30 Kasım 2010 Salı

Kendini Hasta Hisset, Daha Fazla İlaç Tüket

Kendini Hasta Hisset, Daha Fazla İlaç Tüket

Gürcan Banger

İş dünyasının haline bir bakın! Küresel ölçekte üretim teknolojisi ve kalite konusundaki sıkıntılar büyük ölçekte aşılmış. Üretim bir sorun olmaktan çıkınca, üretilenleri satmak iş dünyasının birincil sorunu haline gelmiş. Daha çok satmak için ise insanları her alanda daha fazla tüketime teşvik etmek gerekiyor. Ama kâr güdüsü ve kalıcılık için bu da yeterli değil. Tüketilebilecek yeni ürünler ve hizmetler yaratmak gerekiyor. Yeni tüketim konuları olmalı ki, yeni gelir ve kâr olabilsin. Bu nedenle de insan yaşamının her noktası daha fazla tüketim adına didik didik ediliyor. Bir anlamda insanlık bir sonraki tüketim aşaması için besiye çekilen kümes ve ahır hayvanlarına döndü.

Tüm dünyada bir çılgınlık halini almaya başlayan tüketim eğilimini her alanda gözlüyoruz. Geçmişte dayanıklı tüketim malları arasında sayılan emtia bile artık modaya ve hızlı tüketime konu oldu. Diğer yandan; gıda tüketimindeki aşırılıklar, küresel ölçekte giderek yaygınlaşan obezite adı verilen şişmanlık hastalığına kaynak neden oldu. Dünyanın ciddi bir bölümü açlık ve yoksullukla savaşırken, başta gelişmiş ülkelerde olmak üzere dengesiz tüketime bağlı aşırı şişmanlık yeni bir hastalık olarak yükseliyor.

Aşırı şişmanlık gibi yeni türden hastalıkların yaygınlaşmasında vurgulanması gereken önemli bir nokta var. Dünya ekonomik sistemi, sadece mal ve hizmetleri yeniden üretmekle kalmıyor. Tüketim eğilimlerini canlı tutabilmek için bir yandan da sürekli yeni ihtiyaçlar yaratmaya ve üretmeye çalışıyor. Bunlar arasında insan bedenine olumsuz etkiler yapabilen genetik olarak değiştirilmiş gıdalar ile doğallıktan koparılarak sentetik olarak üretilmiş yiyeceklerin önemli bir yeri var.

Amaç, daha çok satmak ve daha fazla kâr elde etmek olunca; hangi sektörlerin bu beklentilere hizmet edeceğinin önemi kalmıyor. Örneğin insan ve toplum sağlığı da kâr elde edilmesi gereken sektörlerden birisi olarak gündeme geliyor. Bu nedenle özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelerde sağlığın bir piyasa olarak serbestleştirilmesi sağlanmaya çalışılıyor.

Bu arada ilaç sektörü de, insan ve toplum sağlığına hizmet eden ve etik kuralları olan iyileştirici - koruyucu bir sektör olmaktan çıkarak, her an daha fazla tüketim ve kâr odaklı olmaya başlıyor. Bu süreçte daha fazla satış ve kâr beklentisi olan küresel ilaç üretim endüstrisinin etkisi var. Bu anlamda ilaç endüstrisinin dev şirketleri, ürettikleri ilaç ve malzemeleri pazarlayabilmek için hepimizin hasta olduğuna veya yakın gelecekte olabileceğine bize inandırmak istiyorlar. Bir sürekli hastalık halinin varlığına ikna olmaya zorlanıyoruz. İlaç firmaları, ürettikleri malları hasta olmayan insanlara da pazarlayabilmek için biteviye yeni yol ve teknikler bulmaya çalışıyorlar. Bu nedenle daha sağlıklı gıdalar tüketmeye başlamadan önce henüz mevcut olmayan hastalıklara karşı ilaç kullanmaya başlıyoruz.

Özellikle son yıllarda; yüksek tansiyon, depresyon, sosyal anksiyete, stres, cinsel işlev bozuklukları, menopoz, östropoz, obezite ve benzerleri gibi hastalıklar öne sürülerek ilaç tüketiminin artırılması yönünde ciddi girişimler var. Bu hastalık isimlerinin her biri, daha fazla ilaç kullanmak için bir reklam ve manipülasyon aracı olmaya başladı. Dünyada yapılan araştırmalar, başta yukarıda saydıklarımda olmak üzere bir tür ilaç bağımlılığı yaratmak üzere küresel ilaç firmalarının her yolu denediklerini ortaya koyuyor. İlaç konusundaki bilinç düzeyi yüksek olmayan toplumlarda firmaların insanları kandırma ve yanıltma politikalarını başarılı kılmaları çok daha kolay oluyor.

Önemli olan daha fazla ilaç satmak olunca, topluma kullanması yönünde önerilen ilaçların yan etkileri de gözden kaçıyor. Birçok ilacın uzun süreli kullanımın başka sorunlara yol açtığına dikkat edilmiyor. Temel fikir, bireyi hasta olduğuna inandırmak ve bu yolla ilaca karşı bir zihinsel bulanıklık oluşturarak daha fazla ilaç tüketimini sağlamak.

Hiç kuşkusuz; gerçek bir hastalıktan kurtulabilmek için tıp uzmanların tavsiyelerine uyarak ilaç kullanmak gerekebilir. Ama böyle bir gerçek uzmanlık süreci içinde değilsek, kendimize o ilacı neden kullandığımızı sormak zorundayız. Belki birileri bizim için hastalık ihtiyaçları üretmeye çalışıyor ve biz de buna alet oluyor olabiliriz.

İlaç Tüketimi
Bir ruh sağlığı uzmanı, insanların daha fazla ilaç tüketmeye yönlenmelerini şu sözlerle ifade ediyor: “İnsanlar regl dönemindeki sancıdan terk edilme acısına kadar her sorunda doktorlara taşınıyor. Bu bağımlılıktan en çok ilaç üreticileri ve hemen reçeteye sarılan doktorlar kazanıyor.”

Bir tıp profesörü ise konuyu şöyle değerlendiriyor: “Son yıllarda ilaç tüketimini artırmak için yeni hastalıkların uydurulduğu bir gerçek. Önce olmayan hastalıklar icat ediliyor, sonra tedavi etkisi olmayan ilaçlar. Hatta anti-depresanlarda, plasebodanın daha etkili olduğu kanıtlandı. [Bilindiği gibi; plaseboda, hiçbir etkisi olmayan yalancı ve sanal ilaç anlamına gelen teknik bir sözcük.] Anti-depresanların da yan etkileri, iyileştirici etkilerinden çok daha fazla.”

İlaç tüketim istatistiklerini incelediğimizde ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Türkiye’de cari fiyatlarla dolar bazında ilaç tüketimi, ABD ile AB’nin altında yer alıyor. Ama ilaç tüketiminin ulusal gelire oranına baktığımızda, hayretle yüzde 1,75’lik bir oranla dünyada ilk sırada olduğumuzu görüyoruz. Bu oran; 2006 değerleriyle örneğin İngiltere’de yüzde 0,65 iken Almanya’da yüzde 0,95; Fransa’da yüzde 1,15 ve ABD’de yüzde 1,50’dir. Kısaca; ulusal gelirimizin ciddi bir oranını, belki de asla sağlığımıza uygun olmayan ilaçların tüketimi için harcıyoruz. İlaç endüstrisinde artan dışa bağımlılığı ise bu bağlamda mutlaka hatırlamak gerekir. Daha fazla ilaç tükettikçe, daha büyük ulusal kaynak yurt dışına akıtılıyor.

İlaç endüstrisinin daha fazla ilaç satabilmek için yarattığı hastalıklar konusunda bir kitap yazan Avustralyalı gazeteci Ray Moynihan ve Kanadalı araştırmacı Alan Cassels ilginç tespitler yapıyorlar: “Aslında hasta değiliz! Ama ilaç devleri, yarattıkları pazarlama yanılsamasıyla hepimizi hasta etmek, dolayısıyla her sağlıklı insana ilaç satmak istiyor.” 500 milyar dolarlık bir endüstriden söz ettiğimizi hatırlayınca; böyle bir gelirden pay alabilmek için bazı ilaç şirketlerinin etik olmayan yolları denemelerine şaşırmamak gerekiyor.

Yapılan araştırmalara göre; Türkiye’nin ilaç piyasası hızla büyüyor. 2009 yılında dünyanın en çok ilaç tüketen 10’uncu ülkesi olacağımız öngörülmüş. 2015 yılında ülkemiz ilaç pazarının 30 milyar dolara yükseleceği tahmin ediliyor. Her yıl yaklaşık yüzde 10 büyüyen ilaç pazarının, kendi olağan akışı içinde bu büyüklüklere ulaşmasının mümkün olmadığı, pazarın büyümesi için kandırmacı ve yanıltıcı yollara başvurulduğu uzmanlarca ifade ediliyor. İlaç konusunda çalışan araştırmacılar, sektörün, piyasa büyüklüğünü kısa sürede 2-3 katına çıkarmayı hedeflediğini belirtiyorlar.

Gerçek bir hastalıktan kurtulabilmek için tıp uzmanlarının tedavilerine uyarak ilaç kullanmak gerekebilir. Ama uzmanlığa dayalı bir tedavi süreci içinde değilsek, kendimize o ilacı neden kullandığımızı sormak zorundayız. Muhtemelen birileri bizim için hastalık ihtiyaçları üretmeye çalışıyor ve biz de kaynaklarımızı ve en önemlisi sağlığımızı kural dışı şirketler daha çok kazansın diye boşuna tüketiyor olabiliriz. Eğer somut bir örnek ararsanız, size ülkemize hayli pahalıya patlayan “Domuz Gribi” efsanesini hatırlatmak isterim. Bir de; bitkisel ürün başlığı altında ilaç kategorisine sokulmadan neredeyse köy bakkalında bile satılan süslü etiketli ve ilginç şişeli ne idüğü belirsiz ekstrelerin yarattığı kaynak israfını düşünün. Yeter ki; sağlık sektöründe ipin ucu bir kez kaçmaya görsün…

29 Kasım 2010 Pazartesi

Ya Değişeceksin Ya da Yok Olacaksın

Ya Değişeceksin Ya da Yok Olacaksın

Gürcan Banger

“Değişmek istemiyoruz” asla bugüne göre bir cümle değil. Neden derseniz; her şey, özellikle iş dünyası sürekli değişmek zorunda... Hatta değişim artık işletmelerin içsel özelliği haline gelmek durumunda. “Bugün durayım” diyen yarını kaybediyor.

20’nci yüzyılın son çeyreğinden başlayarak ortaya çıkan bilişim ve iletişim alanlarındaki gelişmeler, yönetim ve iş yapma modeli kavramında çok önemli değişimlere neden oldu. Bu değişim, ilgili diğer kavramlarla etkileşimli olarak gelişti. Bu süreçte yönetim hiyerarşisi daha yalın ve sade bir hale geldi. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin önemi arttı. Dağıtık yönetim sistemi anlayışı genel kabul görmeye başladı. Yeni türde işletmenin odak noktası, müşteri olarak benimsendi. Müşterinin ve dolayısıyla kalitenin önemsenmesi, toplam kalite adı verilen yeni bir yönetim anlayışına yol açtı. Devamla başka modellere ilerleme kaydedildi. Böyle işgörenler açısından sürekli eğitim ihtiyacı ortaya çıktı. Yaşam boyu sürecek iş kavramı yerine sürekli yenilenen geçerli iş kavramı ön plana geçti.

Diğer yandan küreselleşme ve merkezin ortadan kalkması, işletmeleri herhangi bir yönden gelebilecek rekabete açık hale getirdi. Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler önem kazanırken bilişim ve iletişimdeki gelişmelere bağlı olarak hiper marketler aracılığı ile üretici ve tüketicinin yüz yüze geldiği yeni bir pazar anlayışı oluştu.

Dünya’da bu gelişmeler olurken Eskişehir, bu döneme biraz hazırlıksız biçimde yakalandı. Yöredeki devlet işletmeleri, yüzyılın ortasındaki üstün niteliklerini çoktan kaybetmişlerdi ve zamanın değişen ruhunun pek de farkında değillerdi. Geleneksel sektörlerde yığılmış olan sermaye, yeni işletme modellerine gerek duyacak yeni sektörlere hareket etmekte hevesli değildi. Ticaret ve sanayi konularında yol gösterme ve özendirme işlevlerini yerine getirebilecek toplumsal örgütlenmeler de atıl kalınca Eskişehir işletme modeli, 2000’leri tanımlayan gelişmenin biraz uzağında kaldı.

Eskişehir’in demografik olarak incelenmesi, kentimizin Antalya, Kocaeli, İstanbul, Diyarbakır, İzmir veya Gaziantep gibi Türkiye’nin önemli çekim merkezleri kadar göç almadığını ifade ederken bir gerçeği gözlerden saklamaktadır. Eskişehir önemli ölçüde göç alan ve aynı oranda göç veren bir ildir. Eskişehir’de göç çok yönlüdür. Kent dışından gelenler yanında köy ve ilçelerden kent merkezine yoğun bir akış vardır. Kentte iki üniversitenin bulunması göç trafiğini daha karmaşık hale getirmektedir. Kentin nüfus yapısının sürekli değişikliğe uğraması, kentlilik kültürünü olumsuz yönde etkiler. Çağdaş işletmelerin önemli yapı taşları olan girişimcilik, diğer birey ve kuruluşlarla birlikte iş yapma becerisi ve takım ruhu, problem çözme performansındaki yükselme eğilimi kent kültürüne özgü kavramlardır. Kent kültürü, doğrudan örgüt kültürüne etki yapar. Kent kültürünün gelişmesi, işletme kültürünü de olumlu yönde etkileyecektir.

Çağdaş işletme anlayışı, e-ticareti de içine alan bilişim ve iletişim altyapısı ile ar-ge ve inovasyon alanına yatırım yapmayı zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla işletme içi bazı parasal kaynakların bu alanlara yatırılmak üzere ayrılması gerekmektedir. Ayrıca gerek donanım gerekse yazılım olarak bilişim ve iletişim altyapısı ile iş yapma modellerinin uygun biçimde yenilenmesi zorunluluğu da ortadadır. Diğer yandan Eskişehir iş dünyasının temel sorunlarının başında yatırılabilir kaynak kıtlığı gelmektedir. Söz konusu kaynaklar ise ancak kent dışı potansiyellerden aktarılabilir. Kısaca söylenirse; Eskişehir işletmelerinin çağdaşlaşması, Eskişehir’in kendi sınırları dışından kazanacağı para ile çok yakından ilgilidir. Bu nedenle Eskişehir, değişen kente uygun yeni iş fikirleri bulmak veya üretmek zorundadır.

İyi Olmakla İlgili Küçük Bir Not
Ünlü pazarlama düşünürü Philip Kotler, pazarlama stratejilerine değindiği bir kitabında iki yazarın kaleme aldığı bir başka kitaptan söz ediyor. 1996’da yayınlanan Steacy ve Wiersema’nın pazar liderliği konulu çalışmasında işletmeler için ilginç bir meydan okuma var. Yazarlar; işletmelerin şu üç alandan en az birinde en iyilerden birisi olmaları gerektiğini ifade ediyorlar: 1- Yetkinleşme, 2- Üründe liderlik, 3- Müşteriyle sıkı yakınlık.

Bölgemizin sınai ve ticari yapısını ve işleyişini öğrenmeye çalışan bir kişi olarak ürün liderliğinin bizim işletmelerimizle fazlaca örtüşen bir nitelik olmadığını düşünüyorum. Hiç kuşkusuz; firmalarımız ürün liderliği konusunda gayret içinde olmalıdırlar ama mevcut durumda pek çok firma için bu niteliği yakalamak kolay değil.

Diğer yandan bölgemizde pek çok firmanın yeteneklerinin taklit edilemeyen ve özgün nitelikte “temel yetenek” olmadığı da dikkate alınırsa; geriye sadece müşteriye yakınlık kalıyor. Bu da İngilizce CRM olarak kısaltılan müşteri ilişkileri yönetimi demek. Gözlediğim bölgesel ve yerel işletmelerin pek çoğunda pazarlama fonksiyonunun işletilmesinde sorunlar var. Bunun bir parçası olarak da müşteri ilişkileri, ne yazık ki pek ilgi görmeyen bir alan olarak duruyor.

