31 Ocak 2011 Pazartesi

Çift X Ekonomisi

Çift X Ekonomisi

Gürcan Banger

Önce “çift X” ifadesinin nereden kaynaklandığı ile başlayalım. Kadının yumurtası erkeğin spermi tarafından döllendiği anda doğacak bebeğin cinsiyeti de bellidir. Cinsiyeti belirleyen erkekten gelen spermin taşıdığı X veya Y kromozomudur. Çünkü anne, XX kromozom yapısına, baba ise XY kromozom yapısına sahiptir. Anneden her zaman X kromozomu gelir. Babadan gelen sperm X kromozomlu ise doğacak bebek XX yani kız olacaktır. Eğer erkeğin spermi Y kromozomu taşıyor ise doğacak bebek XY yani erkek olacaktır. Dolayısıyla “Çift X Ekonomisi” ifadesi ile ekonominin kadınları ilgilendiren veya etkileyen bölümünden söz edilmektedir. “Çift X Ekonomisi” ifadesini “Kadın Ekonomisi” olarak da okuyabiliriz.

Çift X Ekonomisi, Oxford Üniversitesi’nden Prof. Linda Scott’un yaptığı bir isimlendirmedir. Prof. Scott, tüketici ürünlerinin küresel pazarlarda yönetimine kültürün etkileri konusunda uzmanlığa sahip ve bu konuda dersler veren bir bilim insanıdır. Çalışmaları arasında ekonomide kadınların konumu ve kadın girişimciliğinin geliştirilmesi önemli yer tutmaktadır.

Ülkemizde kadın girişimciliği konusu son yıllarda daha sık dile getirilmekle birlikte alınan önlemler kozmetik faaliyetlerin ötesine geçemiyor. Adeta yapılan işin kendisinden daha fazla konunun gevezeliği yapılıyor gibi… Bu çerçevede ekonomik literatürümüzde yeterince tanınmayan Prof. Scott’un ve onun isimlendirmesiyle Çift X Ekonomisi’nin kısaca da olsa ele alınmasında yarar var. Kadın çalışmalarında yeni örneklere yol verebilir.

Çift X Ekonomisi, çerçeve olarak kadınların küresel ekonomisini tanımlamak amacıyla geliştirilmiş bir kavramdır. Hiç kuşkusuz; tüm çağlarda olduğu gibi kadın, günümüzde de ekonomik faaliyetlerin içinde yer alıyor. Fakat kadının ekonomik etkinlikleri ve bunun sonuçları yeterli ölçüde dikkat çekmiyor, ölçülmüyor ve kayıt altına alınmıyor. Çünkü geleneksel iktisat öğretilerinin kabul ve kısıtları kadını dışarıda bırakmaya devam ediyor.

Kadının bir olgu olarak iktisat öğretilerinin ve kültürel yapıların dışında kalmasının önemli bir nedeni var. Kadın emeği genelde ücretsiz olarak algılandığından izleyen, ölçen ve düzenleyen çalışmaların dışında kalmış. Ücretli emek verimlilik açısından dikkate alınırken, ücretsiz kadın emeğine gerekli ilgi ve özen gösterilmemiş. Kadınların kayıtdışı veya ücretsiz çalışmaları, sadece parasal karşılığı olan hareketleri dikkate alan değerleme sistemlerinin içinde yer alamamış.

Günümüzde kadının ekonomik olarak konumu geçmiş dönemlerden biraz daha farklı. Az ve orta derecede gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere ücret ödenen kadın emeği oranı giderek yükseliyor. Kadınlar kazandıkları gelir ile kendi adlarına yatırım yapmaya başladılar. Değişik türdeki fonlardan geçmişe oranla daha fazla destek ve katkı alıyorlar. Ailelerininki yanında kendi bireysel ihtiyaç ve seçimleri için kendi harcamalarını yapmakta biraz daha ileri konumlar kazandılar.

Diğer yandan küresel ve ulusal ölçeklerde kadın dayanışması konusunda önemli gelişmeler oluşmaya başladı. Görece daha fazla gelişmiş toplumların (veya bölgelerin) kadınları, daha düşük yaşam koşullarına sahip kadınlara destek vermek için değişik örgütlenme ve işbirliği faaliyetleri geliştiriyorlar. Bu süreçte kadınların kurup faaliyette bulundukları sivil toplum kuruluşlarının önemli yeri var. Tüm bu çalışmaların uzun vadede (şeklini şimdiden yeterince öngöremediğimiz) bir kadın ekonomisinin oluşumuna katkı vereceği anlaşılıyor.

Son olarak; 2009’da ABD’de Pennsylvania Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmadan söz edeyim. Araştırma sonuçlarına göre kadınların mutluluk göstergeleri (erkeklerinkine oranla) son 35 yılda düşüş göstermiş. Geçmiş dönemlere oranla erkekler de daha az mutlu olduklarını ifade etmekle birlikte kadınlardaki düşüş çok daha yüksek oranda imiş. Bu araştırmayı yukarıda sözünü ettiğim kadın çalışmaları ile birleştirirsek; ekonomi de dâhil olmak üzere kadın çalışmalarına daha fazla ağırlık vermek gereği bir kez daha ortaya çıkıyor.

30 Ocak 2011 Pazar

Siyaset, Rant ve Devleti Soymak

Siyaset, Rant ve Devleti Soymak

Gürcan Banger

Kira geliri gibi bir iş yapmadan elde edilen gelire rant adı verilir. Ekonominin kendi işlerliği içinde arz ve talep ilişkilerine göre oluşan türü gerçek rant olarak isimlendirilir. Devletin bazı ekonomik etkinlikler üzerine kısıtlamalar koyması veya bazı ekonomik etkinliklerin bizzat devlet tarafından yapılması ile oluşan ranta ise “yapay rant” adı verilir. Örneğin döviz kuru devlet birimleri tarafından belirleniyorsa ve siz dövizde olabilecek değişimleri (bir biçimde) önceden bilebiliyorsanız, bu yolla devletin yarattığı yapay ranttan avantajlar elde edebilirsiniz.

Rant kollama, devlet içinde ve / veya dışında bazı çıkar gruplarının devlet tarafından yaratılmış yapay rantı kendilerine aktarma çabalarıdır. Rant kollama, çıkar gruplarının devlette birikmiş olan değerleri kendilerine aktarmak üzere ciddi büyüklüklerde maddi kaynak harcadıkları bir alanın adıdır. Bir başka deyişle; rant kollama devletten ekonomik veya sosyal çıkar elde etmek isteyen baskı veya çıkar gruplarının yaptıkları etkinlikler ve harcamalardır.

Kim?
Yapay rant beklentisi içinde olan gruplar çeşitlilikler gösterir. İktidardaki siyasi partinin üye veya yandaşları, yönetim kademelerine seçilmiş siyasetçilerin akraba ve yakınları, bürokratların yakın çevreleri, etnik ve hemşehri grupları, devletle ihale benzeri iş yapan kişi ve firmaların devletten yapay rant elde etmek için girişimlerde bulundukları bilinir.

Devletten birikmiş kaynakların yapay rant aracılığı ile dışarıya aktarılmasında çıkar ve baskı gruplarının yönetimin bazı pozisyonlarında iç ortakları olabildiği gözlenmiştir. Örneğin siyasi ilişkiler nedeniyle bir makamın danışmanlığına gelen bir kişinin kendi özel sektör firmasına devletten iş ve kaynak yönlendirdiği çokça görülür. Bu iç ortaklar aracılığı ile devlet içi işleyişine ve kaynak birikim noktalarına ilişkin bilgi dışarıya sızdırılır. Böylece çıkar grupları için rant kollama girişimlerine yönelik çalışma hedef ve konuları belirlenir.

Rant kollama nasıl?
Rant kollamanın (Doğu toplumlarına özgü yaratıcı türleri dışında) Dünya’da iyi bilinen türleri vardır. Bunlardan birincisi devlet tarafından verilen ayrıcalıklara (imtiyazlara) yönelik olarak yürütülen “tekel (monopol) kollama” yaklaşımıdır. Yine (merkezi veya yerel) devletin denetiminde fiyat tarifeleri ile ithalat vergi oranlarına yönelik olarak yürütülen rant çalışmalarına “tarife kollama” adı verilir. Bu yaklaşımda devlete etki edilerek bazı grupların çıkarlarına uygun fiyatların ve ithalat vergi oranlarının oluşması sağlanır. İthalat işlemlerine yönelik olarak yürütülen “lisans kollama” ve “kota kollama” yaklaşımlarından da söz edebiliriz.

Bizde iyi bilinen türler arasında devletçe verilen teşviklerin özel bir yeri vardır. Faizsiz veya düşük faizli krediler, tarım ürünleri için destekleme alımları, vergi istisna ve muafiyetleri ülkemizde görülen rant kollamanın önemli unsurları arasında olmuştur.

Bir de; toplumumuzda alışılmış bir tür olan devletin sosyal ve mali yardımlarının siyasi yandaşlara, bazı kültürel gruplar ile akraba, hısım ve göçmen hemşehrilere aktarıldığı (teknik dilde altruizm denen) türü unutmamak gerekir.

Sivil toplum
Toplumu oluşturan (devlet ve özel sektör dışındaki) üçüncü unsur sivil toplumdur. Bu alanda yurttaşlar ve sivil toplum kuruluşları yer alır. Toplum içinde oluşan (yukarıda bazılarını anlattığım) ilişkilere bakarken; sivil toplumu göz ardı eden bir bakış açısı olmamalıdır.

Yoksullukla mücadele, işsizliğin azaltılması, kadın istihdamı, yerel kalkınma gibi hedefler bugünün önemli sosyal ilerleme hedefleri arasında yer alıyor. Özellikle 20’nci yüzyılın son çeyreği, bu amaçları gerçekleştirmek için sivil toplum kuruluşlarının (STK’ların) yepyeni bir bakış açısı geliştirdikleri dönem oldu.

Bu döneme kadar sosyal projelerin özünde yoksullar ve genel olarak halk için (hatta onlara rağmen onlar adına) bir şeyler yapılması anlayışı hâkimdi. Sivil toplum ruhunun gelişmesi ile halkın sorunlarına bulunacak çözümlerde halkın doğrudan katılımının daha verimli ve sosyal sindiriminin daha kolay olacağı noktasına varıldı.

Gerçekten (dikkatini özellikle yoksullara ve halka yöneltmiş olan) yeni toplumsal ilerleme anlayışı, halkı bu projelerden yararlanan pasif unsurlar olarak değil, bizzat sosyal kalkınma sürecinin üreticileri ve yöneticileri olarak görmektedir. Özetle söylersek; özgün sorunlarda sosyal teoriyi halk üretmeli (zihinsel yaratının fiilen içinde bulunmalı), bu düşünsel ürünü pratiğe koymak üzere projenin yönetiminde bizzat halk yer almalıdır. Sosyal proje süreçlerinde STK’ların ve yerel yöneticilerin görevi, proje süreçlerinde ancak kolaylaştırıcı (moderatör) olmaktır.

Devletin bir anlamda yerel uzantısı olan yerel yönetimlerin ülkemize özgü, fakat gelişmiş Batı’ya oranla farklı bir fonksiyonundan söz etmek isterim. Gelişmiş Batı’da yerel yönetimlerin birincil görevi, kentli halka hizmet etmektir. Bizim toplumumuzda ise yeni kentli bireyin yaratılması (toplumumuzda sosyal göçün ağırlığı ile kendiliğinden oluşamayan köylüden kentliye dönüşümün sağlanması) yerel yönetimlerin önünde birincil ama güç bir görev olarak durmaktadır. Bu nedenle halkın bir pasif nesne yerine bir aktif sosyal özne olabilmesi, neden halkın katılımına bu denli önem verdiğimin cevabıdır.

Neden katılım?
Hiç kuşkusuz halkın katılımı bir sosyal projeyi pek çok yönden çok daha güçlü yapar. Bu nedenle genelde toplumumuzun iyi bildiği “ben bilirim, ben yaparım’cı” bir yaklaşım yerine halkın da karar ve yönetim süreçlerine katılması ile çok daha nitelikli çözümlere ulaşmak mümkün olacaktır.

Buna bir anlamda kendi oyununu oynamak diyebiliriz. Bir çocuğun düşe kalka yürümeyi öğrenmesi gibi düşünebiliriz. Nasıl çocuk attığı her adımdan sonra kendini daha güvenli hissedecekse, özellikle yoksul halk da başardığı her sosyal projenin ardından kendini gelecek konusunda daha güvenli ve daha ümitli hissedecektir. Halka ve yurttaşa güvenmek gerekir. Hiç kuşkusuz; halkın manipüle edilmesinin önünde sonuna kadar da durmak lazım…

Burada atılan her başarılı adımın güven vermesi fikrine karşılık yapılan hatalı ve başarısız işlerin de güvensizliğe neden olabileceği itirazı gelebilir. Bu, haklı bir itiraz noktasıdır. Özgüven ararken güvensizlik batağına düşmemek için sosyal proje eğitimlerinin ve uygulanacak sosyal projelerin sıralamasının doğru yapılması gerekir.

Dünya üzerindeki sivil toplum deneyimi incelendiğinde halkın doğrudan katılımı yaklaşımını doğru kavramış birey ve örgütlerin kolaylaştırıcılığı (moderatörlüğü) altında zihinsel tasarımını bizzat halkın kendi yaptığı, yönettiği ve yürüttüğü sosyal projelerde çok nitelikli sonuçlar alındığı gözlenmiştir. Bu sonuçlar arasında da bence en önemlisi, sosyal özne olma yolunda bireyin kendi problemlerini kendisi çözmek üzere özgüvenini kazanmasıdır. İşte bu da demokrasiden başka bir şey değildir.

28 Ocak 2011 Cuma

Devleti Soymak, Kamuya Sahip Çıkmak

Devleti Soymak, Kamuya Sahip Çıkmak

Gürcan Banger

Bal nerede ise bilumum haşerat da oradadır. Özellikle Doğu toplumlarında siyasetin devletin soyulması üzerine kurgulanmış olmasının altında kamunun balından alınması hedeflenen pay yer alır. Bu tür toplumlarda siyasal ahlak da bu soygun düzenine göre şekillenir.

Devlet ve ahlak
Ahlak; bir topluluk veya toplum içinde geçerli değer yargıları ile gelenek, görenek ve kurallardan oluşan bir bütündür. Genelde zamana ve mekâna bağımlıdır; bu nedenle sübjektiftir. İnsanlararası davranış kuralları konusunda kendiliğinden oluşmuş bir sosyal reçetedir. Örneğin Latin filozofu Seneca, ahlakı parçadan, bütünün iyiliğine uygun davranmasını bekleyen kurallar dizisi olarak tanımlar. Hukukun oluşmasında önemli kaynaklardan birisi ahlak kurallarıdır.

Günümüzdeki demokrasilere siyaset bilimi açısından baktığımızda; üç ayrı faktör dikkatimizi çeker: Seçmenler, siyasetçiler, bürokratlar (atanmış devlet yöneticileri)… Siyasetçiler, devlet yönetimine sahip olmak için seçmenlerden oy isterler. Seçmenler ise kendilerine uygun taahhütlerde bulunan siyasetçilere oy vererek seçilmelerini sağlarlar. Devlet yönetimine egemen olan seçilmiş siyasetçiler, bürokratlar aracılığı ile devletin işlemesini sağlarlar.

Devlet ahlakı, seçilmiş siyasetçilerin atanmış devlet yöneticileri (bürokratlar) ile karar ve uygulamalarda uymaları gereken kuralları belirler. Bu arada seçilmişlerden beklentileri olan çıkar ve baskı gruplarının (özellikle seçilmişlerin yakın ve yandaşlarının) kuralları zorlayan yaklaşımlarını da unutmamak gerekir. Ayrıca devlet yaşamında, kimi bürokratların kendi atanmış pozisyonlarını korumak için devlet ahlakının sınırlarını zorladıkları bilinir.

Devlet ahlakının temel dayanakları hukukun üstünlüğü ve yasa egemenliğidir. İyi ve düzgün işleyen bir toplumsal sistemde öncelikle bizzat devletin kendisinin, siyasetçilerin, bürokratların, seçmenlerin ve en genel küme olarak yurttaşların hukukun üstünlüğüne inanmaları ve saygı göstermeleri gerekir.

Kamu ahlakı ve sorunlar
Düzgün işleyen bir toplumsal düzenin ana fikri kurallar ve katılımdır. Bir başka deyişle; (devlet de dâhil) toplumu oluşturan unsurlar arasındaki oyunun kurallarının önceden ve katılım ile uzlaşmaya dayalı olarak belirlenmesidir. Bu kurallar yürütme ve denetlemenin ne biçimde yapılacağını, halkın bilgisine nasıl sunulacağını belirler.

