aynanın karşısında her buluşumuzda dudaklarımızdan dökülen “Bu, ben miyim?” sözcükleri bir çığlığa dönüşüverir.

Başkalarına göre yaşamak
“Bu, ben miyim?” sorusu ile başlayan uyanışın ilk türü, kendimizi başkalarının kurallarına göre ne denli fazla düzenlediğimizi fark edişimizdir. Kendimizinkini yaşamak yerine başkalarının yaşamına payanda olduğumuzu fark etmek, kendini sorgulamanın birinci aşamasıdır. Kimi zaman bu durum, başkalarının kuralları ile yaşamak biçiminde ortaya çıkar.

Böyle bir durumda yaşamımızı yöneten hep başkalarıdır. Asla seçimlerimiz olamaz. Sadece kurallar ve korkular vardır. Yaşamın aynasında da kimi zaman ürkmüş, çoğu zaman sevincini yitirmiş bir insanın yüzü vardır. Aynada yalnız “sen” vardır; “ben”, cesaret edip aynada görüntü veremez.

Bir ikinci biçim daha var. Bu durumda aynada yalnız kendinizi görürsünüz. Yaşamın aynasındaki yansınız o denli büyümüştür ki, ayna yüzeyinin başka insanları görüntülemesine izin vermez. Bir başka deyişle; aynada “ben”den başkasına yer yoktur.

Değişim mümkün mü?
Gerçekten bize ait olan tek şey kendi yaşamımız… Yaptığımız ve yapmadığımız her şey, öncelikle ve doğrudan kendimizi etkiliyor. Bu yaşamı kullanarak kendimize ve çevremize anlamlar veriyor ve değerler katıyoruz.

Başka insanlar da kendileri ile ilgili olarak aynı işlevleri yerine getiriyorlar. Anlaşılıyor ki yaşam, bir anlam ve değerler alışverişi. Başka insanları anlamlandırırsak yaşamımızı zenginleştiriyor, karşılığında anlamlar ediniyoruz. Değer verip değer alıyoruz. Böyle olduğunda da sen veya ben olmaktan kurtulup biz olmaya başlıyoruz.

Karşılıklı emek
İki insan arasındaki aşk temelli ilişkinin can kaynağı, birbirine emek vermektir. Emek vermeye birbirini tanımaya çalışarak başlamalı. Anlamayı denemeli. Kadınlar ve erkekler, birbirlerine göre farklı özelliklere sahiptir. Bu nedenle bir karşı cinsi anlarken kendi cinsimizden bir arkadaşımıza yönelttiğimiz bakıştan farklısına sahip olmamız gerekir.

İlişkinin taraflarından birisi olarak kendimizi tanımak da önemlidir. Karşımızdaki insan kadar kendi özellik ve davranışlarımızın farkında olabilmek sağlıklı bir ilişki için vazgeçilmezdir. Hem birey olarak hem de diğer insanla birlikte bir bütün olabilmeyi başarmak gerekir. Bu bağlamda bireysellik kadar birliktelik, özsaygı kadar beraberliğin yarattığı hukuk önemlidir.

Bir insanın kendisini tanımaması kadar talihsiz bir durum olamaz. Hoşlandıklarımız, sevmediklerimiz ve bunların ilişkimizi nasıl yansıdığı önemlidir. Kendi huy ve alışkanlıklarımızı dayatmamamız gerekir. Ama bir ilişkide kendimiz olmaktan da vazgeçmemeliyiz.

Bir ilişkinin insanları değiştirdiği doğrudur. Değiştirmesi de beklenen, hatta istenen bir gelişmedir. Ama her bir bireyin kendisi olmaya devam etmesi de önemlidir. Bu, aşırı bireysellik veya bencillik değildir. Pek çok ilişkide aşırı açıklığın karşılıklı ilgi kaybına neden olduğu gözlenmiştir. Aşkın biraz da gizem olduğunu, karşılıklı olarak gizemlerin keşfedilmesinin aşkta sürekliliği sağladığına eminim.

Ortak ilgi konularına sahip olmak, ilişkiyi eğlenceli ve paylaşılır hale getirir. Ama ayrı ilgilerin sürdürülmemesi durumunda bir sıradanlık ve yavanlığın oluşacağı da unutulmamalıdır. Bir ilişkinin taraflarının her biri, kendi yaşamını zenginleştirmek için kendine emek vermeyi asla akıldan çıkarmamalıdır. Çünkü ayrı ve yeni ilgiler, yeni yaşam zenginlikleri getirir. İlerleyen zamanda bunların paylaşılması ilişkiyi zenginleştirir.

Tekdüzelik
Bir ilişkiyi tekdüze hale getirmenin iki garantili yolu vardır. Bunlardan birincisi tarafların kendilerini sıradanlığa bırakıvermesidir. Böylece bireyler yaşamlarında sıra dışı bir gelişmenin oluşmasına izin vermeksizin adeta bir “tahliye beklentisi” içine girerler. Bu da sonun başlangıcıdır.

Bir ilişkiyi tekdüze hale getirmek için ikinci yol, olağandışılığa izin vermemek için aşırı denetimli ve gergin olmaktır. Bu modelde bireyler sadece dışımızdaki faktörlere göre yaşarlar. “Ayıp olmasın”, “Sonra ne derler?” gibi çevreyi gereğinden fazla dikkate alan tavır ve davranışlar, bir aşk ilişkisinin adeta yavan ve heyecansız hale getirmek için “ideal” bir yoldur.

Aşk, bir avuç kum gibidir. Kaybetmemek için sıktıkça elinden daha çok kayar gider. Sıkmadığında ise tek tek taneleri rüzgâr savurur. Onu koruyup kollamanın, geliştirmenin sağlıklı yolları için emek vermek gerekir. Ama “Ben senden daha fazla emek veriyorum” tuzağına düşmeden…

Yönlendiriliyor muyuz?
Yaşam yönümüzün belirlenmesinde çevre faktörlerinin önemli etkileri var. Kimi zaman bu etkenlerin ağırlığı, yaşamsal amaçlarımızın önüne geçebiliyor. Öyle zamanlar oluyor ki, kısıtlarımın mı amaçların mı daha önemli olduğunu gözden kaçırıyoruz.

Sevdiğim bir yaklaşım var. Önce yapmak istediklerimizi bir kâğıda yazıyorsunuz. 1-2 saat ya da birkaç gün sonra bir başka kâğıda sizi engelleyenleri not alıyorsunuz. İlk yazdıklarınız sizin içinizdeki çocuğu (yaşamsal amacınızı), ikinci yazdıklarınız ise içinizdeki ana-babayı (kısıtlarınızı) ifade ediyor. Beklentilerimizi, isteklerimizi ve bizi engelleyen kısıtları ayrı ayrı not almanın ve sonra bunlar üzerinde düşünmenin yararlarına her zaman inanırım. Esasen strateji kavramının özü de budur. “Artılarım ve eksilerim nelerdir?” biçiminde başlayan bir düşünce süreci sorunların aşılmasında önemli bir başlangıçtır.

Bu konuyu açmamın nedeni iş yaşamında stratejinin öneminden söz etmek değil. Dış yaşamdaki faktörlerin duygusal yaşamımızı nasıl etkilediğini dile getirmek istiyorum. Sanırım, aile içinde yaratıcı ve girişken amaçlardan daha çok kendimizi kısıtlamayı öğreniyoruz. Anne ve babamız, çoğu zaman yaratıcı ve girişken olmaktan çok, neleri yapmamamız konusunda bizi eğitiyorlar. Ayıplarla, yasaklarla, “Kim ne der?” korkularıyla yetiştiriliyoruz. Kurallarla çatışmamak adına güzellikleri, tatlı heyecanları, muhtemelen başarılı bir geleceği kaybediyoruz.

Yaşam akıp gidiyor
Yaşam hızla değişiyor. Değişen sadece yaşamın fiziksel görünümü değil. Sosyal kabuller, alışkanlıklar, özetle kültürün tamamı değişiyor. Bir kültürle yetişmiş insanların bu değişime ayak uydurması kolay değil. Özellikle sosyal ve kültürel yaşama açık olmayan aile büyüklerinin bu değişimi yakalaması zor oluyor. Dolayısıyla genç insanların yeni yaşama dair özlemleriyle aile büyüklerinin onlara koyduğu geleneksel kısıtlamaların yarattığı bir çatışma doğuyor. Kuşak farkı deyip geçiverdiğimiz bu farklılığın kaçırılan fırsatlarla bazen yaşamlara mal olduğunu görmek mümkün.

Yaşamda kazancın kaynağı risktir. Risk ise girişim ve değişim demektir. Yaşamımızı sürekli kısıtları gözeterek sürdürürsek ne değişimi yakalayabiliriz ne de olası yeni nimetleri... Yaşam sürecimiz amaçların ve kısıtların bir dengesi olmak orundadır. Sadece amaçlarını gözeten bir insan, marjinal olma, yaşamın kıyılarına düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Biteviye kısıtları gözeterek yaşayan bir insanı ise tarihin not bile düşmeyeceği bir yanda bizzat kendisinin de Dünya Nimetleri’nden herhangi bir tat alamayacağı ortadadır.

Hukuktan, töreden, sosyal koşullardan, kültürel sorunlardan kaynaklanan kısıtlarımız olduğunu inkâr edecek değilim; ama bazen kısıtları amaçlarımızdan, yaşam sevincimizden daha öne koyduğumuz kuşkusuna düşüyorum. Tatsız ve keyifsiz bir ömür yaşanmış sayılabilir mi?

25 Şubat 2011 Cuma

Kayıt Dışılık, Yasa Dışılık ve Kent

Kayıt Dışılık, Yasa Dışılık ve Kent

Gürcan Banger

Daha okula gittiğimiz ilk yıllarda vergi vermenin kaçınılmaz bir yurttaşlık ödevi olduğunu öğrendik. Ama neden düzenli ve görece yüksek vergi verenlerin biteviye denetlendiğini, vergi kaydı bile olmayanların ise neden izlenmediğini öğrenemedik hala. Yöneticiler, denetim konusunda yurttaşlık görevini yerine getirmede zaten istekli olanlara uyguladıkları denetim baskısını, ne yazık ki kentin yasadışı unsurlarına uygulamıyorlar.

Yasa ışı, kayıt dışı
Yasadışı kent, ilkokulda yurttaşlık dersinde okuduğumuz kurallara uygun olmayan kent unsurlarıdır. Bunların arasında kayıtdışı ekonomik ilişkilerin özel bir yeri var.

Kayıtdışı ekonomik ilişkilere örnekler ararsanız; mali kaydı olmadan ticaret yapmak veya yapılmasına aracı olmak bunların başında gelir. Bir sosyal güvenlik kurumuna bağlı olmadan çalışan insanların durumu da kayıtdışı ekonomi, bir başka deyişle yasadışı kent kavramı içine girer. Mafya tipi ilişkiler ise kayıtdışının sadece bir başka görünümüdür. Ekonominin yasadışı olan tüm bu bölümlerine marjinal sektör, kayıtdışı sektör veya informel sektör dendiğini duymuşsunuzdur.

Ekonomik ve sosyal gelişmesinde değişik türden sorunlar olan bazı ülkelerde kamu yöneticileri ile kayıtdışı ekonomi arasında tespiti pek de kolay olmayan ilişkiler gelişir. Adam kayırma, rüşvet, kendi yakınlarına kamu kaynaklarını talan ettirme gibi eylemler, kayıtdışının kamu ile iç içe geçmişliğini gösteren sadece birkaç örnektir.

Bir seçenek söyleyiş olarak informel ekonomi de diyebileceğimiz kayıtdışılık, azgelişmiş ülkelerde ülke ekonomisinin yaklaşık yüzde 50’sine ulaşabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise ayrı bir ekonomik sektöre veya kent mekânlarında yerine getirilen ayrı bir kayıt dışı sosyal ilişkiler ağına denk düşmektedir. Türü ve niceliği ne olursa olsun, kayıtdışılığın bir diğer bağlantısının güncel siyaset olduğu kolayca bilinir.

Özetle; kentteki kayıtdışılığın boyutları, o kentin vizyonunun ve dolayısıyla o kentin geleceğinin belirlenmesinde son derece etkili olur. Kayıt dışına geçit verdikçe kenti yasadışılığa biraz daha itmiş oluyoruz.

Göç ve değişim
Genelde yasa dışı kent olarak özetlediğim kayıt dışı kent ekonomisi ve mekân olarak kent ilişkilerine baktığımızda tanıdık tespitler görüyoruz. Bunların bazıları, yasa dışılığın nedenlerini oluştururken, kimileri sonuç olarak ortaya çıkıyor. Pek çok sosyal ve ekonomik olayda olduğu gibi, sonuçlar daha sonraki olayların nedenleri arasında yer alıyor.

Önemli olan, herhangi bir anda kentin zaman kesitini aldığınızda, yasadışı kenti oluşturan gerçek nedenleri, görünür nedenlerden ayırabilmek. Tabii ki, devamında kaynak sorunların üzerine giderek yasa dışılığı yok edebilmek.

Artık kayıt dışı ekonominin ana kaynağının, sosyal göç olduğu konusunda kimsenin kuşkusu kalmadı, sanırım. Kırdan kente, Doğu’dan Batı’ya, karadan denize, azgelişmişten çok gelişmişe doğru oluşan sosyal göç, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenin birincil kaynak sorunları arasında yer aldı. Ne yazık ki, bu konuya müdahale etmesi gerekenler, oy derdi ile “kıllarını bile kıpırdatmadılar”.