Artık başlayış önce CRM konulu bir kitap alıp okuyarak mı olur, yoksa bir danışmanlık ve eğitim firmasından destek mi alınır; buna firmalar kendileri karar versin. Ama müşteri ilişkileri konusundan kaçınmak mümkün değil. Diğer yandan müşteri ilişkileri konusuna ilgi duymamaya devam edenlerin ayaklarının altındaki toprak her geçen gün daha büyük bir hızla kaymaya devam edecek. Bunu söylemiş olayım.

Diderot Etkisi

Diderot Etkisi

Gürcan Banger

Grant McCracken ismine; İnternet güncem (İnternet blog’um) için yaşadığımız çağın iş dünyası, iş kültürü ve kişisel gelişim düşünürleri ve yazarları için bir liste ( http://www.duyguguncesi.net/?p=3307 ) yapmak için çalışırken rastladım. Marka, pazarlama ve tüketici kimliği üzerine çalışmalar yapan McCracken bir antropoloji uzmanı ve yazardır.

Doktorasını Chicago Üniversitesi’nde tamamlayan MacCracken, yaklaşık 25 yıldır Amerikan kültürü ve iş dünyası üzerine çalışmalar yapıyor. Coca Cola, Diageo, IBM, IKEA, Chrysler, Kraft ve Kimberly Clark gibi değişik firmalarla çalışmalar yapmış. Cambridge Üniversitesi’nde antropoloji, Massachusetts Teknoloji Üniversitesi’nde etnografi dersleri vermiş. Gençlik kültürleri üzerine Royal Ontario Müzesi’ndeki Cağdaş Kültür Enstitüsü’nde çalışmalar yapmış. Halen Harvard İş Okulu’nda kıdemli öğretim görevlisi olarak hizmet veriyor.

Basılmış çok sayıda kitabı ve makalesi var. Kitaplarından bazılarını “Kültür ve Tüketim (Culture and Comsumption)”, “Büyük Saç (Big Hair)”, “Kültür ve Tüketim II (Culture and Consumption II)”, ”Sürü ve Akış (Flock and Flow)”, “Dönüşümler (Transformations)” ve “Baş Kültür Sorumlusu (Chief Culture Officer)” şeklinde sayabilirim. Yaptığım küçük araştırmada Türkçede yayınlanmış herhangi bir kitap ya da makalesine rastlayamadım (ki buna da düşünsel gelişmeleri hayli gecikerek izleme özelliğimiz nedeniyle şaşırmadım). Birkaç akademik makalede bir dergi yazısına, bir başkasında ise “Kültür ve Tüketim” isimli İngilizce kitabına referans verildiğini gözledim.

Hiç kuşkusuz; McCracken’ın kim olduğundan daha çok, bizi ne yaptığı, ne düşündüğü ve ne yazdığı ilgilendiriyor. Benim ilgimi çeken nokta, 1988 yılında söz etmeye başladığı “Diderot Etkisi” konulu tezi oldu.

Diderot etkisi, tüketim malları ile ilgili bir sosyal olgu. Konu, özellikle bazı ürünlere karşı bağlılığı olan gruplar açısından ele alınıyor. Tahmin edileceği gibi; McCracken bu adı, 18’inci yüzyılda yaşamış ünlü Fransız düşünür Denis Diderot’dan esinlenerek kullanmış. Bilindiği üzere antropoloji; insanın kökenini, evrimini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönlerini inceleyen bilim olarak tanımlanıyor. Kültürel antropoloji ise insan biliminin kültürel boyutunu ele alıyor. McCracken, Diderot Etkisi adını verdiği yaklaşım ile kültürel antropoloji ve tüketici davranışı arasında ilişkiler bulmayı araştırıyor.

Diderot, 1772 yılında “Eski Sabahlığımdan Ayrılmanın Pişmanlıkları: Ya da Paradan Daha Ziyade Beğenisi Olanlar İçin Bir Uyarı” başlıklı bir makale yazmış. Diderot, makalede bir arkadaşının kendisine yeni bir sabahlık hediye ettiğinden söz ediyor. Devamında bu yeni sabahlığın kendisini her şeyi değiştirmeye nasıl da değiştirmeye mecbur ettiğini anlatıyor. Yeni sabahlık, bir anda çalışma odasındaki her şeyin eski püskü görünmesine neden olmuştu ve yenileriyle değiştirilmeliydi. Hâlbuki arkadaşı bu hediyeyi vermemiş olsaydı, kendisi eşyalarla yeni sabahlık arasında bir karşılaştırma yapmayacağından odanın değiştirilmesine de ihtiyaç kalmayacaktı. Bu değişikliğin ne lüzumu vardı ki?

Alışılmış mevcut tüketim dokuları, ellenmediği / kurcalanmadığı sürece büyük bir değişime karşı bir atalet oluşturur. Alışkanlıklar, değişimi ve dönüşümü gereksiz kılar, zorlaştırır ve (en azından fikren) uzak tutar.

Tüketim algısı (tüketim dokuları) her zaman denge ve bütünlük arayışı içindedir. Örneğin eski ve yeni bir arada olmaz. Yeni ile yeninin bütünlüğü olmalıdır. Dolayısıyla tüketim alışkanlıklarındaki birlik ve bütünlük bozulduğunda denge arayışı; gözün gördüğü, elin dokunduğu veya aklın algıladığı her şey değişene kadar devam eder. Sonuçta -Diderot örneğinde olduğu gibi- sabahlık ile başlayan yenilenme, odayı oluşturan tüm mobilya ve aksesuarla sürer gider. Hatırlayın: Yeni bir eve eski eşyalarla (en azından eski perdelerle) taşınmayız, değil mi?

Diderot Etkisi teorisi, insanların tüketim alışkanlıklarının (tüketim dokularının) üst düzeylere çıkmaya (adeta abartılmaya) olan yönelimini ifade eder. McCracken’ın deyimiyle “köprü mallardan” birisiyle başlayan değişim, diğerleriyle devam eder. Bu olgu, insanların tüketim yoluna çıkmalarının önemli mekanizmalarından birisi konusunda önemli ipuçları verir: Köprü mallar, bireyleri gelecek umut ve ideallerine bağlayan nesnelerdir. Diderot’ya yeni sabahlığı ver; diğerlerini satın almak için zaten kendisi “tıpış tıpış” gelecektir.

McCracken’ın formüle ettiğine göre; köprü mallar günlük tüketim alışkanlıklarının bir parçası değildir. Bunlar bizi daha iyi bir yaşam düzeyine çıkarma yolunda ideallerimizi harekete geçirmeye yararlar. Eğer özlem ve ideallerimizi bugün gerçekleştiremiyorsak, geleceğe öteleriz: “Okulu bitirdiğimde kendime bir araba alacağım”, “Maaşım arttığında yeni ev taksidine gireceğim” gibi…

Hikâyenin geri kalanını –teknik detaylara- girmeden bu konuyu merak edip araştıracaklara bırakacağım. Diderot’nun yeni sabahlığının başına açtığı masraf hikâyesinin günümüzde pazarlamada yeni yaklaşımlara neden olması ilginç değil mi? Daha fazla tükettirmek ve daha fazla satmak için her şey mubah adeta…

27 Kasım 2010 Cumartesi

Kriz, Uzlaşma ve Ortak Payda

Kriz, Uzlaşma ve Ortak Payda

Gürcan Banger

1970’li yıllardaki hafifçe öngörü içeren arkadaş konuşmalarını hatırlıyorum. Değişim ve dönüşümün ipuçlarını o dönemde hisseder olmuştuk. Ama kapatılmış bir toplumda yaşıyor olmamız daha fazlasını öngörmemize de imkân vermiyordu. 1970’li yıllarla birlikte başlayan teknolojik, ekonomik ve sosyal değişmeler, Dünyada yeni ihtiyaçların ve yeni yönelimlerin oluşmasına neden oldu. Örneğin yurttaşlar, yönetim ve karar süreçlerine siyaset dışı unsurlarla, -örneğin sivil toplum mekanizmaları ile- etki etmenin yollarını aramaya başladılar. Yerel, ulusal ve küresel boyutlarda siyaset dışı kuruluşlar oluştu ve politikalar üzerinde ciddi etkiler yapmaya başladılar. Henüz bu etkileşim sürecinin başında sayılırız.

Sanayi toplumunun sınıf, sosyal katman gibi farklı kesimleri arasında kalın çizgilerle oluşturulmuş keskin ayrımlar vardı. Sosyal gruplar arası diyalog yerine her topluluğun kendi içine dönüklüğü tercih ediliyordu. İçe dönüklüğün yarattığı gerginlik ortamının toplumda kırılmayla bir yenileşmeye dönüşeceği beklentisi vardı. Bunu “Ne kadar kriz, o kadar değişim umudu” diye ifade edebiliriz. Böyle bir durumda beklenen (hatta arzulanan) istikrar yerine kriz oluyor.

Bugünün ihtiyaçları, toplumun değişik unsurları arasında uzlaşmayı gerektiriyor. Bu nedenle ortak payda kavramının doğru anlaşılması gereği var.

Eğer “Ya sev, ya terk et” gibi “ya siyah ya beyaz” şeklinde bir zorlayıcı ayrıma başvurursanız, grileri de ister istemez siyah veya beyaz lehine (ya da herhangi birinin aleyhine) bir tercihte bulunmaya zorlarsınız. Dünün fikrî dünyası kişileri ve kuruluşları, siyah ve beyaz olmaya itiyordu. Uzlaşmadan, dayanışmadan veya birlikten anlaşılan buydu. Hâlbuki uzlaşma için kişilerin veya kuruluşların, birbirlerine yüzde yüz benzemeleri gerekmez. Önemli olan, her iki ya da daha çok tarafın imkân dâhilindeki uzlaşma ve uyuşma noktalarını yani ortak paydayı bulabilmeleridir. Özellikle Türkiye gibi çok fazla kimliğin bir arada yaşadığı bir ülkede ortak payda arayışından başkaca bir çözüm de yoktur.

Ortak payda, toplantılardaki açılış konuşmalarıyla ya da basın açıklamalarıyla gerçeklik bulmaz. Ortak paydayı oluşturmanın ilk adımı açık iletişimdir. Toplumun farklı kesimleri, karşılıklı olarak birbirlerini anlayabilecekleri olanak ve ortamları oluşturup değerlendirdiklerinde ortak paydanın oluşumu yönünde adım atmaya başlamışlardır. Açık iletişim, ortak paydanın ön koşuludur.

Birlikte barış içinde ve sürdürülebilir bir yaşamı sağlama ve toplum için yararlı işler yapma ideali saklı kalmak üzere; şunu söylemeliyim ki, ortak payda, bir tane değildir / olmayabilir. Farklı kesimler, bir araya gelişleri ile kendi grilerini (dolayısıyla uzlaşma alanlarını) yaratabilirler. Ortak paydanın oluşturulmasında dikkat edeceğimiz noktalardan birkaçı; insana ve insan haklarına saygı, yaşamın korunmasına özen gösterilmesi ve başka kesimlerin var olma hak ve özgürlerinin gözetilmesidir.

Ne yazık ki; sosyal bakışımızın ortalama değeri, bu çağda hâlâ kişi ve kuruluşları tek renkli ve farksız olmaya zorluyor. Hâlbuki farklıyız. Farklı düşünce ve duygular taşıyoruz. Etnisite, kültür ve inanç açılarından farklılıklarımız var. Ama aynı çatı altında, aynı topraklar üzerinde yaşamak durumundayız. Bunun, bir zorluk ya da zorunluluk değil; bir zenginlik olabilmesi için ortak alanlarda buluşarak ortak paydayı bulmada daha fazla bilinçli, gayretli ve verimli olmak zorundayız.

Uzlaşma ve Ortak Payda
Ortak payda, söylev vererek sağlanabilecek bir olgu değildir. Önce karşılıklı anlamanın ve devamında ortak paydanın oluşabilmesi için fiilen yaşamın içinde bir arada olmak gerekir. Bu yolun ilk adımı, her süreçte açık iletişimin gerekliliğini kabul etme ve uygulamaktır.

Uzlaşma ve ortak payda aramak, kişi ve kuruluşların kendi ilkelerinden ödün vermeleri anlamına gelmez. Gereğinde taraflar geri adım atsalar bile; burada önemli olan ortak noktaları bulabilmektir. Ortak payda fikri, toplumun farklı kesimlerinin özgünlüğü ve farklılığına saygı duyarak başlamalıdır. Her farklılık, yasal ve etik çerçeve içinde kalmak üzere kendi isteğine bağlı olarak varlığını koruyabilir ve geliştirebilir.

Toplumda farklı kesimlerin oluşturdukları farklı örgütlenmeler var. Bunlar arasında merkezî devlet örgütlenmesini, bunun yerel temsilcilerini, yerel yönetim birimlerini, aileleri, ekonomik işletmeleri ve sivil toplum kuruluşlarını sayabiliriz. Geçtiğimiz yüzyılda toplumun farklı kesimleri arasında kalın çizgilerle oluşmuş ayrımlar vardı. Bu çağ ise farklılıkların açık iletişimini öngörüyor. Toplumun değişim kesimleri birbirleri ile iletişim kurdukları sürece, ekonomik ve sosyal sorunların çözümü daha kolaylaşıyor. Sorunların ve çözümlerin konunun paydaşları tarafından birlikte ele alınması ve yönetilmesi olgusuna yönetişim adını veriyoruz.

Aynen ortak payda konusunda olduğu gibi; yönetişimin fiilen uygulanması, bu konuya niyetlenmek veya bunun sözünü etmekle olmuyor. Bu konuda yol, yordam, yöntem ve teknikler geliştirmek gerekiyor. Bu dönemde özellikle yerel yönetimlerle sivil toplumun birlikte çalışmasının yolunu açan yönetişim önerileri hayli ilgi çekiyor. Ülkemizde olduğu gibi; devletin hâlâ tutucu olmayı sürdürdüğü toplumlarda merkezî devlet ile sivil toplumun yönetişim ufkunda buluşmalarında ciddi sorunlar ve engeller olmaya devam ediyor. Ama kısaca şunu söylemeliyim ki; bu çağı tanımlayan önemli kavramlardan bir diğeri yönetişimdir. Ama yönetişim olgusu da aynen ortak payda kavramında olduğu gibi, farklı toplum kesimlerinin özgünlüklerini ve farklılıklarını koruma ve geliştirme haklarını ellerinden almaz.

Yaşadığımız yüzyıl, sivil topluma yeni bir anlam kazandırarak öne çıkaran bir zaman dilimidir. Bu nedenle dernekler, vakıflar veya sivil topluluklardan sıkça söz edilmeye başlanmıştır. Sivil hareketlenmenin yeni olması, bu konuda yazılı belge, geliştirilmiş yöntem ve tekniklerden oluşan kültür ihtiyacını da ortaya koymaktadır. Bugün sivil toplum alanında kullanılan yaklaşımlar, genel olarak devletin ve özel sektörün kullandığı iş kültürünün yansıması olarak görünmektedir. Henüz sivil toplum kendisine özgü yaklaşımları yeterli ölçüde geliştirebilmiş değildir. Ama hiç kuşkusuz; bugün kamudan veya özel sektörden ödünç alınarak kullanılan iş modellerinin yerini sivil toplum tarafından geliştirilmiş olanlar alacaktır.

Sivil toplumun kendine özgü örgütlenme ve iş yapma modellerinin bir arada oluşturacağı bütünü “demokratik kurumsallaşma” olarak isimlendirebiliriz. Bu olgu, bu çağın üzerinde düşünmemiz ve yeni açılımlar geliştirmemiz gereken alanlarından birisi olarak önümüzde duruyor.


Facebook'ta paylaş
Twitter'da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook'ta izle
Twitter'da izle

26 Kasım 2010 Cuma

DoCoMoMo

DoCoMoMo

Gürcan Banger

DoCoMoMo gibi tuhaf görünümlü bir sözcüğün açıklaması ile başlayayım. “DOcumentation and COservation of buildings, sites and neighborhoods of the Modern MOvement” ifadesinin büyük olarak yazdığım harfleriyle oluşturulmuş. Moderm mimarlık, tasarım ve kent plancılığı ürünlerini belgelemek ve korumak anlamına geliyor. DoCoMoMo, 1990 yılında oluşturulmuş bir uluslararası kuruluş.