Bu kuralların konulmasındaki temel düşünce, siyasetçinin elindeki erki kullanarak yalnız hizmet etmesi; kendisi, yakın ve yandaşları için avantajlar elde etmeye çalışmamasıdır. Aynı şekilde bürokratın devlet içindeki kendi pozisyonunu koruyabilmek için siyasetçinin yörüngesine, çıkar ilişkileri ağı içine girmesini engellemektir. Peki, bu varsayımlar gerçek yaşamda uygulanma şansı bulabiliyor mu? Gerçekten ahlaki bir sosyal düzende mi yaşıyoruz?

İşin gerçek yüzü
Şimdi bir de yakın planımızda görünenlere bir bakalım. Maddi kaynağın büyüğü nerede? Tabii ki, rantın büyüğü merkezi devlette ve yerel yönetimlerde... Devlette bu kadar büyük rant olunca devlet ahlakının da kimi siyasetçiler, (devleti soyma hevesi de eklendiğinde) bürokratlar ve siyasetin bazı yandaşları için “biraz esnemesi” olağan değil mi? Ne demiş atalarımız: “Bal olan yerde sinek de bulunur. Bal tutan parmağını yalar.”

Siyasette dört faktör
Yukarıda dile getirdiğim gibi; reel siyaset alanı siyasetçiler, bürokratlar, çıkar ve baskı grupları ile seçmenlerden oluşur. Bu yaklaşımda siyasetçinin hedefi oy miktarını çoğaltmaktır. Buna “oy maksimizasyonu” denir. Siyasetçi aldığı oyların karşılığında söz verdiği hizmetleri bürokratlar aracılığı ile yerine getirir. Bu hizmetlerin yerine getirilebilmesi için bürokratlar daha büyük bütçelere sahip olmak isterler. Bu nedenle bürokratların amacının “bütçe maksimizasyonu” olduğu söylenir.

Siyasal resmin beklenti yanını oluşturan faktörlerden birisi çıkar ve baskı gruplarıdır. Bu kesimler özellikle merkezi ve yerel devlette birikmiş olan rantın peşindedirler. Bu nedenle çıkar ve baskı gruplarının amacı “rant maksimizasyonu” olarak ifade edilir. Son olarak; yurttaşlar siyasetçilerden talepte bulundukları hizmetlerin yerine getirilmesini, siyasetçilerin kendilerine verdikleri sözleri gerçekleştirmelerini beklerler. Seçmenin bu yaklaşımı ise “fayda maksimizasyonu” olarak isimlendirilir.

Basın
Yukarıda sözünü ettiğim dört unsurun birbiri ile iletişimini sağlayanların başında basın gelir. İşinin niteliği gereği, basın yukarıda sözü edilen dört faktörle de iletişim içindedir. Bu dört faktörün arasındaki ilişkiler basının önemli haber malzemeleri arasında yer alır.

Bu ilişkileri basında yorumlayarak değerlendiren yazarlar arasında bazı kategoriler vardır. Birinci tür, siyasetçiye alkış tutmayı alışkanlık haline getirmiş kesimdir. Kimi zaman meslekten olmayabilen bu yazarlardaki temel yaklaşım, biteviye siyasetçilere ve bürokratlara teşekkür ederek, onları överek “bu makama” sevimli görünmeye çalışmaktır. İkinci tür, genelde meslekten olan ama yılların yorgunluğu ile “ahı gitmiş, vahı kalmış” yazar türüdür. Bunların yazılarından eleştiri mi yaptıkları, yoksa övgü mü düzdükleri pek anlaşılamaz. Genelde suya sabuna dokunmadan “ortanın ortasından sessizce yürümeyi” tercih ederler. Üçüncü tür, fanatiklerdir. Bunlar dümeni kilitlenmiş gemi gibi daima aynı yöne giderler. Olaylar karşısındaki yorumları genelde “form dilekçe” halindedir. Bir gelişmenin ardından ne yazıp söyleyecekleri önceden bilinir. Bu davranışı fanatizmden mi yoksa maddi çıkar karşılığı mı yaptıklarını kategorize etmek pek kolay değildir.

Bu yazar kategorilerini çoğaltmak mümkün ama son bir tanesi ile bağlamak istiyorum. Dördüncü yazar türü, siyasetçi ve bürokrattan beklentileri olmayan, düşündüğünü korkusuzca ama toplumsal sorumluluk duygusuyla ifade edebilen yazar sınıfıdır. Bu yazar türünü siyasetçiler, bürokratlar ve çıkar grupları sevmez. Çünkü bu grupların en ciddi eleştirmenleri bu kategoride yer alan yazarlardır.

Görsel olsun, yazılı olsun basında yer alan bir yazarın görevi aklın ve hak olanın yanında olmaktır; değil maddi beklentilere, zaman ve mekâna göre bir selama dahi “eyvallah” etmemektir. Basın, kamu ve devlet ahlakının önemli savunucularındandır. Bu fonksiyonu kendi varlık nedeninden alır. Kendi yerini belirlerken siyasetçiler, bürokratlar ve çıkar grupları ile karşılıklı yer tutuşmalarını dikkate almadan görev yapar.

Bir ülkede siyaset, devletin soyulması üzerine kurgulanmış ise başka kurum ve kuruluşlar ile kişilerin de bu sisteme aşırı biçimde angaje olmalarına şaşmamak lazım. Malum; at sahibine göre kişner.

Toplumun Ruhu ve Suç

Toplumun Ruhu ve Suç

Gürcan Banger

Son yıllarda hukuk ve kamu ile o derece oynandı ki, içimiz dışımız kabahat, suç ve ceza oldu. Kimin haklı, kimin zanlı olduğunu birbirine karıştırmaya başladık. Bir yandan toplumun ezberi bozulurken bir yandan da dezenformasyonun saldırısıyla erozyona uğradık. TV kanallarından bir tanesinin sabah haberleri kuşağını izlemek bile sorunun geldiği boyutları kavramak açısından yeterli… Hızla kanlı olmaya dönüşen tartışmalardan töre cinayetlerine, alacak konularının silahlı eyleme dönüşmesinden aile içi çatışmaların şiddetle çözülmeye çalışılmasına kadar sayısız örnek…

Bir Fransız atasözü “Suçun kendine yararı yoktur” der. Ama ne yazık ki, yazılı basın ve görsel medyadaki haberler bunun aksini söylüyor. Hırsızlık, gasp, insan kaçırma, bağımlılık yapan madde ticareti, kamunun kaynaklarını kendi çıkarına kullanma ve benzeri gibi suçların sosyal yapısına baktığımızda günümüzde “suçun kendine ciddi düzeyde yararları” olmaya başladığını görüyoruz. Hele ki; suçun ve suçlunun peşine düşecek nitelikli ve yeterli güvenlik ve adalet sistemlerinin eksikliği duyuluyorsa... Anlaşılıyor ki bugün suç, bazı kişi ve kesimler için giderek gelişen bir yaşam türü ve meslek haline dönüşmüştür. Bu öyle bir sosyal dönüşümdür ki, bazı örneklerde gördüğümüz gibi içine siyasetçilerle bürokratları da çekebilmektedir.

Sosyal değişim ve suç
Suçun, toplumun bazı kurumları ile yakından etkileşim içinde olduğunu biliriz. Örneğin ekonomi, eğitim, din ve ahlak gibi toplumsal kurumlar (ve bu kurumlardaki değişiklikler) genel anlamda suç üzerinde dolaylı ve dolaysız etkiler yapar.

Bir yandan töre cinayetlerinin sıradanlaştığı diğer yandan hukukun yerini şiddetin almaya başladığı toplumumuzda insanların canına mal olacak düzeyde artan suçun nedenleri üzerince ciddiyetle durmamız gerekir. Karşımızdaki yükselen suç tablosunun arkasındaki bazı toplumsal faktörler arasında şunları sayabiliriz: Denetimsiz nüfus artışı, sosyal göçler, yoksulluk ve istihdam sorunları, eğitim sisteminin yetersizliği ve eğitimin kalitesizliğindeki süreklilik, kent yönetimlerindeki başıbozukluk ve yozlaşma, yazılı ve görsel medyanın özellikle gençlik üzerindeki olumsuz etkileri, bağımlılık yapan madde kullanımındaki artış ve siyasal iktidarların bu konulara olan duyarsızlık ve ilgisizliği… Bunlar ilk elde aklıma geliverenler. Bu faktörlerde iyileştirme yapılmadığı sürece hiç kuşkusuz, toplumsal suç olaylarında nicelik ve nitelik artışı sürecektir.

Yukarıda saydığım ve suçun oluşması için gerekli altyapıyı hazırlayan unsurlara ek olarak, doğrudan sistemi ilgilendirmesi nedeniyle iç (mikro) faktörler olarak isimlendirebileceğim güvenlik ve adalet sistemindeki yetersizlik ve zafiyeti ekleyebilirim. Güvenlik ve adalet sistemlerinde yeniden yapılanmalara ihtiyaç olduğu izlenimi içindeyim. Bu değişiklikler var olan sistem üzerinde yapılabileceği gibi, toplumun yeni ihtiyaçlarına uygun olarak sistemin tümüyle değiştirilmesi biçiminde de olabilir.

Türkiye, toplumsal yapısı ve gelişimi açısından Batı’dan bazı farklı özelliklere sahiptir. Bu nedenle bunları da dikkate alan suç analizinin ve yeniden yapılanmanın gereğine inanıyorum.

Önlem alınıyor mu?
Açıktır ki, Türkiye tam anlamıyla bir sosyal kriz döneminden geçiyor. Bu krizi futbol maçlarındaki terörden sokaktaki gasp olaylarına kadar pek çok alanda gözlemek mümkündür. Eğer suçun önlenmesi konusunda gerekli çalışmalar acilen yapılmazsa ilk karşılaşacağımız görüntü artan can ve mal kayıpları olacaktır. Bunun birinci sorumlusu ise görevde bulunmasının ana nedenlerinden birisi iç güvenlik olan siyasal iktidar ve ilgili bürokrasi olacaktır.

Güvenlik güçlerinin ve adaletin suç karşısında etkisiz kalmaya devam etmeleri, muhtemelen kişilerin kendi güvenliklerini sağlamak üzere silahlanma eğilimi içine girmelerine neden olacaktır. Hatırladığım çalışmalardan birine göre Türkiye’de 6-7 kişiye bir silah düşmektedir. Yeni silah yasası tasarısı da bu gerçeğin dibine sağlam temel olacak gibi… Bireysel silahlanmanın maddi kaynak savurganlığı olması dışında, toplumun dibine her an patlamaya hazır yüksek güçlü patlayıcı yerleştirme anlamına geldiği fikrini, sanırım herkes paylaşır.

Güvenlik ve adalet sistemlerinin zafiyetinin sürmesinin bağlı sonuçlarından bir diğeri ise sokak çeteleri ve benzeri örgütlenmelerin daha sık görülmeye başlamasıdır. Bu sosyal gelişmeye geçit verilmesi, özellikle gençliğin sokak ilişkileri yönünde olumsuz etkilenmesine neden olmaktadır.

Ne Yapmalı?
Suçla mücadele için dünya deneyi, bugüne kadar çeşitli uygulama örnekleri yaşamış. İyileştirici ilk önlem olarak (ilk akla gelen çözüm olarak) kentteki polis sayısının artırılması düşünülür. Bu varsayımın altındaki düşünce, daha çok polisin bulunmasının kentteki suç işleme sayısını düşüreceği olmuştur. Ne yazık ki, böyle bir varsayımı sayısal olarak değerlendirmek pek mümkün olamamıştır.

Rasgele zamanlarda kentin değişik bölgelerinde polis devriyesi bulundurulması bir başka seçenek olarak düşünülmüştür. Özellikle halka açık yerlerde suç oranının düşeceği varsayımına karşılık yapılan araştırmalarda bu yaklaşımın suçun azaltılmasında etkili olduğu yönünde sonuç alınamamıştır. Polisin sabit devriye görevinin ise ancak ilgili bölgede suç oranını etkilediği sonucuna varılmıştır.

Polisin gözetim altına alma yetkisinin artırılması yönünde yapılan varsayım, suçun önlenmesinde etkili olacağı düşünülmesine rağmen bu yaklaşımın olumsuz sonuçları olduğu da gözlenmiştir. Örneğin yapılan araştırmalarda polisin aile içi şiddet olaylarında gözetim altına alma girişimlerinin ailenin küçük çocuklarını olumsuz etkilediği gözlenmiştir.

Bir başka çalışma, polisin halk içinde daha fazla bulunması, toplum ile organik ilişkilerini artırması olarak öngörülmüştür. Böylece halkın polis ile daha yoğun iletişim, bilgi alışverişi ve yakınlık içinde olacağı düşünülmüştür. Bu yaklaşımın, polisin halk gözündeki sempatisini artırmaktan öte suçların önlenmesinde bir katkısı olmadığı sonucu gözlenmiştir. Ayrıca bir kamu görevi olan güvenliğin ne dereceye kadar yurttaşlara delege edilebileceği ayrı bir sorudur.

Polisin çocuklarla ve gençlerle yoğun ve informel iletişim içinde olmasının genç insanları suçtan uzak tutacağı varsayılarak bir araştırma denenmiş, ancak sonuçta bu yaklaşımın etkili olmadığı gözlenmiştir.

Polisin ihbar ve çağrılara cevap verme süresi ile suç oranı arasındaki ilişki incelendiğinde, polisin cevap süresinin kısaltılmasının suçun azalması veya önlenmesinde çok etkili olmadığı gözlenmiştir.

Bazı suç konularında yüksek potansiyelli suçlulara karşı polisin daha aktif davranması ile işlenen suç miktarı arasındaki ilişki, özellikle uyuşturucu madde kullanımı konusunda olumlu etkiler yapabileceği düşüncesiyle araştırılmıştır. Bu araştırmadan elde edilen sonuç, suça eğilimli olan kişilerin etkisiz kılındığı ama bunun dışında da kayda değer olumlu etki görülmediği yönünde olmuştur.

Değişik kamu kurumları ve sosyal kuruluşlar arasındaki iletişim, işbirliği ve paylaşımın, suç oranını azaltacağı konusundaki varsayım, yapılan araştırmalarla yüksek oranda doğrulanmıştır. Bu yaklaşım, aynı zamanda suçun çok faktörlü bir sosyal olgu olduğu gerçeğini de doğrulamaktadır. Buna bağlı olarak suçun sosyal yapısının analizi konusunda daha fazla çalışma yapılması gereği de ortaya çıkmaktadır.

Sonuç yerine
Yukarıda sözünü ettiğim çalışmanın vardığı sonuç suçun önlenemeyeceği değil; özellikle bir sosyal kriz yaşanan ülkemizde konunun çok boyutlu olarak ele alınması biçiminde yorumlanmalıdır. Gerçekten ülkemizde suçun yapılanmasında işsizlik, ekonomik sorunlar, yüksek nüfus artışı, sokak çocuklarının sahipsizliği, eğitim sisteminin sorunları gibi konular çok etkili olmaktadır. Ama bu gerçek, sokağın giderek yaşamımıza daha çok etki etmeye başladığı günümüzde iç güvenlik ve adalet sistemimizin daha etkin çalışması gereğini ortadan kaldırmaz.

27 Ocak 2011 Perşembe

Ağ Çağı

Ağ Çağı

Gürcan Banger

İlişki ağı kavramı yaşamımıza İngilizce bir sözcükle girdi: “Network”. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sözcüğün kullanımı hızla yaygınlaşıyor.

İlişki ağı
Kentin değişik yerlerinden rasgele insanları toplar ve bir odaya koyarsanız, bu insanlar bir bütünlük oluşturmaz. Bir bütünlük oluşturması için bir topluluğu oluşturan insanlar arasında iletişim ve fiziksel mekân ilişkisi dışında bireysel seçimlere dayalı bir ilişki olması gerekir. Belli bir konuda değişik türlerde iletişimde bulunmak için oluşmuş insan topluluğuna bir ilişki ağı adını verebiliriz. Bu kişilerin aynı fiziksel mekânda bulunmaları gerekmez. Telefon, İnternet, görsel veya yazılı medya ya da Facebook, Twitter (ki yaygın bilinen bu ikisinden başka örnekler de var) gibi sosyal medya aracılığı ile iletişimde bulunmaları, bir ilişki düzenine girmeleri onların bir ilişki ağı (kısaca bir ağ) oluşturduklarını gösterir. Bir başka tanımlamayla; ağ, karşılıklı yararlar için insanlar arası ilişkilerin geliştirilmesi diye düşünülebilir.