Sosyal göç, ilerleyen yıllarda kendini ülkede açık ve gizli işsizlik olarak ifade etti. Göçle gelen yoksul insanlar, kendilerine kent sokaklarında yeni bir ekonomik yaşam ürettiler. Bunların bazıları, işgal ettiklere kamu ve özel arazilere yaptıkları gecekondulara tapu alarak zenginleşme yolunda hayli mesafe aldılar. Şimdi o gecekonduların pek çoğunun yerinde çok katlı apartmanlar var. Sosyal göçmenlerin bazılarını ise Kurtlar Vadisi türünde TV dizilerinde mafya tiplemeleriyle hatırlamaya devam ediyoruz. Ve tabii ki, iş bu kadarla kalmadı; yıllarca kandırılarak, yanıltılarak oyları değişik siyasi partilere aktarılan göçmenler, sonunda kendileri siyasetin içinde yer alarak siyasal erke ortak oldular. 1990’lara gelindiğinde kır, kenti teslim aldı.

Bugün sosyal ve ekonomik kurumların pek çoğunda yer alan eksiklik, zayıflık ve geriye gidişin altında göç sosyal gerçeğinin olduğundan hiç kuşkumuz olmaması gerek.

Böyle olmayabilirdi. Batı’da gerçekleştiği gibi ilerletici bir sosyal durum oluşması için ülke sanayisinin kırdan gelen göçü emmesi gerekirdi. Ama ne yazık ki, göçün başladığı ve yoğunlaştığı yıllarda ülke sanayisi gerekli olgunlukta değildi. Eğer olsaydı; Almanya’da, Hollanda’da, Belçika’da veya Fransa’da gördüğümüz yabancı göçmen görünümünün ülkede de oluşması gerekirdi. Avrupa ekonomisi, göç eden kırın yoksul insanlarını dönüştürdü ve kendine yeni türden bir kentli yurttaş tipi yarattı. Bizim kentlerimiz bunu yaratamadı.

Avrupa’da yaşayan Türklerin, eskiden olduğu gibi yoğun biçimde Türkiye’ye gelmedikleri, döviz transfer etmediklerinden söz ve şikâyet ediliyor. Bunun nedeni, basit. Çünkü onlar artık Avrupalı oldular. Yaşam biçimlerini de Avrupalılarınkine uydurdular. Dün dündü, bugün ise bir başka gün.

Bugün kentlerimize göz attığımızda işgücünün, üç ayrı kesimde (sanayi, ticaret ve hizmetler olarak) tasnif edildiğini görüyoruz. Sanayi sonrası toplum olarak tanımlanan bilgi toplumunun özellikleri arasında hizmetler kesiminin yüzde 60’ları geçen büyüklüğü dikkati çeker. İlginç bir biçimde bizim kentlerimizde görünen durum da budur. Ama ne yazık ki, hizmetler kesiminin bu büyüklüğü, bilgi toplumu aşamasına geçtiğimizden değil, sosyal göçle gelen insanların hizmetler kesimini gizli işsiz olarak şişirmelerindendir. Sosyal göç ve bunun kentteki etkileri bugün de sürüyor.

İşsizlik
Kentte açık ve gizli işsizliğin yüksek oranlarda olması bir yana; formel “yasa içi” iş alanlarındaki ücretlerin cazibesini yitirmesi ile kayıt dışı iş alanları yeni çekim merkezleri haline geldi. Göç sonrasında hemşeri-hısım-akraba ilişkileri ağında yerlerini alabilen göçmenler, daha yüksek gelir tabakalarına geçebilmek gerekli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Balkan ülkelerinden birisine yaptığım seyahat sırasında devletin mafyaya karşı zora dayanan bir savaş açtığını, çok sayıda mafya şef ve üyesinin yok edildiğini öğrenmiştim. Daha sonraki değerlendirmelerde bürokrasi ve mafyanın entegrasyonunundan söz eden tartışmalar dinlemiştim. Bir anlamda bürokrasi mafyalaşarak devletin gücünün başka mafya unsurları tarafından kullanılmasına izin vermiyordu.

Kentteki kayıt dışı / informel ekonomik ilişkilerde de benzer gelişmeler oluyor. Göçün ilk aşamalarında kayıt dışı sektörlerde iş yapmak kolay iken (kayıt dışı iş alanlarına giriş-çıkış kolaylığı varken) sonraki dönemlerde bu, mümkün olmuyor. Daha önce informel sektöre girenler, elde ettikleri rantı paylaşmak istemediklerinden yeni girişlere izin vermiyorlar. Bu konuda bazı işlerin sadece belli bölge, yöre veya illerden göç etmiş kişiler tarafından yapılması tespiti doğrulamaktadır.

Ülkemizdeki göçü tanımlarken bir noktaya dikkat etmek gerekir. Batı’da endüstrileşme sürecinde sanayi, tarım işçisini talep etmiştir. Bir anlamda kent, kır işçisini kendine çekmiş ve kentli olarak dönüştürmüştür. Bizim durumumuzda ise kır, insanları kente itiyor. Bu nedenle sıklıkla belirttiğim gibi; kentin sorunlarını çözmek isteyen anlayış, öncelikle ve kaçınılmaz biçimde kırın sorunlarını çözmek zorundadır.

Bitirirken
Her kentte değişik fonksiyonları yerine getiren kamu birimleri var. Ama sanırım, kente bir bütün olarak bakabilecek bir mekanizma yok. Eğer bunu merkezi idarenin yerel temsilcileri olan üst düzey devlet memurları veya yerel yönetimlerin yüksek yöneticileri yapacaklarsa, bu bakışı bugüne kadar gerçekleştiremedikleri ortada. Kamu yönetimi, kenti bir bütün olarak algılayamıyor, bu nedenle bütünsel çözümler de geliştiremiyor.

Kentteki kamusal yönetim, orman yerine tek tek ağaçları görmeye devam ettiği sürece kentin boşluklarında, karanlık köşelerinde yasa dışılık yaşamaya devam edecektir.

Kent, Tasarım ve Gelecek

Kent, Tasarım ve Gelecek

Gürcan Banger

Adında “eski” sıfatı bulunmasına rağmen bugünkü Eskişehir yerleşiminin tarihi çok eski sayılmaz. Hiç kuşkusuz; antik çağlarda Porsuk Çayı etrafında kurulmuş yerleşimler vardı; ama Eskişehir’in günümüzdeki şekliyle kuruluşu 11’inci yüzyılı bulur. 1000’li yıllar sonrasındaki yerleşim öncelikle Odunpazarı’nda başlar. Odunpazarı’ndaki geleneksel yerleşmenin seçimi ile ilgili bir hikâye anlatılır. Ayrıntıları yanlış hatırlıyor olabilirim ama sanırım şöyle bir şeydi. Yerleşmek üzere bu yöreye gelenler Odunpazarı’na ve Porsuk kıyısına ağaç dalına birer kaz asarlar. Odunpazarı’ndaki kazın daha geç bozulması üzerine bu bölgeye yerleşmeye karar verirler. Hikâyenin doğruluğu konusunda kanıt bulmak kolay değil. Ama en azından yerleşimin bir mantığa dayandırılması açısından anlamlı…

Bizim yerleşim geleneğimizden daha çok kendiliğindenlik hâkimdir. Çoğu zaman kent kendi kendine büyür. Kentsel dönüşüm ise ancak doğal afetlerle gerçekleşir. Anadolu’daki pek çok kentin dönüşüm hikâyesinin ardında depremler, yangınlar ve sel felaketleri vardır. Bu tarzımızı hala sürdürdüğümüzün farkındasınızdır.

Aslına bakarsanız sadece kentleşme konusunda değil bu kaderciliğimiz. İnşaat kalitesini de doğal afetlerle test ediyoruz. Yıkılmazsa kaliteli, yıkılırsa bozuk ve çürük… Özetle; felaketlere endeksli bir yaşam modelimiz var. Bir felaket oluşmadan doğru yolu bulmamız mümkün olamıyor.

Sözün kısası kentleşme anlayışımız bunca yıldır sel, yangın, deprem ve savaş gibi doğal ve sosyal felaketlere göre yön bulmuş. Kentleşme deyince, bundan sadece konutları değil; aynı zamanda alt yapı sistemlerini de kastediyorum: Su şebekeleri, elektrik dağıtımı, doğal gaz sistemleri, karayolları vb…

Kentleşme konusunda ikinci büyük ve geleneksel engelimiz, daima kötü yerel yönetimlerin yapılanması olmuş. Pek çok dönemde yerel yönetimlerdeki zayıflıklar doğrudan kentin yapılanmasına ve dönüşümüne yansımış. Yerel yönetimlerin siyasetten ve rantiye ilişkilerden etkilenmesi kurumsallaşmasını önlemiş. Her gelen kendi döneminde kendi yandaş ve paydaşlarına bazı avantajlar dağıtmış, belediyeler her dönem seçimi kazanan parti ve grubun çıkarlarına göre yönlenmiş; sonuçta söz konusu kent de plansız ve programsız bir yönde büyümüş.

Plansız, programsız dediğime bakıp yanlış bir kanıya kapılmayın. Her dönemde kâğıt üzerinde plan adı altında yazı ve çiziye dökülmüş dokümanlar hazırlanmış olabilir. Sonuçta uygulamanın kimin yararına işlediğine dikkat etmek gerekir. Yerel yönetimin kurumsal tutarlılık ve kalite unsurlarına bakmak gerekir.

Türkiye’de günümüzde yaşanan kentleşme sorunlarının büyük çoğunluğu geçmişten devir alınan olumsuzluklardır. Ama yerel yöneticilerin bir kent vizyonuna sahip olamamalarının da bu sorunların varlığında ve sürekliliğinde ciddi katkıları vardır.

Bugünkü görünüm, bana kentin geleceğinin hâlâ sağlıklı bir gelişim vizyonuna oturmadığı konusunda ciddi ipuçları veriyor. Sanki kozmetikle daha fazla ilgileniliyor. Kentin hızlı büyümesiyle birlikte kentin doğru bir gelişme çizgisine de oturtulması gittikçe zorlaşıyor.

Kentin gelişimi
Dünya kentleri ile ülkemizdeki kentleri birlikte incelediğimizde bazı karşılaştırmalar yapma fırsatımız doğuyor. Eskişehir’in kentsel gelişme çizgisinde yerinin doğru tespit edilmesi geleceğinin doğru belirlenmesi açısından önemli.

Gelişme yönelimi açısından iki tür olgudan söz edebiliriz: Merkez kent ve uydu kent. Bir Dünya kenti olmak Eskişehir için yakın bir hayal olarak kurulamaz. Uydu kent olmasını asla istemeyiz. Ama kendi bölgesinde bir merkez olabilmesi son derece olağandır.

Merkez kent
Merkez kentlerin gelişiminde iki ana unsur var. Birincisi, merkez kentlerin gelişiminde ivmeli olarak artan dış ilişkiler önemli bir yer tutuyor. Türkiye’de hızlı gelişme eğilimi gösteren tüm illerde dış ticaret gelirlerinin ciddi faktör olduğunu gözlemliyoruz.

Bu bağlamda Eskişehir’in doğru gelişme yönelimini yakalayabilmesi için dış ticaretini artırması aklımıza gelebilecek seçeneklerin ilkidir. Demek ki, dış ticarette mal ve hizmet olarak satabileceğimiz ürün karmalarının bulunması, var olanların geliştirilmesi özel bir önem arz ediyor. Yeni fırsat alanlarının bulunup geliştirilmesi için çevremizde gördüğümüzden daha fazlasına kafa yormamız gerekiyor.

Kırsal alanlarındaki tüm olumsuzluklara rağmen Eskişehir’in bir büyüme çizgisi yakaladığı ortada. Bir büyüme yönelimine giren kentlerin başına gelen sosyal göç olgusu ise merkez kentlerin ikinci özelliği olarak ortaya çıkıyor.

Gerekli önlemler alındığı takdirde kentin kalabalıklaşmasının ciddi sakıncaları olmayabilir. Ama gerekli gelişme planları uygulanmadığı durumlarda yeni iş sorunlarıyla birlikte konut sorunlarının da oluşması beklenen bir durum.

Kent ve göç
Mevcut durumda Eskişehir, kendi taşrasından veya başka illerden aldığı sosyal göçü emebilecek yeterli mekanizmalara sahip değil. Hızlı bir biçimde yeni iş alanlarının yaratılabildiğini söyleyemeyiz. Sanayinin tüketemediği fazla işgücü, hizmetler sektörüne akıyor ve bu sektörde ciddi anlamda şişkinlik yaratıyor.

Hizmetler sektörünün aşırı şişmesi, kişi başına düşen gelirin yetersizliği ile birlikte sokak-mafya ilişkilerini besleme riskini taşıyor. Şu an Eskişehir’deki görece huzuru fazla abartmamak gerekir; özellikle genç işgücünü uzun vadede istihdam edememenin yeni ciddi sorunlar yaratabileceğini hatırlamak gerekir. Giderek büyüyen istihdam sorununu çözmek için bilinen yaklaşımlar yanında yeni yaratıcı çözümler için çaba sarf etmeliyiz.

İstihdam sorununun tek başına bir sorun olarak algılanması da bir başka yanlış olur. Kentin mekânsal gelişimi ile istihdam sorununa yönelik geliştirdiğimiz çözümlerin uyumlu olması bir zorunluluk. Bu ve benzeri konularda kentin gelişiminde etkileri olabilecek kurum ve kuruluşların birlikte çözümler üretmelerinde yararlar var.

Metropoliten sorunlarımıza çözüm bulmakta geciktiğimizde sorumlularını çevremizde bulamayabiliriz ama yaşanamaz bir merkez olarak bu kent burada tüm olumsuzluklarıyla var olmaya devam eder.