DoCoMoMo’nun 11’inci uluslararası konferansı 2010 Ağustos ayında Meksika’da yapıldı. Konferansın ana teması “Kentsel Modernitede Yaşam” idi. Bu ana tema altında “Modern Yaşam”, “Kentsel ve Sosyal Altyapı”, “Modern Kent”, “Modern Yerleşim İçin Teknoloji” ve “Üniversite Kenti” alt başlıklarında sunular / konuşmalar yapıldı.

DoCoMoMo’nun çalışmaları, katılımcı ülkelerin oluşturdukları Ülke Çalışma Grupları tarafından geliştiriliyor. Pek çok başka küresel etkinlikte olduğu gibi DoCoMoMo’nun da ulusal çalışma grupları var. Türkiye Çalışma Grubu da kendi alanında ulusal düzeyde etkinlikler yapıyor. Türkiye Çalışma Grubu kurulduğu 2002 yılından beri faaliyette.

DoCoMoMo Türkiye Çalışma Grubu’nun “Türkiye Mimarlığı’nda Modernizmin Yerel Açılımları” konulu etkinlikler dizisinin altıncısı 2-4 Aralık 2010 tarihlerinde Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi Mühendislik – Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nün evsahipliğinde gerçekleşecek. Bu toplantıların ilki 2004’te ODTÜ’de, ikincisi 2005’te Mimarlar Odası İzmir Şubesi’nin desteğinde, üçüncüsü 2007 yılında Kayseri’de Erciyes Üniversitesi evsahipliğinde, dördüncüsü 2008’de Uludağ Üniversitesi’nin desteğiyle Bursa’da ve beşincisi Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nin evsahipliğinde yapılmıştı.

Anadolu Üniversitesi’nde Yunus Emre Kampüsü Öğrenci Merkezi Salon 2009’da yapılacak bu yılki toplantıda da (geleneksel hale geldiği üzere) açılış konuşmalarını takiben poster sunuşlar gerçekleştirilecek. Etkinliğin ana teması “Yerel Yçnetimler” olarak belirlenmiş. Bu nedenle toplantı boyunca Büyükşehir ve merkez ilçe belediye başkanları da konuşma yapacaklar.

İlk günkü (2 Aralık) program açılış konuşmaları ile başlıyor. Ardından Prof. Dr. Sevin Aksoylu ve Yılmaz Doğru tarafından gerçekleştirilecek sunumlar var. Bunları izleyen bölümde Ahmet Ataç, Burhan Sakallı, Hülya Çopuroğlu ve Ali Ulusoy’un katılacakları, ODTÜ’den Emre Madran’ın yönettiği “Yerel Yönetim – Modern Mimarlık Mirası İlişkisi” konulu panel var.

İkinci günde (3 Aralık) ise “Kamu Yapıları”, “Eğitim Yapıları”, “Konutlar”, “Ticaret Yapıları” ve “Sanayi yapıları” konulu poster sunumları yapılacak. Etkinliğin üçüncü günü ise Eskişehir Modern Mimarlık Mirası ve Eskişehir Kültür ve Doğal varlıklarını kapsayan Teknik Gezi’ye ayrılmış.

Etkinliğin programına göz attığımda; düzenleme kurulunun Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi’nde oluştuğunu gözledim. Bir mimarlık bölümüne sahip olan Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin neden düzenleyiciler veya sunuş yapanlar arasında olduğunu açıklayacak bir veri elde edemedim. Vardır bir nedeni herhalde…

Mimarlık eserlerini de içine alan doğal ve kültürel varlıklar ile kentsel artifaktların korunması konusunu her zaman ciddiye alıp sürdürülebilirliklerini savunma gayreti içinde olmayı deniyorum. Bu nedenle bu tür bir etkinliğin Eskişehir’de yapılıyor olmasını da önemli ve değerli buluyorum. Dilerim; bir zaman gelir de, uluslararası konferansı da Eskişehir’de yapma fırsatımız olur.

Eğri Oturup Doğru Konuşalım
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Elinize anıtlardan veya kültürel tarihi değeri bulunan binalardan söz eden bir Eskişehir Kitabı alın. İçlerinde geleneksel veya modern mimarlık örneği olarak kabul edilebilecekleri sayın. Tesadüfen bugüne kadar yaşayabilmiş az sayıdaki Odunpazarı Evleri ile Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait kamu binaları dışında ayakta kalabilmiş olanını bulmak zordur.

Diğer yandan bugün yerinde betondan Odunpazarı Evi taklitlerinin bulunduğu bölgeyi göz önüne getirin. Buradaki orijinal binaları ne oldu? Koruma Kurulu’nun buradaki geleneksel konutların korunması gerektiği kararına rağmen bu binalara ne oldu? Fabrikalar Bölgesi’ndeki endüstri tarihinin örnekleri olan eski fabrikaların büyük bölümü nerede şimdi? Genç Cumhuriyet’in kalkınma hamlelerinin göğe yükselen simgeleri olan bacalar nerede? Tescili (Koruma Kurulu kararına rağmen) anlaşılmaz bir biçimde kaldırılan 1933’te kurulmuş Şeker Fabrikası’nın birkaç yıl sonra yerinde kalacağını garanti edebilir miyiz? Kentin pek çok noktasında artık izi bile kalamayan tarihi çeşmeler Odunpazarı’nda da birer birer yok olmuyor mu? Kişi, yerel yönetim veya kamu dairesi ayırımı yapmaksızın; kentin her geçen gün adım adım içine sürüklendiği (kendine ait olmayan meta ve mekân düzenlemeleriyle) geçmişsizlik ve kimliksizlik bataklığının sorumlusu kimler olacak? DoCoMoMo bunun cevabını verebilir mi?

Şimdi kendi kendime şunu soruyorum. Acaba bu şehrin tarihsel / kültürel dokusunu (geleneksel kimliğini) yok etmekten sorumlu olan ben olsaydım ve Eskişehir’de yapılan “mimarlık eserlerinin ve kentin dokusunun korunması” konulu DoCoMoMo toplantısına konuşmak üzere davet edilseydim, acaba ne anlatırdım? Ben bilemedim.

Yaşamın Her Alanında Etik

Yaşamın Her Alanında Etik

Siyasetin ahlaksızlığından çokça söz ediyoruz. Rant kollama, bireysel çıkar arama ve onu bunu koruyup kollama güncel siyasetin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş. Ama ne yazık ki ahlaksızlık ve ahlak dışılık sadece siyaset alanına özgü değil. Artık yaşamın her alanında ahlaklılık ihtiyacını daha fazla ifade ediyoruz. Ahlak dışılığın canımıza tak dediğini adeta itiraf ediyoruz.

Çoğu zaman etik sözcüğünü ahlak ile eşanlamlı olarak kullanıyoruz. Ama sözcüğün başka anlamları da var. Örneğin bir anlamıyla etik, töre bilimi demektir. Etik bilimi kapsamında topluma ait kurallar dizisini içeren bir bilim dalı olarak ele alınabilir. Etiğin bir başka anlamı ise bir mesleği oluşturan kişi veya kuruluşların uymak zorunda oldukları davranış biçimleridir. Özetle; etik kavramı ile iyi ve doğru davranmayı ve ahlaklı yaşamayı ifade etmeye çalışırız.

Etik sorunu, çok eski yıllardan beri insan düşüncesinin konusu olmuştur. İsimlerini hayal meyal hatırladığımız ya da adlarını hiç bilmediğimiz pek çok düşünür, bu konuda yazmış ve görüş belirtmiştir. Etik üzerine ayırt edici çalışmaları olan pek çok düşünür vardır. Diğer yandan etik, toplumların değişim ve dönüşüm süreçlerinde ilk akla gelen kavramlardan birisidir. Çünkü sosyal değişimin karmaşık görüntüsünün, toplum içinde her türlü ilişkinin temelindeki ahlakî davranış kalıplarını bozduğu ve yok ettiği düşünülür. Yine bu süreçlerde gelenek ve göreneklerde oluşan değişiklikler bu tür düşüncelere güç ve yön verir.

Son 40-50 yılın Türkiye’sine baktığımızda, yukarıda söylendiği biçimde bir değişim, daha doğrusu bir dönüşüm yaşandığı gözleniyor. Bu süreci etkileyen birkaç faktör var. Türkiye, yerel olarak kültürleri bozacak biçimde karıştıran sosyal göçün etkilerini net olarak hissediyor. Genel olarak kırdan kente göç, hem kırın sosyal davranış kalıplarını değiştirirken, diğer yandan da kentlere uygun olmayan bir kentsel davranış modelinin gelişmesine vesile oluyor. Kır ahlakı ile kent ahlakı, bir araya gelerek anlamsız ve düzeysiz yeni bir sentez oluşturuyor.

İkinci önemli faktör ise küreselleşme olarak özetlenen genel olgunun, toplumu etkilemesi olarak ortaya çıkıyor. Toplum, hızla yaşam ve tüketim alışkanlıklarını değiştiriyor. Ekonomik yeterliliğe, gelecek güvencesine ve tasarrufa önem veren bir sosyal yapı, tüketim güdümlü olma yolunda dev adımlarla ilerliyor. Bunda da başta medyanın kolaylaştırıcılığı ile olmak üzere, küresel güçlerin Türkiye üzerinde artan etkilerinin önemi var. Aşırı, akıl dışı ve sınırsız tüketim yönelimini, sadece Türkiye’ye mal edemeyiz. Ulus ötesi şirketler, Dünya üzerindeki tüketimi sınırsız artırarak, bir yandan kârlarını korumayı hedeflerken, diğer yandan da yandaşı oldukları ideolojik düşünce ve yönetim modelinin (bir başka deyişle kapitalizmin) sürdürülebilirliğini kolaylaştırıyorlar.

Etik kavramı, daha çok felsefî bir boyut taşır. Günlük yaşama indiğimizde, günlük ahlakı ifade etmek üzere ahlakî değerler anlamına moral değerler kavramını kullanırız. İster etik ister moral diyelim, ahlakî değerler, bir kişisel davranış modeli oluşturacak biçimde önce ailede öğrenilir. Yukarıda anlattığım nedenlerle veya sadece bozulan gelir dağılımı nedeniyle, ailenin davranış kalıplarında da farklılıklar oluşacağına hiç kuşku yok. Özellikle medyanın fütursuz biçimde kolay ve şaşaalı yaşama özendirmesi ile önce ailelerde etik değerlerden uzaklaşarak ‘kolay kazanma’ eğilimleri filizleniyor. Bu nedenle; genç insanlar, geleneksel dönemde olduğu gibi aileden doğru kültür edinmede zorlanıyorlar. Günümüzde çekirdek ailenin yaygınlaştığı ve çocuklarla genç bireylerin, aile ortamında daha az zaman geçirdikleri düşünülürse, ailede alınan etik derslerinin –ister istemez– sonu gelmiş gibi duruyor.

Aile içinde geçen zamanın yerini okul alıyor. Dolayısıyla bu durumda ahlakî davranışın okulda öğrenilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ama ne yazık ki, eğitim sistemimizin her seviyesinde sürüp giden bozulma, buna izin vermiyor. Okul, bazı durumlarda ahlakın öğrenildiği yer olmak yerine, ahlaksızlığın talim edildiği ortam haline dönüşüyor. Özellikle ilk ve orta seviyeli öğrenimde bu durumu netlikle gözlemeye başladık.

Bu durumda karşımıza iki seçenek çıkıyor. Bunlardan birincisi, yüksek öğrenim düzeyinde içeriği ve ağırlığı saptırılmaksızın zorunlu meslek etiği derslerinin konmasıdır. Bu derslerin öğretmenlerinin seçiminde de çok hassas davranılması gerektiğine hiç kuşku yoktur. Sadece ders ücreti vermek için veya “ders boş geçmesin” diye yapılacak öğretmen atamalarının, işi yozlaştırmaktan başka bir anlamı olmayacaktır. İkinci olarak; sivil toplum kuruluşlarının (STK’ların), yaşam etiği konularına önem ve ağırlık vermeleri gerektiği kanısındayım. STK’ların bu konuda yapacakları yaygın eğitim çalışmaları, hiç kuşkusuz kötü gidişe biraz olsun dur diyebilecektir. Bu arada danışmanlık ve eğitim hizmeti veren işletmeler için yaşam okulu türünde projeler içinde etik eğitimi de yer alabilir. Umarım, ahlaklı yaşam elimizden daha fazla kayıp gitmeden soruna bir çözüm buluruz.

Dünyada sınırları aşmaya çalışan yönelimler var. Ne yazık ki, bu yönelimlerin bazıları aşırı bir hal alıp ahlakın / etiğin sınırlarını da aşıyor. Bu had bilmezlik sorunu konusunda ah çekip şikâyet etmekten fazlasını yapmamız gerekiyor.

25 Kasım 2010 Perşembe

24 Kasım’dan Sonra…

24 Kasım’dan Sonra…

Gürcan Banger

Dün 24 Kasım Öğretmenler Günü idi. Öğretmenliği ve öğretmenlerimizi andık. Değişik biçimlerde benim yaşamımda iz bırakanlar arasında Muhsin Mutlugeldi, Yüksel Buharalı, Nevhis Cem Aşkun, Hümeyra Aköz, Sumru Oktay’ı hatırlayıverdim. Halil Arık, Süleyman Toy, Nebiye Esmer, Kemal Koçak, Hamit Ağaner… Öğretmenliğin gereğini ve kendi yaşam deyimlerini aktarmaya çalıştılar. 24 Kasım öğretmenlerin, yılın kalan günleri ise öğrencilerin…

Size ilkokuldan üniversiteye öğrencilik günlerime ait birkaç anımın bana öğrettiklerini ya da hatırlattıklarını aktarmak istiyorum. Ben, yaşama bir dersler manzumesi olarak bakarım. Başıma gelen iyi olaylarla sevinir, tabii ki olumsuz olanlarla üzülürüm ama sonuçta hepsinden kendimce dersler çıkarmayı, yeni düsturlar edinmeyi önemserim. Yaşamda “Bir sonraki sınavın dersi, bir önceki sınavdadır” diye düşünmeyi alışkanlık edinmişimdir.

Fizik laboratuarı
Üniversite birinci sınıfta fizik dersi laboratuarından önce en az 3-4 saat hazırlık yapmamız gerekirdi. Çok sayıda kaynak karıştırmamız ve ödev hazırlamamız istenirdi laboratuarda deneyi yapabilmek için.

Sadece bununla kalsa iyi… 2 saat kadar süren laboratuar çalışmasının ardından yine 3-4 saat daha çalışma yapmak ve ödev hazırlamak zorunda kalırdık. 2 saatlik bir laboratuar uygulaması için 8 saate varan ön ve son çalışma yapmayı anlamakta zorluk çekerdik öğrenciler olarak.

Daha sonra fark ettik ki bu, bilimsel disiplindir. Bilim için gerekli özveriyi ve çalışmayı yapmadan onu elde etmek mümkün olmuyor. O zamanki acemi bakışımız, bunu anlamakta zorluk çekmiş. Emek olmadan yemek olmuyor.

Kişisel iletişim konusuna değinmeyi aklıma koymuşken bu olayı neden anlattım dersiniz! Şu nedenle anlattım: Kişiler arası iletişim gibi ciddi bir konuda başarılı olmak için o konuda emek vermek gerekli. İyi iletişim için aynen laboratuar çalışmasında olduğu gibi ön ve son çalışma zorunlu. Benzetirsek; örneğin konuşmadan önce düşünmek, konuştuktan sonra değerlendirmek gerekiyor.

Saygı
Üniversite öğrenimim sırasında seçmeli ders olarak Analitik Felsefe almıştım. Sınıfta (sanırım) üç öğrenci idik. Üç öğrenciye ders açılıyor olması ilginçti. Daha ilginç olan ise derse aynı anda yüksek kariyer sahibi üç hocanın girmesiydi. Benim için öğrenciyi ciddiye almanın göstergelerinden birisi oldu bu ders.

Yine aynı derste öğretmenlerimizin bizim söylediklerimizi not almalarını da anlamamıştım. Çok yüksek akademik pozisyon ve başarılara sahip bu kişiler için bizim söylediklerimizin ne anlamı olabilirdi ki...