Örneğin dağcılık ile ilgilenen insanların İnternet üzerinde e-posta veya Facebook ile haberleşmeleri, (örneğin PDF formatında) bir sanal dağcılık dergisi veya bülteni yayınlamaları, zaman zaman toplanarak bilgi ve deneyim alışverişinde bulunmaları, katılımlı arazi gezileri düzenlemeleri topluluğun bir dağcılık veya doğa sporları ağı oluşturduğunu gösterir.

Neden ağ?
Çok parlak bir fikrinizin bulunması ya da çok farklı bir ilgi alanınızın bulunması, kişi olarak sizi diğer insanlardan farklı kılabilir. Ama fikrin veya ilginin çok daha yüksek başarı düzeylerine ulaşması, genellikle başka insanların da konuya katılımına ve ortak paylaşıma bağlıdır.

İster ticari bir konu olsun, ister bir boş zaman değerlendirme etkinliği olsun bir ağın söz konusu işe katabileceği pek çok yarar vardır. Bir ağın ilk yararları arasında değerli bilgi, deneyim ve kaynakların kolaylıkla topluluk içinde bulunabilmesi sayılabilir. Bir ağ ilişkileri içinde problemlerin çözümleri çok daha kolay gerçekleşmektedir. Yine kritik olabilen bir iş için doğru insanların bulunması ağ içinde veya ağ ilişkileri sayesinde hızla ve kolaylıkla mümkün olmaktadır.

Ağın diğer kazandırdıkları
Amatör tiyatro topluluğu, yerel arkeoloji grubu, el sanatları atölyesi, sosyal yardımlaşma ve dayanışma platformu güzel ağ örnekleri arasında yer alır. Ağ, yeni arkadaşlarla tanışmak ve sosyal ilişkileri güçlendirmek için çok uygun bir ortamdır. Ağ ilişkisi içinde kişiler, farklı kültürel, etnik ve inanç ortamlarından gelen değişik bireylerle tanışabilirler. Bu yönüyle ağların toplumsal saygı, sevgi, empati ve hoşgörüyü geliştiren fonksiyonları vardır.

Ruhsal sıkıntılarımızı iyileştirmenin en iyi yollarından birisi bu tedaviyi bir ilişkiler ağı içerisinde yapmaktır. Bir topluluk içinde sosyalleşmek, içe dönüklük sorunlarının liste başı ilaçları arasındadır. Ağların çok net etkilerinden birisi, ruhsal gelişim konusunda yaptığı olumlu katkılardır.

Herkes ağ kurabilir
Bir ilişkiler düzeninin ağ olabilmesi için bence beş veya üzerinde katılımcısı olması gerekir. Neden gizemli beş sayısından söz ettiğimi sorabilirsiniz. Eğer mekânsal yakınlığı olan, bir masa etrafında toplantılar yapan bir ağ kuracaksanız, bir toplantı için beş sayısı, ideal katılımcı sayısıdır. Daha yüksek katılımlı toplantılarda verim düşüşü gözlenmiştir. Ama bir ağda yatay da olsa yönetim ve koordinasyon önemlidir. Katılıma izin veren ve insanların kendilerini ağın bir unsuru hissettikleri her sayı, ağ için uygun olabilir.

Bir ağ kurmak 1 iken 2, devamla 2 iken 4 olabilmektir. Bir ağda sistemin kendini yeniden üreterek çoğaltması, her bir bireye az yük getiren ideal ağ genişleme biçimidir.

E-posta grubu
Bir e-posta grubu için Internet’te yahoo.com veya googlegroups.com gibi ücretsiz destek sağlayan kuruluşlar var. Doğal malzemelerden yapılmış ürünler pazarlamasında hizmet veren ağları duymuşsunuzdur. Bir futbol takımının sevenleri de kendi aralarında ağ oluşturabilirler.

Etkin olma
Bir ağa katılmak, öncelikle insanlar ile ilişkilerinizi geliştirmeyi hedeflemelidir. Bir ağ listesine isminizi eklemek veya gerekiyorsa dönemsel maddi katkıyı vermek işin ikincil yanıdır. Önemli olan emek ve zaman ayırıp ağ çalışmalarında etkin olarak bulunmak, çalışma gruplarına ve organizasyonlara katılmaktır.

Paylaşım
Ağ, genelde bir yatay (hiyerarşisiz) paylaşım ortamıdır. Bu ortamda kişilerin daha başlangıçta apoletleri yoktur. Bir ağda herkes eşit hukuka sahip olarak bulunur. Ağda kişilerin sivrilmeleri, öne çıkmaları yaptıkları işlerdeki başarılar ve topluluk tarafından beğenilen özellikleri ile oluşur. Bir ağda ilgi çekmenin ilk adımlarından birisi, ağın diğer bireylerinin görüşlerine saygı göstermek ve iyi bir dinleyici olmaktır. İnsanlar kendi görüşlerinin dinlenmesine önem verirler.

İletişim
Ağın türü ve amacı ne olursa olsun bir ağdaki temel fikrin ilişki olduğu asla unutulmamalıdır. Bu nedenle ağı oluşturan bireyler arasında ilişkiyi pekiştirecek temel unsurlardan birisi iletişimdir. Ağı oluşturan diğer kişiler ile zaman zaman iletişim kurmayı denemeniz son derece yararlı olur. Bu iletişim için ulusal veya dini kutlama ve anma günleri veya doğum / evlenme günleri gibi vesileleri beklemek gerekmez. Ağdaki kişilerle iletişim kurabilmek için vesileler yaratmalısınız.

Kendi olmak
İlgi gruplarında, mekânsal olarak bir arada bulunabilen ilişki ağlarında gördüğüm garip bir durumdan söz etmek istiyorum. Bazen iyi tanıdığım bir arkadaşımı böyle bir toplulukta tanımakta zorluk çekiyorum. Sanki o arkadaşım, topluluk içerisinde farklı bir kimliğe bürünmek için başkalaşım geçiriyor. Kafasında idealleştirdiği bir başkası gibi davranmaya çalışıyor. Bu durum, bir ağda yapılabilecek ciddi hatalardan birisidir. Bu tür ortamlarda kendimiz olmayı beceremezsek insanlarda bir tür ikiyüzlülük izlenimi bırakırız. Bir ağ ortamında bireyler rahat, doğal ve açık olmalıdırlar. Çünkü ağ, “sivil generallerin” bulunmadığı, gönüllü eşitler topluluğudur.

İlişki
Bir ağda mümkün olduğu kadar çok kişiyi tanımanın yararlı olduğunu düşünüyorum. İnsanları asla “size göre olanlar ve olmayanlar” diye tasnif etmemelisiniz. Ağın amacı ister siyaset, ister satış, ister amatör bir hobi alanı olsun çok sayıda insanla tanışmanın yararlarını mutlaka uzun erimde göreceksiniz.

Bu bağlamda olmak üzere, tanıdığınız insanların başarılı çalışmalarına, topluluk içinde sunuşlarına yönelik kutlama ve övgülerinizi fazla abartıya kaçmadan kendilerine iletin. Eğer söz konusu başarılı etkinliği yapan kişiyi tanımıyorsanız ona uygun bir yolla örneğin yazılı olarak ulaşın ve çalışması hakkında izlenimlerinizi ifade edin. İlişkilerin giderek kaybolduğu günümüzde küçük bir kutlamanın ne kadar etkili sonuçlar doğurduğunu göreceksiniz.

Bir ağda yer alın veya kendi ağınızı kurmayı deneyin. Ağda kalın…

26 Ocak 2011 Çarşamba

Cinsiyet Ayrımcılığı ile Mücadele

Cinsiyet Ayrımcılığı ile Mücadele

Gürcan Banger

Erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz. Ama yine de mağdur olmuşçasına erkeklerin kadınlar hakkındaki şikâyet ya da eleştiri içeren genellemeleri her ortamda duyularımıza yansır. Genellikle mağdur olan cinsiyet olmasına da bağlı olarak kadınlar da genel yargılar konusunda erkeklerden geri kalmazlar. Gerçekten kadınların şikâyet etmeye “Tüm erkekler…” diye bir genelleme ile başladıklarını dıymuşsunuzdur. Erkeklerin, kadınları “anlaşılması zor” olarak algıladıkları ise sık duyulan bir yaklaşım halindedir. Facebook gibi sosyal medya örneklerinde karşılıklı yargıların kimi zaman kırıcı sertliğe vardığını şaşırarak izliyorum.

Bu karşılıklı genel iletişimsizliğin arkasında, kadınların ve erkeklerin farklı beden ve ruh yapıları bulunduğu, nedense yeterince dikkate alınmaz. İnsanlar, iki farklı cinsiyet olarak birbirlerinin farklarını anlama yönünde yeterince çaba sarf etmezler. Hâlbuki bir algı ve iletişim denemesi bile, karşılıklı anlaşmayı çok daha kolay hale getirebilir. Kadın ve erkek; fiziksel, zihinsel ve duygusal olarak birbirinden farklıdır. Bunu doğru kavrayarak anlaşmanın ve uzlaşmanın doğru zeminini ve araçlarını bulup çıkarmak lazım…

Cinsiyetler arasındaki farkları kavramak için, bireylerin öncelikle kendilerini iyi tanımaları gerekir. Kendisi hakkında yeterli ve objektif bilgiye sahip olmayan birey, karşı cins ile arasındaki farkı kavramakta da zorluk çeker. Bu zorluk karşısında ise yaşamı kolaylaştırmak için “Siz erkekler…” veya “Bütün kadınlar…” gibi genellemeler üretmeye çalışır. Bu genelleme çabaları ise kolaylaştırmaktan çok, araya bir duvar örmeye yarar; iletişim şansını azaltır.

Kişilerin cinsiyetlerine bağlı ortak özellikler, iletişimin sadece bir yönüdür. Her birey, kendine özgü davranış modelleri geliştirerek, cinsiyetin kendine verdiği katı kalıpları esnetebilir. Bu nedenle; karşı cinsi kavrarken, onu tanımak için kendinize yeterli zamanı ayırmadan genel çerçeveye bağlanmamak gerekir. Hiç kuşkusuz; her bireyin, kendi cinsinden olan diğerlerinden ciddi kişisel farkları olabilir. Bireysel farklılıklara saygı göstermek ve bu anlamdaki farkı da doğru kavramak önemlidir.

Cinsiyet farkı; sadece bir beden farkı bir başka deyişle fiziksel ve biyolojik farklılık değildir. İnsanlık tarihi içinde öğrenilmiş kültürler de vardır. Her kültür, farklı cinsiyetlere farklı rol ve statüler biçmiştir. Bunlar, insanların yaşadıkları zamana ve toplumlara göre değişir. Bir Avustralya yerlisi erkeğin kadına bakışı ile bir Fransızın bakışı arasında muhtemelen genel farklar vardır. Yine; bundan yüz yıl öncesi ile bugün arasında Anadolu’da kadın ve erkeklerin birbirlerini algılamalarında farklılıklar oluşmuştur.

Erkek egemen toplumlarda erkek ve kadınların karşılıklı algıları, oldukça ilginç bir görünüm verir. Örneğin bazı örneklerde kadının sosyal açıdan özgürleşmesi, kadının erkekleşmesi olarak görünür. Genelde erkek tanımlarının geçerli olduğu bir dünyada kadınlar sosyal yaşamda var olabilmek için erkek normlarını kabul etmek zorunda kalırlar. Ülkemizdeki siyaset modeli bunun en belirgin örneklerinden birisidir. Çoğu zaman siyaset süreçleri, kadınların kendi farklılıklarını siyasal yaşama getirmelerine izin vermez. Zaten kadın siyasette erkeklerin adeta izin verdikleri sürece var olur. Bu olumsuz durumun (bir başka deyişle erkek rolünü kabul etme durumunun), bazı kadınlar tarafından benimsenmiş ve içselleştirilmiş olması ise gerçekten üzücü bir durumdur.

Geleneksel özellikleri yüksek toplumlarda değişimi sağlayacak asal unsurlar arasında kadınların bulunduğunu düşünüyorum. Çoğu zaman gençler ve kadınlar gibi genel sosyal kategoriler, değişim gücü olarak kabul edilmezler. Fakat gelenekselliği baskın toplumlarda kadınlara düşen özel bir rol var. Bunu, Türkiye’nin doğusunda kalan ülkeler (Doğu toplumları) için söyleyebiliriz. Yine Afrika ülkeleri için de bu tespitin geçerli olduğunu düşünüyorum.

Yukarıdaki değişimci kadın gücü tespitime rağmen, andığım ülkelerde kadınları yönlendirecek doğru fikriyatın da henüz oluşmadığı kanaatindeyim. Cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadelede hiç kuşkusuz Batı kültüründen öğreneceklerimiz var. Ama toplumun genelde Müslüman olduğu ülkelerde Batı tipi feminizmin doğru “kadın ideolojisi” olduğundan emin değilim. Sanki Doğu toplumları için farklı türde bir söyleme ve pratiğe ihtiyaç var. Bir de; cinsiyet ayrımcılığı ile mücadeleyi kentlerin albenili ortamlarına sıkıştırmaktan kurtulmalıyız. Kırsalda ve kentlerin varoşlarında yaşama kazanılması gereken insanlar (özellikle kadınlar) var. Sivil toplum hareketi bu anlamda kendini Batıcı küçük burjuva elitizminden sıyırabilmeli.

25 Ocak 2011 Salı

Ayrımcılığın Her Türlüsü…

Ayrımcılığın Her Türlüsü…

Gürcan Banger

Hoşgörü, konukseverlik ya da kardeşlik gibi kavramlar günlük konuşmada dilimizden düşmez. Çok sayıda kültürün birleştiği bir mozaik bütünlük olduğumuzu sıklıkla dile getiririz. Cinsiyet konusuna gelince; “Cennet, annelerin ayaklarının altındadır.” Engellilere yardım etmeyi severiz. Ama ayrımcılık da sosyal genetiğimizin adeta ayrılmaz bir parçasıdır.

Ayrımcılık
Ayrımcılık; bazı kişi veya grupların sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, cinsel veya günlük yaşam tercihleri nedeniyle; bir insan ve yurttaş olarak kişinin yaşam alanlarından dışlanması olgusu üzerine gerçekleşir. Basit anlamda; ayrımcılığın özü, insan haklarının doğru kavranıp buna uygun davranılmamasında kaynak bulur. Ayrımcılık, herhangi bir bireyin olağan günlük yaşam faaliyetlerine özgürce ve tam anlamıyla katılmasının engellenmesi şeklinde oluşur. Ayrımcılık uygulanmasının gerekçeleri arasında ırk, yaş, renk, milliyet, etnik köken, cinsiyet, hamilelik, medeni durum, dinî inanç veya engellilik gibi unsurlar yer alır.

Ayrımcılık uygulamalarını izlemek için özel koşullar aramak gerekmez. Bu olgunun uygulamalarını örneğin işyerinde, aile yaşamında, siyasal parti faaliyetlerinde, sivil toplum etkinliklerinde izleyebilirsiniz. Ayrımcılığın, kişisel veya grupsal çıkar nedeniyle yapıldığı pek çok örnek sayabiliriz. Ama çoğu zaman ayrımcılık yapan kişi, böyle bir tutum veya davranış içinde olduğunun farkında bile değildir. Pek çok durumda bir ayrımcı için bu yaklaşımı, kendi zihinsel ve duygusal yaşamının sımsıkı eklemlenmiş olağan bir parçasıdır. Ayrımcılığın alt yapısında genel anlamda ‘ben ve öteki’ ayrımı yapan bir ruh hali ve zihin şekillenmesi bulunur.

Ayrımcılık ve Kültür
Ayrımcılık, bir kültür unsurudur. Öz olarak kültür; tarihî ve sosyal gelişim içinde yaratılan maddi ve manevi değerler ve bunlara ilişkin araçlar bütünüdür. Dolayısıyla kültür, bir toplum veya topluluk içinde öğrenilir. Bu nedenle ayrımcılık, içinde yaşanılan sosyal ve kültürel çevreden edinilen bir niteliktir. Ayrımcılığı ile belirginleşen kişinin, içinde yer aldığı grubun da ayrımcı özellikler taşıyor olması beklenir. Ayrımcılık özrüne sahip bir kişinin, yakın ilişki içinde olduğu sosyal grubun, insan hakları anlamında sorunları ve zafiyeti olması hiç şaşırtıcı değildir.