24 Şubat 2011 Perşembe

Su Kalitesi ve Bilgilenme Hakkı

Su Kalitesi ve Bilgilenme Hakkı

Gürcan Banger

Uzak Doğu’da oluşan depremlerin medyatik rüzgârı artık çok daha hızlı ülke gündemine taşınıyor. Son günlerde Muş ve dolayında oluşan yer hareketleri tekrar deprem konusunu gündeme getirdi. Genel olarak bakıldığında; depremlerin yarattığı korkunun arkasında doğa olayları (özel olarak yer hareketleri) hakkında eksik bilgilenmemiz yer alıyor. Buna bina üretimindeki özensizlik, dikkatsizlik ve ucuzcu niyetler eklenince konunun önemi büyüyor.

Su kenti
Yer hareketleri bağlamında Eskişehir özeline baktığımızda; pek çok yerleşime oranla göre daha ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Eskişehir; Sakarya Nehri ve Porsuk Çayı yanında 2-10 metre arasındaki zemin suyu, derin su kaynakları ve termal su imkânları ile ilginç bir yer yapısına sahip… Diğer yandan il içerisinde yer alan (ülkemizdeki diğer örneklere göre daha az canlı olan) fay hatlarının varlığı da eklenince bu ilginçlik birkaç kat daha artıyor.

“Eskişehir’in Şifalı Sıcak Su Zenginliği” kitabımın yazımı sırasında yaptığım çalışmanın bana öğrettiği bir gerçek var: Eskişehir’in su sistemi, bir bileşik kaplar düzenini andırır. Yapılan araştırmalar yukarıda saydığım su kaynaklarının neredeyse tümünün birbiri ile az ya da çok bağlantılı ve geçişli olduğunu gösterir. Diğer yandan yüzeye yakın zemin suyunun varlığı, tarımda ve kullanım suyunda kuyu ve tulumba kullanımını her dönemde yaygın kılmıştır. Kuyular açılarak yeraltı suyunun kullanımı, neredeyse Eskişehir’in yerleşim tarihi kadar eskidir. Tabii, bir o kadar eski olan da, yer altı ve yerüstü sularının kirlenmesi konusudur.

Basit olarak söylersek; Eskişehir’de 2-10 metre dolayındaki alüvyonun altındaki yüzeye yakın su, devamla derinlerdeki kalker tabakanın altındaki derin su olmak üzere iki su katmanı vardır. Söz konusu yeraltı suları Porsuk ve kolları gibi yerüstü akarsuları ile birlikte bir bileşik su sistemi oluşturur. Eskişehir’in merkezindeki ve taşrasındaki sıcak su kaynakları ile değişik yörelerdeki maden suları da bu sisteme dâhildir.

Dağlardaki kaynak suları, yüzeye yakın yeraltı suları ve Porsuk Çayı’nın suyu kimyasal ve biyolojik olarak incelendiğinde bunun büyük bir su sistemi olduğu kolayca görülür. Bu unsurlardan herhangi birisinde oluşan değişiklik, sistematik olarak diğer su kaynak ve depolarına da yansımaktadır.

Özetle; Eskişehir’de yeraltı ve yerüstü su kaynaklarından herhangi birisinin kirletilmesi, kendiliğinden kirliliğin diğerlerine yansıması anlamına gelmektedir. Tarımsal gübreleme, ilaçlama veya endüstriyel atıklar dolayısıyla oluşan toprak kirliliğinin de, Eskişehir su sistemine yansıdığını da unutmamak gerekir.

Yeraltı suyu kirlenmesi
Temiz su, artık değerli ve kıt kaynaktır. Eskişehir’de kuyu açarak yeraltı suyunun kullanımındaki düzensizlik, başıboşluk ve denetimsizlik nedeniyle bu tür suların kirlenmesi konusuna özel bir önem vermek gerekir.

Yer altı suyunun kirlenmesinin en belirgin nedenleri arasında kentsel ve endüstriyel atıkların arıtma yapılmadan çevreye verilmesi oluşturur. Eskişehir’deki su sisteminin karmaşıklığı nedeniyle buna tarımsal ilaçların katkısını da hatırlamak gerekir. Katısı, sıvı veya gaz atıklar çevresel ortama verildikten sonra yerüstü suları veya kanalizasyon sistemi aracılığıyla toprağa ve yeraltı sularına karışır. Eskişehir’de yeraltı suyu ve Porsuk Çayı ilişkisinin kirliliği kolaylaştırıcı bir etkisi var.

Geçmiş yıllarda Eskişehir doğal su sistemi ile kent kanalizasyon sisteminin sızıntıları arasında bir ilişki olduğunu bilmekteydik. Bu durum, başta mide ve bağırsak olmak üzere ciddi düzeyde enfeksiyon riskini taşıyordu. Özellikle geçmişte kullanılan beton esaslı boruların yaptığı sızıntıların yarattığı riski konuyla ilgili pek çok kişinin de hatırladığını sanıyorum. Daha sonra yapılan altyapı yatırımları ile bu riskin azaltılması mümkün oldu.

Bilgilenme hakkı
Vatandaşlar olarak; Eskişehir kanalizasyon sistemi ilgili sayısal değerler ile kent kullanım suyu Eskişehir su sistemi içindeki diğer unsurlarla ilgili kimyasal ve mikrobiyolojik bilgiler kamuoyuna açıklanmadığından yeni durum hakkında yeterli bilgi sahibi değiliz. Yeni Ticaret Yasası, şirketlerin bilançolarını İnternet sitelerinde açıklamalarını zorunlu kılarken, halkın sağlığı ile ilgili yer altı ve yerüstü su kirliliği raporlarını görmek hâlâ mümkün değil. Bunların da ilgili kurum ve kuruluşların yayınlarında ve özellikle İnternet sayfalarında yayınlanması gerektiği kanaatindeyim.

Halk sağlığı konusunda duyarlı kurum, kuruluş ve kişilerin de benzer kaygılar taşıdığı muhakkaktır. İşte size bazı sorunlar: Halen kuyu veya tulumba aracılığı ile kayıtdışı olarak yer altı suyu kullanılmakta mıdır? Hangi kurum ve kuruluşlar yeraltı suyunu hangi amaçlarla kullanmaktadırlar? Bunlarla ilgili kimyasal ve mikrobiyolojik analizler düzenli olarak yapılmakta mıdır? Eskişehir’in genel anlamda su kirliliği ve özelde kullanım suyunun durumu nedir? Eskişehir’de içme suyu olarak pazarlanan suların ve bunların depolandığı ortamların sağlıklılığı düzenli olarak denetlenmekte midir? Bu verilere ilişkin raporlar hangi ortamlarda halkın bilgisine sunulmaktadır?

22 Şubat 2011 Salı

Hayvanlar da Sever, Üzülür ve Nefret Eder

Hayvanlar da Sever, Üzülür ve Nefret Eder

Gürcan Banger

Elimdeki gazete, 23 Ağustos 2003 tarihli Hürriyet’in Bilim ve Teknoloji eki… Lazım olur türünden bir kenara konulup unutulmuş. 10’uncu sayfada ilginç bir yazı var: “Bilim Artık Onaylıyor: Hayvanlar da Korkar, Sever, Kıskanır ve Üzülür”. Yazıya eşlik eden resimde 5 tane sevimli kedi yavrusu yer alıyor.

Gazetenin yayınlandığı tarihte (artık evin gediklileri arasına katılmış olan) 2 Siyam kedim henüz yok. Hayvanları daima sevmişimdir. Her dönemde de (genellik kuş türü olmak üzere) beslediğim ev hayvanları olmuştur. Ama Siyam kedilerimin yokluğunda yayınlanan bu haber, bana şimdiki kadar ilgi çekici gelmemiş olabilir. Muhtemelen yaklaşık 6 yıldır iki Siyam kedisi ile birlikte yaşıyor olmak bende hayvanları sevmenin yanında anlama konusunda da etkiler yaratmıştır. Örneğin yazıda sözü edilen bazı konuları kendi ev yaşamıma dönerek kolayca doğrulayabiliyorum.

Hiç kuşkusuz; hayvanlar, insanlar kadar derinliği ve çeşitliliği olan bir iletişim yeteneğine sahip değiller. Çıkardıkları sesler daha sınırlı… Duyguların veya ihtiyaçların ifade edildiği davranış sayısı, insanlara oranla çok daha az… Ama Siyam kedilerim bana bir hayvanla uzun süre yaşadığınızda; onların bir iletişim dili olduğunu ve bu dilin insanlar tarafından da anlaşılabilir olduğunu gösterdi. Gerçekten bir süre sonra bir insanı anlar gibi bir hayvanın dilini de anlayıp çözer hale geliyorsunuz.

Yazıda da bilim adamlarının açıklamalarına dayanılarak belirtildiği gibi; insanlarla iletişim açısından en ileri hayvan türü köpekler… Gözlemler, insanlarla iletişim kurma açısından köpeklerin hayli gelişmiş olduğunu gösteriyor. Kedi türü ise daha bağımsız ve özgür bir karakter yapısına sahip… Bir ev ortamında bile olsa kendi bildiği gibi, kendi kurallarıyla yaşamaya çalışıyor. Diğer yandan böylesine kendi başınalığına düşkün bir kedi ile iletişim kurulup karşılıklı dillerin öğrenilebileceğini iki Siyam kedim bana öğrettiler.

Söz konusu yazıda anlatılan ilginç bir anekdot var: “Parisli Godefroy Clair, kedisi Sharkan’ın kız arkadaşı Alison’ı hiç sevmediğini, hatta yalnız kaldıklarında kedinin Alison’a hırladığını söylüyor.” Bu tür bir gözlemi, özellikle yaşı daha büyük olan Siyam kedim nedeniyle ben de gözlemlemiştim. İlginç bir şekilde bu kedi de bazı insanlardan hoşlanmıyor ve onlara daha uzak duruyor.

Parisli Godefroy Clair’in hikâyesine devam edelim: “Öyle ki bir gün öpüşürken yakalayan Sharkan [kedi], kadının çantasının üzerine gizlice işemiş. Sonuçta bu üçlü ilişkinin devam etmeyeceğine karar veren Clair, kız arkadaşını yitirmemek için kedisine yeni bir aile bulmak zorunda kalmış.” Hayvanların duygusal davranışlarına ilişkin daha pek çok örnek var ya da bulunabilir. Her hayvanseverin kendi ortamında yaşayan hayvanların davranışları ile ilgili anlatabileceği pek çok sevimli hikâye vardır.

Başlamışken biraz daha kedilerden söz edeyim. Küçükken ev yaşamına dâhil edilen kediler, genelde ev halkından birisine seçerek bağlanıyorlar. O kişi, giderek kedinin “annesi” haline dönüşüyor. Dolayısıyla kedi (veya diğer hayvanlar da) yalanmaya karşı gelen okşanmayı, beslenmeyi ve bakılmayı o kişiden bekler oluyor. Dolayısıyla ev hayvanlarının insanlara olan ilgisi, çoğu zaman böyle bir fiziksel ihtiyacın yansıması olarak meydana geliyor. Gerçekten “hayvanlar sahiplerine hayrandır. Ancak bu bizim ailemize duyduğumuz sevgiden farklıdır. Köpeklerin sahiplerine sevgiyle yaklaşmalarının nedeni oldukça ilkeldir. Bu nedenler yiyecek, barınak ve ilgidir. Bilinçli bir tercihi içermez.” Dolayısıyla hayvanların insanlara olan yaklaşımını insanların tercihleri ile karıştırmamak gerekir.

Giderek yaygınlaşan kent yaşamı, hayvanlarla birlikte olma arzusuna engel oluşturmuyor. Ülkemizde ev hayvanlarına olan ilgi büyük bir hızla yükseliyor. Bu ilginin önemli nedeninin insanların sevgi ihtiyacı olduğu anlaşılıyor.

Medya, İletişim ve Konuşma

Medya, İletişim ve Konuşma

Gürcan Banger

Sosyal medya ile yeni iletişim araçları geliştikçe sanki özelde konuşmanın, genelde iletişimin içerik kalitesi azalıyor. Sanki tüm bu teknolojik imkânlar yokken karşılıklı konuşmalar, duygu yüklü mektuplar çok daha lezzetliydi. Konuşmaların içerik kaybına neden görsel medyada izlediğimiz ucube programlar olabilir mi? Türkçe’yi andırır ama rasgele peşpeşe gelmiş sözcükler gibi görünen konuşmaların nedeni TV’nin bir etkisi mi? Belki de görünen durum, ulusal eğitim sistemimizdeki bozulmanın ve yozlaşmanın etkileri… Eğitim - öğretim sistemimiz “Türkçe’yi katleden barbarlar mı” üretiyor dersiniz?

Eskiden kentlerimiz daha küçük ama daha kaliteli idi. Kentin büyük kahvehanelerinde bile daha içerikli sohbetler vardı diyenler haklı olabilirler. Sosyal göçle birlikte kent kültürünün de erozyona uğradığı bir gerçek. Nitelikli kültür içeriğini yitirmiş konuşmaların ne olmasını bekleyebiliriz ki?

Yaşam çevremizdeki hitap biçimlerimiz bile değişti. Bir arkadaşım, çocuklarının kendisine anneleri gibi değil de, sanki birkaç yaş büyük ablalarıymış gibi hitap ettiğinden şikâyet etmişti geçenlerde. Kaba hitap sözcükleriyle karşılıklı konuşmaların saygı düzeyi de düşüyor. Tabii ki, bunu fark etmenin en kolay yollarından birisi görsel medyadaki sohbet programlarına bir göz atmak… İşin en ilginç olan yanı, görsel medyanın doğrudan vuran özelliği nedeniyle şikâyet ettiğimiz kimi özelliklerin bizim konuşmalarımıza da yapışıvermesi. Doğrusu insanın kendisini yaşadığı sosyallikten sıyırıp farklı olmayı becermesi hiç de kolay değil.