Bu olay, benim için ders gibi bir iletişim ortamının gerçekte karşılıklı eğitim olduğunun farkına varılması oldu. Öğretmenlerimiz bize bilgilerini aktarmaya çalışırken onlar da farklı bakış açılarını edinmeye çalışıyorlardı. Sanırım; bu nedenle “iletim” değil de, karşılıklı iletim anlamına gelmek üzere “iletişim” deniyor. Aynı anda alıyor ve veriyorsun.

“Bilmiyorum” diyebilmek
Kişinin bilmediği konular olması son derece olağandır. Ama nedense bazı ortamlarda “bilmiyorum” demeyi beceremeyiz. Çoğu zamanda biliyormuş da, o an ilgilenmiyormuş gibi yapar ve konuyu geçiştiririz.

Üniversitede bir öğretmenimin sorduğum soruyu “Bilmiyorum ama öğrenir sana anlatırım” demesini unutmuyorum. Tabii ki, ders dışında o kadar öğrencinin arasında beni bulup sorumun cevabını anlatmasını da. İletişim, saygı ve sevgiyle başlıyor. Saygı ve hoşgörü olmayınca asla ilerlemiyor.

Tarih Dersi
Bir de iyi ve olumsuz anılarıyla tarih dersleri var. Orta öğrenimimdeki tarih derslerinden aklımda kalanları size sayayım: 1- Bizans kraliçesi Teodora’nın babası bir ayı bekçisiymiş; 2- Şair Nedim, kaçarken damdan düşüp ölmüş; 3- Alparslan, Malazgirt Savaşı öncesi atının üstüne beyaz harmaniyeyi bizzat kendisi örtmüş. Kendimi biraz daha zorlasam buna benzer birkaç anekdot daha hatırlarım belki. Onlar da bu sözünü ettiklerimden farklı olmaz.

Tarih nedir?
Tarih, Ali Baba masalı gibi bir şey midir? Artık öyle olmadığını biliyorum. Tarih diye bir gerçekliğin olduğunu öğrendim. Sanırım, aramızda benzer bir tarih öğreniminden sonra hala tarihin Binbir Gece Masalları benzeri bir şey olduğunu hissedenler vardır. Hele bir “resmi tarih” var ki, o bir başka âlem...

Neyse; ben size bir ansiklopedi veya sözlükten tarih tanımı aktarma çabasında değilim. Ama sizinle ilginç bulduğum birkaç tarihi bulguyu paylaşmak isterim. Tarihin tanımı konusuna gelince, o da size ev ödevi olsun. Eminim, gazeteden kuponla alınmış en az bir ansiklopedi (bizim evde olduğu gibi) sizin evinizde de vardır.

Yurdumuz Anadolu
Anadolu, Doğu ve Batı uygarlıklarının buluştuğu bir noktadır. Tarihçiler Anadolu’da oluşmuş uygarlıkları bazı tarih dilimleri olarak ele alırlar. Günümüzden yaklaşık 9 ile 10 bin yıl öncesindeki dönem Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı) olarak isimlendirilir. Bu çağda Anadolu’da yaşayan insanlar henüz mağaralardan çıkmışlar ve daha çanak çömlek üretimi keşfedilmemiştir.

Bu çağa ilişkin olarak yapılan yüzey aramalarında ve kazılarda kalker taşından bazı heykelcikler bulunmuştur. Erkek bedeni olarak biçimlendirilmiş olan bu heykelciklerin o dönemin tanrı simgeleri olduğu düşünülmektedir. Özetle; günümüzden 10 bin yıl öncesinin dini sembolleri olarak erkek tanrı heykelcikleri kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Şaşırtıcı değişim
Anadolu’da çanak çömlek üretimi günümüzden 9 bin yıl öncesinde başlar. İlginç bir biçimde, bu dönemde erkek tanrı heykelciklerinin yerini kadın formundaki heykelcikler almaya başlar. Yaklaşık 1000 yıl içerisinde her ne oldu ise olmuş, erkek tanrıların yerini kadın tanrıça heykelcikleri almıştır. Tarihçiler, bu dönemden başlayarak kadın tanrıça olgusunu (o çağın anlayışına uygun olarak) Ana Tanrıça olarak isimlendiriyorlar.

Çağlar peşpeşe devam etmiş. Taş Çağı’ndan sonra gelen çağa Kalkolitik Çağ (Maden-Taş Çağı) adı veriliyor. Bu dönemde Ana Tanrıça heykelcikleri, kadının üretkenliğini ve doğurganlığını temsil eder biçimde yapılmış. Doğum yapan Ana Tanrıça heykelcikleri bulunuyor kazılarda sıklıkla. O dönemde bu simgeler, üretkenlik, doğurganlık ve bereket beklentileri nedeniyle muska veya takı olarak kullanılmış. Bugün kullandığımız Tabiat Ana kavramı, o günlerin kültüründen miras kalmış bir ifade olabilir mi acaba! Belki de... Tarihçilerin bu konuda bir açıklaması olduğuna eminim. Demir Çağı’na ait buluntular arasındaki Ana Tanrıça heykelcikleri, daha abartısız. Normal insan ölçülerine daha yakın.

Çok daha yakın zamanlara ait olmakla birlikte, MÖ 5’inci yüzyılda ünlü tarihçi Herodot, Likyalıların kendilerini tanıtırken kendi isimlerinden sonra annelerinin ad ve soyadını belirttiklerini yazıyor.

Tarih bize eski çağlarda kadınların Tanrıça kabul edilebilecek kadar önemli ve saygın bir yerleri olduğunu anlatıyor. Acaba bizler bugün kadının önemi, değeri ve saygınlığını ne denli kavrıyoruz?

24 Kasım öğretmenlerin, diğer günler öğrencilerin… Bir başka seferde de üniversitede öğretmen olmanın bellettiklerini anlatırım…

23 Kasım 2010 Salı

24 Kasım: Öğretmenler Günü

24 Kasım: Öğretmenler Günü

Gürcan Banger

Bugün 24 Kasım. Öğretmenler günü. Öğretmenlik mesleğini kutsama adına pek çok etkinlik gerçekleştirilecek bugün. Makam sahibi büyüklerimiz basın açıklamaları yapacaklar; öğretim kurumlarında törenler düzenlenecek; öğrenci velileri tarafından öğretmenlere tüketim toplumu koşullarına uygun bir çiçek / hediye verme yarışına girişilecek. Yılın öğretmenini seçeceğiz. Öğretmenliğe övgüler düzdüğümüz bu günde eğitim – öğretim sistemimizin sorunlarına yine gözlerimizi kapatacağız. Eğitim sisteminin kalitesi gibi öğretmenliğin ve eğitmenliğin de bir kalite konusu olduğunu, öncelikle bir insanlık kalitesi meselesi olduğunu unutacağız.

Belki bu özel günde öğretmenlerin zorlu ekonomik sorunlarını hatırlatanlar olacak. Bazılarımız, “Öğretmen ne yer, ne içer; hangi koşullarla giyinir; nerede barınır; sağlık sorunları nelerdir?” gibi sorular soracağız. Ama “Öğretmen ne okur; kişisel kütüphanesinde kaç tane kitabı vardır; evinde kullanabileceği bilgisayarı var mıdır; en son hangi kişisel eğitim seminerine gitmiştir; bunda hangi başarı düzeyini elde etmiştir; aldığı meslek içi eğitimi işine ne oranda yansıtmıştır?” gibi sorular soracak mıyız? Benzer biçimde kendisinden sonraki birkaç neslin düşünsel ve ruhsal gelişmesinde etkili olan “Öğretmenin kendi duygusal ve zihinsel sağlığı ne haldedir?” sorusu aklımıza gelecek mi?

Bazı meslekler deneyim, birikim ve beceri gerektiren özelliklere sahiptir. Örneğin malî ve yasal denetim görevleri böyledir. Yargının birtakım sosyal ve ekonomik faktörler nedeniyle etkilenmemesi gerekir. İlköğretimden doktoraya kadar öğretmenlik de böyledir. Değişik eğitim – öğretim kademelerinde insanın şekillendirilmesidir öğretmenlik. Bu nedenle; öğretmenler, pek çok mesleğe veya işe göre özel koşullara sahip olmalıdırlar. Aynı nedenden dolayı öğretmenler, kişisel ve sosyal gelişim fikrini doğru benimsemiş ve bireyde insanlığın biçimlenmesinde başarılı ve becerikli insanlar olmak zorundadırlar. Böyle bakıldığında öğretmenliğin bir meslekten daha çok, bir misyon olması gereğini kavrarız.

Öğretmenlik, bir liderlik misyonudur; bir hiza önderliğidir. Liderlik, belirlenen hedeflere ulaşmada birey ve grup davranışlarını etkileme sürecidir. Liderlik kavramına öğretmenlikten daha fazla uyan bir faaliyet yoktur, desek yeridir.

Lider kimdir ki; öğretmen kim olmalıdır? Lider, açık görüşlüdür. Risk alır. Başkalarını etkileme gücüne sahiptir. İyi bir iletişimcidir. Sorun ve anlaşmazlıkları çözme becerisine sahiptir. Ayrıntılar üzerinde takılıp kalmaz. Kurallardan daha çok sonuçlara odaklanır. Birlikte çalıştığı / yaşadığı insanlarla sürekli iletişim içindedir. Bulunduğu pozisyonu, ahlakî kurallar ve görev tanımlaması dışında kullanmaya çalışmaz. Zor ve karmaşık olayların üstüne gitmek konusunda korkuları yoktur. Tüm sorunları kendisi çözmeye çalışmaz, takım olduğu insanların potansiyelini anlamaya ve değerlendirmeye çalışır. İşte; lider budur.

Öğretmen, lider olmak zorunda mıdır? Evet; öğretmen, bir lider olmalıdır. Çocuklarımızın geleceğini ve birkaç neslin yaşam başarısını teslim ettiğimiz öğretmenlerimiz bu niteliklerle donanmış olmalıdırlar. Aydın ile okumuş arasındaki ayırımı öğretmen konusunda da hatırlamak gerekir. Öğretmende bulunabilecek pek çok özellik, aynı zamanda bir aydının özellikleridir. Öğretmen, aydın olmalıdır. Okumuş ise elinde bir okul veya kurs bitirdiğine dair diploması veya sertifikası olana kişidir. Dolayısıyla diploma sahibi olmakla öğretmen olmanın bir şartı yerine gelmiş olur; ama bu veya benzeri belge, öğretmen olmaya yetmez. Öğretmen olmak için bundan fazlası gerekir.

Hangi düzeyde bir eğitim – öğretim kurumuna devam etmiş olursanız olun; geriye doğru bir bakın. Öğretmenlerinizi hatırlayın. Hakkında olumlu izlenimleriniz olanları, nitelikleri açısından karşılaştırın. İstisnalar kuralı bozmaz ama sevgi ve saygıyla hatırladıklarınızın tümünde yukarıda anlattığım niteliklerin pek çoğunu bulacaksınız.

Öğretmenin size derste anlatabileceği konuları okuyabileceğiniz pek çok kitap bulabilirsiniz. Kendinize “Kitap varken neden öğretmene gerek duyuluyor?” sorusunu sorun; bunu cevapladığınızda, öğretmenliğin neden başka mesleklerden farklı olduğunu ve olması gerektiğini kolayca kavrayacaksınız.

Öğretmenlik, yukarıda anlatıldığı biçimde bir misyon ise; bu misyonu ne kadar gerçekleştiriyoruz? Misyonun gerçekleşmesi için toplum olarak girişimlerimiz ne kadar başarılı? Bunları cevaplamak ise yine bir başka bahara kalıyor.

Değişen Öğretmenlik
Bu çağ için temel sayılabilecek bir yönelim belirlesek muhtemelen “Değişimin kendisi de değişiyor” şeklinde bir ifadede uzlaşabiliriz. Kavramlar, kurumlar ve kuruluşlar değişip yenileşiyor. Bu dönüşümden nasibini eğitim – öğretim sistemleri de alıyor. Bir yandan geleneksel eğitim – öğretim kurumları değişirken diğer yandan da yeni yaklaşım, yöntem ve teknikler gelişiyor. Eğitimin ayrılmaz görünen parçası öğretmenin de özellikleri değişmeye başladı. Yenileşme rüzgârları öğretmenler için de esmeye başladı; artarak devam edecek.

Ne yar ne ağyar değişim rüzgârının dışında kalsın. Öğretmenin gerektirdiği yeni özellikleri de gözden geçirelim. Yeni öğretmene bakarken, bugünkü öğretmen yetiştirme sistemine bir göz atmak gerekir. Kanaatimce sorunun kaynaklarından birincisi, öğretmen yetiştiren okulların nitelikleri ile ilgili. Daha yüksek kalitede öğretmenler için daha nitelikli bir okul sistemine ihtiyaç olduğu gün gibi ortada.

Yeni öğretmenin nitelikler bileşimini de çağa göre zenginleştirecek bir yaklaşım olmalı. Çünkü bu günkü yapısıyla öğretmenlerin nitelik dağılımının yetersiz olduğu kolayca anlaşılıyor. Diğer yandan öğretmene haksızlık etmemeli. Daha nitelikli bir öğretmen kimliği kazanmak için öğretmen yetiştirme sisteminin yeterli olmayacağını biliyoruz. Bugünkü düşük gelir düzeyinde öğretmenlerin, kendi yaşamlarında geliştirici bir iç eğitim ortamı yaratmaları mümkün değil.

Bugünkü kitap, bilgisayar, dil kursu gibi konularda yapılacak ödemeler, öğretmenin yaşam koşullarını fazlasıyla zorluyor. Öğretmen ücretlerinin, acilen eğitimin önemine uygun bir düzeye eriştirilmesinde yarar var. Yoksa hızla toplumun geleceğini kaybetmeye devam edeceğimiz ortada.

Geçimini sağlamak için başka uğraşlar bulmak zorunda kalan öğretmenler, kendi zamanlarından yararlanma oranlarında da düşük performans gösteriyorlar. Giderek öğrencilere olumlu örnek olamayan öğretmen topluluğumuz ile öğretmen mesleğinin zafiyetine neden oluyoruz.

Doğrudan öğretmenlik mesleği ile ilgili olmamakla birlikte; yeni zamanlarda ilköğretim düzeyindeki eğitimin ciddi bir bölümünün ana babalara aktarılacağı düşünülüyor. Bu nedenle ailelerin ilk öğretmen olarak eğitilmeleri gibi yeni bir gündem maddesi var.

Buna bağlı olarak değişik öğretim düzeylerindeki öğretmenlerin rolleri de değişecek. Çoğu zaman bir kolaylaştırıcı (moderatör) olarak görev yapacaklar öğretmenler. Bu bağlamda öğretmen – öğrenci ilişkisi, bir üst – ast ilişkisi olmaktan çıkıp birlikte bilgi üreten ortak bilgi ortamındaki kişiler ilişkisine dönecek. Bu süreçte öğretmen sürekli olarak öğreten, öğrenci ise biteviye öğrenen olmaktan çıkarak zaman zaman öğrencinin öğretmene öğrettiği bir sisteme dönüşecek.

Yeni eğitim sürecinin tamamı, öğretmen odaklı bir bakış açısından öğrenci odaklı bir bakış açısına doğru değişiyor. Bu cümlede “öğrenci odaklılığı”, öğrencinin keyfine görelik olarak anlamamak gerekli. Söz konusu olan, insanca ortamlarda insan kalitesini etik kurallar manzumesi içinde geliştirebilmek…

“Fatih projesi”
Geçtiğimiz günlerde mevcut hükümet, “Fatih” adını verdiği bir eğitimi iyileştirme projesinin uygulamaya konacağını duyurdu. Her okulda bilgisayar ve benzeri araçlarla donatılmış bir sınıf olacakmış. Teknolojinin ürünlerini eğitimde kullanmak, hiç kuşkusuz önemli ve değerlidir. Ama eğitimin kurumunun öğretmen kaynağının kalitesi her durumda ilk sırada gelir. Gelmek zorundadır. Henüz öğretmen kalitesinden bağımsız bir eğitim – öğretim sistemini keşfedebilmiş değiliz. Özetle; öğretmen kendisinden vazgeçilemeyecek ölçüde değerli ve önemlidir.