Ayrımcılığın gerçekleştiği sürece bir göz atalım. Ayrımcı, öncelikle karşısındaki kişinin veya grubun kendi dünyaya bakışı ile uyumlu olup olmadığını anlamaya çalışır. Eğer kendi kültürü, ideolojisi veya kabulleri ile çelişik bir durum varsa, karşısındakini ortamdaki mal ve hizmetlerden mahrum etmeye yönelir. Dolayısıyla ayrımcının kendi bakışına göre ‘geçer not’ alan düşünce ve davranışlar yaşam hakkı bulurken, diğerleri mahkûm edilir. Çoğu zaman erkeklere oranla kadınlar, beyazlara oranla renkli tene sahip olanlar, ulus-devletin kabul edilen milliyetine göre diğer etnik kökenli gruplar, yaygın cinsel tercihe oranla farklı cinsel seçimleri olanlar, zenginlere oranla yoksullar, belli bir dine mensup olanlara göre ateistler veya agnostikler, çoğunluk siyasal görüşe göre azınlıkta kalanlar, gelenekçilere göre yenilikçiler, sosyal yaşamın hemen her olası alanında ayrımcılığa maruz kalırlar.

Ayrımcılık, insanlar veya gruplar arasındaki farklılıklar değildir. Bir kişi veya grubun farklılığının, onun aleyhine (kaynaklardan veya hizmetlerden mahrum edilecek biçimde) kullanılmasıdır. Bu nedenle ayrımcılık, sosyal ve kültürel olarak yok edilmesi için mücadele gerektiren bir olgudur. Çoğu zaman ayrımcılık konusunda yeterli düzeyde bir farkındalık ve bilinçlenme gelişmemiş olduğundan, toplumun her alanında başta eğitim olmak üzere yaygın mücadele yöntemleri uygulanmalıdır.

Ayrımcılık ve Demokratlık
Siyaset veya sivil toplum alanında yer alan tanıdığınız insanları gözünüzün önüne getirin. Muhtemelen bunlardan pek çoğunun kendisini demokrat olarak tanımladığını duymuşsunuzdur. Ama malum kişinin ailesini, iş ve sosyal çevresini dikkatle incelediğinizde; gerçekte hiç de demokrat olmadığını görebilirsiniz. Bizim kendimizi demokrat olarak tanımlamamız, demokrat olmak için yeterli bir şart değildir. Yaşam biçimimizin demokratik olması gerekir. Ayrımcılık, konusunda da benzer bir durum var. Kişinin ayrımcı olup olmadığını tam olarak görebilmek için, onun yaşam alanlarında nasıl davrandığını izlemek gerekir. İyi nitelikler sözle değil, doğru çevre ve doğru eylemlerle ediniliyor.

Yurttaşlık
Farklı olabilen ırk, etnik köken, dil, cinsiyet, yaş veya bedensel durum özelliklerimize rağmen bizi aynı çatı altında toplayan yurttaşlık nedir? Yurttaşlığın çağımızda dayandığı ana fikir hangisidir? Bizi bir ülkenin vatandaşları olarak aynı hak ve özgürlüklerle eşdeğer sorumluluklara tabi tutan kurallar manzumesi ne olabilir?

Yurttaşlık olgusu, bir sosyal sözleşme temelinde şekillenir. Müslümanlığın Hazreti Muhammed dönemi ile birlikte anılan Medine Vesikası, 1215’te İngiltere’de yazılan bir özgürlükler dokümanı olan Magna Carta, insanlar arasında bir arada yaşama kurallarını düzenleyen örnek belgelerdir. Antik çağlardan başlayarak günümüze kadar yurttaşlık fikrinin temellenmesine ve gelişmesine neden olan pek çok uzlaşma çerçevesi sayabiliriz.

Bugün bu çerçeve; her toplumun kendi anayasası olarak ortaya çıkmaktadır. Anayasaya bağlı olarak daha alt konularla ilgili yasalar ise bu sosyal çerçeveyi eksiksiz kılmaya çalışır. Yasal mevzuata uygun biçimde bir sivil toplum derneğinin tüzüğü gibi insanlar arası sözleşmeler ile firmalar ve/veya bireyler arasındaki anlaşma metinleri bu çerçevenin diğer unsurlarıdır. Yine; yasal olarak zorunlu olmamakla birlikte aynı amaca hizmet etmek isteyen kişilerin, bu ilişkinin sürdürülebilirliği açısından kendi aralarında yaptıkları sözleşmeler de yurttaşlık fikrini destekleyen belgelerdendir.

Ayrımcı Kimdir?
“Yurttaşlık nedir?” sorusunun cevabı; öncelikle bizi toplum olarak bir arada tutanın, geçmişten geleceğe doğru ilerleyen bir uzlaşma fikri olduğudur. Dolayısıyla yurttaş olmak demek, yukarıda bazı unsurlarını saydığım anayasal çerçevenin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmek ve yine bu sözleşmede yazılı olan hak ve özgürlükleri kullanabilmek demektir.

Bir birey, anayasal çerçevede kendisine düşen tüm sorumlulukları yerine getirdiği ve toplumda üretilen mal ve hizmetlerden yararlanmak için gerekli şartlara yasal olarak sahip olduğu halde; bunlardan mahrum bırakılıyorsa buna ayrımcılık denir. Bir kişi veya grubun hak ve özgürlüklerini kullanmasına engel olana ise kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ayrımcı adı verilir. Bugün genel anlamda uluslararası sözleşmelerden ulusal yasal mevzuata kadar tüm çerçevelerde ayrımcılığın bir suç olduğu ve ayrımcının yasal kovuşturmaya uğraması gerektiği kabul edilmiştir.

Örnek mi Arıyorsun?
“İşim uygun ama ben işyerimde kadın çalıştırmak istemiyorum”, “Tüm şartları yerine getiriyor ama ben devlette dindar olmayanların çalışmasına razı değilim”, “Bizim derneğin tüzüğünde tesettürlü kadınların üye olmasını engelleyen bir madde yok ama yönetim kurulunda bu tür kişilerin üyelik taleplerinin reddedilmesinden yanayım”, “Farklı yaşam tercihi olan insanların bizim sivil platformda katılımcı olmalarına bir engel yok ama dinî ve sosyal görüşlerim nedeniyle bu ortamda bulunmalarına karşıyım”, “Özürlüler ile aynı haklara sahip olmayı uygun ve doğru bulmuyorum”, “Farklı etnik kimliğe sahip birisi ile bu sosyal ortamda bulunmak istemiyorum, çünkü onları memleket için zararlı buluyorum”… İşte; ayrımcılık, bunlardan (veya benzer örneklerden) biri veya birkaçıdır. Bunlardan herhangi birisi duygu ve düşüncelerimizle çakışıyorsa, o zaman ayrımcılık yapıyor olduğumuzdan ciddi biçimde kuşkulanmamız ve bunu sorgulamamız gerekir.

Bir dünya imparatorluğu ve milletler sistemi kurmuş olan Osmanlı’nın doğup büyüdüğü topraklarda yaşıyoruz. O dönemde gerçekten etnik köken ve dinî inanç açılarından hoşgörünün ve uzlaşmanın güzel örnekleri var. Ama bugün Osmanlı’nın kurulduğu dönemden yediyüz küsur ve imparatorluğun dağıldığı dönemden ise seksen küsur yıl uzaktayız. Ayrıca artık sosyal sözleşmeleri sadece iç dinamikler değil; dış dünya koşulları da belirliyor. Sadece son yüzyılda değişenin haddi hesabı yok. Bu nedenle uzlaşma ve ayrımcılık, dünde olduğundan çok farklı bir içeriğe sahip. Yaşadığımız dünyanın farkında olmak gerek. Bir de; en ciddi sorunlarımızdan birisinin ayrımcılık olduğunu fark etmek lazım…

23 Ocak 2011 Pazar

Yanlış ile Doğruyu Karşılaştırmak

Yanlış ile Doğruyu Karşılaştırmak

Gürcan Banger

Hatasız insan var mı? Yaşam çevremize göz attığımızda varacağımız sonuç, hatasızlığın imkânsızlığı yönünde olacak. Kendimizle hesaplaştığımızda hata olarak isimlendirebileceğimiz örnekleri hatırlarız. Diğer yandan hatasını kabul etmeyen insan ararsak hiç de azımsanacak bir sayı ile karşılaşmayız. Nedense insanlar hatasız olmayı erdemin ayrılmaz bir parçası sayıyorlar. Hataların yaşamın sıradanlıklarından olduğunu kabul edip önemli olanın, bunlardan gerekli dersleri çıkarmak olduğunu kabul etmek istemiyorlar.

İnsanın yaşamı öğrenmekte kullandığı en temel tekniklerden birisi karşılaştırma (kıyaslama) yapmaktır. Karşılaştırma ise sıfır noktası olarak kabul edilen bir referansa göre yapılır. Örneğin bizden yaşlı insanları anne veya babamızla karşılaştırarak öğrenmeye çalışırız. İlk kez ziyaret ettiğimiz bir kenti, uzun yıllar yaşadığımız yerleşim yeri ile karşılaştırarak kavramayı deneriz. Bir arkadaşımızın davranışını, öyle bir durumda kendimizin ne yapacağını düşünüp kendi davranış modelimizi referans alarak kavrarız. Havanın sıcaklığını, yemeğin lezzetini, filmin sürükleyiciliğini değerlendirmek için kıyaslamaya (karşılaştırmaya) izin veren referanslar kullanırız. Karşılaştırma dediğimiz yaklaşım, çeşitli bilim dallarının da sıklıkla kullandığımı bir yaklaşımdır. Diğer yandan karşılaştırmalı edebiyat dalı, bu yöntemin bir sanat dalında kullanımını sergiler.

İnsanın karşılaştırarak öğrenme özelliği, içinde bir görelilik unsuru taşır: Neye, nereye veya kime göre gibi… Eğer yaşamı kavrarken, göreliliği bir başkasına göre kurarsak (bir başka deyişle; bir başka insanı referans alırsak); tüm değerlendirme ve anlamlandırma modelimiz, o insana göre ayarlanmış olur. Hiç kuşkusuz; hangi referans noktasını kullanırsak kullanalım, bakış açımızın içinde her zaman bir kendimize görelilik ruhu vardır. Ama dış çevreden soyutlanarak özellikle kendimizi referans olarak kabul ettiğimizde; bu durum, bazı hatalar yapmamıza neden olabiliyor.

Kendini yetiştirmiş ve yaşamdan doğru dersler çıkarmış bir kişinin, zaman zaman tümüyle kendi değer ve ilkelerine göre davranmasında yanlış bir yan görülmeyebilir. Ama yaşamdan kendisini soyutlamış ve tümüyle kendi içine dönmüş bir bireyin kendi hayalleri ve yanılsamaları içinde boğulması son derece beklenen bir durumdur.

Bizi kendimize takılıp kalmaktan kurtaran, çoğu zaman yaşamın kendisidir. Eğer okumayı becerirsek; yaşam, daima bize iyi dersler sunar. Onun derslerini okuma konusunda özürlü olduğumuzda ise dersin acılarla bezenmiş olarak bize sunulması hiç şaşırtıcı olmaz. Yaşamımızdaki başarılardan ve kötü sonuçlardan doğru dersleri alırsak, bu gelecekte daha iyi bir yaşam için bir hazırlık anlamına gelir.

Olayları değerlendirirken kabul ettiğimiz referans değer ve öğretiler nedeniyle hata yapabiliriz. Yaşamda en sık yaptığımız hatalardan bir diğeri ise insanlarla ilgili duygu ve düşüncelerimizdir. Arkadaşımız olarak benimsediğimiz bir kişinin bizi üzen bir davranışına kadar bu ilişkide yaptığımız referans ve görelilik hatalarının farkına varmayabiliriz. O kişiyle ilgili değerlendirme ve anlamlandırma hakkında yanıldığımızı gördüğümüzde ise her zaman gerçek neden konusunda emin olamayabiliriz.

Bir insan hakkında bizi yanıltan nedir? Acaba beni yanıltan o mu? Benimle olan ilişkilerinde olduğundan farklı görünmeye mi çalıştı? Bir maskesi vardı da, ben mi farkına varamadım? Yoksa benim onunla ilgili temel referans olarak kabul ettiğim bende mi bir sorun var? Yalnız kendi değer ve ilkelerime saplanıp kaldığım ve onun davranışlarının benim algımdan farklı olduğunu kavramadığım için mi yanıldım?

Bir Latin atasözü, “Yanlış yapmak, insanlar içindir” der. Karmaşık bir dünyada insanın yanlış yapmama şansı yok. Çoğu zaman elimizde de olmuyor. Önemli olan, yapılan yanlışlar karşısında doğru dersleri çıkarabilmek. Bu nedenle kişilerle (arkadaşlarımız ve yakınlarımızla) ilgili hatalarımızın da bir dersten öte bizi üzmemesi gerek. Bir insanla aramızda olan olumsuzluktan çıkarılacak derslerden birisi, bakış açımızın çok fazla kendimize endeksli olup olmadığını kavramaktır. Çünkü bir ilişkinin iyi ya da kötü olduğuna karar vermek için sadece kendimizle yetinmekten öte, başka göstergeler de kullanmamız gerekebilir. Yaşamın pek çok alanında olduğu gibi…

Hatalar, geçmişe savrulup geri dönmeyecek biçimde yitirilen çabalar değildir. Dikkatle baktığımızda; her birinin gelecek yaşamımız için birer yapıtaşı niteliğinde olduğunu görebiliriz. 2500 yıl öncesinin ünlü Çinli düşünürü Konfüçyüs “Hatanın en büyüğü, hatalı olduğunu bilip de onu düzeltmenin çaresine başvurmamaktır” diyor.

Demokrasiyi Öğrenmek

Demokrasiyi Öğrenmek

Gürcan Banger

Toplumun değişik kesimlerinde yeni anayasanın hazırlanması konusunda görüşler var. Özellikle siyasi duruşlu bazı toplum kesimleri anayasanın katılımcı bir modelle yapılmasını istediklerine yönelik niyet ifade ediyorlar. Demokrasinin ve katılımcılığın sosyal yapılar açısından önemini bilerek katılımcı bir yaklaşımı pek çok kişi gibi ben de desteklerim. Diğer yandan bunu nasıl yapabileceğimize gelince; bu konuda kolay ve hızlı cevaplar üretmek bu konuda fikir söylemek kadar mümkün değil. Çünkü katılımcı ve paylaşımcı iş yapmak konusunda toplum olarak çok başarılı olabildiğimiz söylenemez. Kolayca parçalanan siyasal topluluklar, yürümeyen iş ortaklıkları, kurulamayan (kurulsa da büyüyemeyen) sivil ağlar bu alanda kötü örneklerimi oluşturuyor.

Katılımcılık ve paylaşımcılık konusunda zayıflıklarımız ve eksikliklerimiz var. Bu sorunun başı ise demokrasi alanındaki teorik ve pratik zafiyetimizden kaynaklanıyor. Demokrasiyi nerede öğreneceğimiz ise hiç belli değil. Ev, iş ya da okul yaşamlarının bunu öğretmediğini biliyoruz. Aksine bu ortamlarda öğrendiğimiz hastalıklı davranış modellerini daha sonra siyasete ve sivil toplum alanına taşıyoruz. Gerçekten ülkemizde siyaset ve sivil toplum hareketinin pek çok sorunu olsa da; en önemlilerinden birisi demokrasiyi öğrenememiş ve kurumsallaştıramamış olması gibi duruyor.

Üniversite sınavına ulaşabilmek için 8 yıl temel eğitim ve ardından 4 yıl lise eğitimi görmek zorundayız. 12 yıllık bu sürece, belki de eğitim yerine öğretim demek daha doğru. Çocukken başlayıp genç bir insan olana dek okula gidip gelen bir insanı gözünüzün önüne getirin. Yıllar boyunca muhtemelen bir daha asla hatırlamayacağı bilgileri kafasına doldurmaya çalışıyoruz. Okul bittiğinde de bu bilgiler, dolduruldukları yerden uçup gidiyor. Bir eğitim sisteminin başarması gereken davranış değişikliği ve yeni bir kültür oluşturma fonksiyonu ise nadiren gerçekleşebiliyor. Öğrencinin yaşamını etkilemeyeceği baştan belli olan bir müfredatı iyi öğrenmediği, daha doğrusu iyi bellemediği için bu sonuçtan öğrencileri sorumlu tutabilir miyiz?