Edebiyat ve sanat kültürünün TV’lere sıkışıp kalması ile toplumumuzu oluşturan bireylerin sözcük hazinelerinde bir daralma olduğu apaçık ortada. Geçmişe oranla çok daha fazla yayın yapılmasına rağmen kitap ve dergi okuma yüzdelerinin aynı oranda arttığından kuşkuluyum.

Çok satan kitaplar listelerine bir göz atın lütfen. Bu sektörde de büyük edebi, sanatsal zenginlik olmadığını gözleyeceksiniz. Birkaç büyük sermaye tabanlı yayın şirketinin reklamla yükselttiği isimlerin dışına çıkılamıyor. Ulusal düzeyde reklamla tutunan az sayıdaki ismin, uluslar arası alanlarda aynı düzeyi yakalayamadığı çok açık. “Buna da şükür” mü demeli acaba…

Dedikodu yapmayı, içerikli konuşmalar kurgulamaktan daha çok seviyoruz. Zaten içinde yaşadığımız düzende fazla bir şey bilmeyi, kültürlü olmayı, insanının kendisini kültürel olarak zenginleştirmesini talep etmiyor. Önemli olan, varolanı iyi pazarlayabilmek diye kabul ediliyor. Bir arkadaşım bu gerçeği “Benim kelime sayım 200” diye alaya alıyor.

Birbirine ilgi duyan iki insanın, karşılıklı güzel sözler söyleyebilmek için bile başkalarının ürettiği kalıp cümleleri kullanmayı denemeleri, sözcük ve kavram hazinemizin giderek daha kısıtlı hale geldiğini göstermiyor mu? Hepimiz, TV dizilerinin kahramanları gibi konuşmaya başladık.

Sözlü iletişim
Öğrenmek istediğimiz bilgilerin yer aldığı kitaplar her zaman vardır. Ama bu kitaplardan edinemeyeceğimiz yaşamsal davranış biçimleri de vardır. Bunları, hiza önderlerinden, bilgelerden veya iyi öğretmenlerden ediniriz.

Bir sorunun cevabının bilinemeyebileceğini böylesine iyi bir öğretmenimden öğrenmiştim. Derste sorduğum bir sorunun cevabını bilmediğini, ama öğrenip bana iletebileceğini söylemişti. Gerçekten ertesi gün beni onca öğrencinin arasında bulup yaptığı araştırma sonucunda sorduğum sorunun cevabını aktardığını hatırlıyorum.

Bilmediklerimizin var olması kadar doğal ne olabilir?. Bunları önce kendimize itiraf edebilmeli ve bilinmesi önemli ise, araştırıp öğrenebilme güç ve cesaretinde olabilmeliyiz. Bir soru karşısında biliyormuş gibi yapmak veya eksik bilgilerimizle bir açıklama geliştirmeye çalışmak kadar yanlış veya eksik bir davranış olamaz.

Yazmak
Bazen yazı yazarken veya bir konu üzerinde düşünürken bazı kavram veya sözcüklere takılırım. Onu gerçekten bilip bilmediğim konusunda emin olmak ister, en az bir sözlük veya ansiklopediden araştırırım. Internet’ten yararlandığım da olur. Kimi zaman o sözcüğün gerçek anlamının, benim onu bildiğim biçimden farklı olduğunu hayretle görürüm. Eğer doğru bildiğim ortaya çıkarsa, bilgimi pekiştirmiş olduğumu düşünür keyiflenirim. Ayrıca kısa süreli bir okuma da olsa, bu küçük araştırma sırasında o sözcük veya kavramla ilgili ek bilgiler öğrenmenin zenginleştiriciliğini de unutmamak gerekir.

Bir dersin anlatımının ardından öğrencilere sormak istedikleri bir şey olup olmadığı sorusu ilginç bir sessizlik ortamı yaratır. Pek çok panel veya konferanstan sonra da benzer durumlar yaşanır. Acaba sessizliğin nedeni, herkesin konuyu yeterince kavraması ve bilgi açısından tatmin olmuş olması mıdır? Bu tür uzunca dinleme süreçlerinin sonrasında dinleyiciler, uzun süre kullanılmamış bir vana gibi davranırlar. Açılmaları için fazladan gayret sarf etmek gerekir. Bu konuda anlatımı gerçekleştiren konuşmacının motive edici özellikleri devreye girebilir. Anlatıcı, insanları soru sormaya ve konunun bazı yönlerinin açılmasına heveslendirmeye çalışabilir.

Doğru soru
Bazı durumlarda bir anlatım, gerek sürdürüldüğü sırada veya konuşmanın sonunda yoğun bir soru saldırısına uğrayabilir. Bir soru, başka sorulara vesile olabilir. Hatta bazı kişilerin ortalığı karıştırma amaçlı soruları bile gündeme gelebilir. Tüm bu tür durumlar, bir topluluk önünde konuşmanın, bir konuyu iyi bilmekten daha farklı bir durum olduğunu doğrular. Bu açıdan bakıldığında topluluk önünde konuşmak, bir tür insan yönetme sistemidir diyebiliriz.

İnsanların en büyük korkularından birisi, bir topluluk önünde konuşma konusundadır. Bu korkuyu taşıyanlar arasında son derece sosyal görünen insanların bulunduğunu bilmek hayret vericidir. Yine deneyim ve bilgi birikimi açısından özellikleri olan kişilerin de, kimi zaman topluluk önünde başarılı konuşmacılar olamadıklarını görürüz.

Topluluk karşısında konuşma korkusu, pek çok korku türü gibi üzerine gidilerek çözülebilecek sorunlardan birisidir. Öncelikle bu iletişim sorununu çözmeyi istemek gerekir. Bu sorunun çözümüne ilişkin yardımcı kitaplar, danışmanlar veya eğitim veren kurumlar vardır.

Nitelikli konuşma
Bir konuşma, bizden dışarıya giden bir iletiler demetidir. Ama bu konuşma sırasında bizim de dışarıdan almamız gereken iletiler vardır. Bunlar, konuşmamızın nasıl ilerleyeceği konusunda bize ciddi ipuçları verir. İlgi gören ve sevilerek dinlenen bir konuşmacı olmanın koşullarından birisi, konuşma sırasında dinleyicileri okuyabilmek ve onlardan gelen işaretleri alabilmektir.

Okuduğum bir kitapta ünlü düşünür Farabi ile ilgili bir hikâyecik vardı. Farabi’ye sözü uzatanlar konusunda ne yapmak gerektiği sorulduğunda, “Uzun konuşanı, kısa dinlemeli” cevabını verir.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Kent ve Kırsal

Kent ve Kırsal

Gürcan Banger

Bir yerleşim hakkında yapılabilecek büyük hatalardan birisi, kent merkezine bakarak karar vermeye çalışmaktır. Türkiye’nin değişik illerinin merkezi ile ilçeleri arasında bir karşılaştırma yaparak bu tespite kolayca varılabilir. Bir il yerleşimi, ekonomik ve sosyal gelişmişliğini merkezi ve kırsalı ile birlikte sağlar. Bir il; ilçelerinden ve köylerinden bağımsız olarak yükselemez.

1950’lerle birlikte başlayan dönemde kırdan kente sosyal göç, Türkiye’nin en önemli dinamiklerinden birisi olmuştur. Kentlerin giderek artan albenisi, kırsal alanlardaki gelirin yetersizliği, değişik dönemlerde uygulanan ekonomik politikalar ve iç istikrarsızlıklar kırın hızla kentlere göçmesine neden olmaya devam etmektedir.

Kırsalı korumak
Kentlerin daha nitelikli bir yapılanmaya sahip olabilmesi için insanların kırsal alanlarda yaşamayı kabul etmesi gerekir. Bu nedenle kırsal yapıyı çözücü ve göçü hızlandırıcı politikalar yerine köy yapısının devamını sağlayacak politikalar seçmek gerekirdi.

Belki de şimdiye dek uygulanana politikasızlık demek daha doğru olur. Kırdaki yaşamın iyileştirilmemesi ile birlikte oluşan göç sonucunda kentlerde yeni sorunlar oluştu. Geçim zorlaştı. İşsizlik arttı. Barınma sorunları gecekondulaşma ile birlikte dayanılmaz bir hal aldı. Yerel yönetim hizmetleri belediyelerin mali boyutlarının çok ötesine geçti. Pek çok kentte vatandaşlar yerel yönetim hizmetleri için çok daha yüksek bedeller ödemeye başladılar. Sosyal göç, bugün kentlerde yaşadığımız pek çok sorunun ana kaynağıdır. Görünen o ki, göç olgusu etkisini yitirene dek bir sorun kaynağı olmaya devam edecektir.

Kentleşme sürecinde de çok başarılı olduğumuz söylenemez. Fiziksel altyapısı yeterli hazırlığa sahip olmayan kentlerimiz göç ile birlikte ciddi altyapı sorunları ile karşılaştılar. Kentlerimizin kültürel ve sosyal yapısı da benzeri bir erozyonla karşılaştı. Kırda birikmiş olan tarım toplumu kültürü, kentlerde var olan kentli kültürünü sildi süpürdü. Şimdi kentlerimiz küreselleşmenin de etkileriyle bir başka yöne doğru savruluyor.

Eskişehir kırsalı
Yukarıda sözünü ettiğim süreci Eskişehir’de kaçınılmaz olarak yaşıyor. Yaşam koşullarının olumsuzluğundan ve gelir yetersizliğinden Eskişehir kırsal nüfusu da hızla kent merkezine boşalıyor. Bu gidişle Eskişehir, sadece kent merkezinden oluşan bir il olacak gibi…

Önce Eskişehir kırsalının bir sorun olduğunu kabul etmek zorundayız. Kent merkezinde yaşanan sorunların çözümünün kısmen kırsal alanlardaki sorunları çözmekten geçtiğini kavramalıyız. Eskişehir kent merkezinin geleceğini, ilçe ve köylerimizin geleceğinden ayrı düşünmemiz mümkün değildir.

Eskişehir doğal, ekonomik ve sosyal yönlerden zengin bir ildir. Bu zenginliklerin değerlendirilmesi durumunda, merkeziyle olduğu kadar ilçe ve köyleriyle de gerçekten çağdaş bir noktaya ulaşabilir.

Kırsalı Değerlendirmek
Eskişehir yöresi tarihi ve kültürel yönlerden olduğu kadar kendine özgü doğal zenginlikleri ile de üstün niteliklere sahiptir. Ne yazık ki, Eskişehir’de yaşayan insanlar olarak bu değerlerin yeterince farkında değiliz. Farkında olmadığımız zenginlikleri de yeterince değerlendiremiyoruz.

Türkiye turizmini ve dinlenme sektörünü deniz ve güneş üzerine kurmuş görünmektedir. Ama bunun sadece yaz turizmi türlerinden birisi olduğunu unutmamak gerekli. Ziyaret ettikleri bölgeden başka beklentileri olan kişiler de var. Ayrıca yaz tatili anlayışı dışında kısa süreli tatil ve dinlenme yapabilmek için başka modelleri de öngörmek mümkün.

Eğlenceli dinlenme etkinlikleri arasında doğa ve köy turizminin tüm Dünya’da ilgi çektiğini hatırlatmak isterim. Bu turizm türünde beş yıldızlı oteller ve tatil köyleri kurmak yerine doğaya daha yakın yapılaşmalar tercih ediliyor. Kır ve köy pansiyonculuğu, küçük kır ve dağ otelleri, restore edilmiş köy konakları doğaya yönelik turizmin esasını oluşturuyor. Doğa, köy veya çiftlik turizmi ciddi altyapı yatırımlarından daha çok bu amaçlı örgütlenmelere ve düzenlemelere ihtiyaç duyuyor. Yaratıcı fikirlere ihtiyaç var.

Eskişehir, Sakarya ve Porsuk gibi akarsuları ile kendisini çevreleyen bir doğal zenginlik yaratmış. Zaten pek çok uygarlığın bu bölgede yer almış olması da insanların eski çağlardan beri doğaya olan ilgi ve özlemini ifade ediyor. İlin hemen hemen her yöresinde sıcak veya soğuk su kaynaklarını bulmak mümkün.

Projeler gerekli
Eskişehir’in fiziksel coğrafya yapısı dağcılık, mağaracılık, serbest doğa yürüyüşleri, kampçılık, atçılık gibi pek çok doğa sporunun yapılmasına izin veriyor. Bütün bu zenginlikler, onları değerlendirebilmek için organize olunmasını bekliyor.

İlçe ve köylerimizin, bacasız sanayi olarak ifade edilen dinlenme sektöründen yarar ve gelir elde edebilmeleri için bu yönde özendirilmeleri ve yönlendirilmeleri gerekiyor. Köy ve çiftlik pansiyonculuğu, dağ ve kır otelleri işletmeciliği için örnek projelere ihtiyacımız var.

Örnek projelerin üretilmesinde İl Özel İdaresi’nin ve üniversitelerin ortak çalışmalar yapabileceğini kanaatindeyim. Örnek proje geliştirme ve uygulama süreçlerine sivil toplum kuruluşları ve meslek odaları da katılabilir. Üniversitelerimizde kırsalın doğa, köy ve çiftlik turizmi açılarından değerlendirilebilmesi için yüksek lisans ve doktora tezleri yapılabilir. Valilik koordinasyonunda kurulacak bir heyet, ayrılacak maddi kaynaklarla ilin seçilmiş bir yöresinde yukarıda sözünü ettiğim türden bir örnek projenin geliştirilmesine ve tanıtılmasına destek olabilir. Eskişehir’deki sorunlarımızdan birisinin, yaratıcı proje fikirlerine sıcak durmayışımız olduğunu düşünüyorum.