İş Dünyası ve İş Kültürü Düşünürleri

Günümüzün İş Kültürü, İşletmecilik, Kişisel Gelişim Konularında Önde Gelen Düşünürleri / Eylemcileri / Yazarları

(Soyadına göre alfabetik)

[A]
Scott Adams
Chris Anderson
Chris Argyris

[B]
Warren Bennis
Larry Bossidy
Jeff Bezos
Richard Branson
Marcus Buckingham

[C]
Jim Champy
Ram Charan
Clayton Christensen
Jim Collins
Stephen Covey

[D]
Richard D’Aveni
Stan Davis
Edward de Bono
Michael Dell
Patrick Dixon
Peter Drucker

[E]
Leif Edvinsson
Tammy Erickson

[F]
Niall Ferguson
Thomas Friedman

[G]
Howard Gardner
Bill Gates
Bill George
Malcolm Gladwell
Seth Godin
Rob Goffee & Gareth Jones
Marshall Goldsmith
David Goleman
S. (Kris) Gopalakrishnan
Al Gore
Vijay Govindarajan
Lynda Gratton
Alan Greenspan
Andy Grove

[H]
Gary Hamel
Charles Handy
Geert Hofstede

[I]
Jeff Immelt

[J]
Steve Jobs

[K]
Andrew Kakabadse
Rosabeth Moss Kanter
Robert Kaplan & David Norton
Barbara Kellerman
Manfred Kets de Vries
Rakesh Khurana
W. Chan Kim & Renée Mauborgne
Naomi Klein
Philip Kotler
John Kotter
Paul Krugman

[L]
Patrick Lencioni

[M]
Costas Markides
Roger Martin
Henry Mintzberg

[N]
Vineet Nayar
Nicholas Negroponte
Kjell Nordström & Jonas Ridderstråle

[O]
Kenichi Ohmae

[P]
Richard Pascale
John Patrick
Don Peppers
Tom Peters
Jeffrey Pfeffer
Michael Porter
C. K. Prahalad

[S]
Richard Scase
Edgar Schein
Eric Schmidt
Ricardo Semler
Peter Senge
Adrian Slywotzky
Thomas A. Stewart
Joseph Stiglitz

[T]
Fons Trompenaars
Nassim Nicholas Taleb
Don Tapscott
Ratan Tata
Donald Trump

[U]
David Ulrich

[W]
Watts Wacker
Jimmy Wales
Robert Waterman
Jack Welch
James P. Womack

[Y]
Muhammad Yunus

[Z]
Chris Zook

22 Kasım 2010 Pazartesi

Siyaset Gündeminden Dersler

Siyaset Gündeminden Dersler

Gürcan Banger

2011 Genel Seçimine dair yapılan izleme ve gözlemler, iktidar partisinin yeni dönemde çoğunluk partisi olmaya devam edeceğine ilişkin ipuçları veriyor. Türkiye gibi gündemin çok hızlı değiştiği ve toplumun siyasal belleğinin zayıf olduğu bir ülke için de bunu söylemek mümkün. Diğer yandan bu görüntü içinde bile siyasetin objektif arayışlarını görebiliyoruz.

12 Eylül Darbesi (ki aslında dünyanın en büyük gücünün bir bölgesel temizleme faaliyetinden başka bir şey değildi), ülkede siyasetin ciddi bir kesimini yok etti. Darbenin içinde yer aldığı Yeşil Kuşak hareketi ile birlikte düşündüğümüzde; bu yok ediliş küresel düzeyde de etkiler oluşturdu. Bugün siyasal gündem sorunlarının ciddi bir bölümünün bu yok ediş süreci ile ilgili olduğunu her geçen gün daha açık ve seçik gözleyebiliyoruz. Örneğin CHP’nin 2010 yılı içindeki arayışlarına baktığımda; bu boşluğun doldurulma ihtiyacı ile hareket ettiğini görüyorum. Her ne kadar CHP’de gerçekleşen arayış, temel ve stratejik bir nitelikte olmasa da halkın bir siyasal ihtiyacını temsil etmesi açısından önemli… Siyasetin özellikle AKP ve MHP’nin temsil ettikleri dışında kalan kısmının CHP tarafından hızla doldurulabileceğini söylemek kolay değil. Ama talebin bu yönde olduğunu açıklıkla görüyoruz. CHP Genel Başkanı’nın ülkenin değişik yerleşimlerinde yaptığı açıklamalar bu tespiti doğruluyor. Türkiye’de siyaset, belli belirsiz de olsa boşluğun doldurulması ihtiyacını itiraf ediyor.

Özellikle 12 Eylül Darbesi’nde sonra siyasetin ekseni rant kavgasına oturdu. Rant ve çıkar arayışlarını yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet, partizan uygulamalar ve adam kayırmacılık takip etti. Bu süreçten ne devlet ne de siyaset kendini ayrı tutamadı. Özellikle siyasetin böyle bir çabası olmadı. Bal tutan parmağını yaladı. Kaşığı bulan daha fazlası için kepçeyi aradı. Siyasal partiler de bu arayışın ana mekânları haline dönüştü. Bugün gördüğümüz manzara budur. Eşe dosta peşkeş çekilen ihaleler, belediyelerden yandaşlara verilen işler, hazine arazilerinin üst düzey bürokrat ve politikacılar tarafından paylaşılması geldiğimiz olumsuz noktanın sıradan görüntülerini oluşturuyor.

Siyasette süreğen rant kavgasının, siyasal örgütü götüreceği yer siyasetsizliktir. Bu süreçte iktidar erki hevesi, siyasal söylemi aktarma heyecanının yerini alır. Giderek siyasal partinin ideolojik içeriği boşalır; tüm çalışma, her ne pahasına oy alma yarışına döner.

Şimdi dönüp ülkede olup bitene bakalım. Sosyal göç ve bunun toplumsal etkileri, 1950’ler sonrasında yeni bir siyaset zemini hazırladı. Başını ABD’nin çektiği, çok ortaklı bir ittifak, bölgemizde uyguladığı Yeşil Kuşak hareketi ile birlikte, siyasal İslam’ın bu zeminde yeşermesini sağladı. Bu yeni iklimin Türkiye’deki adı 12 Eylül darbesi idi. Yabancı unsurların da etkisiyle ülkede yaratılan kaos ve terör ortamı, 12 Eylül ile noktalandı. İşte bu anda gündeme gelen “dört eğilimi birleştirme” anlayışı, Türkiye’de yeni bir tarz-ı siyasetin filizlenmesine neden oldu. Bu noktadan sonra siyasi söylemin fazla önemi yoktu; asıl olan, merkezde birleşmek oldu. Bir başka deyişle; 1980 sonrasında belirginleşen çizgilerden birisi, silikleşen siyasi farklılıklar idi.

Reel Sosyalist Blok’un dağılması ve Dünya’da liberal rüzgarların sert esmeye başlaması, 12 Eylül darbesi ile yakın zamanlara rastlar. Bu nedenle; Türkiye’de yaşanan sosyal “değişimin” nedenlerinin doğru algılanmasını zorlaştırır. Sonuçlar açısından bakarsak; oluşan durum şudur: 1) Siyasal İslam, 12 Eylül öncesine göre yaygınlaşmış ve kitlesellemiştir; 2) Buna karşılık sol dışındaki siyasi ideolojiler silikleşmiştir; 3) Sol, kendini yenileyememiş; darbe sürecinde yitirdiği kadrolarını geri kazanamamıştır; 4) Sol söylem olarak ifade edilen düşünce tarzı, liberal ideolojilerin sert etkileriyle özgün yanını yitirmeye başlamıştır.

12 Eylül’e kadar olan süreçte bazı radikal sol unsurları dışarıda bırakırsak Türkiye solu, söylemini Kemalizm, devletçilik ve ulusalcılık üzerine kurmuştu. Solun, tüm Dünya’daki ilkeler manzumesi olan bazı evrensel değerlerin hayli dışında kaldığını söylemek yanlış olmaz. 12 Eylül sonrasında liberal eksenli veya özentili iktidarlar, Türkiye ekonomisinin devletçilikten uzaklaşmasına vesile oldular. Bir özelleştirme histerisi ile kamu kaynakları dağıtıldı. Söylem düzeyinde ise devletçilik ciddi darbeler aldı.

Siyasal İslam’ın yükseldiği 1980 sonrası dönemde gözlenen olgulardan bir diğeri, devletin Kemalist ideolojisinden uzaklaşması oldu. Ulusal eğitimin içinde Cumhuriyetçi unsurlar birer birer ayıklandı. Resmi ideoloji, okullarda ulusal marşı bie öğretemeyecek bir geri noktaya düştü. Kamu alanları, siyasi kavga arenaları haline dönüştü.

1980 sonrası ekonominin başıboş biçimde dışa açılması sonucunda, krizlerin sık yaşandığı bir dönem oldu. Tarım kesimindeki nüfusun, kentlere akması ile görünmez haldeki gizli işsizlik, görünür haldeki açık işsizliğe dönüştü. Hizmetler sektörü, gizli işsizliği saklayan bir kara kuyu haline geldi. Bölüşümdeki adaletsizlik nedeniyle toplumun bir kesimi hızla zenginleşirken, halkın ciddi bir bölümü yoksulluk ve açlık sınırları içinde kaldı. Bu tür durumlarda siyaset, oy almak için kolayca ve hızla rant dağıtma sistemine dönüşür. Türkiye’de de bu olgu gerçekleşti. Seçmen oyunu vermek için rant istedi; politikacı da oy alabilecek kadarını verdi, veremediği zaman da yalan söyledi. Giderek siyasetin içi boşaldı; konu, rant ve oy alışverişi haline dönüştü.

Bugün siyasette bir boşluk var. Söylemi ve kadrosu ile bu boşluğu doldurabilecek etik değerleri konusunda sağlam ve güvenilir bir siyasi parti aranıyor. CHP’nin yeni genel başkanı bu pozisyona talip olduğunu her vesile ile ifade ediyor. Ama bu partinin siyasal çizgisinden kadrolarına kadar pek çok alanda problemi var gibi… Yakın zamana kadar kendini çağa uygun biçimde farklılaştırmak yerine geçmişin tozlu raflarına mahkûm etmiş bir partinin ne denli değişebileceğini göreceğiz. CHP ya da bir başkası; yarını mı tasarlayacak yoksa düne teslim mi olacak?

21 Kasım 2010 Pazar

Kediniz Varsa…

Kediniz Varsa…

Gürcan Banger

Eğer en az bir kediniz varsa ve kitapçı rafları arasında dolaşmayı seviyorsanız, Desmond Morris’in “Kedinizi Nasıl Bilirsiniz?” isimli kitabı dikkatinizi çekmiş olmalı. Orijinali 1986’da “Catwatching” adıyla basılmış olan kitabın (Abdullah Ersoy tarafından çevrilen) Türkçesi 2010 Yazında Dost Kitabevi Yayınları arasında yer aldı. Bir çırpıda okunabilecek bir dille yazılmış olan kitap, kedinizle daha iyi tanışmanız açısından önemli bir rehber özelliği taşıyor. İki Siyam kedisini evin mensubu olarak kabul ettiğimden daha önce bu konuda birkaç kaynak okumuştum; ama Morris’in kitabının diğerlerine oranla daha ilginç olduğunu söylemeliyim.

Desmond Morris, 1928 yılında doğmuş bir İngiliz hayvan bilimci. Zooloji olarak da biline hayvan biliminin alt dallarında birisi olan etoloji de uzmanlaşmış. Etoloji, hayvan davranışlarını bilimsel açıdan inceleyen bir bilim alanı… Morris’in çalışmaları hayvan biliminden ibaret değil. Kendisi bir gerçeküstücü ressam, televizyon yapımcısı / sunucusu ve popüler bir yazar olarak da tanınıyor.

Kitap meraklıları, Desmond Morris ismini Türkçede ilgi görmüş olan “Hayvan – İnsan Sözleşmesi”, “Çıplak Maymun”, “Sevmek Dokunmaktır”, “Koruyucu Tılsımlar”, “İnsanat Bahçesi” gibi kitaplardan da hatırlayacaklardır. Kendisinin 1958 – 2006 arasında yayınlanmış (sayabildiğim kadarı ile) 50’nin üzerinde kitabı var. Türkçede yayınlanmış kitaplarından 10 kadarını raflarda bulmak mümkün.

“Morris’in “Kedinizi Nasıl Bilirsiniz? (Catwatching)” başlıklı kitabı bir çırpıda okunmakla birlikte kedi davranışlarını, kedilerin çevresiyle ve insanlarla olan etkileşimi anlamak açısından düşündürücü. Bir zamanlar Eski Mısır’da kutsal, hatta tanrı olarak kabul edilen bu hayvan türünün davranışlarını anlamaya çalışırken doğal yaşam çevresindeki canlıların muhtemelen bir kez daha farkına varıyoruz.

Kitabın Giriş bölümünde kedi – insan ilişkisinin anlatıldığı bir paragraf var ki gerçekten ilginç. Şöyle bir betimleme yapmış Morris: “Evcil kediler ve köpekler arasındaki […] farklılıktan dolayı kedi sevenler köpek sevenlerden oldukça farklıdır. Kural olarak bağımsız düşünme ve davranma yönünde daha güçlü bir kişilikleri vardır. Sanatçılar kedi severler; askerler köpek severler. O çok yüceltilen ‘grup bağlılığı’ meselesi hem kedilere hem de kedi severlere yabancıdır. Bir şirketin sadık çalışanı, bir çetenin üyesi, bir delikanlı grubunun ya da askeri birliğin üyesiyseniz, muhtemelen evde sobanın ya da kaloriferin yanında kıvrılıp yatmış bir kediniz olmayacaktır. Hırslı Yuppiler [yüksek ücret ve primlerle çalışan, kısa sürede büyük servetler edinen, her hizmetin ve ürünün en iyisini arayan beyaz yakalı gençler], gözünü yükseklere dikmiş politikacılar, profesyonel atletler, bunlar tipik kedi sahipleri grubuna girmezler. Dizinin üstünde bir kedi yatmış olan bir futbolcuyu düşünmek zordur. Bu futbolcuyu, köpeğini yürüyüşe çıkarmış biri olarak düşünmek daha kolaydır.”

Morris, kedilerin davranış modeli ile ilgili olarak şu ilginç tespitini aktarıyor: “Köpekler grup halinde yaşarlar, […]. Kedilerin karmaşık bir sosyal örgütlülüğü vardır, fakat hiçbir zaman sürüler halinde avlanmazlar. Yabanıl doğada zamanlarının büyük bölümünü avlarına tek başına gizlice yaklaşarak geçirirler. Bu yüzden bir insanla birlikte yürüyüşe çıkmanın onlar açısından hiçbir çekiciliği yoktur. ‘Sahibinin peşinden gitmek’, ‘oturmayı’ ve ‘hareketsiz kalmayı’ öğrenmek gibi şeylerle ilgilenmezler.”
Desmond Morris’in anlattıkları arasında bana ilginç gelen bir konu “Kedi niçin okşanmaktan hoşlanır” başlığı altında yer alıyor. Morris bu bölümün hemen başında sorunu cevabını veriyor: “İnsanları ‘annesi’ olarak gördüğü için.”

Bildiğiniz gibi; yavrular henüz çok küçükken anneleri tarafından yalanırlar. (Kedilerin yalanma davranışlarının açıklamasını kitabı alıp okuyacak olanlara bırakıyorum.) Morris, kedilerin insanlar tarafından okşanmayı annelerince yalanma duygusuna benzettiklerini (okşanmanın kedilere aynı duyguyu verdiğini) söylüyor. Bir başka deyişle; yavru kedi için annesi onu koruyan, besleyen ve temizleyen birisidir. Eğer kedinin yavruluk dönemi bittiği halde bu davranış (ya da eşdeğeri olan okşanma) sürdürülürse, kedi kendini bir yavru olarak hissetmeye devam ediyor. Ruhen bir yetişkin haline gelmemiş oluyor.

Bu duygusal durumdan dolayı kediler yaşlansalar bile sevgi ihtiyacını insanlara sürtünerek (ilgi göstererek) talep ediyorlar. Sevgi anında kedilerin kuyruklarını dikleştirmeleri de bu ‘anne – yavru’ ilişkisinin bir parçası olarak ortaya konuyor.