Bazı anne-babalar, çocuklarının günlük yaşama ilişkin işleri öğrenmeleri konusunda ilgili ve özenlidirler. Zaman ayırarak çocuklarının alışverişten yemek yapmaya, ortalığı toplamaktan düzenli olmaya kadar bazı alışkanlıkları edinmelerine özen gösterirler. Ama anne ve babanın tüm gün dışarıda çalıştığı durumlarda bu amaca yönelik olarak çocuğa zaman ayırmak pek mümkün değildir. Bu durumda çocuğun alışkanlık ve yaşam kültürü edinebileceği yegâne ortam okul olarak kalır.

Bugünün okuluna baktığımızda ise ne yazık ki, bu öğretim modeli ile çocuklar ne kendi giysilerini ütülemeyi, ne sofra için salata yapmayı, ne de ev için gerekli küçük alışverişlerde başarılı olmayı öğreniyorlar. Bu öğrencilerin pek çoğu doğa ile haşır neşir olmamış; bir hayvan bakmamış; evinde bir bitki ile ilgilenmemiş. Çünkü tek eğitim mekanizması olan okul, onlarda bu yönlendirmeyi yapmıyor, yapamıyor. Sonuçta; giderek yaşamdan daha fazla uzaklaşmış bir kuşak oluşuyor. Daralan yaşam çevrelerine televizyonun ve bilgisayarın oyun dünyasının etkileri de eklenince sosyal olmayan veya sokağın kültürüyle yetişen bir kuşağın oluşması kaçınılmaz hale geliyor.

Tabii ki yaşam, sadece pantolon ütülemekten, salata yapmaktan veya pazara gitmekten ibaret değil. Tüm boyutlarıyla bir toplum içinde yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Demokrasi bir toplum içinde barış içinde ve birlikte yaşama kültürü olduğuna göre; eğitim aldığımız ortamlarda öğrenmemiz gereken konulardan birisi de demokrasi olmak durumunda.

Bir insan olduğumuz için insan haklarını, bir ülkenin vatandaşı olduğumuz için yurttaşlık haklarımızı öğrenmek zorundayız. Uğradığımız bir kötü muamele karşısında nasıl davranacağımızı bilmek durumundayız. Seçimlerde oy kullanma ve verdiğimiz oyun arkasını takip etme bilincini geliştirmemiz gerekiyor. Küreselleşen dünyada kendi yakın çevremizle ilgilenmemiz de yeterli değil. Ülkede ve dünyada yaşayıp baskıya, haksızlığa uğrayan birey ve toplulukların durumu karşısında hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Çünkü insan, canlılardan oluşan doğal çevreyle, bizi saran sosyal, ekonomik ve hukuksal kurumlarla ve tüm diğer insanlarla birlikte insan oluyor.

Ütü yapmayı, alışverişe gitmeyi, evimizi temiz ve düzenli tutmayı işte veya aile ortamında ama özellikle okulda öğrenemiyoruz. Peki; katılımcılığı, paylaşımcılığı, demokrasiyi, insan haklarını ve yurttaşlığı nerede öğreneceğiz? Öğrenemedikten sonra yaşamın her alanında bu kavramları nasıl uygulayacağız? Bu sözcükleri en çok kullananların bu kavramlar konusunda “en sorunlular” olması nedendir, dersiniz…

21 Ocak 2011 Cuma

İşin Yolunda Gitmediğini Nasıl Anlarsınız?

İşin Yolunda Gitmediğini Nasıl Anlarsınız?

Gürcan Banger

İş sözcüğünün çok sayıda anlamı var. Benim ele almak istediğim anlamı ise “Geçim sağlamak için herhangi bir alanda yapılan çalışma veya meslek” şeklinde tanımlanmış olanı… Bir sınaî veya ticari işletme örneğin… Böyle bir işyerinin (işletmenin) sahibi veya üst düzey yöneticisinin “İşin yolunda gitmediğini nasıl anlarım?” sorusu için nasıl bir cevap verebiliriz?

Bu zor görünümlü sorunun kolay cevaplarından birisi “Ölçmüyorsanız yönetemezsiniz” sözünde saklı… Bizim firmalarımızın yaygın sorunlarından birisi, kuruluşun durumunun izlenmemesidir. Bazı büyükçe firmalarda izleme için gerekli takip ve raporlama yapılsa da; bu belgeleri çözümlemek ve buna uygun önlemleri almak firma faaliyetleri arasında nadiren bulunur. Örneğin muhasebe kayıtları firmalarımızda sadece devlet istediği için tutulur. Bu bilgilerin bir anlamda firmanın durumunu yansıtan ultrasonogramlar, EKG’ler ya da MR’lar olduğu farkındalığı asla yoktur. Özetle; firmanın borç – alacak, stok, finansman, sipariş, ciro ve kârlılık gibi göstergelerini izlemiyorsanız ya da değerlendirmiyorsanız ortada ciddi bir risk var demektir. Böyle bir durum karanlıkta fenersiz ve rehbersiz yol aldığınız anlamına gelir ki, böyle bir firma için riskler yakındır ve krizler beklenen durumlardır.

Şimdi biraz daha teknik detaylara girelim. Bir işletmenin iki yönü var: Üretim ve satış. 20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar işletme için en önemli sorun alanı üretim idi. Genelde işletmelerde iyileştirme ve geliştirme çalışmaları üretim alanında yapılmaya çalışılırdı. Çünkü ürünlere olan kitlesel talep, üretim teknolojilerinin kısıtlılığı ve sınırları nedeniyle karşılanmakta zorluk çekiliyordu. Üretim teknolojilerinde sağlanan büyük atılımlar yanında bilişim ve iletişimdeki ciddi gelişmeler bu görüntüyü tersine çevirdi. Üretim bir sorun olmaktan çıkarken üretilmiş olanı satmak daha ciddi sorun olarak işletmelerin karşısında yer aldı.

Günümüzde mevcut duruma baktığımızda; herhangi bir kalitedeki bir ürünü dünyanın herhangi bir yerinden eşdeğer fiyatlarla sağlamak mümkün… Ortalıkta bir ürün bolluğu var; buna karşılık sanki müşteriler azalmış gibi duruyor. Ekonomi diliyle söylersek, ürün arzı ürüne olan talebi fazlasıyla aşmış durumda. Diğer yandan İnternet ve benzeri ortamlar ürünün bulunurluk, fiyat, kalite ve özellik bilgilerine ulaşımı da kolaylaştırmış olduğundan tüketiciler kolaylıkla kıyaslama yapabiliyorlar. Böylece ürün arz etmenin bir işletme için yeterli olmadığı onu satabilmenin (pazarlayabilmenin) çok daha önemli hale geldiği ortaya çıkıyor.

Bu çerçevede işin yolunda gidip gitmediğini anlamak isteyen bir iş sahibinin veya yöneticinin öncelikle ilgili sektörde arzın ve talebin hangisinin önde olduğunu bilmesi gerekir. Eğer ürün arzı, talebi geçmişse ve söz konusu işletme satış ve pazarlama konusunda yeterli yetkinlikte ve başarı düzeyinde değilse, “işin yolunda gitmediğini” söyleyebiliriz.

Bir başka teknik belirti, satışlarla kârlılığın ilişkilendirilmesi sonucunda ortaya çıkar. Örneğin son birkaç yılın satış ve kârlılık değerlerine bakıldığında satışlar değişmediği (veya azaldığı) halde kârlılığın da azaldığı gözleniyorsa, bu durum da bir ciddi sorunu işaret ediyor olabilir.

İşin yolunda gidip gitmediğini kavramanın kolay yollarından birisi, iş sahibinin veya yöneticinin şu soruyu kendi kendine sormasıdır: “Neden benim ürünümü alsınlar?” Kendinizi bir müşteri olarak kabul ettiğinizde kendi ürününüzü para verip almak için en az bir (muhtemelen birkaç) neden bulamıyorsanız, sizin dışınızdaki tüketicilerin de ürününüzü tercih edecek neden bulamamaları son derece olağandır. Buradaki sır, ürününüze katma değer sağlayıcı farklılıklar katabilmektir. Hiç kuşkusuz; katma değerli farklılık yaratmak söyleniverdiği kadar kolay değil (detaylı çalışmak lazım) ama sihirli kelimenin inovasyon (yenilikçilik) olduğunu belirtebilirim.

Yukarıda belirttiğim gibi dün işin odak noktası, işletmenin içinde yani üretimde idi. Günümüzde ise iş odağı işletmenin dışına kaydı. İşletmenin dışında ise ilk planda müşteriler, tedarikçiler ve rakipler var. İşin başarısı, işin geleceğinin kurgulanmasında bunlardan hangilerinin ön planda tutulduğu ile yakından ilgili. Eğer bir firma kendini ağırlıklı olarak rakiplerine göre konumluyor ise bu tercih de işin yolunda gitmiyor olabileceğine dair önemli bir veridir. Müşteriyi ve tedarikçiyi göz ardı ederek rakibe göre konumlanan bir firmanın başarı şansı yüksek değildir.

Artık iş yapmanın zor olduğu bir dünyayı yaşıyoruz. Muhtemelen böyle olmaya da devam edecek.

20 Ocak 2011 Perşembe

Meslek ve İş Sahibi Olmak

Meslek ve İş Sahibi Olmak

Gürcan Banger

Sabah saatinde kulak misafiri oluyorum. TV kanalında kuşak programlardan birisinde tiyatro emekçisi Abdullah Şahin konuk… Bir ara söz, tiyatrocu olmak ile kazanç sahibi olmaya geliyor. İki kadın sunucudan birisi, Şahin’e: “Çocuklarınızın meslek olarak tiyatroyu seçmelerini ister misiniz?” şeklinde soruyor. Tiyatrocu bu soruyu “Öncelikle geçimlerini daha kolay sağlayacakları bir meslek seçmelerini isterim” diyor. Sonra “Tiyatrocu ilk 30 yıl para kazanmaz; sonrası ile zaten belirsiz” şeklinde devam ediyor.

Gerçek anlamda katma değer üreten mesleklerden hangisinde insanın geçimini sağlaması daha kolay? Doktor olmak isterseniz; uzun ve pahalı bir eğitim süreci yaşamanız mümkün. Temel bilim dallarından birisini bilim insanı olarak seçmeyi denerseniz kendinizi sıradan bir devlet memuru olarak ya da hâlâ aranıp duran bir işsiz olarak bulabilirsiniz. Meslek keyfini ve geçim imkânını birlikte yaşamak sadece seçilecek okula veya isteğe bağlı değil. İnsanın sosyal, kültürel özellikleri ile kişiliği de başarı da etkili oluyor.

Okul ve Meslek
Hiç kuşkusuz; şimdi ailenin büyükleri eskiye göre daha bilinçli. Anne ve babalar çocuklarının geleceğinin belirlenmesinde etkili olabilecek okul seçimi konusunda daha duyarlı davranıyorlar. Bu hassasiyet, daha anaokulu ve ilköğretim okulu seçimi aşamasında başlıyor. Lise ve üniversite ile sürdürülüyor. Ama sürecin tamamına bakıldığında; gelecekte kişinin ana çalışma alanı olacak meslek seçimi, adeta okul seçimine indirgenmiş gibi.

Gerçekten yasal mevzuat ve mesleğin içsel gerekleri nedeniyle gerekli eğitimin karşılığı olan bir diploma sahipliği olmadan yapılamayacak meslekler var. Bu nedenle eğitim kurumlarının bir bölümü, doğrudan meslek edinmeye yönelik öğretim yapıyor. Örneğin bir tıp fakültesini bitirmeden tıp doktoru olmak mümkün değil. Mühendislikler mimarlık veya eczacılık gibi meslekler için de böyle bir durum var. Ama eğitim koşuşturması içinde örneğin mimarlık bölümünü bitirmenin, insanı mimar yapmadığı konusu sıklıkla unutuluyor. Bir diplomanın bir mesleğe dönüşmesi için gerekli eğitimin yanında olgunlaşmayı sağlayacak iş deneyimi gerekli. Bazı üniversiteler bu sorunu aşmak için eğitim süreçlerine işyeri çalışmasını standart bir stajdan daha fazla oranda katmayı deniyorlar.

Zaman zaman lise eğitimini bitirmiş veya bitirmek üzere olan genç insanlardan üniversite seçimi hakkında görüşlerimi aktarmama ilişkin öneriler alıyorum. İş alanlarına ve mesleklere ilişkin bilgi ve deneyimimi aktarırken, bir gözlem yapma fırsatım da oluyor. Pek çok genç insan bir mesleği edinmek istemesini, o mesleğe ilişkin beceri ve yatkınlığı ile karıştırıyor. Nasıl mimarlık eğitimi ile mimar olmak farklı kavramlarsa, benzer biçimde mimar olmayı istemek ile başarılı bir mimar olmak da çok farklı. Kuşkusuz; başarılı bir meslek sahibi birey olabilmek için eğitimi alınan işi sevmenin çok olumlu etkileri var; ama bazı mesleklerin, kişisel beceri birikimi ve yatkınlıkla çok yakından ilişkili olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Okul seçiminden devamla meslek sahibi olmaya çalışırken, bu süreçle ilgili bir başka soruna ilişkin gözlemimi daha aktarmak isterim. Diğer eğitim kademelerinde de söz konusu olmakla birlikte; özellikle yüksek öğrenim döneminde öğrencilerin sadece derste verilenlerle yetinmeye çalıştıklarını sıklıkla gözlemişimdir. Bunda sistemin, genç insanları sınavlarda başarılı olmaya odaklamış olmasının etkisi var. Böylece öğrenciler eğitim süresinde verilmek istenen bilgi ve deneyimin pek azını edinmiş olarak mezun oluyorlar. Çünkü sınavların eğitim – öğretim sürecinin tamamını sınaması mümkün değil. Geçecek kadar öğrenmek yeterli bulunuyor. Eğitim sistemimize dikkatle ve yansız olarak baktığımızda; sistemin ne denli sınav başarısı odaklı olduğu kolaylıkla görülecektir. Belki de sistemin son 40-45 yıldaki en önemli ve yükselen başat sorunu bu.

Bugün geleneksel okullar dışında eğitim veren sosyal, kültürel ve eğitsel kuruluşlar var. Mesleki eğitim yanında öğrencilerin ek yabancı dil, bilgisayar kullanımı ile sosyal ve kültürel dallar gibi konularda kendilerini geliştirerek okul sürecine destek olmaları gerekiyor. Zaman ölçüsünde düzenli spor yapmayı da ilave ederek bu ek çalışmaları, okulun yarattığı dar bakışı aşmanın yollarından birisi görmek lazım.

Yukarıda kısaca değindiğim bir noktayı daha vurgulamakta yarar var. Bazı okullar doğrudan bir meslek alanı ile ilgili olmakla birlikte fizik, sosyoloji, antropoloji, filoloji, tarih veya coğrafya gibi dallarda eğitim veren kimi okullar bir meslekten daha çok bir formasyon (bilgi birikimi ve yetkinlik) kazandırmaya yönelik. Tabii ki; formasyon eğitimi veren okullar sonrasında da uygun mesleklere yönelim söz konusu olur ama meslek ve formasyon arasındaki farkı da doğru kavramak gerekir.

Doğru okul, meslek veya formasyon seçimleri için yaşamın önümüze getirebileceği tehdit ve fırsatlar konusunda daha bilinçli, dikkatli ve duyarlı olmamız gerekiyor. Yanlış bilgiler üzerine kurulmuş bir gelecek beklentisi, bizi muhtemelen varmak istediğimiz noktadan başka her yere götürebilecektir.

Daha okula başlarken; kişi, amacını önüne doğru koymalı. Eğitim süresi içinde kendisini daha fazla geliştirmek ve iş ortamları ile ilişki kurmak için gayret içinde olmalı. Bu ön hazırlıklar daha sonra iş yaşamının kurulmasında ciddi katkılar yapıyor.

Yeşilcilik ve İstismar

Yeşilcilik ve İstismar

Gürcan Banger

Geçtiğimiz günler iş dünyasının yeni yönelimlerinden söz etmiştim: Bulut bilişim, sosyal medya, telefon uygulamaları, mobil işlem ve kurumsal sosyal sorumluluk. Bunlara çevreci hareketlerin toplumda sempati bulması ile birlikte yükselen yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı ile yeşilcilik yönelimini de eklemek gerekir.

Yeşilcilik kavramı ile üretim, ulaşım, dağıtım ve tüketim alanlarında yaşam alanına zarar vermeyen çevre dostu teknolojileri, ürün ve hizmetleri kastediyoruz. Yeşilciliğin oluşmasında çevre kirlenmesinin tüm dünyada yüksek düzeylere varması, küresel ısınmanın ve küresel iklim değişikliklerinin yaygın biçimde görülmeye başlaması etkili oldu. Diğer yandan bilginin daha kolay erişilebilir olmaya başlaması ile insanların kendi yaşamları ve çevrelerinin sürdürülebilirliğine daha fazla önem vermeleri yeşilciliği bir yönelim olarak dünyanın gündemine yerleştirdi. Yeşil ekonomi ve yeşil pazarlama konusunda araştırma yapan kuruluşların istatistiklerine göre tüketicilerin yeşil ürünleri tercih etmelerinde dikkati çeken bir artış var. Bu gerçek, üreticilerin ve pazarlamacıların yeşil pazarlamaya doğru yönelmelerine neden oldu.