20 Şubat 2011 Pazar

Yemek ve Mutfak Kültürü Tarihine Bakış

Yemek ve Mutfak Kültürü Tarihine Bakış

Gürcan Banger - M. Birgili

Her insan acıkır ve acıkan insan da açlık duygusunu yiyeceklerle giderir. İnsanlar ilk çağlardan beri açlıklarını gidermek için canlarını tehlikeye atmaktan çekinmeden doğada mevcut çeşitli bitkilerden yararlanarak veya hayvanları avlanarak açlıklarını gidermeye çalışmışlar. Zamanla doğal ihtiyaçtan doğan yeme arzusu yiyecekler ve yiyeceklerin pişirilme biçimlerinin şekillenmesi ya da farklılaşmasıyla toplumların kültürlerine yansımış. Böylece yiyecekler sadece açlık duygusunu bastırmaya yarayan nimetler olmaktan öte yaşamdan alınan tatlar ayrıcalığına dönüşmüş.

Daha ileri bir aşamada tüketilen yiyeceklerin niteliklerinin sağlık üzerindeki yansımaları izlenmiş; uzun ve sağlıklı yaşam hedefine uygun beslenme tercih edilerek beslenme alışkanlıkları yeniden gözden geçirilmeye başlamış.

Biraz tarih
Tarihe göz attığımızda; Asur Kralı Sardanapalus'un iyi ve güzel yemek sanatının destekleyicisi olarak, muhteşem şölenlerden haz duyup yarışmalar düzenlediği bilgisine erişiyoruz. Asur ticaret kolonisinin yerleşim merkezi olan Kaniş'te (Kültepe / Kayseri) elde edilen arkeolojik bulgulardan bu kentte lokanta benzeri mahaller tespit ediliyor.

MÖ 10 binli yıllarda Danimarka'da ve Orkney Adaları'nda, MÖ 5 binli yıllarda İsviçre gölleri civarında kabilelerin büyük mutfaklarda yemek hazırlayarak topluca yediklerini tarihçiler yazıyor. Eski Mısır tapınak ve mezarlarında yer alan figürlerden insanların toplu yemek hazırlamayı ve sunmayı bildiklerini yine tarihçilerden öğreniyoruz. Milattan öncesine dayanan Çin kayıtlarında gezginlerin yollardaki hanlarda konaklayıp yemek yeme ihtiyacını giderebildiklerine dair izler var. Büyük Çin şehirlerinde yemek, pilav, içki vb. ürünlerin satıldığı bugünkü restoranların ataları sayılabilecek dükkânların mevcut olduğu belge ve bulgulardan anlaşılmakta.

Hatta Hindistan'da yemek hizmeti veren birimler yaygınlaşarak hizmetlerin belirli bir çerçevede verilebilmesi ve kontrol edilebilmesi için özel kanun düzenlemelerine gidilmiş. Hindistan'ın hemen yanı başındaki Pakistan'da yapılan kazılarda eski yerleşim birimi Mohenjo–Daro’da insanların, taş fırın ve toplu yemek üretim tezgâhları bulunduran restoran benzeri birimlerden yararlandığı bilgilerine ulaşılmakta.

Antik Yunan'da ise yemek olgusu, uygarlığın göstergelerinden biri olarak görülüyor. Epicurus'un iyi yemek ve iyi yaşam felsefesini benimseyerek yaygınlaştırmaya çalıştığı biliniyor. Şölenler Antik Yunan yaşamının vazgeçilmez bir parçası olmuş, aşçılar saygın kişiler arasında yerlerini almışlardır. Daha ilginci, belgelerden o dönemde yemek tarifi patentinin ortaya çıktığı da anlaşılmaktadır. Şarap Tanrısı Bacchus için düzenlenen, yemek ve eğlencenin sınırsız olduğu Bacchanal Festivali ise günümüze dek taşınmış.

Romalılar imparatorluklarını kurduklarında fethettikleri toprakların yemek kültürünü de Roma'ya taşıyıp zengin bir mutfak kültürü yaratmışlar; fethettikleri topraklardan iyi aşçıları Roma’ya getirmişler; törenler ve kutlamalarda toplu yemek geleneğini kurumsallaştırmışlar. İmparator Julius Caesar'ın askeri bir zaferin ardından düzenlediği kutlamanın birkaç gün sürdüğü ve bu kutlamada tam 260 bin kişinin yemek yediğini belirtmek, Romalılardaki toplu yemek geleneği hakkında bir fikir vermekte. Ziyafet vermeyi bir tutku haline getiren Roma imparatoru Lucullus İngilizce'ye "Lucullan" sözcüğünü kazandırmış ve bu sözcükle görkemli sofraları tanımlamakta kullanılmış, eti yumuşatma özelliği olan bir sos da günümüze bu adla taşınmış.

Canterbury Hikâyeleri’nden ABD’ye
Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra toplu yemek geleneği bir ara görkemini kaybeder gibi olmuşsa da işlek ve güvenli yolların üzerinde yer alan belirli hanlarda geleneğin sürdüğünü Haçlı Seferleri'ni konu alan kitaplarda rastlıyoruz. Dönemin başyapıtlarından biri sayılan ve geçtiğimiz günlerde ülkemizde de yayınlanan Chaucer imzalı Canterbury Hikâyeleri’nde hanlarda hizmete sunulan yemek ve içkilerin anlatımlarını ayrıntılı olarak bulabilmek olanaklı.

Ortaçağda toplu yemek üretim hizmetlerinin belirli esnaf loncalarınca yürütüldüğünü biliyoruz. XII. yüzyılda Paris'te “Chaine des Rotisseurs (Izgaracılar Loncası)” kuruluyor. Bu lonca bugün de aynı adı taşıyan bir gurme kulübü olarak yaşamını sürdürüyor. Bu loncaların çalışma ilkeleri de kurallarla belirlenmiş. Sözgelimi, her lonca kendi spesiyalitelerini üretme konusunda tekel olduğundan başka loncaları bu çeşitleri üretmekten men etme hakkına da sahip olabiliyormuş.

Zamanla bu loncalar profesyonel mutfak ekipleri yetiştirmeye başlamış, bugünkü aşçıbaşı ve yardımcıları grubunun çekirdeğini oluşturmuşlar. Günümüzde uygulanan profesyonel mutfak standartları ve geleneklerinin bir bölümü o dönemden günümüze kadar süregelmiş. Sözgelimi, uzun şapkanın aşçıbaşı, kısa yuvarlak şapkanın ise çıraklar tarafından kullanılması geleneği de o dönemden kalma. Daha sonra siyah başlık kullanıma giriyor ama bu şapkayı yalnızca meslektaşları tarafından usta aşçıbaşı unvanı verilen aşçılar takabiliyorlar. Günümüzde ise ABD'de faaliyet gösteren bir dernek tıpkı Ortaçağ Fransa’sında olduğu gibi meslektaşlarınca usta seçilen aşçıbaşılarına "Golden Toque (Altın Aşçı Şapkası)” adıyla bu siyah şapkaları birer şeref unvanı olarak veriyor.

Ortaçağda yemekler büyük kazanlarda kaynatılıp, elle çevrilen şişlerde pişirilmekte, tabak yerine geçen ekmek dilimleri kullanılmakta ve yemekler parmakla yenmektedir. Gıda maddelerinin kalitesi ise yalnızca yörede yapılan tarımla kısıtlı olduğundan yemek çeşitliliği de sınırlıdır. Kuşkusuz bunda tohum kalitesinin yetersizliğinin ve araç gereçlerin ilkelliğinin de payı büyüktür.

Yeni Bir Mutfak Kültürü
Ortaçağı izleyen birkaç yüzyıllık süreçte Haçlı Seferlerinin de etkisiyle doğu ve batının bir anlamda kültürel buluşmasını da sağlamış, ticaretin yaygınlaşması, yeni tekniklerin geliştirilmesi ile mutfak kültürü de önemli ölçüde gelişim göstermiş, aşçıların kullandıkları malzeme de zenginleşmiş. Özellikle Uzakdoğu'nun baharat, kuru üzüm, badem, şeker yemeklere yeni tatlar, yeni lezzetler katmış; çatal kullanılmadığı için etler hançerle oyulup ufak parçalar haline getirilerek sunulmaya başlamış.

Rönesans Döneminde Ortaçağa nazaran refah seviyesinin artmasıyla aşçılar yeniden saygınlıklarını kazanmaya başlamışlar. Rönesans Döneminde sanat dallarında yaşanan gelişmelere paralel olarak iyi yemek kavramı da nitelik kazanmış; İtalya'da başlayıp Fransa'ya yayılarak yükselme dönemine girmiş. Genel olarak bu dönemin mutfak birimi, bina içinde özel oda veya yalnızca özel bina olarak yer almaya başlamış; dumanın çalışanları etkilememesi için yüksek tavan düzenlemesine gidilmiş; ocak ve fırın büyük bir bacanın altında yerleşmeye başlamış. Yemek yapmada kullanılan mutfak gereçleri de çeşitlilik kazanmış, kazan ve şişlerin yanı sıra bıçak, satır, havan ve tokmak mutfağın temel el aletleri haline gelmiş.

Amerika’dan Avrupa’ya
16’ncı yüzyıl; Colomb'un ve diğer kâşiflerin denizaşırı keşfedilmiş Asya seferlerinden dönerlerken getirdikleri hindi, patates, mısır, yeşil ve kırmızıbiber, domates, kahve ve kakao ile tanıştığı yüzyıl olmuş.

Dondurma bu dönemde Avrupa’nın tanıştığı yeni bir lezzet olarak Avrupa mutfak kültüründe yerini almaya başlamış. Oysa dondurmanın çok eski bir geçmişi vardır. Bugün elimizdeki belgelere göre, en eski kayıt Perslere kadar uzanmakta. Yüksek dağların tepesinde kazılan çukurlarda biriktirilen karlar, kaymak, bal ve diğer tatlandırıcılarla karıştırılır, sonra bu karışım yine karlarla örtülür, özel olarak bu iş için seçilmiş koşucu tarafından krala sunulmak üzere yemek sonuna yetiştirilir olmuş.

Masa başı örf ve adetleri de tarz oluşturmaya başlamış; çatal, bıçak ve kaşık yemek kültüründe yerini almaya, elleri ve hançerleriyle yemek yiyen soylular yemeğe giderken çatal ve bıçaklarını yanlarında götürmeye başlamışlar. Sofra malzemeleri olarak; ilk olarak bıçak, sonra kaşık ve en sonra da çatal yerini almış. İyi sofra anlayışı, kaliteli sofralar kurma çabasını özendirmiş; yemek yeme anlayışı karın doyurmak yerine seçkin bir zevk haline dönüşmeye başlamış.

Mutfak
Yiyeceklerin yenebilir hale getirildiği, pişirildiği yer mutfaktır. Türkçedeki “mutfak” sözcüğü, Arapça kökenlidir ve yemek pişirilen yer anlamına gelen “matbah” sözcüğünden kaynaklanmış. Herhangi bir ulusun veya bölgenin yemek türlerinden ve pişirme alışkanlıklarından söz ederken Çin mutfağı, Fransız mutfağı, Türk mutfağı veya saray mutfağı gibi ifadeler kullanılır. Mutfak sözcüğü bir anlamda çeşni, ağız tadı ifadesidir. Bilindiği gibi Dünya mutfakları ana mutfaklar, klasik mutfaklar ve az bilinen mutfaklar olarak 3 ayrı grupta ele alınır.

Günümüzde yemek, yaşamdan aldığımız tatlar arasında özel ve anlamlı yer edinmiş durumda… Her birimiz az ya da çok çarşı ya da pazardan aldığımız çeşitli malzemelerle evimizde birbirinden nefis yemekler hazırlayıp soframızı şölene dönüştürme, yeni tatlar keşfetme arayışı içindeyiz. (Büyük katkısı için M. Birgili’ye teşekkürlerimle…)

19 Şubat 2011 Cumartesi

Müziği Sevmek ve Yaşamak

Müziği Sevmek ve Yaşamak

Gürcan Banger

Kendi adıma müzik dinlemeyi, başlı başına yapılması gereken bir eylem olarak görürüm. Aynen sistematik düşünme konusunda olduğu gibi… Çalışırken mümkün olduğunca yoğunlaşmayı deniyorum. Yoğun bir çalışma içinde iken müzik dinlemeye çalışmanın, -doğrusu- müziğe haksızlık olduğu kanaatindeyim. Hele dinlenen müzik, bu sanatın zirve noktası sayılabilecek klasik müzik ise kesinlikle bu özel ve nitelikli emek karşısında saygılı ve özenli olmalı.

Müzik nedir?
19’uncu yüzyılda yaşamış ünlü Alman yazarı Heinrich Heine, müzik konusundaki görüşlerini şöyle şekillendiriyor: “Müzik ilginç bir şeydir. Neredeyse bir mucize olduğunu söyleyebilirim. Çünkü düşünce ile olgunun, ruh ile maddenin orta yerindedir. Bir arabulucu gibidir ve birbirleri ile zıt kavramları uzlaştırır.” Katılmamak mümkün değil.

Özel değer verdiğim müzik türlerinden bir diğeri ise tasavvuf müziğidir. Belki de; bu müziğin genelde o ağır havasına rağmen farklı bir ruhsal başkaldırı buluyorum sufi müziğinin tınıları arasında.