Kedilerle ilgili diğer ilgi çekici konuları anlatarak kitabı okumanın keyfini kaçırmayacağım. Ama bu vesile ile bir vurgu yapmak istiyorum. Bir yaşam çevresinde varlığımızı sürdürüyoruz. Bu çevrede insanlar kadar bizimle birlikte sokakta ya da evde yaşayan diğer canlılar var: Kediler, köpekler, kuşlar, balıklar… İnsanlar olarak birbirimizi anlamaya göstereceğimiz çabayı bizimle birlikte yaşayan hayvanlar için de gösterebilmeliyiz. Muhtemelen bunu yaptığımızda; paylaştığımız ortak yaşam çevremizin anlamını e değerini daha iyi anlayacağız.

Yalın Pazarlama: Nasıl?

Yalın Pazarlama: Nasıl?

Gürcan Banger

Pazarlamayı bir kez daha adım adım hatırlayarak başlayalım. Öncelikle piyasada karşılanmamış ihtiyaçları ve talepleri bulup çıkarmak gerekiyor. İkinci adımda ise bu ihtiyaçların büyüklüğüne ve muhtemel katma değer yaratma potansiyeline bakmak lazım. İşletmenin dışına göz attıktan soran sıra içeriye geliyor. Yukarıda bulduklarımızdan hangileri için mal ve hizmet üretebilir veya tedarik edebiliriz? Buna da karar verdikten sonra sırada buna ilişkin organizasyonu kurup (veya mevcut olanı düzenleyip) işe girişmek var. Tanıtım, reklam ve satışçılık işleri bu anlattıklarım üzerine kuruluyor. Çağdaş pazarlama anlayışını böyle bir iş süreci ile tanımlıyoruz.

Yalın pazarlama felsefesi ise bu anlatılanların en az atık / fire verecek biçimde kaliteyi artırıp ama maliyetleri azaltarak olabilen en yüksek basitlikte / sadelikte yapmayı öngörüyor.

İş dünyasında eğitim ve danışmanlık alanlarında önemli bir sorun var. Yukarıda sıraladığım türden önerileri ifade ettiğimizde işletmeleri bunları kendi kendilerine kolayca gerçekleştireceklerini varsayıyoruz. Ama ne yazık ki ulusal / bölgesel / yerel işletmelerimizde bu süreçleri sadece eğitimden alınan bilgilendirme ile uygulayabilecek çeviklilik, hızlılık ve deneyim birikimi yok. Konuya biraz daha işletmenin elinden tutarak (uygulamaya öne çıkararak) yaklaşmak lazım. Hem teorik bilgi hem de uygulamalı yaklaşım birlikte yürümek zorunda.

Yalın pazarlama, tasarım sürecinin önemli (ama çoğu zaman unuttuğumuz) bir özelliğini hatırlatarak başlıyor: Bir proje tasarlandığında, bunun getirisinin birden fazla olmasına özen göstermek gerekiyor. Bir başka deyişle; her pazarlama projesinin (uygulamasının) işletme için getirisi birden fazla alanda olmalı. Böylece yalın felsefeye uygun olarak daha etkili ve verimli olmak mümkün hale gelecek. Örneğin yeni bir ürünün pazarlandığı durumda bir yandan işletme gelir sağlarken diğer yandan da toplum yararına bazı sosyal sorumluluk gerekleri yerine getirilebilir ki bu da işletmenin tanıtımı anlamına gelecektir.

Yalın felsefenin de içerdiği toplam kalite yönetimi anlayışının önemli gereklerinden birisi hataları en aza indirmek ve hatayı kaynağı ile birlikte yok etmektir. Yalın pazarlama anlayışı, hataları en aza indirme girişimi içinde olmakla birlikte bunları iş sürecinin armağanları olarak kabul eder. Hatalardan ders almanın yanında bunlardan yeni fırsatlar yaratmayı hedefler. Unutmayın ki; geleceğin fırsatları çoğu zaman bugünün tehditleri ve hataları arasından süzülüp gelir.

İşletme sahibi bir arkadaşım şöyle demişti: “İş yaptıkça zarar ediyoruz.” Gerçekten bazen bir işte nerede durulacağını bilmek lazım. Çoğu zaman bitirme veya durdurma konusunda doğru öngörüyü işler yolunda gittiği (veya gider gibi göründüğü) zamanda ortaya koyabilmek önemlidir. Çoğu zaman işimizin yarattığı fanatizm, durmamız gereken zaman ve nokta konusunda bizi yanıltır. Eğer doğru zamanda durmayı beceremezsek –arkadaşımın dediği gibi- iş yaptıkça zarar etmeyi sürdürürüz. Bir ürünü veya bir hizmeti piyasadan çekmeyi, belli bir sektörden tasımızı tarağımızı toplayıp uzaklaşmayı bilmek zorundayız. Bu durum, yalın pazarlamanın en önemli ilkelerinden birisidir.

Bir el arabasını düşünün. Asla kaldıramayacağınız bir yükü el arabası ile bir noktadan bir başkasına taşımak mümkün olur. Buradaki ana fikir, el arabasının bir kaldıraç olarak hizmet vermesidir. Doğru kaldıraçlamayla daha az enerji, güç ve kaynak kullanarak daha büyük başarılara imza atmanız mümkündür.

Yalın pazarlama, bir işletmede pazarlama fonksiyonunun yerine getirilmesinde işletme kaynaklarının maksimum etkinlik ve verimlilikte kullanımını öngörür. Bir başka deyişle bir kaldıraçlama yaklaşımı önerir. Yalın pazarlama konusunda çalışan bir uzman olan D. Jenkins şunları öneriyor: “Yardım istemekten çekinmeyin. Her şeyi tek başınıza sizin yapmanız gerekmez. Destek almak amacıyla bir sosyal ağdan yararlanabilirsiniz. Her yaptığınız işteki değeri fark edin. Bunu paylaşın.”

Parkinson Kanunu olarak bilinen söylem ile tanıdığımız Northcole Parkinson “Bir saatlik iş için üç saat zaman verirseniz, iş üç saatte biter” diyor. Gerçekten boş zamanı doldurmakta ve kendimizi meşgul hale getirmekte üstümüze yok desek yeridir. Hâlbuki meşgul olmak veya meşgul görünmek yerine zamanımızı çok daha etkili ve verimli kullanabiliriz. Biraz dikkatli olduğumuzda; işimizin büyük kısmını aslında zamanımızın beşte birinde yaptığımız, kalan yüzde 80’ini ise ıvır zıvırla geçirdiğimizi görebiliriz. Başka işlerde olduğu gibi; pazarlama konusunda da kullandığımız yüzde 20’yi çok daha yüksek düzeylere çıkararak maksimum verime, yarara ve getiriye yaklaşabiliriz. Yalın pazarlamanın önerisi budur.

Bir anımı hatırlıyorum. Lisede iken bir problemi çözmek için çok uzun süre yazıp çizerek uğraşmıştım. Daha sonraki bir sınavda aynı sor ile karşılaştım ve o uzun çözüm sürecini yeniden yaşamak istemedim. Sıkıntıyla ne yapacağımı düşünürken geçmişten bildiğim bir konu ile ilinti kurdum ve problemi 1-2 dakika gibi çok kısa bir sürede çözdüm. Bu küçük olay bana her zaman daha kolay ve daha hızlı bir çözümün olacağını hatırlatır. Problemler karşısında adeta ezberlediğimiz ilk çözüm ile yetinmemeliyiz. Çoğu zaman daha iyi, daha kolay veya daha verimli bir yol bulmak mümkün olur. Yakın pazarlama, bu alandaki sorunlar karşısında bu olgunun farkında olmamızı önerir. Yukarıda sözünü ettiğim uzman Jenkins buna “yaratıcı tembellik” adını veriyor.

Son vurgulamak istediğim konu, izlemek ve raporlamak konusunda… Ölçmezseniz yönetemezsiniz. Bir pazarlama sürecinin gerçekleri, elde edilen sayısal sonuçlardır. Çok fazla “iş” yapmak, çok başarılı olmak anlamına gelmez. Başarısının göstergeleri, sürecin seçilmiş noktalarındaki ölçümlerdir. Bu değerlerin değişik ölçeklerde değerlendirilmesi pazarlamanın başarısını ortaya koyacaktır. Bu nedenle yalın pazarlama da daha baştan neleri ölçeceğimizi, izlemenin sonunda nasıl kıyaslamalar yapacağımızı ve nasıl raporlayacağımızı karara bağlamamız gerektiğini söylüyor.

19 Kasım 2010 Cuma

Yalın Pazarlama

Yalın Pazarlama

Gürcan Banger

Yaygın veya bölgesel; hangi ölçekte ele alırsanız alın, iş dünyamızın en önemli sorun alanlarından birisinin pazarlama olduğu kanaatindeyim. Gerek ilgim gerekse işim nedeniyle gözlediğim (büyükten küçüğe) firmalarımızda en az ilgi gören ve genelde doğru anlaşılmayan işletme fonksiyonu pazarlama gibi görünüyor.

Çoğu zaman satışla pazarlama birbirine karıştırılıyor. Ya satış pazarlamanın yerine konuyor ya da satışçılık pazarlama sanılıyor. Yeri gelmişken bu ayrımı basitçe ifade ederek geçeyim. Satışçılık mevcut müşteriyle pazarlama ise gelecekteki muhtemel müşteri ile ilgilenir. Pazarlamanın en önemli düşünürlerinden Philip Kotler şöyle bir çerçeve çiziyor: “Pazarlama, fiyattan başka esaslarda nasıl rekabet edileceğinin yanıtıdır. Fazla (üretim) kapasite(si) nedeniyle pazarlama, her zamankinden daha önemli hale gelmiştir. Pazarlama, şirketin müşteri üretme departmanıdır.”

Gelişmiş ülkelerdeki işletme literatürü incelendiğinde; en az teknolojik gelişme kadar pazarlama alanına da yeni gelişme ve açılımlar var. İşletmeler için öngörülen yeni yaklaşımların pazarlama alanında da uzantılarını görmek mümkün. Yeni yönetim, işletme veya üretim felsefelerinin uzantılarını işletmenin başka alanları için de kurgulanması kolaylıkla geliştirilebilir.

Özellikle üretim yönetimi felsefelerinin gelişiminde (başta Toyota olmak üzere) Japon işletmelerinde geliştirilen yaklaşımlar etkili oldu. Bunlardan birisi de “yalın üretim” düşüncesi olarak ifade ediliyor. Yalın felsefe, iş süreçlerindeki gereksiz fazlalıklardan kurtulmayı, fire miktarını azaltmayı, üretim süresini kısaltmayı, stokları düşürmeyi ve işin bir bütün olarak akışını talebe bağlayarak üretim maliyetlerini düşürmeyi öngörüyor. Yalın üretim süreçlerinde bir yandan kalite yakından izlenip denetlenirken diğer yandan da gereksiz kaynak kayıplarının önüne geçilmeye çalışılıyor. Şu şekilde bir özetleme de yapılabilir: Kaliteyi iyileştir, atığı (kaybı, fireyi) azalt, zamanı düşür, toplam maliyeti azalt…

Herhangi bir işte (iş sürecinde) yalın düşünceyi uygulamak ya da yalın felsefeye uygun bir iş süreci tasarlamak için şu adımlardan yararlanmak mümkün: 1- Olabildiğince basit bir sistem (iş süreci, üretim sistemi) tasarla; 2- Her zaman iyileştirmelere ihtiyaç olduğunu aklından çıkarma ve buna hazırlıklı ol; 3- Sistemi sürekli olarak yalınlaştırma bakış açısıyla iyileştir…

Bu özet bilgilerden sonra tekrar yalın pazarlama konusuna dönelim. Hatırlamak için önce Kotler’e kulak verelim: “Pazarlama yönetimi, hedef pazarla seçip, üstün müşteri değeri yaratmak, ifade etmek ve iletmek suretiyle müşteriler kazanma, onları elde tutma ve geliştirme sanatı ve bilimidir.” Şunları yapıyoruz: 1- Hedef pazar seçme, 2-Üstün müşteri değeri yaratma (Müşterinin ihtiyaç, talep ve beklentilerini üst düzeyde karşılayacak kaliteli ürün ve hizmetler tasarlama ve üretme), 3- Bu mal ve hizmetlerin bilgisini müşteriye iletme ve bunların erişilebilirliğini sağlama. Özetle; birbirine bağlı bir dizi iş süreci var.

Yalın pazarlama, bu süreçler silsilesinde bir iyileştirme ve geliştirme felsefesi olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla yalın pazarlama, pazarlama ve satış faaliyetlerinden kayıpları azaltma, kaliteyi yükseltme, en yüksek katma değerli ürünlere (ya da hizmetlere odaklanma) ve müşteri memnuniyetini yükseltme anlamına geliyor. Yukarıda özetlediğim felsefenin pazarlama alanına uygulanması…

Herhangi bir işletme için yalın pazarlama konusunda iki yol (daha doğrusu muhtemel durum) var. Eğer işletmenin çalışma biçimi ne olursa olsun bir pazarlama birimi / yapısı varsa bunun yalınlaştırılması düşünülebilir. Pazarlamada yalın iyileştirme yapılması durumunda pazarlama ve satış masraflarında düşüş ve müşteri memnuniyetinde iyileşme sağlanacaktır. İyi bir uygulama durumunda ciro ve katma değerde artış da beklenir.

Diğer durumda; eğer işletme organizasyon şemasında gösterilebilir nitelikte bir pazarlama birimine sahip değilse, bu birimin yapılandırılması yalın felsefeye uygun olarak yapılabilir. Böylece işletme daha rekabetçi bir kimlik kazanacaktır.

Ne yazık ki; işletmelerimizde değişim ve dönüşüm bir içsel fonksiyon olarak yerleşebilmiş değil. Bu nedenle firmalar mevcut insan kaynakları ile ihtiyaç duyulan yalın dönüşümü sağlamakta girişimci ve başarılı olamıyorlar. Diğer alanlarda olduğu gibi pazarlama alanında da dışarıdan alınan eğitim ve danışmanlık hizmetleri değişimi ateşlemek anlamında yararlı oluyor.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Bugün Bayram

Bugün Bayram

Gürcan Banger

İnsan bir çocuk olarak yaşamının daha sonraki dönemlerine göre zihnen ve duygusal olarak daha özgür bir iklimde başlar. Bu anlamda çocuk olmak, yaşamı daha özgürce anlamlandırmak demektir. Bu nedenle çocukların resimlerinde güneş, ağaçlar veya insanlar bizim alışageldiklerimizin dışında renk ve biçimlere sahiptir. Bu durum, çocukluğun anlamlandırma gücüdür.

Bayramlara öncelikle ve ağırlıkla anlam verenlerin başında yine çocuklar gelir. O nedenle “Çocukluğumuzdaki bayramlar” diye başlanır anlatılmaya. Her bayram, iyisiyle kötüsüyle bir çocuğun zihnine ve ruhuna gizlenmiş bir dünyadır.

Bayram gününün anlamını ve değerini kavramanın doğru zamanı var. Genelde de bu doğru zaman, çocukluk yıllarına denk düşüyor. Eğer bayram çocukluğun o lezzetli dünyasında öğrenilemezse, bu eksikliği sonraki yıllarda tamamlamak neredeyse imkânsız hale geliyor. Her bayram, başlı başına çocukça bir koşuşturmadır. Bayramın bir yanı şekildir. Yeni giysiler ya da önceki bayramdan kalan pek az giyilmişleri hazırlamalar, yemekler ve tatlılar, ziyaret koşuşturmaları, hediyeler... Ama bayramın ruhunu oluşturan; çocukluğun hayal gücü, sevinci ve coşkusudur.

Bir bayram süresinin büyük çoğunluğu, gelen konuklara iyi hizmet etme çabası içinde geçer. Küçükler, büyük bir telaş içinde ziyaret edilmesi gereken listeyi tamamlamaya çalışırlar. Öyle bir telaş vardır ki, ayrılan kısa ziyaret süreleri içinde söylenesi cümlelerin adeta ancak ilk yarısı söylenir, diğer yarısı bir başka bayrama kalır. Bir bayramın, hele ki bir dini bayramın özü, tatlı yemek ve çay / kahve içmek midir yoksa bundan öte bir değeri var mıdır, bu durum pek anlaşılamadan bayram geçer gider.