Yeşil pazarlama çevresel olarak zararlı etkileri olmadığı düşünülen ürün ve hizmetlerin pazarlanmasıdır. Eşdeğer olarak çevreci pazarlama ve ekolojik pazarlama gibi deyimle de kullanılır. Yeşil pazarlama kavramı; ürünlerin çevrenin korunmasına uygun hale getirilmesinden ambalaj değişikliklerine ve tanıtım hizmetlerine kadar pek çok faaliyet içerir. Şu anda tanımı ve kullanımı tam olarak oturmamış olan yeşil pazarlama kavramının önümüzdeki dönemde çok daha önemli olacağına ise kuşku yok. En azından; tüketicilerin ürün seçiminde, üreticilerin ise ürünlerini yeniden düzenleme konusundaki girişimleri bu yönelimi doğruluyor.

Yeşilcilik gibi bir yeni konu gündeme geldiğinde başta üreticiler olmak üzere firmaların davranışlarına birkaç değişik kategoride izlemek mümkün. Ahlaklı ve tüketiciye sağlıklı ürünler üretip pazarlamaktan yana olan firmalar bu konuda ar-ge ve ür-ge departmanlarını harekete geçirerek ihtiyaçları karşılamaya çalışıyorlar. Bir kısım firma ise ürününde küçük bir değişiklik yaparak çevreci olduğu izlenimi yaratmaya çalışıyor; böylece yasal mevzuattan da kendilerince kaçınmış oluyor. En tehlikeli olan üçüncü bölüm ise aynı ürünleri (muhtemelen) ambalaj değişimi ile çevreci bir görünüm altında satmaya çalışıyor.

Hiç kuşkusuz; firmalar kendi ürünlerinin niteliklerini övecekler ve ürünün olumlu yanlarını reklamlarında ve ürün ambalajlarında belirtecekler. Ama bir ürün, ambalajında yeşil veya çevreci olduğu yazılı olduğundan çevre dostu olmuyor. Böyle bir özelliğin doğrulanması ve bu alanda yetkili bir kuruluş tarafından belgelendirilmesi gerekiyor. Ama kötü niyetli olan bazı üreticiler işi öyle noktalara vardırmışlar ki; tüketicinin bu istismar süreci içinde neye inanacağını bilememesi gayet normal.

Terrachoice isimli kuruluşun yaptığı araştırmalara göre yeşil ve çevreci ürünler konusunda tüketicinin yanıltılması 7 farklı biçimde oluyor. Bunlardan birincisi; (deyim yerindeyse) tüketiciyi buzdağının sadece görünen kısmını görmeye yöneltmek… Ürünün tüm olarak çevreye zararsız olduğunun gösterilmesi yerine üründe bulunan bir (ya da nadiren birkaç) özellik abartılarak pazarlanmaya çalışılıyor. Bir başka deyişle ürünün pek çok zararlı özelliği kapı arkasına saklanmış veya hali altına süpürülerek gizlenmiş oluyor.

Bir başka yanıltma türü ise kanıtlanamayacak veya kanıtı olmayan iddialar öne sürmek… Örneğin enerji verimliliği konusunda belge sahibi olmayan aydınlatma malzemeleri veya sertifikası olmayan (şampuan ve sabun gibi) kişisel bakım ürünleri bu istismarda en çok kullanılanlar arasında.

Üçüncü yanıltma türü ise yanlış anlamalara neden olacak belirsizlikler yaratma… Gerçekten yeşil olup olmadığı belirlenemeyen bu tür ürünler için “kimyasal içermeyen, toksik olmayan, tamamen doğal, çevre dostu” gibi belirsiz sıfatlar kullanılıyor. Örneğin evrende her şeyin kimya (dolayısıyla kimyasal) olduğu gözden kaçırılıp pek çok doğal maddenin de toksik olabileceği konusunda belirsizlik yaratılıyor.

Bir diğer yanıltıcı “yeşil ürün” iddiası konu dışı ve yersiz iddialar şeklinde ortaya çıkıyor. Bunlara örnek olarak “kloroflorokarbon (CFC)” etkisi olmadığını söyleyen kozmetik ürünleri, haşere ile mücadele ilaçlarını ve benzeri deterjanları sayabiliriz. Bu tür gazların salımını yapan ürünler zaten uzun yıllardır yasaklanmıştır. Artık kabul edilmiş ve yenilik sayılmayan bir özelliğin yeni icat edilmiş gibi sunulmasının yanılmanın ötesinde ne anlamı olabilir ki?

Yalan üzerine kurulmuş yeşil ürün pazarlamasının detaylarına girmeye bile gerek yok. Ama en yaygın kullanılan yanıltma türlerinden birisi de ürün hakkında yalan söylemek… Bazı firmalar ürünlerinde olmayan yeşil özellikler varmış gibi reklam yapmaktan ve bunları ambalaja yazmaktan geri durmuyorlar.

Bir başka yanıltma türü ise birkaç farklı çevre sorunu yaratan ürünün, sorunlardan daha az önemli olanı çözmesi ile tümünü halletmiş gibi gösterilmesi… Örneğin kullanımının insana ve çevreye zararlı olduğu bir ürün düşünün. Böyle bir ürünün ambalajını iyileştirerek çevreye olan zararını tümden çözmüş olmazsınız.

Son yıllarda yeşil iddialı ürünlerde en çok dikkati çeken özelliklerden birisi, yeşil iddialarının etiket ve marka boyutuna inmiş olması… Ambalaj üzerinde çevreci görünümlü bazı işaretler, yeşilciliği anımsatan simgeler veya cümleler kullanılarak normalde dünden bugüne herhangi bir değişime uğramamış olan ürünler çevreci başlığı altında tüketiciye satılmaya çalışılıyor.

Yeşilci ve çevreci ürünlerle ilgili bu tür sorunlar yaşanmakla birlikte; yeşilcilik yönelimi, önümüzdeki dönemde iş dünyasını etkileyen önemli yönelimlerden birisi olmaya devam edecek. Bu nedenle gerçek anlamda yeşil ve çevreci olan ürünlerin bu anlamdaki satış imkânları da yükselecek.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Yaşadığımız Çağda Eğitim - 2

Yaşadığımız Çağda Eğitim - 2

Gürcan Banger

Bilgi Çağı’nın bir özelliği, küresel sürecin özelliklerine de bağlı olarak bilginin hızlı üretilmesi ve benzer bir hızda tüketilip eskimesidir. Bu nedenle bu çağda okul eğitimi bireylerin yaşam başarısı için yeterli olmamaktadır. Yaşadığımız dönemin gereği, bireylerin ve kuruluşların bilgi birikimlerini biteviye yenilemeleridir. Bu durum, yaşamın kendisinin sürekli bir eğitim ortamı haline gelmesini zorunlu kılıyor. Dolayısıyla okul dışında kalmış olan yurttaşların yaygın eğitim mekanizmaları ile kendilerini geliştirebilecekleri ortamların yaratılması gerekiyor. Bu konuda bilinen uygulamalar dışında devlete, yerel yönetimlere, sivil toplum kuruluşlarına ve özel girişime yeni görevler düşüyor.

Hiç kuşkusuz; yaşam sadece fen bilgisi ve sosyal bilgilerden oluşmuyor. Örneğin geçmişte politikacıların işi olarak görülen bazı alanlar, bugün sıradan yurttaşların ilgi ve etkilenme alanı içine girdi. İnsan hakları, yurttaşlık hakları, katılma hakkı veya demokrasi gibi kavramlar giderek insan yaşamının bir parçası haline geldi.

Eğer insanın yaşamına etki eden bir alan varsa, bu alanla ilgili bir eğitim – öğretim süreci de olmalıdır. Günümüzün okullarında ve yaygın eğitim mekanizmalarında sosyal ve sivil yaşamın unsurları olan konular da müfredat olarak yer almak zorunda. Örneğin gelişen ve değişen yönleriyle birlikte demokrasi ve insan haklarının ilköğretimden üniversiteye, yerel kurslardan yaygın halk eğitimine kadar her düzeyde yer almasını zorunlu görürüm. Belki de; öncelikle bu eğitimin muhatapları ve katılımcıları siyasetçiler ile bürokratlar olmak durumundadır.

19’uncu yüzyılda yaşamış bir Fransız politikacı, düşünür ve tarihçi olan Alexis de Tocqueville’in anlamlı bir söyleyişi var: “Demokratik toplumlar içinde her yeni kuşak, yeni bir halktır.” Bu özdeyişin bize hatırlattığı birkaç temel konu var. Kaçınılmaz biçimde demokrasi kültürümüzü genişletmeliyiz. Bunun için eğitime ihtiyacımız var. Genişleyen kültür ise yeni kuşaklar için yeni açılımlara gerek duyuracak. Bu durumda da eğitimin değerini karşılayacak yeni atılımlara birkaç kat daha fazla önem vermeliyiz.

Özetle; yaşamda bize gerekli olan her unsur, artık yaşamın her alanında eğitim konusudur. Okulda veya okul dışında…

Yeni Eğitim
Eğitim konusunda okuduklarımda karşıma çıkan Bilgi Çağı okulları manzarası ile yukarıda anlattığım okul anılarım arasında uçurumlar olduğunu görmek şaşırtıcıydı. Bu çağdaş denemelerden birisi olan Sudbury Vadisi Okulu modelinin benim ortaokulu bitirdiğim yıllarda başlamış olması ise eğitim zihniyeti açısından nerelerde kaldığımızı bir kez daha beynime kazıdı.

Eminim ki; eğitim bilimi alanında çalışanlarla eğitim konusuna yakın ilgi duyanlar için Sudbury Vadisi Okulu modeli ya da Demokratik Değerler Okulu modeli iyi bilinen örneklerdir. Bu konuda eriştiğim bazı bilgileri, çok fazla detaylara girmeden paylaşmak isterim. İlk Sudbury Vadisi Okulu, 1968 yılında ABD’de Massachusetts eyaletinde Framington’da kurulmuş. Bugün dünyada farklı ülkelerde bu modele uygun olarak eğitim yapan 40 dolayında okul var. (100 dolayında olduğunu söyleyen yazarlar da mevcut.) Bu okullar kendi eğitim felsefelerine uygun olarak 4 ile 19 yaş aralığında öğrenci kabul ediyorlar.

Bu okullar, her biri eğitim konusunda radikal reformistler olan Freire, Illich, Parker, Dewey, Rogers, Neill, Ferrer, Montessori gibi uzmanların görüşleri çerçevesinde kurulmuş. Bu düşünürlerin birleştikleri ortak nokta; zorunlu bir programın, aşırı kuralcı biçimde düzenlenmiş ders tür ve içeriklerinin, yaş gruplarına göre sınıf oluşturmanın, hatta sınıfların mevcudiyetinin kendisinin ve kademe ayrımı yapmanın öğrencilerin yaratıcılıklarını öldürdüğü yönünde. Demokratik Değerler Okullarında bu dar çerçeveyi aşmak iki temel fikir uygulamaya konmuş: Eğitsel özgürlük ve demokratik yönetişim.

Bu modele uygun okullarda eğitim felsefesi, insanlara erken yaşlarda güven ve sorumluluk duygusu aşılamayı hedefliyor. Bu nedenle öğrenme süreçlerini öğrencilerin kendilerine bırakıyor. Öğrenciler, ne yapmak istiyorlarsa zamanlarını buna uygun olarak harcıyorlar. Bu okullarda belli bir müfredatın öğrencilere ‘öğretilmesi’ yerine öğrencinin kendi özelliklerine ve isteklerine göre öğrenmesi esas alınıyor.

Günümüzde her kişinin farklı bir öğrenme çizgisi veya modeli olduğunu biliyoruz. Bir başka deyişle; herkes, öğrenme sürecini bir diğerinden farklı yaşıyor. Bu da sınıf gibi toplu bir ortamda ortalama öğrenciye göre anlatılmış bir dersin başarısız olmasını getiriyor. Bu gerçek, eğitimin kişiselleştirilmesi ve her öğrencinin kendine uygun bir öğrenme modeli uygulamasının daha doğru sonuçlar vereceğini ifade ediyor. Bu nedenle Demokratik Değerler Okullarında sabitlenmiş bir müfredat, sınav, ödev ve yönlendirme gibi alışılmış usul ve teknikler kullanılmıyor. Sadece okulu bitirirken; öğrencinin öğrenmek istediklerini ne ölçüde başardığı konusunda bir tez hazırlaması ve sunması isteniyor.

Okulun yönetimi de bizdeki modele göre hayli farklı. Okulda tüm kurallar, nüfus oranlarında oluşan komitelerde öğrencilerin, öğretmenlerin, ana-babaların ve idari personelin demokratik katılımıyla oluşturuluyor. Aykırı durumlar yine bu gruplardan gelen katılımcıların oluşturduğu bir jüri ile ele alınıyor. Sözün özü; böyle bir okul hayal gibi ama gerçek… Hem de dünyanın gelişmiş ülkelerinde başarı ile uygulanıyor.

Yaşadığımız Çağda Eğitim

Yaşadığımız Çağda Eğitim

Gürcan Banger

Bu çağın en önemli özelliklerinden birisi, üretim faktörleri arasına bilginin katılmasıdır. Bilgi önceki çağlarda da üretiliyordu. Bilimin kökleri, binlerce yıl öncesine dayanıyor. Ulaştığımız zaman diliminin en önemli özellikleri arasında bilginin üretim ve tüketim hızının artmış olması var. Bilgi üretiminde sayı ve çeşitlilik olarak büyük bir çeşitlenme ve ivmelenme olmasına rağmen bilginin eskime hızı da aynı oranda arttı.

Bilginin karakterindeki bu değişim, eğitimin okul dönemi ile yetinmeyip yaşamın tamamına genişlemesine neden oldu. Geçtiğimiz çağlarda okul bilgisi bir yaşam boyu yeterli olabilirken, bu çağda bilginin biteviye yenilenmesi gerekiyor. Bu durum yaşamın kendisini etkilediği gibi eğitim kurumlarının içerik ve biçimlerinde de değişimi zorluyor.

Teknoloji tarihine kısa bir göz atış bile yakın yıllarda dünyadaki toplam bilgiye yakın miktarda bilgi üretildiğini gösterir. Üretilen veya elde edilen bilgi miktarı hayallerin ötesine geçmiş bir büyüklüktedir. Hiç kuşkusuz; bilgi ile birlikte karşı veya yanlış bilgi olarak açıklayabileceğimiz dezenformasyonda da ciddi artışlar var. Dolayısıyla bilginin doğrulanmasının daha yüksek öneme sahip olduğu bir dönemi yaşıyoruz.

Değer Değişimi
Çağ değişirken zamana paralel olarak değerler de değişiyor. Eskiden daha az söz edilen kavramlar dillendirilmeye başladı. Diğer yandan insanlık olarak çağın gereklerine uygun yeni kavram ve kurumlar ürettik. Örneğin iletişim, bu çağın önemli alanlarından birisi olarak yaşamımıza yeni değerler getirdi. Özgürlük, sorumluluk ve etik gibi kavramlardan daha fazla söz etmeye başladık. Binlerce yıldan beri söylemlerin içeriğinde bir özlem olarak yer alan demokrasinin yeni açılımlarını dile getiriyoruz. Motivasyon, değerlendirme veya özdenetim gibi kavramları daha sık kullanır olduk. Dünyanın ekonomik ve sosyal ilişkilerinin bizi getirdiği noktada rekabet sözcüğünü daha fazla kullanıyoruz. Özetle; bu dünyada ayakta kalmak ve varlığını geliştirerek sürdürmek için kafamızı kuma gömerek bir kapalı köy ekonomisinde yaşamamız mümkün değildir.

Yukarıda özetlediğim bu çerçeve, dünyanın hızına ve ivmesine yetişebilmek için eğitim sistemimizin, öğretme ve öğrenme anlayışımızın tüm boyutlarda değişimini zorunlu kılıyor. Yeni çağda insanımızı ilk mektep mantığında gömülü bırakamayız. Eğitim sistemini, bir yaşam süreci olarak ele alıp tüm unsur ve ilişkilerine sürekli gelişme ruhunu özümsetmek zorundayız.