Müzikte insanî güzelliği yakalamak, kişinin zihinsel ve duygusal yapısı ile yakından ilgili olmalı. Örneğin yaşamının büyük bölümü askerlik mesleği ile geçmiş, siyaset alanında pek başarılı olduğunu söyleyemeyeceğimiz Amerikalı devlet adamı U. S. Grant müzik hakkında şöyle der: “Yalnızca iki melodi bilirim; bunlardan bir tanesi, ‘Yankee Doodle’dır, diğeri ise değildir.” Bilindiği gibi; Yankee Doodle olarak bilinen şarkı, ABD’de bir eyalette ulusal marş olarak da kabul edilen halk türküsü niteliğinde yaygın tanınan bir şarkıdır. Grant’ın müzikle ilgili yorumunu ise onun yaşamını merak edip okuyacak olanlara bırakıyorum.

Müziği sevmek
Sevdiğim müzik türlerinin başında halk türküleri gelir. Bir uzun havanın, bozlağın, mayanın, ağıtın verdiği lezzeti pek az müzik türünden alabiliyorum. Başka ülkelerin halk müziğini de dinlemeyi seviyorum. Sanırım, insan sesindeki o doğallığı duymak, o insani ses titreşimlerini en yalın biçimiyle hissetmekten hoşlanıyorum.

Klasik Türk müziği kapsamında düşünebileceğimiz Osmanlı-Türk musikisi ise ben de bir görkem ve soyluluk duygusu uyandırıyor. Bu müzik ile en sade insani duygular bile bir görkem zirvesine ulaşıyor bence. Bu soylu müzik türü, esas olarak Osmanlı-Türk kültürüne dayanıyor. Köklerini bu kültürde bulup orada yeşerip bir dev ağaç halini almış. Bu müziğin öğrenilmesi, icra edilmesi ve nesiller arasında aktarılması Batı müziğine göre önemli farklılıklara sahip.

Osmanlı-Türk musikisinin Batı müziğine göre bazı ciddi teknik farklılıkları olmakla birlikte ana ayırım noktası temel öğretim yöntemi olan meşk üzerine kurulmuştur. Meşk, bir usta-çırak ilişkisidir.

Meşk
20’nci yüzyılın ilk çeyreğine kadar klasik Türk musikisi öğretimi ve aktarımı meşk adı verilen yaklaşıma uygun olarak yapılırdı. Meşk, eski kullanım biçimiyle bir öğretmenin aynını yapmaları için öğrencilerine verdiği yazı, resim veya benzeri örnek anlamına gelir. Müzik olarak düşündüğümüzde ise meşk, müzik parçasının ses ve saz olarak öğretmen ile birlikte söylenip çalınması demektir. Müzik öğrenci ve meraklılarının zamanın ustalarından ders aldıkları mekânlara da meşkhane adı verilirdi.

Meşk, müzik öğretimi açısından oldukça basit bir yöntemdir. Önce müzik parçasının sözleri öğrenciye yazdırılır, ardından öğrenci, ustanın (hocanın) çalıştırdığı örneği, doğru biçimde icra edinceye kadar tekrar ederdi. Burada doğruluk ölçüsü, hocanın icrasına benzetebilmekti.

Bir icracının başarısı, bir eseri doğru okuması kadar çok sayıda eseri hıfz etmiş (yani ezberlemiş) olması ile ölçülürdü. Osmanlı-Türk musikisi eserlerinin doğru biçimde ezberlenmesi aynı zamanda bunların kuşaklar arasında aktarılabilmesini de sağlıyordu. Bu öğretim modeline destek veren, özellikle 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında basılmış ünlü güfte ve usul dergileri vardı. Klasik Türk Müziğine meşke alternatif olarak Batı tarzı nota yaklaşımlarının girmesi, ancak 20’nci yüzyılın ilk çeyreği sonrasında gerçekleşmiştir.

Tabii ki, meşk yönteminin bazı sakıncaları da görülmüştür. Bu yöntemde güfte ve usul işaretleri dışında yazı ve nota kullanılmadığı için bazı eserlerin kaybolup gitmiş olması şiddetle muhtemeldir. Kaybolmanın ana nedeni, meşkin dayanak noktasını oluşturan ezberleme yaklaşımıdır. Örneğin o dönemde pek ilgi görmeyen eserlerin ezberlenmemiş ve aktarılmamış olması bir olasılıktır. Yine icrası çok zor olan eserlerin aktarılamamış olması ihtimali de yüksektir.

Meşk geleneği yaşayabilir mi?
Meşk, geleneksel sanatın bize bıraktığı özgün bir mirastır. Bu geleneksel kültür unsurunun hatırlanıp bilinmesinde yarar umarım. Bu arada; ister klasik, ister çağdaş bir müzik aletini çalmayı, bir müzik türünü icra etmeyi deneyin, müziği dinlemenin ötesinde icra etmenin keyfine varın, derim. Belki birer usta olamayız ama amatör icracılar olarak tat alabileceğimiz bir keyif noktası olsa gerek.

Aşk ile meşk olduğunda keyfe sınır olmaz.

17 Şubat 2011 Perşembe

Kent, Yaşam Çevresi ve Kentsel Gerginlik

Kent, Yaşam Çevresi ve Kentsel Gerginlik

Gürcan Banger

Dünya’da çevreci akımın baskın bir faktör olarak kendini ortaya koyması 1980’li yılların başıdır. Çevrecilik, özellikle sanayi işletmelerinin ve elektrik santrallerinin çevreyi kirletmesi üzerine kurgulanmış tepki ile kendini gösterdi. Ardından doğal yaşamın yok edilmesine yönelik tepkiler buna eklemlendi.

1995’lere kadar olan dönemde çevrecilik, siyaseti de içine almak üzere bir heyecan dalgası halinde ülkeler esasında yayıldı. Ülkemizdeki çevre ve doğa koruma örgütlerinin pek çoğunun kuruluşu bu 15 yıllık döneme denk düşer.

Yerel kimlikler
1990’lı yıllarda tüm Dünya’da olduğu gibi ulusal ve yerel düzeyde de kültürel kimlikler daha fazla önce çıkmaya başladı. Bu dönemde yerel tarih, yerel kültür üzerine yapılan çalışmalar arttı. Bu yönde çalışmalar yapan sivil gruplar ve sivil toplum kuruluşları oluşmaya başladı.

Bu gelişmede 1980 sonrasında kentlerin turizme yönelmelerinin de etkisi oldu. Yeni kaynak arayışlarına giren yerel otoriteler, yerel turizmin değişik türlerini yeni ve sonsuz gelir kaynakları olarak algılamaya başladılar. Böylece yerel ve etnik özellikler, söz konusu yörede var olmuş eski uygarlıklar hatırlanmaya başladı. Kentler ve bölgeler arasında oluşan rekabet, yerel tarihe, arkeolojiye ve etnografyaya olan ilgiyi daha da canlı hale getirdi.

1980 sonrasında yer alan gelişmelerden birisi de bilişim ve iletişim teknolojilerindeki olağanüstü gelişmeler oldu. Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler sayesinde Dünya küçülürken bir yandan da kültürler birbiri içinde eriyerek aynılaşmaya başladı. Büyük devletler ve dev tekeller, kendi belirledikleri kültür modelini ve ürünlerini Dünya çapında yaymaya başladıklarında insanlar kendi kültürel kimliklerini koruyabilmek için yerel kimliklerine sıkıca sarıldılar. Böylece yerellik, Dünya ölçeğinde bir yönelim oldu. Sonuçta kent turizmi, yerel tarih grupları, yerel arkeoloji toplulukları, yerel kültür projeleri hızla yaygınlaştı.

Küreselleşme, yerellik ve kent
Küreselleşmiş egemen kültürün saldırıları karşısında yerellik ne kadar dayanabilir? Doğrusu, yerelliğin küreselleşmenin yok edici saldırısı karşısında çok etkili olabileceği konusunda emin değilim. Ama aynı üniformayı giymiş askerlere benzememenin yolu yine yerel değerleri korumaktan ve savunmaktan geçiyor.

Sadece küreselleşmeye bağlamamak lazım aynılaşmayı. Kentlerin giderek birbirine benzer hale gelmesinde, kentin yaşamda ve görünümde aynılaşmasında gelenekten uzaklaşmanın da etkileri var. Bazen çağdaş mimari denen şeyin içinde yaşadığımız bir ucubeler müzesi olduğunu düşünüyorum.

Kentin merkezini hayal edin. Bu kenti, diğer kentlerden ayırt eden özellikler olup olmadığını düşünün. Eskişehir boyutunda kentlerin pek de birbirinden farkları olmadığını fark edeceksiniz. Ve giderek kaybolan geleneksel yerleşim bölgelerimizi dolaştığınızda hepsinin kendine özgü nitelikleri ve yaşam biçimleri olduğunu şaşırarak göreceksiniz.

Aynılaştırıyoruz, monotonlaştırıyoruz, sevimsizleştiriyoruz, kentleri yaşanamaz hale getiriyoruz. İşin kötüsü, bunu da çağdaşlık adına yapıyoruz. Dün Anadolu-Türk mimarisi veya geleneksel halk mimarisi adı her ne ise o farklıydı, özgündü ve muhtemelen daha güzeldi. Bugün ise çağdaş konutlar dediğimiz ucubeler müzesinde yaşamaya çalışıyoruz.

Kentsel gerginlik
Beden sağlığımızı korumak için özen gösterdiğimiz bazı konular var. Yediğimizin besleyici olmasına, giydiğimizin bizi olumsuz iklim koşullarından korumasına dikkat ederiz. Hastalandığımızda doktora, hastaneye veya sağlık ocağına gideriz. Doktorların, uzmanların verdikleri ilaçları kullanır, onların yaşamsal öğütlerini yerine getirmeye çalışırız. Tüm bu çabalar, beden sağlığımızı korumak, sağlıklı bir bedensel yaşamın sürekliliğini sağlamak içindir.

Bireylerin beden sağlıklarının korunmasını sağlamak ve rahatsızlıklarının giderilmesinde yardımcı olmak üzere pek çok örgütlenme vardır. Hastaneler, sağlık ocakları bu amaçla kurulmuşlardır. Tıbbın özel sektörü olarak çalışan doktorlar muayenehanelerinde görev yaparlar. Kamu veya özel, tıp sektörünün hemşire, ebe, laborant gibi çok sayıda yardımcı insan kaynağı da vardır.

İnsanlar, son yüzyıla kadar öncelikle Dünya’da ve uzayda fiziksel olanları merak etmişlerdir. Fiziksel olanın dışındaki tüm konular din alanının ve madde ötesi anlamına gelen metafiziğin konusu olmuştur. Ancak 19’uncu yüzyılın ortalarından sonra insanın beyinsel faaliyetleri, ruh dünyası, kısaca psikolojisi merak edilmeye başlanmıştır. Özetle; insanın kendisini merak edip araştırması oldukça yenidir.

Dünya tarihinde insanların sağlığını tehdit eden bazı veba, çiçek, tifo, kolera gibi hastalık salgınları olmuştur. Bu salgınlardan alınan derslerle konuya dikkat çeken popüler çalışmalar yapılmış, salgınların tekrar etmemesi için aşı kampanyaları düzenlenmiştir. Çevre sağlığı ve hijyen kavramlarında ve bunlara ilişkin uygulamalarda ciddi gelişmeler olmuştur.

Kentin ruh hali
İnsanın ve toplumun beden sağlığı konusunda bu denli örgütlenmiş olan sağlık sisteminin yine bireyin ve özellikle toplumun ruh sağlığı konusunda yeterince örgütlenememiş olmasının nedeni nedir? Toplumun ruh sağlığı, en az beden sağlığı kadar önemli değil midir? Ruhen sağlıklı bir görünüm vermeyen bir toplumun bireylerini tek tek kişiler olarak sağlıklı sayabilir miyiz?

Eğer kentteki mobilyaları ve sokak eserlerini kırmayı zevk haline getiren insanlar varsa o zaman elimizde bir ipucu var demektir. Benzer biçimde parklardaki kent mobilyalarının tahrip edilmesini de örnekleyebiliriz. Kentin yeşillenmesine ve soluk almasına katkı koyan ağaçların ve fidanların yolunup kırılmasını ruh sağlığı yerinde insanların yaptığını düşünebilir miyiz? Kenti çöp deposu haline dönüştüren, yediği gıdaların çöpünü rahatça cadde ortasına savuran, sokakta içki içen ve içtiği içkinin şişesini kırıp sokak ortasına atan, arabasının izmarit kutusunu sokağa boşaltan kişilerin sağlıklı olduğunu söyleyebilir miyiz? Arabaların boyalarını çizen, yerlere tüküren veya sigaranın izmaritini rastgele sağa sola savuran bireylerin ruhsal sağlıkları ile ilgili bir sorunları yok mudur?

Bir siyasal partinin kongresinde yumruklaşarak ve sandalyeleri birbirinin kafasında kırarak sorunlarını çözmeye çalışan, spor rekabetini döner bıçaklı bir savaş haline dönüştüren bir zihniyet sağlıklı sayılabilir mi? Toplumun genç kesimi arasında tiner, hap vb gibi bağımlılık yapan madde kullanımının artması sağlık göstergesi midir?

Bir kentte yaşayan halkın ruhsal sağlığı en az bireylerin bedensel sağlığı kadar önemlidir. Kentte yaşayan halkın ruhsal sağlığının korunmasından, oluşan hastalıkların tedavisinden sorumlu olanlar kimlerdir? Bu amaçla gerçekleştirilmiş örgütlenmeler var mıdır? Varsa ne tür çalışmalar yürütmektedir? Yoksa toplumun ruh sağlığının korumasız ve takipsiz bırakılması hangi akla hizmettir? Bir ruhsal deprem, bir sosyal patlama beklemek zorunda mıyız?