Bir sosyal bayram, her şeyden önce bir barış mesajıdır. Var olan yakınlıkların bir kez daha pekiştirilmesi vesilesidir. Kırgınlıkların giderilebilmesi için fırsattır. Bir başkasına karşı kabahat işlemiş olanın, özür dileyip barış yollarını açmaya çalışmasıdır. Kırgın ve kızgın olanın, kendisine uzatılan barış çiçeğini kabul edip özür dileyene tekrar kalbini açması günleridir.

Bayram günleri barışı, barışmayı sevmemiz ve kin ile kavgayı yaşamımızdan atmamız gereken özel zamanlardır. Kin ve kavga, yaşamımızda var olduğu sürece başka sorunların oluşmasını engellememiz mümkün değildir. Barış, hem kendimizin hem de çevremizdeki insanların geleceğe ve yaşama sevgiyle bağlanma aracıdır. Bayram ise barışı yakalamak için bize sağlanmış anlamlı fırsatlar demetidir.

Barışı yakalamak, sözden öte emeğe ve eyleme gerek duyuran bir iştir. Onun için emek vermek gerekir. Bazen “Özür dilerim; hatalı davrandım” veya “Ben yanılmışım, o olayda sen haklıymışsın” diyebilmek, “Seni doğru anlayamadığım için özür dilerim” diyebilecek yürekliliği gösterebilmek gerekir. Takıntılarımızdan, bağnaz alışkanlıklarımızdan, inatçı tavırlarımızdan, yobaz iddialarımızdan kurtulup barışı yakalayabiliriz bayram günlerinde. Kendini, içindeki iyiliği ve güzelliği ifade edebilmek kimi zaman cesaret ister. Bayram günleri saydamlaşarak içimizdeki iyiliği cesurca gösterebileceğimiz özel dönemlerdir.

Bayram, sanki bir boy aynasıdır. Ona nasıl yaklaşırsan o da seni tekrar eder. Sevgi karşılığında sevgi bulur. Neşe, neşeyle karşılanır. Bayram, bire kırk veren verimli toprak gibidir. Karşıya uzattığın bir tohum tanesi, meyvelerle donanmış bir sevgi bahçesi olarak sana geri döner.

Bu bayramın tabii ki dini olan bir yanı var; ama sosyal olan yanı çok daha önemli. Bayram, dini bir şölen olmaktan çok; ortak insani ve sosyal değerlerin, anlamların, önemlerin hatırlanıp paylaşıldığı günler. Paylaşılanın paylaşıldıkça çoğaldığı, paylaşanın verdikçe zenginleştiği çok özel günler…

Aç kalmayan, yemek ısmarlamanın keyfini bilmez. Sevgisiz kalmanın acısını ve zorluğunu düşünerek, sevgiyi yakalayamamış insanların ruh ezikliğini akla getirerek bayramın lezzetini yaşayın bence. O zaman sevmenin, saygı duymanın, barışı paylaşmanın değerini çok daha kolay kavrayacaksınız.

Bayram tatlı yiyip bir acı kahve içmekten çok daha derinlikli ve anlamlı bir yaşam dilimidir. Bayram bir fırsattır. Bayram, paylaşılması gereken bir fırsattır. Bayram, paylaşıldıkça artan ve zenginlik üreten bir sevgi, saygı, hoşgörü ve barış fırsatıdır. Bayram günleri, tek tek ağaçlar olmayı başardığımız kadar bir orman olduğumuzu hatırlamamız gereken günlerdir.

14 Kasım 2010 Pazar

Bayram Gününün Farkı

Bayram Gününün Farkı

Gürcan Banger

Yaşamımızda benliğimizin, ben olmanın ortaya çıktığı zamanlar var. Örneğin bir sınavdaysanız, orada yalnız başınasınız; başarı için kendi başınıza kahramanca savaşmanız gerekiyor. Doğru kararı kendi başınıza vermeniz gereken zamanlar da olabiliyor. Böyle durumlarda olay ya da konu, sizinle başlayıp sizinle (ama kendi başınıza) bitiyor.

Bayramlar gibi farklı zamanlar var ki; bu günlerde ben olmaktan ziyade biz olmak gerekiyor. Aileniz, yakınlarınız, dostlarınız ve arkadaşlarınız, böyle zamanlar için ilişki ve iletişim çevrenizi oluşturuyor. Bayram, kendi özü gereği yanız başına olmuyor. Selamlaştığınız, bayramı hayırladığınız ve iyilikler dilediğiniz insanlarınız olmalı. Özetle; bayramların en belirgin özelliği, ben ile biz arasındaki farkı vurgulamasıdır.

Eğer Kurban Bayramı’nda yakınlarınızı ziyarete giderken, sadece tek bir çift ayakkabınız varsa, bu konuda seçme özgürlüğünüz yok demektir. Aslında böyle bir durumda muhtemelen seçme kavramı da tanımlanmış değildir. Çünkü tek seçeneğin olduğu bir durumda seçme yapılamaz. Yine anne ve babanızı sizin belirleyememeniz gibi, seçimin doğası gereği mümkün olmadığı başka durumlar da vardır. Ama yaşamın tamamına baktığımızda; bize bir tercihler manzumesi sunduğuna hiç kuşku yok. Yaşamımızın her anında farkında olarak veya olmayarak biteviye seçimler yapmak durumunda kalıyoruz.

Seçim yaparken, bizi etkileyen iç ve dış faktörler olur. Başka etmenleri fazlaca dikkate almadan, sadece kendi istek, beğeni veya çıkarlarımıza göre tercihler yapabiliriz. Ya da seçimlerimizde kullandığımız mantık, başka insanlar tarafından koyulmuş kural ve kısıtlar olabilir. Tercih anında kullandığımız gerekçe, “başkalarının ne diyeceği” ya da bu seçimin bizi çepeçevre kuşatan sosyal yaşam tarafından nasıl karşılanacağı olabilir. Bu tür yaklaşımlara, kullanılan referansı işaret eden “ben bakış açısı” ve “sen bakış açısı” gibi isimler veriliyor.

Verdiğimiz kararlar ve bunlara bağlı seçimler, sadece bizi etkilemekle kalmıyor; bunun yakın ve uzak çevremize de yansıları oluyor. Yukarıda değindiğim gibi kimi zaman bu etkileri dikkate almadan kararlar veriyoruz. Bazı zamanlarda da kendimizi unutarak, sadece yaratacağımız etkiyi dikkate alıp ona göre davranıyoruz.

Çevremiz hakkında bazı algı ve yargılara sahibiz. Yaşamın zihnimizdeki yansıları olan bu fikirleri, abartarak kendimizi başkalarının yerine koyduğumuz (hatta onlar adına düşündüğümüz) zamanlar da oluyor. “O, böyle düşünür” veya “Onun için en doğrusu bu” diyerek karar ve seçimlerimizin, doğruya daha yakın olduğu fikri ile kendimizi avutuyoruz. Böylelikle bencilce bir düşünce tarzından kendimizi kurtardığımız rahatlığına eriyoruz. Onunla birlikte yapılması gereken seçimleri, onun yerine düşünüp kendi başımıza alarak bencil bir paylaşım keyfi oluşturuyoruz.

İyi yaşamak, herkesin hakkıdır. İyi bir yaşamı, daha fazla tüketerek elde edeceğimiz gibi şartlanmış bir fikre sahibiz. Reklâmcılar, pazarlamacılar ve satışçılar, bizi bu fikrin doğruluğuna inandırmak için büyük bir gayret içindeler. İyi yaşamak ve mutlu olmak ile çok tüketmek arasında bir şartlanma yaratmaya çalışıyorlar. Hâlbuki çok tüketmenin bambaşka bir şey olması bir yana; iyi yaşamak ile mutlu olmanın aynılaştırılmasını da mutlak bir doğru olarak söyleyemeyiz.

Mutlu olmak, gizem dolu bir ormanda yürümek gibidir. Her adımda karşımıza çözmek üzere bir bulmaca çıkar. Bulmacanın çözümü, seçimlerimizdir. Tercihlerimizi nasıl yaptığımız, bir yandan bir sonraki bulmacanın zorluk düzeyini belirlerken, bir yandan da mutluluk enerjimize olumlu ya da olumsuz katkı yapacaktır.

Mutluluğu, sahip olduğumuz nesnelerin çokluğu ya da büyüklüğü ile ölçemeyiz. Gizemli ormanda yürürken gerçekleşen mutluluk arayışı, aslında bir iç doyum arayışıdır. Sözünü ettiğim bu iç tatmin, bir beyaz atlı prens gibi beklenmedik bir anda ve “Neden ben?” dedirtecek bir iyi şans olarak gelmez. Mutluluk, yaşam sürecinde yaptığımız seçimlerin, dolayısıyla çözdüğümüz bir dizi bulmacanın sonucudur. Özetle; bu kadar çok dış faktöre rağmen mutluluk, sonuçta kendi elleri arasındadır.

Bireysel olarak bu bayram sizi fazla etkilemese bile; yarın bayram gününe uyandığınızda, “Ben, mutlu bir bayram gününe uyandım” demezseniz, muhtemelen o gün için mutlu olmayı seçmemiş olacaksınız. Bir başka deyişle; mutlu olmak, öncelikle mutlu olmayı isteyen iyi niyettir. Talihsizlikten yakınarak, koşullarından şikâyet ederek veya yaşamla bağlarını koparıp seçimleri seçimsizliğe bırakarak mutluluğu yakalamak mümkün değildir.

Eğer gün ışığınızın azaldığını, yaşamınızdaki renklerin soluklaştığını veya yaşam enerjinizin tükendiğini hissediyorsanız; yaşama dokunurken kullandığınız niyete ve tercih yapma modelinize bakmalısınız. Özgürlüğümüzün ifadesi, seçimlerimizdir. Tercihlerimiz olmadan, mutluluğu yakalamak ise mümkün değildir. Bazı seçimler acı verebilir. Ama iyi seçimlerin tadına varabilmenin sırrı, biraz da bu noktadadır.

Bayramlarda elde geldiğince birlikte olmayı seçmek lazım. Hiç olmazsa bayramlarda yalnızlığı, yalnız olmayı seçmemeli insan. Çünkü akıp giden yaşamımız çoğu zaman bizi yeterince yalnızlığa mahkûm ediyor.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Üretemeyen Yerel Siyaset

Üretemeyen Yerel Siyaset

Gürcan Banger

Son yıllarda siyaset alanının en belirgin özelliklerinden birisi yenilik ve çeşitlilik üretememesi… Bu akamet hali nedeniyle siyasetçiler güncel polemiklerle yetiniyor. Yine aynı nedenle yerel düzeyde siyaset sadece gösteriş esaslı vitrin anlayışıyla yapılıyor. Ne yurttaşların yaşamlarını iyileştirecek projeler var ne de yaşam ortamını geliştirecek yeni fikirler… Proje diye ortaya atılanların kötüsü ülkenin başka şehirlerinden, az daha kötüsü ise yurt dışından kopyalanan kent mobilyalarından ibaret…

Siyasetin (özellikle yerel siyasetin) kalitesini ölçen bir yöntem geliştirsek nasıl bir sonuçla karşılaşırız? Muhtemelen pek iç açıcı bir sonuç olmaz. Bazı kişilere siyasetin kalitesinin ölçülmesi fikri pek somut gelmeyebilir. Ama siyasette kalitenin, vatandaşın istek, talep, beklenti ve gerçek ihtiyaçlarının karşılanma düzeyi olduğunu hatırladığımızda bunu ölçmenin imkânsız olmadığı gerçeğini kavrarız.

Son birkaç yıl içinde dürüst yerel medyanın peşpeşe ortaya çıkardığı bazı yerel yolsuzluk ve usulsüzlükleri hatırlıyorum: Yerel yönetimlerden alınan kayırmalı ihaleler, hazine arazilerini kentin aklı evvellerine peşkeş çekmeler, yapı denetim işlerindeki etik dışı olaylar, siyasetin maaşlı kalemşorları vs… “Her topluluk siyaseten lâyık olduğu şekilde yönetilir” denir ama pek çok açıdan yetkinlikleri olan Eskişehir halkının böylesine seviyesiz bir süreci hak ettiğini düşünmüyorum. Kanımca; bugün Eskişehir’deki yerel siyaset yapılanması ve anlayışı, Eskişehir’in nitelikli ve değişimci yönünün yerel ihtiyaç ve sorunların çözümlerle buluşmasında bir engel oluşturuyor. Bir başka deyişle; Eskişehir’in yerel siyaseti, bir çözüm mekanizması ve vesilesi olmaktan çok, halkın yönetim süreçlerine katılımında bir engeller manzumesi oluşturuyor. Eskişehir’de siyaset, sivil toplumun çok gerilerinde kaldı. Bu nedenle; yenilik ve çeşitlilik üretemeyen siyaset, sivil toplum alanını işgal edip onun ‘etinden, sütünden ve yününden’ yararlanma gayretinde… Kendi niteliksiz olan siyaset, sivil toplumun kanını emerek kendi hastalıklarını da ona bulaştırma aymazlığı içinde.

Yaşadığımız dönemi küresel anlamda öncekilerden ayırt eden özelliklerden birisi, yerel yönetim anlayışındaki değişmedir. Örneğin yerel yönetimlerin uluslararası süreçlerden etkilenmeleri, kentleri küresel bir aktör haline getirdi. Artık kentler, küresel bir rekabet alanı içinde yer aldıklarından yapılanmaları ve yönetilmeleri de bu olguya uygun olmak zorunda. Kentlerin, geçmişin kapalı ekonomi ve kısıtlı ilişkiler dönemine uygun biçimde yönetilmeleri artık mümkün değil.

Bu çağda yerel yönetimi, merkezî yönetimin sıradan bir uzantısı olarak algılamamak gerekir. Kentlerin bir küresel aktör olarak yer aldıkları bir çağda kentleri, merkezin sıradan bir uzantısı olarak anlamaya çalışan anlayışı değiştirmek bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Bu çerçevede bir yandan küresel etkileşim öne çıkarken, diğer yandan da yerel katılımın önemi artıyor. Bu bağlamda yerel yönetimlerin halka karşı sosyal sorumlulukları, hesap verme zorunlulukları ve şeffaf olma gereklilikleri de öne çıkıyor.

Yukarıda çizdiğim çerçeve, bu çağda hiç kuşkusuz yerel yönetimler ile sivil toplumun iç içeliğini artırıcı bir etki yapıyor. Yerel yönetimlerin süreç ve karar oluşumlarında siyasal ayrışmalar yerine sivil vizyon, program ve paydaşlığın öne çıkması bir zaruret halini alıyor. Bu nedenle siyasal partilerin “Al, bu listeyi onayla” anlayışı yerine, yönetim erkinin sivil toplum endeksli olarak oluşturulmasının zamanı geldi diyebiliriz. Bundan sonra sivil toplum (bir başka deyişle vatandaşlar) oy kaynağı olarak görülmek yerine yönetim erkinin birlikte oluşturulacağı paydaşlar olarak algılanmak durumundadır.

Kent yaşamı, çağın gereklerine uygun olarak her an daha karmaşık hale geliyor. Bu süreçte kamu, küresel / ulusal / bölgesel ölçekli sivil toplum unsurları, yerel sivil toplum aktörleri ve özel sektörün sorunlar ve çözümler konusunda daha fazla bir araya gelme ihtiyacı oluşuyor. Bu gerçek, yeni demokratik kurumsallaşma ihtiyaçlarını da birlikte getiriyor. Bu ihtiyacı karşılamak üzere oluşmuş ilk süreçlerden birisi olan kent konseyleri ise henüz hayal kırıklığından öteye geçemedi. Bu haliyle kent konseylerinin siyasetin değişik kanatlarının güç ve üstünlük arayış alanları haline geldiğini görmek üzücü. Bu güdük kent konseyi yaklaşımı, yerel olarak geliştirilmiş yeni yaratıcı mekanizmalarla desteklenmeli. Bu da öncelikle yereldeki aktörlerin görevi…

2010 Kasımı içinde Eskişehir’de itirazlara neden olan kentsel dönüşüm bölgeleri bir kez daha onaylandı. Bu konu üzerine Belediye meclisinde olan tartışmalar kentin ve vatandaşın gerçek ihtiyaçlarını yansıtmak yerine siyasetin kendi tarzı üzerinden siyaseten yapıldı. Bir kez daha; konunun asili olan vatandaşa bir şey sorulmadan vekilleri üzerinden belirlenen dönüşüme onay verildi. Hâlbuki kentsel dönüşüm öncelikle halkın rızası ve onayı demek… Bu anlayış var olduğu sürece halkın katılımı, bir gevezelik olmaktan öteye geçemiyor. Yazık…

11 Kasım 2010 Perşembe

Kentte Mevsimleri Yaşamak

Kentte Mevsimleri Yaşamak

Gürcan Banger

Her kent, mevsimlere göre farklı bir güzelliği var. Belki de “olmalı” desem daha doğru bir söyleyiş olacak. Kırda olduğu gibi; kentte de mevsimleri duyumsayabilmek, yaşayabilmek gerekli. Kentin mekânsal düzenlemesi zamanın değişimini, doğanın mevsimsel dönüşümünü yaşamaya imkân vermeli. Baharın uyanışını, yazın güneşin sıcağını yaşayabilmeli insan.