Dünün eğitimi, geleneksel yapıdaki okullarda uygulanan bir tür “kör öğretidir.” Böyle bir eğitim anlayışı ile yaratıcı hayal kurmak, yenilikçi fikirler üretmek ve her boyutta sorumluluğu geliştirmek mümkün olmamaktadır. En azından; bu çağda geleneksel okullarda çağdaş beklentileri elde etmek mümkün değildir. Bu anlamda (hangi yaş diliminde olursa olsun) öğrencinin özgürce kendisini geliştirebileceği yeni eğitim ortamlarına ihtiyacımız vardır.

Bu ortamlarda bireylerin kendi motivasyon unsurlarını geliştirmelerine, farklı düşünebilme konusunda cesaretlenmelerine, kendileri ile ilgili bir özdenetim ve özdisiplin ruhu geliştirebilmelerine önayak olmak zorundayız.

Dünyadaki gelişmelere baktığımızda; yaşamın her alanının bir okul olmaya başladığını gözlüyoruz. Buna yaşam boyu okul diyebiliriz. Okulsuz eğitim de desek olur, çünkü giderek yaşamın kendisi okul oluyor.

Yaşam Boyu Eğitim
Eğitim ve öğretimden söz ettiğimizde; muhtemelen ilk elde aklımıza okulda ders olarak aldığımız fen bilgisi, sosyal bilgiler, fizik, kimya, matematik, müzik veya beden eğitimi gibi konular gelir. Bunların pek çoğu da okul sonrasında belleğimizden buharlaşıp gitmiştir. Belki de bu nedenle okulda öğrendiğimiz pek çok konunun ‘gerçek yaşamda’ hiçbir işimize yaramadığı iddiasında bulunuruz. Bunda değişen oranlarda doğruluk ve yanlışlık payı vardır.

Eğer bilginin en önemli üretim faktörlerinden birisi olarak kabul edildiği bir çağda yaşıyorsak, bu bilginin nasıl ve nerede edinildiği konusuna da yakından bakmamız gerekir. Eğer yaşayabilmek için ihtiyaç duyulan bilgi miktarı artıyor ve çeşitleniyorsa, eğitim sistemlerinin de kendini bu yeni duruma adapte etmesi gerekir. Bu bağlamda okullardaki yeni yapılanma ihtiyacını da göz önünde tutmak kaçınılmazdır.

Hiç kuşkusuz; okulun süresi, eğitim gibi ciddi bir konunun sadece bir boyutudur. Diğer yanları ise bu süre içinde verilen eğitimin çeşitliliği ve içeriğidir. Geleceği kuracak olan kuşakların bu eğitim sürecinin sonucunda belirlendiğini düşündüğümüzde; okullaşma oranı kadar okulun süresi ve eğitim müfredatı konusuna önem vermemiz gereği bir kez daha ortaya çıkıyor.

17 Ocak 2011 Pazartesi

İnsan, Yaşam ve Anlam

İnsan, Yaşam ve Anlam

Gürcan Banger

İnsan doğuyor, yaşıyor ve ölüyor. Her insan doğum denen olayla yola çıkıyor, uzun ya da kısa bir yolculuktan sonra ölüm durağına varıyor. Ne kadar basit görünümlü bir yolculuk değil mi? Bu seyahati farklı hale getiren ise bizim kendi yaşamımızı ya da çevremizdeki diğer hayatları anlamlandırmamız… Onlara verdiğimiz önem ve değer ile kendimizi ve yaşam çevremizi anlamlandırmamız bu basit görünümlü yolculuğu daha farklı hale getiriyor.

İnsanı farklı kılan yanlardan önemli bir tanesi, yaşamı kendi algı ve dokunma modeliyle anlamlandırıyor olmasıdır. Hiç kuşkusuz insanın algı, dokunma ve tepki modeli geliştirilebilir. Fakat kişisel gelişim ile ilgili eğitim programlarına baktığımızda; bunların pek çoğunun insana adeta bir makine tasarlıyormuş veya mevcut bir tanesini onarıyormuş gibi yaklaştığını gözlüyorum. Albenili isimleri olan kişisel gelişim önerilerinin cazibesine benim de kendimi kaptırdığım zamanlar olmuyor değil. Ama yaşama daha dingin olarak baktığımda, gerçek kişisel gelişimin duygusal boyutlarını daha iyi kavrıyorum. Aklı veya duyguları, birini diğerinin önüne koymak mümkün değil.

Duygusal Yaşam

İnsanın duygusal yaşamında her şeyi olağan akışına bırakması da mümkün değil. Duyguları ve aklı birlikte yaşamalı. Duygusal yaşamı nasıl güncel yaşamın akılcılığından ayırmak gerekiyorsa, aklın gerektiği noktalarda da kullanmaktan kaçınmamalı. Örneğin bir duygusal ilişkinin yaşayan, uzun soluklu bir ilişki olabilmesi için kişinin şans, sabır ve güzellik gibi doğal özellikler yanında kişisel gelişime de ihtiyacı var.

Yaşamın en ilginç ve güzel yanlarından birisi, bilinmezliklerle dolu olmasıdır. Olası gelişmelerin pek çoğunu tahmin etmek, neredeyse mümkün değil. Bu bilinemezliği, kısaca şans ya da fırsat diye tanımlamak yanlış olmaz. İyi fırsatlar, yaşamımızda olumlu değişimler yaratırken ve biz, bunları iyi şans olarak isimlendirirken önümüze çıkan, aşılması zor engelleri kötü şans olarak biliriz. İyi veya kötü; şans yaşamın içinde olan bir unsurdur. Şansı da yaşamın kendi olağan akışı içinde kabul edip benimsemek gerekir.

Güzellik gibi doğal kazanımlar, doğru kavranması gereken özelliklerimizdir. Yüksek çekim özelliklerine sahip olmak, kişiyi ben-merkezciliğe, kendini aşırı sevmeye ya da insanları hor görmeye sürüklememeli. Yine örneğin fiziksel olarak güzel olmamak, bireyi yaşamın dışına savurmamalı. Yaşam, bazı insanlara başarıyı yakalamak için doğal tutunma noktaları verdiği halde, diğer bazı bireylerin bu fırsatları kendilerinin yaratması gerekebilir.

Yaşamda karşımıza çıkan en ciddi sorulardan birisinin sabır olduğunu söyleyebilirim. Her birimizin farklı sabır eşikleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama sabır eşiğimizin, yaşamdan edindiğimiz deneyime göre değişebilir olduğunu da unutmamak gerekir. Bir duygusal ilişkinin temel dayanakları arasında sabır yer alır. Sabrın ödülü bizzat sevginin kendisidir. Bu arada; sabrın, duygularımızı karşımızdaki insana dayatma olmadığı gerçeğini de hatırlatmalısınız.

Bir duygusal ilişkiye, örneğin karşılıklı olması gereken sevgiye neredeyse kahve falı bakar gibi ömür biçildiğini okumuş ya da duymuşsunuzdur. Özellikle duygusallığın yerini beklentiler ve fiziksel beğeninin aldığı günümüzde aşkın ömrü tartışması sık yapılır oldu. Sonsuz aşka inananların sayısı, ne yazık ki giderek azalıyor sanki.

Eğer ilişkiyi kendi akışına bırakır ve sürekliliği için çaba harcamazsanız, aşkın sonu beklemeye kendinizi alıştırmanız gereken bir durumdur. İşte bu sona yakalanmamak için kişisel gelişim, yardımcı unsurlardan birisi olarak yaşamımızda yer alabilir.

Bir duygusal ilişkide bulunduğumuz insana sunabileceğimiz en değerli armağanların başında, kendimizi geliştirip değiştirebilme gücü gelir. Bir sevgi ve bağlılık ilişkisinde yer alan taraflar kendilerini değiştirebilme becerisine sahip olduklarında, duygusal ilişkinin de uzun soluklu yaşayacak yeni beslenme noktaları bulması olağandır. İçe kapanarak, değişime yüz dönerek, kendi karakter özelliklerini karşıya dayatarak bir ilişkinin sağlıklı, uzun ömürlü ve keyifli olması mümkün değildir. Aşkı yaşamak isteyen, gelişmeye ve değişmeye hazır olmalıdır. Ama her şeyden önce istekli olmalıdır.

Bir Kez Daha Yaşama Bakış

Sadelik açısından bakarsak yaşam, basit bit yolculuğa benzer. Anlamlandırarak onu daha farklı hale getiriyoruz. Ama bazen aradığımız anlam, aşırı fiziksel beklentilere bağımlı kalıyor. Hâlbuki yaşamın güzel olması için eksiksiz olması gerekmiyor. Hayatın yaşla değil, yaşamakla ilgili olduğunu gözden kaçırıyoruz.

Yaşamın her anında sınavlar var. Bunların bazılarında daha başarılı, kimilerinde ise başarısız olabiliyoruz. Başarı ve başarısızlık insanlar için. Yaşamın lezzeti, doğru yapılanlar kadar hatalardan da oluşuyor. Hataları olan bir yaşamın, atalet içinde ve tek bir dikili ağacı olmadan - maddi ya da manevi her ne ise o ağaç - geçirilen içi boş bir ömürden daha kötü olduğunu kim söyleyebilir?

Ünlü bir siyaset adamı, yaşamı bir bisiklete benzetiyor. Düşmemek için pedal çevirmeye devam etmemiz gerektiğine işaret ediyor. Yaşamın pedalını çevirmeye devam etmek, doğruların yanında yanlışlar yapılabileceğimize ikna olmak anlamına gelir. Her an daha kaliteli hale gelecek bir yaşam için yanlışlar ve başarısızlıklar kadar doğrular ve başarılar da ders niteliğine sahiptir. Çünkü yaşam, komediden trajediye kadar değişen farklı yönleriyle iyi öğreten bir kitaptır.

Yaşam kalitesini zamana, zamanın uzunluğuna veya kısalığına bağlamamak gerekli... Çünkü iyi bir yaşam, uzun bir yaşamla eşdeğer değil. Çünkü her yaşamın kendisi, bir sonsuzlukla çevrili… Bizi saran sonsuz gizemin ruhunu yakalayabildiğimizde, yaşamın farklılığına yaklaşmış oluyoruz. İşte; bu nedenle yaşamın anlamı, yaşadığımız andadır. Her an, kendi anlamını kendi içinde taşıyor. Ne yazık ki, yaşamı anlamlandıranın kendimiz olduğunu hayli geç fark ediyoruz.

Yaşamımızın unsurlarını anlamlandıranın kendimiz olduğunu fark edersek, o zaman yaşamımızın her biri bir anlam sonsuzluğu olan şimdilerden meydana geldiğini kavrayabiliriz. Bir anı kaçırmak, bir anlam sonsuzluğunu yitirmeye benzer. Yaşamın her anını yaşamak için ise zamanı yapay olarak hızlandırmaya çalışmamak gerekli.

Mevlana Celâleddin Rumî, yaşamın sırrına yaklaşmış bir derin anlamlar manzumesidir. Mevlana’nın, yaşamın değerini bilgece dile getiren cümleleri ile bitireyim: “Kah cüzdanını, keseni para ile doldurmak kaygısı ile, kah iyi yemek içmek endişesi ile, bu aziz ömür geçip gitmekte, sayı ile verilen her nefes de eksilmekte.”

15 Ocak 2011 Cumartesi

Sosyal Medya ve Gazetecilik

Sosyal Medya ve Gazetecilik

Gürcan Banger

Eskiden günlükler ve hatıra defterleri vardı. İletişimin daha kısıtlı olduğu o yıllarda bu defterler iç konuşmaların en önemli aracı oldular. Şimdilerde ise İnternet ortamında günlükler var. İnternet jargonunda bu tür günlüklere blog adı veriliyor. İnternet günlüklerinde insanlar duygularını, düşüncelerini yazıyorlar. Yazarlık konusunda daha hevesli ve deneyimli olanlar ise kendi günlüklerinde şiirlerini, öykülerini ve makalelerini yayınlıyorlar. Böylece her günlük, bir anlamda kişisel gazete haline dönüştü.

Diğer yandan farklı İnternet günlüklerinde yayınlanan şiir, öykü, makale, köşe yazısı ve haberleri derleyerek bunları okuyuculara sunan blog’lar da var. Böylece her bir günlük, farklı insanların bakış açılarını, görüşlerini ve düşüncelerini yansıtan bir çok-yazarlı gazete haline dönüşüyor. Sosyal sanal ortamda gazete kâğıdı, matbaa mürekkebi, kameraman ya da haber muhabiri gibi herhangi bir medya organında görebileceğiniz ayrı kadrolara ihtiyaç olmuyor. Çoğu zaman tek bir kişi ilgili günlüğün yaşamda kalmasını ve sürdürülebilir olmasını sağlıyor. Bu konuyu daha ileri noktalara götürerek birden fazla kişinin katılımı ile yapanlar da var. Böylece sosyal medya ortamında katılımcı, çok-kültürcü ve demokratik bir yayın olanağı (yeni türden bir gazetecilik) doğuyor. Bir yurttaş gazeteciliği adeta…

Kapitalizm ve Medya
Kapitalizmin birkaç önemli özelliğinden birisi, her şeyi meta haline (bir başka deyişle; maddi, düşünsel veya duygusal olan her şeyi alınır satılır hale) dönüştürmesidir. Bu bağlamda kamuoyu da bundan kendini kurtaramaz. Örneğin son yıllarda küresel, ulusal ve yerel medyanın kamuoyunu bir haber pazarı halinde görmeye başlamasının nedeni, kapitalist ekonomik sistemin bu genel özelliğidir. Bugün medya, 18’inci yüzyılda İrlanda kökenli İngiliz devlet adamı ve siyaset kuramcısı Edmund Burke’nin “Dördüncü Kuvvet” olarak isimlendirdiği özelliklerinden çok farklı bir yapıya ve güdülere sahiptir.

Günümüzde gazeteden radyo yayınlarına, televizyon kanallarından Internet sitelerine kadar medyanın en belirgin özelliği, neredeyse tümüyle kâr güdümlü bir yapıya dönüşmüş olmasıdır. Medyanın (doğru bilgi verme ve yürütme erkini denetleme gibi) kamusal görevlerini yerine getirmede öncelikli davranmaması, halkın gözünde meşruiyet ve güven kaybına neden oldu. Bu nedenle; yapılan kamuoyu anketlerinde halkın, medyayı en az güvenilen kurumlar arasında görmesi hiç şaşırtıcı değildir. Yurttaşlar kendilerini manipüle edilme potansiyeline sahip haber tüketicileri olarak gören medyayı, artık inanılır ve güvenilir bulmamaktadır. Yurttaş gazeteciliği (kamusal gazetecilik) kavramının doğuşunun nedenlerinden birisi, medyada gözlenen bu meşruiyet ve güven kaybıdır.

Kapitalizmin Küresel Çağ’daki önemli bir diğer özelliği, mal ve hizmetlerin yeniden üretmenin yanında sürekli olarak yeni ihtiyaçlar üretme eğilimidir. Kapitalizm için ar-ge ve inovasyonu anlamlı kılan motivlerden birisi, bu özelliğe bağlı olarak yeni kâr kaynak ve modelleri geliştirebilmektir. Yeni ihtiyaç üretimi ve halkın bu ihtiyacın tatmini yönünde ikna edilmesi sürecinin önemli aktörleri arasında medya ilk sıralarda yer alır. Magazin ve spor gazeteciliği, bu kâr / rant güdümlü sürecin ‘en etkin ve verimli’ işlediği alanlar için “seçkin” örneklerdir.

Ignacio Ramonet, 1943 doğumlu bir İspanyol gazeteci ve yazardır. 1991 yılından bu yana aylık bir yayın olan Le Monde diplomatique isimli derginin editörlüğünü yapmaktadır. Aynı zamanda Küresel Medya İzleme (Media Watch Global, MWG) isimli bir sivil toplum kuruluşunun başkanı olan Ramonet’nin medyaya ilişkin şu sözleri çarpıcıdır: “Medya, uzun süre tüm yurttaşlar için yardım ve destek amaçlı önemli bir başvuru kaynağı oldu. Bu nedenle Dördüncü Kuvvet olarak bilindi. Böyle denmesinin nedeni, hükümetlerin halk üzerindeki zarar veren uygulamalarına karşı çıkan görüşler geliştiren bir kuvvet olmasıydı. Dördüncü Kuvvet, artık bu güce sahip değil.”