16 Şubat 2011 Çarşamba

Su Sorunu ve Özensizliğimiz

Su Sorunu ve Özensizliğimiz

Gürcan Banger

İnsanlığın öğrenme güdülerinin başında, hiç kuşkusuz felaketler geliyor. Örneğin depremler, heyelanlar, seller daima bize yaşam çevremiz ile ilgili acılı dersler vermiştir. Son günlerde sayıları hızla artan patlamalar ve yangınlar ise iş yeri güvenliği ve çalışan sağlığı hakkında yine zalim dersler almamıza neden oluyor. Ta ki; bunları unutup bir başka felaketle hatırlayıncaya kadar…

Değişen iklim şartları, aşırı yağmurlar veya kuraklaşma ve çölleşme, heyelanlar ve bozkır haline gelen çevre bize ağacın ve yeşilin değerini öğretti. Kentlerin havasını egzoz gazlarıyla, kötü kömürle, fabrika bacalarının atıklarıyla yaşanamaz hale getirince havanın aslında pahalı bir meta olduğunu öğrendik. İçilebilir tatlı suyun sokak çeşmelerinden aktığını bilenlerimiz vardır. Piyasada şişelenmiş su satılmaya başlamasından, bir bardak su için bir sürü para vermeye başlamamızdan bu yana suyun da pahalı ve değerli olduğunu fark ettik.

Kullanılabilir su sorunu
Geçmişte çevreyi, yeşili, havayı ve suyu kullanırken daima sonsuz olduğu varsayımı vardı aklımızda. Çevre ve hava kirliliği uzunca bir süre Eskişehir’de de gündem konusu oldu. Zaman zaman tırmanma gösterse de eskisi kadar söz edilmiyor. Aslına bakarsanız sorun görünmez oldu mu, o konuyu tam olarak çözüp çözmediğimize bakmadan gündemden kaldırıveriyoruz.

Bir de, sessizce büyümekte olan sorunlar var. Giderek büyüyen sorunlardan birisi de su kaynakları ile ilgili. Ülkemizde kişi başına düşen yıllık su miktarı 3.600 metreküptür. Bu suyun kullanılabilir olan kısmı ise yaklaşık yarısı (sayısal olarak 1.700 metreküp) kadardır. Türkiye, Dünya standardı olan kişi başına yıllık 10.000 metreküpün altında kaldığı için su yönünden zengin bir ülke sayılmıyor. Bu nedenle ülkemizde su kaynaklarının akıllı kullanımı gibi bir sorun objektif olarak var.

Ülkemizin su kaynakları yüzey suları ve yer altı suları olmak üzere iki kategoride toplanabilir. Yüzey suları ile ilgili olarak yapılan hesaplarda ülkemize yılda 500 milyar metreküp yağış düştüğü anlaşılmaktadır. Bu suyun tüketilebilecek olan miktarı 100 milyar metreküp dolayındadır. Bu miktarın 30 milyar metreküpü ise halen fiilen kullanılabilmektedir. Yağış olarak düşen suyun yaklaşık 40 milyar metreküpü ise yeraltı su depolarını beslemek üzere yerin alt katmanlarına doğru sızmaktadır.

Dünya’da sıcaklığın giderek artmakta olduğu ve bu genel iklimsel değişimin Türkiye’yi de kuraklık yönünde etkilediğini biliyoruz. Türkiye’de yaşanan kuraklığın ülkeye özgü özel nedenleri de bulunmaktadır. Ülkenin çok engebeli topoğrafik yapısı, su kaynaklarının ve yağışın bölgelere göre düzensiz olması, su kaynaklarının kısa hedefli ve yerel beklentilerle diğer yörelerden bağımsız olarak kullanılması bize özgün sorunlardır. Bu sorun kaynakları ülkedeki kuraklık tehlikesini artırırken ulusal, bölgesel ve yerel su planlarına olan ihtiyacı gündeme getirmektedir.

Yapılan araştırmalara göre yer altı su kaynaklarının miktarı yıllık 12 milyar metreküp dolayındadır. Söz konusu suyun yaklaşık yarısı kullanılmaktadır. Ama üzücü olan, bu suyun çok büyük bölümünün akarsular aracılığı ile denizlere boşalıyor olmasıdır; böylece tatlı sular geri dönülmez biçimde tuzlu suya dönüşmektedir.

Alarm durumu var
Denetimsiz kullanım ve plansızlık alışkanlıklarımız su kaynaklarımız konusunda da sürmektedir. Yer altı sularımızın hacim ve beslenme durumlarının tespit edilmesi konusunda acil çalışmalar yapılması gereklidir. Ulusal düzeyde ve yerel olarak su kaynaklarımızın tespiti, doğru kullanımı için bir yaklaşım geliştirilmesi zorunludur.

Dünya ikliminin ve doğa dengesinin bu biçimde değişmeye devam etmesi durumunda çok yakında petrol savaşlarına paralel olarak su savaşlarını göreceğimiz kesindir. Bu savaşların saldırganları, doğayı yok etme konusunda bugüne kadar denetlenmeleri mümkün olmayan büyük devletler olacaktır. Kaybedenler ise yine Dünya’nın su kaynaklarına sahip ama yoksul ülkeleri olmaktan kurtulamayacaklar.

Bugün yaşadığımız sorunların kaynağını ve gelecek öngörülerinin değerini tespit açısından; 1997 yılında Frederick ve Major tarafından yapılan bir çalışmanın birkaç noktasını dikkatle incelemek lazım. 2050 yılında Türkiye için yapılan öngörülerde bu tarihte kişi başına düşen su miktarında bugüne oranla yüzde 60 azalma olacağı hesaplanmaktadır. Yerel olarak baktığımızda Sakarya Havzası’na yüzde 55 daha az yağış düşeceği, ortalama yıllık akışın ise yüzde 60 dolayında azalacağı öngörülmektedir. Özetle; Dünya’nın iklim değişikliğine bağlı oluşan kuraklık riskini Türkiye ve Eskişehir olarak etkin yaşama olasılığına yakın görünüyoruz.

Kuraklaşma
İklim değişikliğinin olumsuz etkilerini Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ciddi olarak gösterebileceği tahmin edilmektedir. Bunun göstergeleri ise su kaynaklarının hacimlerindeki azalmalar yanında su kalitesinin düşmesi ve su ürünlerinin azalması olacaktır. Kuraklığın sonuçlarından birisi olarak tüm ülke yüzeyinde suyla bağlantılı yaşam (su ekolojisi) olumsuz değişim gösterebilecektir. Böylece balık gibi su ürünleri üretiminde ciddi düşüşler görülmesi muhtemeldir.

Kuraklığın etkileri Ekvator’dan kuzey ve güney yönlerinde Kutuplara doğru ilerliyor. Kuraklığın ülkemizi daha fazla etkilemesi durumunda tarımsal ürünlerde miktar olarak azalma beklenmeli. Ayrıca gelişecek yeni iklim durumuna bağlı olarak bazı bitki türlerinin yok olması sonucu da doğabilir. Tarımsal üretimde görünümün değişeceği kesin gibi gözüküyor.

Azalan yağışların hidroelektrik santrallerde biriken su miktarını etkilemesiyle elektrik enerjisi üretiminde düşüşler beklenebilir. Anlaşılıyor ki, iklimsel değişim daha uzun yaz günlerine neden olacaktır. Bu yeni mevsimsel durum, turizm gibi sosyal ve ekonomik sektörlerde şimdiden açık şekilde öngöremeyeceğimiz değişikliklere neden olacaktır. Günlük yaşamın da bundan etkileneceği açıktır.

Uzmanlar olası kuraklık sonuçlarından birisinin toprak erozyonunun artacağı biçiminde yorumlarda bulunmaktadır. Buna bağlı olarak yer altı ve yer üstü su haznelerinin taşınan maddelerle dolacağını belirtmektedirler.

İklim değişikliğinin ilginç sonuçlarından birisi de Dünya’da olacağı gibi kıyılarımızda da deniz suyu seviyesinin yükselmesidir. Deniz suyunun yükselmesi ile yakın çevredeki yer altı ve yer üstü su kaynakları tuzlanma tehlikesi ile karşılaşacaktır. Yapılan araştırmalara göre deniz suyunun 1 metre yükselmesi, denizin 40 metre karaya girmesi anlamına gelmektedir. Bu da deniz kıyısındaki yerleşmelerin ne denli temiz su sorunu ile iç içe olacaklarına dair ciddi bir ipucu vermektedir.

Sözün kısası; ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde su kullanımımızı ve su kaynaklarımızı ciddi biçimde ele almamız gereği ortadadır.

Bir Kutlama Sonrasında Kadın ve Erkek

Bir Kutlama Sonrasında Kadın ve Erkek

Gürcan Banger


Sevgililer Günü geride kaldı. Sevdiği olmayanlar yalnızlığı ya da bağlanacak gönül meselesini, sevdalılar ise gönül sarhoşluğunu bir başka vesileye kadar ertelediler. Ticaret dünyası da sevgililere yeni satışlar için yeni fırsatları gözlemeye başladı. Bu durgun sularda geriye dönüp Sevgililer Günü gibi bir kutlamanın arka planına, yani kadına ve erkeğe olabildiğince objektif olmaya çalışarak bakmayı deneyebiliriz.



Ekonomi

Kadınların ekonomik sektörlerde girişimci, kendi işinin sahibi veya işgören (başkasının işinde çalışan) olarak aktif olarak iş dünyasının içinde bulunmaları önemli... Bu dikkate almanın altında kadınları sosyal değişimin temel güçleri arasında görmemden kaynaklanıyor. Çünkü kadınların erkek egemen bozuk düzeni değiştirmek için çok fazla nedenleri var.



Ama bir yandan da; ekonomik etkinliklerde bulunurken bir erkek kimliğine bürünmelerini garip karşılıyorum. Bugün adeta kadının başarısı olarak algılanıyor. Bir kadının iş dışında sosyal ve duygusal alanlarda da özgün başarılara imza atabileceği unutuluyor. Bu zafiyette kadınlar hatanın büyük ortağı olmaya devam ediyorlar.



Arkadaş ve eş

Başka ilginç noktalar da var. Bir kadın için evlilik ve bir eş, en ciddi yaşamsal başarı göstergeleri arasındadır. En azından kadınlar, erkekleri ve evliliğin kendileri için ne anlama geldiğini fark edinceye kadar böyledir.



Çoğu kadın için bir erkek arkadaş ve bir eş olmadan sürdürülecek bir yaşam, hayal edilmesi dahi yasaklanmış olan bir durumdur. Hafta sonları bile böyle değil midir? Sosyal yaşam endeksi yüksek illere veya gelişkin üniversiteleri var olan kentlere bakarak yanılmayın. Öyle yerleşimler var ki; bekâr bir genç kız için kız arkadaşı ile sinemaya gitmek veya bir kafede oturup sohbet etmek zor bir seçenektir. İlla ki, evlilik ihtimali bulunan bir erkek arkadaş ile geçirilecektir hafta sonu.



Değerli olmak

Erkek kültürünün egemen olduğu toplumda; kadınlar kendilerini değerli ve önemli hissetmek için neden daima bir erkeğin bu değeri ve anlamı biteviye tekrar etmesini ve onaylamasını beklemeye şartlandırılırlar. Hiç kuşkusuz; bir kadının kendini değerli bulmasının yolu, herhalde bunu bir erkeğe onaylatmak olmamalıdır.



Bir kadının kendi benliğine değer vermeyi ve saygı duymayı öğrenmesi, piyasada sıklıkla bulunabilen bir kişisel gelişim kitabından öğrenilebilecek kolaylıkta değildir. Bunun için bir kitap okumaktan daha fazla emek harcamak gerekir. Eğer bir kadın, erkeklerin koyduğu kriterler dışında bir erkeğin onayına ihtiyaç duymadan kendini değerli ve anlamlı buluyorsa, bu durumda kendini geliştirmede önemli adımlar atmış demektir.



Aşk meselesi

Ne yazık ki; (erkekler için de benzer olmakla birlikte) kadınların yanıldıkları noktalardan birisi de ortalama kadın ile erkek duygu ve davranış modellerinin birbirlerinden farklı olduğunu unutmaları… Bir kadın, kendi etki-tepki modelinin bir yansısını erkekte görmek isteyebiliyor. Hâlbuki bir erkek, iyi parlatılmış bir ayna değildir. Genellikle kadının gönderdiği iletilerin büyük kısmını kendi iç dünyasında yutar ve pek az iletiye doğrudan cevap verir. Kadın cevapsızlık ve tepkisizlik modeline karşı istediği cevapları alabilmek için duygu taarruzunu artırır; bu da kadının kendini erkeğe göre tanımlama sürecindeki köleleşmesini hızlandırır.



Tamamlayıcılık anlamında kadın ve erkek, siyah ile beyaz gibidir. Bir cinsi diğerinden ayırarak anlamak, algılamak mümkün değildir. Ama bir kadının öz değeri, kendi başına anlamı bir erkeğin onaylamasına ihtiyaç duyulmayacak bir niteliktir. Kadın, önce kadın olduğu için değerli olduğunu bilmelidir.



Çocuk ve anne

Cinsiyet ayırmadan bir insanı iyi tanımanın yolu onun çocukluğu hakkında yeterli bilgi sahibi olmaktan geçer. Korku başta olmak üzere insanı sürükleyen kalıcı temel duyguların büyük çoğunluğu çocukluk yıllarında oluşuyor sanırım. Hatta öyle ki çocuklukta edinilen pek çok yapısal özelliği sonraki yıllarda değiştirmek mümkün olmuyor.