Yurttaş Gazeteciliği
Ramonet, uygulamalarının Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü tarafından yürütüldüğü liberal küreselleşmenin etkisiyle medyanın karşı güç olma özelliğini yitirdiğini tespit ediyor. Her düzeydeki gözlemler, genel anlamda Ramonet’yi haklı çıkarıyor. Bu nedenle kâr güdümlü hale gelmiş, küresel / ulusal / yerel sermayenin etkisi altına girmiş ve kendi içinde bir rantiye medya sınıfı oluşturmuş olan Dördüncü Kuvvet medyanın, bir Beşinci Kuvvet tarafından denetlemesi gerekiyor. Bunun da medya üzerinde halkın denetimi olması öngörülüyor. Hiç kuşkusuz doğru kullanıldığında; yurttaş gazeteciliği, Beşinci Kuvvet sürecinin önemli unsurlarından birisi olabilir.

Enformasyon kaynağı olan her unsur, aynı zamanda bir dezenformasyon (karşı / yanlış bilgi) ve manipülasyon (yanıltarak yönlendirme) kaynağı olarak da görev yapabilir. Bu nedenle medyanın, olumsuz etkilerine açık olan halk tarafından denetlenmesi, bu çağın öncelikli hedefleri arasında yer almak zorundadır. Son olarak; demokratik olmayı hedefleyen her siyasal söylemin bu konuda ortaya koyacağı bir vizyonu ve programı olmalıdır.

Dün Dünde Kaldı
Geçtiğimiz günlerde yazdığım gibi; sosyal medya hızla kendini geliştiriyor ve yeniliyor. Bu yeni ortamın yaşamımızda daha pek çok şeyi değiştireceğine dair ciddi ipuçları var. Geleneksel medyanın yok oluşuna sızlanmak yerine gelişip serpilene dikkat etmek lazım.

Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook'ta izle
Twitter'da izle

14 Ocak 2011 Cuma

Yerelde Demokrasi

Yerelde Demokrasi

Gürcan Banger

Nedir demokrasi? Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi… Bu tanımlama, demokrasinin kurulup işletilmesi mümkün mü? Kolay değil. Bir bina inşa etmekte olduğu gibi demokrasiyi kurmak zaman ve kaynak gerektiriyor. Diğer yandan demokrasiyi var etmenin ve sürdürülebilir kılmanın en önemli gereği, bu yönlü niyetin olması… Sonra da bu niyeti kurumsallaştırmak lazım.

Demokrasi, pek çok kavram ve kurum gibi sürekli değişen bir özelliğe sahip. Günümüzde demokrasinin içeriğinde katılım ve çoğulculuk boyutlarında ciddi açılımlar oldu. Ülkemize henüz yeterli ölçüde yansımamakla birlikte; bu açılımlar, kendilerine devlet yönetiminden sivil toplum kuruluşlarına, ekonomik işletmelerden ev yaşamına kadar pek çok alanda uygulama imkânı buldu. Yeni demokratik açılımların en özgün uygulamaları ise yerel yönetimler alanında gerçekleşti. Demokrasi anlayışındaki değişimleri gerçek yaşama taşıma anlamında Brezilya’da Porto Allegre uygulamaları, bir başarı öyküsü olarak gıpta ile bakılan örnek oldu.

Yerelde yönetim anlayışının pek çok farklı türünden söz edebiliriz. Örneğin belediye başkanının kişiliği ile özdeşleşen örnekler vardır. Bir başka durumda başkan yine önde olur ama yönetim süreçlerinde bir uzmanlar oligarşisinin hegemonyası da mevcuttur. Değişen demokrasi anlayışına uygun olarak gözlenen bir başka örnek ise katılımcılık ve çoğulculuk üzerine kurgulanır. Gelişmiş demokrasi anlayışının bir tezahürü olarak ortaya çıkan bu örneği, yerel yönetişim veya yerelde birlikte yönetim olarak isimlendirebiliriz.

Yerel yönetişimin dayanak noktası, kentte mevcut olan aktör ve paydaşlarla yönetim erkinin sağlıklı ilişkiler geliştirmesini gerekli görür. Kent hakkında alınacak kararların birlikte verilmesi için mekanizma ve süreçler geliştirilir. Bunların geliştirilmesi için (yasalara uyulmakla birlikte) mevcut mevzuat veya düzenleme eksikliği, bir engelleme ve kısıtlama vesilesi olarak öne sürülmez. En önemlisi; yerel yöneticiler, katılıma ve çoğulculuğa yürekten inanırlar; bu inancın gereğini yerine getirmek için de somut uygulamalar geliştirirler. Bu bağlamda kent yöneticisinin demokrasi anlayışının doğrulanmasının dayanakları, bu yönlü geliştirdiği, geliştirilmesine destek ve katkı verdiği başarı öyküleridir.

Birlikte yönetim için mekanizmalar geliştirilmesinden söz edince; çevremizde gözlenen uygulamalara da bir göz atmak gerekir. Çoğu zaman yerel yöneticinin değişik devlet birimlerini veya meslek örgütleri ile sivil toplum kuruluşlarını ziyaret etmesi bir mekanizma olarak anlaşılır. Bir başka içeriksiz örnek, yaz aylarında okul bahçelerinde yapılan gösteri veya eğlencelerdir. Mahalle meclisi olarak isimlendirilmekle birlikte bunlar da (bazen yanlışlıkla kimi zamanda saptırılarak) bir katılım mekanizması olarak algılatılmaya çalışılır.

Demokrasi kültürünün geliştiği ülke ve toplumlarda demokratik çoğulcu katılımın sağlanması için geliştirilmiş gerçek mekanizmalar görmek mümkündür. Bunlar arasından sadece kent konseyleri ülkemizde uygulamaya geçirilmeye çalışılmakla birlikte; pek çok yerleşimde başarısız örnekler olarak kalacak gibi görülmektedir.

Katılımın ve çoğulculuğun sağlanması için kullanılan ve en çok bilinen uygulamaların başında kamuoyu yoklamaları gelir. Muhtarlarla yapılacak ortak çalışmalar, kararların çok-kültürlülüğü yansıtacak ve katılımı sağlayacak bir niteliğe katkı yapmasını sağlayabilir. Yine yerleşim ölçeğinde bazı konularda referandum uygulamaları yapmak değerli sonuçlar üretebilir.

Toplam kalite yönetimi felsefesinin kalite çemberlerini, kentin geleceğinin şekillenmesinde planlama çemberleri olarak kullanmak mümkündür. Yine kentin değişik aktörlerini katarak düzenli olarak kent ve sektör şuraları yapmakta yarar olabilir. Çevre, kültürel koruma veya insan hakları gibi uzun soluk gerektiren çalışmalarda yurttaş kurulları uygulamaları bilinmektedir.

Yaklaşan bir genel seçim süreci var. Muhtemelen gündemimiz yine temelsiz proje önerileri ile dolacak. Dilerim; bu seçim süreci çok daha vizyoner, planlı, halkı gerçekten dikkate alan ve sürdürülebilir katılım için umut veren bir seçim dönemi olur. Belki de; seçim sonrası bu süreçten daha önemli… Ülkeye ve şehre hizmet adına söz verenler (kazansalar da, kaybetseler de) seçim sonrasında birdenbire ortadan kayboluveriyorlar. Sanırım; iyi günde veya kötü günde ama her durumda görünür ve bulunur olanı seçmek lazım.

Baba Tahir

Baba Tahir

Gürcan Banger

1900 yılında (Rumi 1315’te) İstanbul’un şebeke suyunu yöneten imtiyazlı Fransız şirketinin (Dersaadet Anonim Su Şirketi’nin) başına yeni bir Fransız genel müdür atanır. Genel müdürün Padişah II. Abdülhamit’e takdimi sırasında İzzet Paşa Konağı’nda bir yangın çıkar ve tanıştırma töreni ertelenir. Yeni genel müdür, bu durumdan ‘vazife’ çıkarır ve yangına karşı da kullanılabilecek yeni su şebekesi konusunda proje fikirleri üretmeye başlar.

1874’te kurulmuş ve Terkos Gölü’nden getirilen basınçlı suyu İstanbul’a 1885’te vermeye başlamış olan su şirketinin merkezi Galata’dadır. Taze genel müdür, şirkete gider gitmez, İstanbul’a yeni gelmenin verdiği heyecan ve titizlikle kendisinden önceki döneme ait gelir – gider hesaplarını incelemek üzere defterlerin getirilmesi için başmuhasebeciye talimat verir. Memur maaş bordrosunda diğer personelden daha yüksek maaş alan Baba Tahir isimli bir kişi dikkatini çeker. Bu durumu muhasebeciye soran yeni genel müdür, bu kişinin Malûmat isimli bir küçük İstanbul gazetesinin sahibi olduğunu ve şirketle ilgili olumlu haberler yazması için bir altın ederindeki bu maaşın kendisine bağlandığını öğrenir. Bu durumu müsriflik ve gereksiz gider olarak algılayan genel müdür, derhal bu maaşın kesilmesi talimatını verir. Bu tasarruf talimatını verdikten sonra ise o günkü yangının heyecanıyla Cibali, Hocapaşa ve Gedikpaşa havalisinde, Padişah’ın desteği ile yapmayı hayal ettiği yeni şebeke projesini şekillendirme çabasına girer.

Sonraki günlerden birinde Malûmat Gazetesi’nin başyazarı olan Baba Tahir, maaşını almaya gidip de kesilmiş olduğunu öğrenince sakinliğini bozmadan Bab-ı Ali’deki yazıhanesine döner. Daktilosunu alarak bir sonraki sayı için bir yazı kaleme almaya başlar.

Ertesi gün Genel Müdür makamında çalışırken kızgın bir kalabalığın şirketin önündeki bağırışları ile irkilir. Sonunda sorunun, Malûmat Gazetesi’nde yer alan bir haberden kaynaklandığı anlaşılır. “Terkos Gölü’ne Bir Domuz Düştü” başlıklı haber özetle şöyledir: “Domuz avcıları, Istranca Dağı eteklerinde avlanırken rastladıkları bir yaban domuzuna ateş etmişler; yaralanan ama kaçan domuz Terkos Gölü’ne düşüp boğularak ölmüştür.” Bu durum, Müslüman İstanbul için bir felakettir. İstanbul halkı, içine domuz düşmüş su ile ne abdest almak ister, ne de yıkanmak… Fransız su şirketi için ise bu nahoş durum, su müşterilerini kaybetmek yanında çiçeği burnunda genel müdürün yeni şebeke projesinin de iptal olması anlamına gelmektedir.

Kendince “hatasının” farkına varan genel müdür, Baba Tahir’in maaşının yeniden bağlanmasını teklif etse de; Baba Tahir ancak 4 altın maaşa razı edilebilir. Bir diğer rivayete göre; kalbinin kırılmasının diyeti olarak Baba Tahir’in 600 altına razı olduğu söylenir. Anlaşmanın sağlanmasının ardından Baba Tahir, ertesi gün yayınlanan gazetesinde şunları yazar: “Yaptığımız araştırmada bir yanlışlık yapılmış olduğu saptanmış, vurulan domuzun göle varmadan bir kenarda telef olduğu anlaşılmıştır. Halkımızın gözü aydın olsun; Terkos suyunu gönül rahatlığı ile kullanabilirler.”

Bu örnek, Baba Tahir’in ne ilk ne de son vukuatıdır. Aynı zamanda Abdülhamit döneminin jurnalcilerinden olan Baba Tahir, sürgüne gönderildiği Fizan’da ölür. Kendisinden nefret edenlerin topladığı parayla yapılan mezarında “Ne kendi etti rahat / Ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubûr” yazılı olduğu söylenir. Kıssadan hisse…

Biraz Daha “Baba Tahir”
Yukarıda 1900’de İstanbul’un şebeke suyunu sağlayan Fransız şirketinden, Malûmat isimli gazetesinde “Terkos Gölü’ne bir domuz düşüp boğuldu” diye yazıp şantajla para alan Baba Tahir’den söz etmiştim. Baba Tahir namıyla bilinen gazeteci, şantajla parayı aldıktan sonraki gün gazetede “Dünkü nüshamızdaki haberi düzeltiyoruz. Yaptığımız araştırma sonucunda Terkos Gölü’nde boğulan domuz haberinin doğru olmadığını öğrendik” şeklinde yazmıştı.

Rivayetler, Baba Tahir’in tek vukuatının bu olmadığını göstermektedir. İstanbul’un sonradan görme zenginlerine Avrupa kraliyet ailelerinin sahte nişan ve madalyalarını yüksek ücretlerle sattığı söylenir. Öyle ki; padişahın damadına da alavare dalavere yapmaya kalkınca Fizan’a sürülmüştür. (Çoğunlukla yanlış olarak Arabistan’da bir bölge sanılan Fizan, Libya’yı oluşturan üç bölgeden biridir. Fizan Çölü bu bölgede yer alır.)

Bir diğer söylenti, 1899 yılında Mısır’da Kanun-u Esasi isimli gazetede Baba Tahir hakkında şu satırların yazıldığıdır: “Sultan Abdülhamit’in tercüman-ı efkârı ve avenesinin de naşir-i asarı olmakla pek ziyade ehemmiyeti bulunmak şüphesiz olan Malûmat Gazetesi başmuharriri Baba Tahir’in şimdiki yeni vazifesi Yıldız Sarayı ile hükümet daireleri arasında simsarlıktır. Matbaası zan olunan yer, geniş iş idarehanesidir. Bunu gazetesiyle kendisi ilan ediyor. Baba Tahir, bütün hükümet dairelerinde sürüncemede kalmış olan büyük küçük her işin takibini üstüne alır, hem de hakkından gelir. Çünkü Sarayla işini uydurmuştur. Bunu bilmeyen de kalmamıştır. Bu vehicle hesapsız para kazanıyor. Fakat büyük kısmını Saraydakilerle paylaşıyor. …”

1 Ağustos 1952’de Hafta Dergisi’nde Münir Süleyman Çapanoğlu’nun yazdığına göre; “Baba Tahir sabahlı, akşamlı, haftalık günlük ‘İrtika’ ve ‘Malûmat’ adlı iki gazete ve mecmua çıkarıyordu.” Bu yayınlar eski edebiyattan yana olan muhafazakâr kesimleri çevresine toplar. Gazetede yazdığı yazılarla 1896-1901 yılları arasında yayın yapmış olan Servet-i Fünun Dergisi’nin başına bela olur. Bu şantajcı ve jurnalci gazeteci, saldırıları ile derginin Padişah Abdülhamit tarafından kapatılmasına yol yordam hazırlar.

Baba Tahir, Servet-i Fünun’un Hüseyin Cahit’in yöneticiliği döneminde yayınlanan bir çeviri nedeniyle soruşturmaya uğramasını sağlar. 3 Ekim 1901’de dergide ‘Edebiyat ve Hukuk’ başlıklı çeviri yazının yayınlanması üzerine Baba Tahir, gazetesinde büyük yaygara koparmış ve dönemin sansürü tarafından Servet-i Fünun’un kapanmasını sağlamıştır.

Yabancı bir sözcük olan ‘advertoryal’, yayımcılıkta gazete ve dergilerin özel reklâm sayfalarında bir reklâmın çevresindeki yazı demektir. Bir haber veya makale gibi görünmekle birlikte, gerçekte bedeli ödenerek yapılmış bir tür saklı reklâmdır. Bu zihniyeti, geçmiş edebiyatımızda kullanan pek çok anlı şanlı yazarımız olagelmiştir. Ülkenin roman ve öykü ile yeni tanıştığı yıllarda bazı yazarlar, hikâyelerinin belli bölümlerinde o sıralar piyasada pazarlanmakta olan krem, kolonya ve sabun gibi ürünlerin gizili reklâmını yapmışlar ve bu fedakârlıkları karşılığında “hak ettikleri” ödemeyi almışlardır.

Kamu yöneticilerini, zenginleri, ünlüleri, şehir ayanını ve siyasetçileri, gazetelerinde tehditle korkutmaya ve bundan çıkar sağlamaya çalışan yazar-çizer-söyler takımı her dönemde olmuştur. Para hırsı, toplumca tanınan kişilerin bazen övülüp göklere çıkarılmasına, kimi zaman ise fütursuzca yerilip karalanmasına vesile olmuştur.

Yukarıda adını andığım, Bab-ı Ali’nin eskilerinden Münir Süleyman Çapanoğlu’nun şantajcı / reklamcı yazar avenesi hakkında yazdığı 1952 tarihli sözleri ile bitireyim: “Bunları yapanlar, bu muharrirler kimdir? Basın tarihini aydınlatmak bakımından isimlerini vermek lazımdı. Fakat ismine ve akrabalarına saygı göstermek vazifemizdir. Bunların yaşayan, aramızda mensupları olduğunu düşünerek adlarını yazmadık.”