Bir erkeğin ruhunun oluşmasının da en ciddi mimarlarının başında o kişinin annesi gelir. Onu besleyen, fiziksel ve ruhsal gelişiminin en ufak ayrıntılarına varıncaya kadar onunla ilgilenen ve onun bir erkek olarak yetişmesindeki en önemli etken annesidir. Bizim toplumumuzda (tüm sosyal değişime rağmen) baba, genelde para kazanan ve mekân olarak evin dışında olduğu bilinen kişidir. Genelde ev dışında olduğu için baba, çocuk için anneye oranla daha zor tanınabilen bir figürdür. Bildiğiniz gibi küçük çocuklar, bu durumun bir kanıtı olarak konuşmaya anne diyerek başlarlar.



Yine ilginç bir tespit olarak, kadınların erkekler hakkında en çok şikâyet ettikleri bazı özelliklerinin edinilmesinde annelerinin çok ciddi katkıları var. Yaşadığımız dönemde balarlar da çocukları ile eskiye oranla daha fazla ilgilenmeye başladılar; ama bu olgu bile çocukluk sürecinde erkekler üzerindeki anne veya bayan öğretmen olarak kadın etkisinin sonuçlarını değiştiremedi.



Anne ve çocuk

Müzik, notalardan oluşan bir demet değildir. Müzik, peş peşe gelen notaların yarattığı farklılık ve bazen de aynılık ilişkisidir. Bir başka deyişle müzik, notanın notayla ve sessizlikle iletişimidir. Bir erkek çocuğun karakterinin oluşumunda annesinin etkileri de çocuğun annesi ile ilişkisine, özetle iletişim mesafesine bağlıdır.



Bir erkek olarak annesinin etkilerinden kurtulamayan kişi, cinsel kimliğini geliştirmekte ciddi sorunlarla karşılaşabilir. Anne ile olan mesafe ilerleyen zamanda doğru ayarlanamazsa sonuç, kendini bir ana kuzusu olarak gösterir. Bir anne kuzu ise bu karakterini yaşamının tüm aşamalarında kadınlarla ilişkilerinde ortaya koyar. Annelerine benzeyen kadınlarla birlikte olmayı, evlenmeyi tercih eden erkeklerin davranışlarında bu özellik genelde egemendir. Hastalandığında eşinden bebek gibi bakılmayı bekleyen, ilk zor durumda annesini arayan, “Ağlarsa anam ağlar” diyen erkek ruh yapısının altındaki gerçek budur.



Anneye benzeyen kadın

Bir erkeğin karşı cinsle olan ilişkilerini anlamak isterseniz, sanırım buna iyi başlangıç yapmanın yollarından birisi onun annesini tanımaktır. Bir kadın ile ilişkisinde tutarlı davranamayan veya ilişkisinde süreklilik sağlayamayan erkeğin kafasında annesi bir mihenk taşı olarak daima durur. Erkekler için kadınları tanımanın yollarından birisi kendi annesi ile karşılaştırmaya çalışmaktır. Annesine benzeyen kadınlar genelde güven verirken, benzemeyenler hakkında değer yargılarını kolayca geliştiremezler.



Bu satırları bir ruh sağlığı uzmanı yaklaşımıyla yazmıyorum. Yaşamda dikkatimi çeken bazı gözlemlerimi aktarmaya çalışıyorum. Kadınların yaşamlarında babalarının rolü ne denli büyükse, erkeklerin yaşamsal seçimlerinde de annelerinin varlığı, öğrettikleri ve onunla olan ilişkileri o denli etkili oluyor.

15 Şubat 2011 Salı

Unuttuğumuz Deprem ve Eskişehir

Unuttuğumuz Deprem ve Eskişehir

Gürcan Banger

Dünya’nın tehlike riski taşıyan deprem kuşağı üzerinde yer aldığımızı bilmeyen kalmadı gibi… Bu gerçekleri kayıplar ve acılar pahasına olsa da öğreniyoruz. Pek çok konuda olduğu gibi, bir doğal, ekonomik ya da sosyal afet kapımızı çaldığında harekete geçmeyi deniyoruz. Depremin zararlarına karşı yapılan çalışmalarda ancak büyük felaketlerden sonra başlıyor. Yapılarında zorunlu önlemleri almamış, gerekli güvenliği sağlayamamış bir toplum olarak toplu yaşanılan okul, hastane, otel gibi kapalı yerlerde tatbikatlar yapılıyor. Ama sonunda, çoğu zaman olduğu gibi konuyu manevi makama havale edip geçmişi unutuyoruz.

Deprem ve zararları, bunlara karşı alınacak önlemler konusunda insanların bilgilendirilmesi önemlidir. Ama yapı kalitesinden başlayarak can güvenliği ve arama/kurtarma etkinliklerine kadar depremle mücadelenin bir yaşam biçimi haline getirilmesi zorunludur. Hele ki, Türkiye gibi deprem kuşağı üzerinde yaşayan bir toplum için...

Deprem gerçeği
Depremle ilgili konuların yapıcı bir anlayışla konuşulması, bir vadede depremin içimizde bir korku olmaktan çıkıp bir gerçeklik halini almasını sağlamalı. Depreme karşı mücadeleyi öğrenme süreçlerini kolaylaştırmamız gerekiyor. Genelde doğal afetlere karşı mücadele yöntemlerinin eğitim yaşamımızın bir parçası haline dönüştürülmesi zorunlu.

Hatta daha ileri boyutta değerlendirmek gerekirse; depremler nedeniyle ülkemizde kazanılan tecrübe ve bilgi birikimi olarak farklı temalarda diğer ülkelerle paylaşılmasını kanaatindeyim. Ülke nüfusumuzun yüzde 75’inin kentlerimizde toplandığı ve bu alanlarda büyük risk havuzlarının oluştuğu göz önüne alınınca afet yönetimi konusunda da yaşadığımız örneklerle zarar azaltma işlevi görecektir.

Depremlerin etkisini üzerimizde yoğunca hissetmeden önce de ülkemizdeki bazı akademik çevreler deprem konusunda yaptıkları önemli çalışmalarla uluslararası literatürde yerlerini almışlardı. Ancak, son yıllarda yaşanan depremler ve depremler sonucunda yaşanan maddi ve manevi kayıpların boyutu neredeyse bir magazin havasında kamuoyunun ilgisini çekmeye başlamış, bu da medyada bir başka anarşi türü oluşturmuştur.

Yurttaşlar olarak doğru bilgiler edinmek istiyoruz. Doğru ve düzgün yapılaşmaya uygun kent planlaması ve uygulaması görmeyi arzuluyoruz. Uygun kent planları ve inşaat kalitesiyle depremlerin yarattığı tehlikelerin ve korkuların azalacağının bilincindeyiz.


Eskişehir ve deprem
Yapıların deprem yer kabuğuna bağlı gibi doğal afetler karşısında ayakta kalabilmesi açısından yerleşim yerinin zemin özellikleri önemlidir. Özellikle yapı temelinin de yer aldığı ilk 10 metre gibi bir kalınlığın özelliklerinin ayrı bir önemi vardır. Eskişehir’de yerleşim zemininin büyük bir bölümü ilk 10 metreye kadar kum, silt ve kil karışımlarından oluşur. Birkaç mahallede ise zeminin killi kum ve çakıldan oluştuğu gözlenmiştir. Bu tür bir zemin oluşumu, bu zemin üzerinde yapılaşma ve dolayısıyla deprem açısından riskler taşımaktadır. Özellikle Eskişehir Ovası açısından bakıldığında Eskişehir’de genelde sağlam sayılabilecek tabakalar ancak 20-50 metre arasında derinlikte bulunabilmektedir.

Yer altı suyu
Yapılaşmayı etkileyen zemin özellikleri ve deprem riski açısından dikkate alınması gereken faktörlerden birisi de Eskişehir’deki yer altı suyudur. Daha doğrusu yer altı suyu seviyesinin yüksek olması, bir başka deyişle yüzeye olmasıdır.

Sıklıkla duyduğumuz “zemin sıvılaşması riski” kavramının altındaki oluşturucu faktör Eskişehir yer altı suyunun bu özelliğidir. Bu konuda edindiğim bilgilere göre (Eskişehir’de olduğu gibi) yüzeye yakın bölgelerde düzgün kalın kum tabakalarının suya doymuş olması durumunda zeminin taşıma gücü azalmaktadır. Böylece depremin yarattığı fiziksel etkiler zeminin üzerindeki yapıların yıkılmasına neden olabilmektedir.

Kentin yer aldığı zeminde yaklaşık 3-6 metre arasında yer altı suyu bulmak mümkün olmaktadır. Yine kentin merkezinde, özellikle Çarşı Camii bölgesinde sıcak su kaynaklarının bulunması zemin koşullarını taşıma açısından olumsuz etkilemektedir.

Eskişehir ve hasar nedenleri
Riskli zeminin depremde yapıların hasara uğramasında ciddi bir faktör olduğundan yukarıda söz ettim. Şimdi bir depremde çok sayıda ölüm ve yaralanmaya neden olan betonarme yapı hasarlarının nedenlerine değinmek istiyorum. 1999 yılında Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın batı bölümünde gerçekleşen depremlerin incelenmesi aşağıda sayacağım nedenlerin dikkate alınması gerektiği sonucunu vermiştir.

Hasarların ilk nedeni, çerçeve sistemlerde düşeyde zayıf kolonların, yatayda güçlü kirişlerin bulunması olarak tespit edilmiştir. Bir diğer neden, büyük yer değiştirmeler gösteren asmolen denilen dolgu döşemelerin yarattığı kolon – kiriş sorunlarıdır. Yine kolon ve kirişlere ilişkin donatı sorunları bir başka neden olarak belirlenmiştir. Kalitesiz beton veya kalitesiz çelik kullanımı olarak özetlenebilecek kötü malzeme kullanımı nedenlerden bir diğeridir. İlk katların dayanıksız üretilmesi yapıların hasar görmesinden sorunlardan bir diğeri olarak gözlenmiştir. Özetle; uzun kolon kullanımından kaynaklanan hasar nedenleri saptanmıştır. Son olarak düğüm noktalarındaki yetersizlik ve eksikliklerin hasar nedenleri arasında yer aldığı anlaşılmıştır. Eskişehir’de 1999’daki dizi depremlerden etkilenen toplam 111 ağır hasarlı, 116 orta hasarlı, 431 hafif hasarlı binanın incelenmesinde benzer nedenler gözlenmiştir.

Eskişehir’in deprem tarihi
Anadolu-Türk mimarisinin ilginç örneklerinden olan evleri görmek üzere Odunpazarı semtini her gezişimde dikkatimi çeken bir başka özellik olur. Eskişehir’de hemen hemen her yıl 4 büyüklüğü dolayında, limitte 1956’da olduğu gibi 6,4 büyüklüğüne ulaşabilen depremler olmasına rağmen Odunpazarı Evleri inatla ayakta durmaya devam etmektedir.

Elimdeki son yüzyılın sayısal değerlerine göre 1901, 1905, 1928, 1948, 1956, 1961 yıllarında 5 dolayımda veya daha büyük depremler olmuştur. Geleneksel Odunpazarı Evleri’nin bu depremlere karşı direnmesinin muhtemel nedenlerinden birisi bu semtteki zemin ile ilgili olabilir mi diye kendi kendime soruyorum.

Geleneksel mimari
Zemin özellikleri dışında aklıma gelen faktörlerden birisi, Odunpazarı ev yapma tekniğini de içine alan geleneksel Anadolu-Türk mimarisi yaklaşımıdır. Acaba Odunpazarı Evleri’nin depremler karşısında direngenliğinin mimari geleneği ile ilişkisi olabilir mi? Doğrusu bu konuda yeterli çalışma yapıldığını söylemek mümkün değil.

Gerek 1766 İstanbul Depremi, gerekse 1688 İzmir Depremi sonrasındaki yazılı belgeler incelendiğinde geleneksel tekniklere dayalı yapılaşmanın etkili olduğu anlaşılıyor. Daha sonraki depremlere ilişkin kayıtlı sonuçlara bakıldığında; ahşap iskelete dayalı geleneksel mimarinin depreme karşı dayanmakta başarılı olduğu görülüyor.

Eski ve yeni yaklaşımlar
Bugün betonarme ve benzeri yaklaşımlar kullanıldığından ahşaba dayalı geleneksel mimarinin bazı özellikleri unutulmuş görünüyor. Anadolu-Türk mimarisi konusunda ciddi çalışmalar yapan uzmanlar bu tarzdan alınabilecek önemli dersler olduğunu ifade etmektedirler.

Kuşkusuz; geleneksel mimarinin üstün özelliklerinden söz etmek bugün kullanılan çağdaş yaklaşımlardan vazgeçilmesi anlamına gelmez. Belki eski tarz ile yeni tarz arasında kaynaştırmalar yapılarak yeni yaklaşımlar üretilebilir.

Odunpazarı dersleri
Odunpazarı’nı da kapsayan geleneksel mimari tarzı ile ilgili bazı sonuçları dikkat çekicidir. Birincisi; geleneksel yapılar, çağdaş yapılara oranla depreme daha dayanıklıdırlar. İkincisi; bu dayanıklılığın nedeni, geleneksel yapıların deprem kuvvetleri karşısında teknik deyimle çalışabilir olmasıdır. Üçüncüsü; uygun tekniklerle geleneksel ahşap mimarisi, depreme dayanıklı çok katlı yapılar üretmekte de kullanılabilir. Dördüncüsü; geleneksel yapı kültüründen edinebileceğimiz çok sayıda ders vardır ve bu konuda yeni çalışmalara vesile olmamız gerekir.

Odunpazarı Evleri’ne yalnız kültürel zenginlik olarak bakmak en ciddi yanılgıların başında gelir. Odunpazarı Evleri, deprem de dâhil olmak üzere bir tümleşik yaşam biçimidir. Bölge insanımızın yüzyıllara dayanan geleneksel birikiminden öğreneceğimiz çok fazla deneyim vardır.