Eskişehir’in tipik özelliklerinden birisi, ilkbahar ve güz özelliklerinin fazlaca yaşanmamasıdır. İklim, hızla kıştan yaza geçer. Hele kırsalda yaşamıyorsanız, baharı fark etmek, yakalayıp yaşamak çok zordur.

Kentin dışına çıkıldığında ise kısa da olsa baharı görmek, duymak ve koklamak mümkün oluyor. Ama kentin mekanik yaşamına öylesine sıkışmışız ki; yaşadığımız duvarların arkasında mevsimlerin değiştiğini kavramakta zorluk çekiyoruz.

Duvarlar diyorum çünkü sadece binalarda çepeçevre kuşatılmış değiliz. Sokağa çıktığımızda da dev binalar yolumuzu kesiyor, bizi yüksek duvarlarla oluşturulmuş uzun kent koridorlarında göğü bile göremeden yaşamaya mahkûm ediyor.

Sağlıklı bir kent, öncelikle insanları sağlıklı olan kent demek. O kentle ilgili kalp hastalıkları, krizler, kanser gibi ölümcül sorunlarla ilgili istatistikler nasıl bir yerleşimde yaşadığımıza ilişkin ipuçları verir. Ruh sağlığımızla ilgili ölçümler ve karşılaştırmalar da önemli.

Sağlıklı bir kent, kendi ilerleyişi içinde insanlara daha sağlıklı ortamlar, mekânlar ve fırsatlar sunmalıdır. Kentsel mekân kullanımından elde edilen iyileşmeleri görmek zorundayız. Kentimizi, benzer kentlerle karşılaştırdığımızda; sağlıklı ortam ve hizmetler sunulmasından dolayı yurttaşların daha az oranda hastalıklarla boğuşmak durumunda kaldığını görmemiz gerekir. Sağlıklı bir kent, insanların daha sağlıklı yaşabilecekleri fırsatlar sunar.

Kentte kendimizi mahkûm etmemizin tek aracı, bizi çepeçevre saran duvarlar değil. Önce çağdaş kent yanılsaması ile yüksek duvarları ve uzun koridorları olan kentsel mekânları yaratıyoruz. Sonra da bu uzun mesafeleri aşmak için taşıt ismini verdiğimiz araçlarla havayı kirletiyor, kaynaklarımızı gereksizce harcıyor ve sağlıksız beslenmemizi taşıt kullanma tembelliği ile pekiştiriyoruz. Sağlıklı bir kent, insanları taşıt kullanmaya değil, yürümeye teşvik eder.

Bir kent ile ilgili karar vermenin araçlarından birisi de insan gücüyle çalışan bisikletlerin kullanım durumuna bakmaktır. Sağlıklı kentlerde uzun sayılabilecek mesafeleri kat etmek için yürüme veya bisiklet kullanma tercih edilir. Eğer bir kentte bisiklet kullanımı, kent trafiğini tehdit eden bir unsur olarak algılanıyorsa, o kentte yapılmış ve yapılmakta olan çok ciddi yanlışlar var demektir.

Bir kentte yapılacak bir yürüyüş, yorulma mesafesinde sağlıklı bir açık ortamda dinlenebilmek demektir. Bu nedenle sağlıklı bir kent, insanlara açık havada örneğin baharı görerek, koklayarak yaşayabilecekleri imkânlar sunar. Eğer çevresi duvarlarla çevrilmiş bir ortamda nefes almaya çalışıyorsanız, ortada ciddi kentsel yanılgılar var demektir.

İnsan bir kentte mekânlarla, o kentin yarattığı olanaklarla buluşabilmeli. O kentte yaşamak, insanın hayatına özler, renkler, sesler ve renkler katabilmeli. Çünkü sağlıklı bir kentte insanlar mekânlarla mevsimleri görür, duyar, koklar ve sağlıkla yaşarlar. İnsan yaşamı için kent, kentin fiziksel varlığından daha fazla bir şeydir. İşte, bu nedenle kenti metal kafesler, beton hapishaneler ve plastik oyuncak evler topluluğuna dönüştürmemek lazım.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Sivil Dayanışma

Sivil Dayanışma

Gürcan Banger

En önemli özelliklerimizden birisinin birlikte iş yapamamak olduğuna pek çoğumuz katılır. Bunu okuldan işyerine, ekonomik yaşamdan sivil toplum faaliyetlerine kadar her alanda örneklemek mümkün olur. Köyünde imece geleneği olan bir toplumun birbirine kadar bu denli inançsız ve güvensiz olduğunu anlamak zor…

İmece, öz olarak yardımlaşma ve dayanışma anlamına gelir. Geleneksel köy kültürünün bir parçasıdır. Bir köy içinde veya köyler topluluğunda kimi işlerin gönüllü ya da zorunlu olarak işbirliği içinde birlikte yapılmasına imece denir. Genel olarak köyün yerel sorunlarının çözülmesi amacı ile imece usulü kullanılır. Köy fırınının temizlenmesi, okulun ihtiyaçlarının karşılanması veya köye gelen misafirlerin ağırlanması gibi işler imece yoluyla yapılır.

İmece, toplumsal dayanışmanın en güzel örnekleri arasında yer alır. Herhangi bir yörede olabilen diğer imece örnekleri arasında mısır ayıklama, odun taşıma, çayır temizleme ve toplama, inşaat malzemesi taşıma gibi konuları sayabiliriz. İmece ortamı, bir işi yapmanın ötesinde eğlence unsurlarını da içinde taşır. İşlerin imece ile kolayca tamamlanmasından sonra halk çalgıları eşliğinde türküler söylenir, eğlenceli oyunlar oynanır.

Kimi yörelerde gece yapılan imece türleri de var. Örneğin Karadeniz Bölgesi’nde mısır soyma, fındık ayıklama en bilinen imece örneklerindendir. Gece imecelerinin bir özelliği, kız - erkek ayırımsız olarak yapılmasıdır. Böylece genç kızlarla genç erkeklerin birbirlerini tanımaları sağlanır. Örneğin genç kızlar mısır soyarlarken delikanlılar da onların karşısına oturarak söyleşi de bulunurlar. İşin bitimi ile birlikte yemek yenir ve gençler kendi evlerine dağılır. İmecenin başka örneklerini de bulmak mümkündür. Köyde yaşamış veya zamanının bir bölümünü köyde geçirmiş olan her kişinin gözlemleri arasında imece örnekleri vardır.

İmecenin yaygın olduğu dönemlerde genelde köylerin yol ve ulaşım sorunları vardı. Bu nedenle taşıma en yaygın imece örneklerinden birisi olurdu. Köye ulaşımın yaygınlaşması ve görsel medyanın geleneksel kültürü olumsuz etkilemeye başlaması ile birlikte imece usulü de yok olmaya başladı. Aslına bakarsanız; yerel kültür unsurların giderek kaybolması ve Batı kökenli kültürün baskısı altında kimi sosyal ve sivil geleneklerin unutulması, imecenin yok olmasından çok daha kapsamlı bir sorun olarak ortaya çıkıyor.

İmeceyle ilgili bu genel hatırlatmayı yaptıktan sonra; şimdi bunu dernek, vakıf, kulüp, topluluk vb gibi kuruluşlarda yapılan sivil toplum çalışmalarına bağlamak istiyorum. Köyde imeceyi var eden mantık, öncelikle ortak bir sorunun var olması ve ikincisi tek elden yapılırsa söz konusu işin çok zaman ve kaynak gerektirmesidir. Diğer yandan sivil toplum alanındaki sorunlar da köyün sorunları gibi – çevre, ayrımcılık, haklar ve özgürlükler, kültürün korunup geliştirilmesi benzeri – ortak konular etrafında oluşmaktadır. Dolayısıyla sivil toplum çalışmaları da toplumun farklı kesimlerinin işbirliği ve dayanışma içinde birlikte çalışmalarını gerektirir.

Sivil toplum kuruluşlarının özelliklerine baktıklarımızda; bunların pek çoğunun ekonomik, insan gücü, alt yapı ve bilgi birikimi yönlerinden zayıf ve güçsüz olduğunu görürüz. Bu zafiyeti gidermenin yollarından birisi, sivil toplum alanda yapılacak çalışmalarda değişik kuruluşların bir araya gelerek imece oluşturmalarıdır. Bu yaklaşım, bu çağın ana fikirlerinden birisi olan ağ toplumu kavramına da son derece uygundur.

Ne yapmalı? Ortak payda ve uzlaşmaya daha fazla ihtiyaç duyduğumuz günümüzde sivil toplum kuruluşları etkinliklerini başka kuruluşlarla birlikte yapmak fikrini, ilk planda tuttukları kriterler arasında bulundurmalı. Özellikle birbirine yakın çalışma alan ve konularına sahip kuruluşlar, imece usulünü bir iş modeli seçeneği olarak ciddiye almalı ve uygulamalı.

Sosyal imece usulü, sivil toplumu oluşturan unsurların gerçek anlamda sivil güç olmalarına – hiç kuşkusuz – çok ciddi katkılar yapacaktır. Bu nedenle sivil toplum kuruluşları faaliyet türlerini belirlerken başka kurum ve kuruluşlarla birlikte yapabilecekleri etkinliklere önem verebilirler. Birlikte çalışma, yalnız kaynak ve zaman tasarrufu ve verimliliği sağlamakla kalmayacak; aynı zamanda işbirliği ve güven konusundaki zayıflığını giderme yolunda adım atılmasını sağlayacaktır. Yaşadığımız çağın ağ toplumu olmasının gereği budur.

9 Kasım 2010 Salı

Demokrasi ve Uzlaşma Kültürü

Demokrasi ve Uzlaşma Kültürü

Gürcan Banger

Gerginlik üzerinden yaşamı düzenlemek, pek çok yönden geri kalmış toplumlara has bir özellik… Daha da kötüsü, hem iç hem de dış güçler bu özelliğe sahip toplumları bölerek kullanma yönünde bir araç elde etmiş oluyorlar. Demokrasi, uzlaşma ve ortak payda kültürüne sahip olmayan toplulukları etnik, dinsel ve kültürel eksenlerde parçalamak ve bu parçaları birbirine düşman yapmak daha kolay gerçekleşiyor.

Gerginlik, karşıtlıklar ve uzlaşmazlıklar, geri kalmış topluluklarda önce ailede, sonra okulda ve ardından sokakta öğreniliyor. Sorunların çözümü adeta bu olumsuzluklara endeksleniyor. Karşı tarafı yok edince sanki çözümün kendiliğinden geleceği gibi bir ön kabul oluşuyor.

Yaşadığımız toplumda da durum çok farklı değil. Yaşamı ya siyah ya da beyaz gibi iki karşıt uç olarak anlamak, sosyal bakış açımızın vazgeçilmez unsuru haline gelmiş adeta. Siyasete bakışımız, bir başka insanı sevişimiz ya da bir takıma olan taraftarlığımız da böyle. Grilere tahammül edemiyoruz.

Pek çok örnek göstermiştir ki; birlikte iş yapmakta çok başarılı değiliz. Bunu şirket kurarken de bir dernekte çalışırken de gözlüyoruz. Bizim için işbirliği, ‘ezelden ebede kadar birlikte olmak’ anlamına geliyor. İşbirliklerinin zamana veya konuya bağlı olabileceğini kabul edemiyoruz. Bu nedenle biten sevgilerin veya ilişkilerin, karşılıklı tarafların birbirlerini yok etme noktasına gelebildiğini görüyoruz. Kabul görmemiş sevgilerin, değişen duygusal seçimlerin veya biten iş ortaklıklarının namlunun ucuna dek uzanabilen olumsuz sonuçları olabiliyor.

Toplumun tamamını ilgilendiren sosyal, ekonomik veya siyasal konulara geldiğimizde; işbirliğinin ve ortak payda oluşturma ile uzlaşmanın önemi daha açık biçimde ortaya çıkıyor. Biliyoruz ki; toplumda çok farklı görüşler ve yaşam biçimleri var. İnsanlar; düşüncelerine, inançlarına veya geleneksel kültürlerine göre – yasalar çerçevesinde kalmak üzere – çok farklı biçimlerde yaşıyorlar. Bu yaşam modelleri arasında çoğunluğu oluşturanlar da var azınlıkta kalanlar da…

Dünyayı siyah – beyaz olarak anlama yanlışı, kendisini ortak payda ve uzlaşma anlayışında da ortaya koyar. Şöyle ki; farklı görüşlerin oylanması sonucunda oluşan tablo, bir ortak payda veya uzlaşma olarak kabul edilir. Seçilenin, seçilmiş ve herkesçe benimsenmiş olduğu kabul edilir. Hâlbuki konuya diğer açıdan bakıldığında; böyle bir anlayışın, seçilmeyen için ortak paydanın ve uzlaşmanın dışında bırakılmak anlamına geldiği görülür.

Eğer bir sosyal toplulukta demokrasi fikri varsa, böyle bir durumda çoğunluğa dayalı oylama ile yapılan seçimler, ortak paydayı ve uzlaşmayı değil; aksine ayrılık hatlarını keskinleştirir ve derinleştirir. Bu nedenle – şekli ne olursa olsun – çoğunluğu esas alan oylama istemleri, ortak payda oluşturmanın ve uzlaşmanın temel aracı olarak kabul edilemez. Bir toplumda seçim sisteminin var olması, orada ne demokrasinin varlığını ne de sosyal ortak payda ile uzlaşının mevcudiyetini gösterir. Çağdaş demokrasi, farklı olanın farklılığını sürdürebilirken, toplumun diğer kesimleri ile ortak ilkeler ve hedefler benimseyebilmesi – bu anlamda ortak paydalarda buluşması – demektir.

Bugün artık pek çok nüanslar içeren demokrasi kavramı, halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi demektir. Demokrasi, bulunulan çağa ve sosyal ortama göre bazı farklılıklar gösterebildiği gibi, o çok yönlü çağa ait bazı olguların öne çıkmasını da sağlar. Bugün ortak payda ve uzlaşmayı öne çıkaran demokrasi fikrinde vazgeçilmez unsur iletişimdir. Hele Türkiye gibi bir ülkenin olmazsa olmaz şartı olan sosyal uzlaşı açısından bakıldığında; demokrasinin ön koşulu kaçınılmaz biçimde iletişimdir. Kısaca; demokrasi iletişimdir.

Çok farklı yaşam modellerinin, farklı dünya görüşlerinin ve farklı duygusal biçimlerin bir arada yaşandığı toplumlarda da demokrasi gerçek anlamda var olabilir. Bunun için toplumdaki farklı kesimler ve yurttaşlar arasındaki iletişim olanaklarının ve fırsatlarının zenginleştirilmesi ve yaygınlaştırılması şarttır. Bir araya gelişler demokrasi ihtimalini ve potansiyelini artıracaktır. Ama öncelikle demokrasinin çoğunlukçu seçimden önce iletişime ihtiyaç duyduğunun fark edilmesi gerekir.

Gazete manşetlerine bakın. TV kanallarının haber, yorum ve tartışma kuşaklarını izleyin. Yapılanlar; uzlaşma ve ortak paydadan mı yana? Toplumun gerginliği azalsın diye mi yoksa gerginlik artsın diye mi çaba veriliyor? Gerginlikten ve uzlaşmaz karşıtlıktan şikâyet edenler kendileri de bu olumsuzlukların artışı yönünde katkı yapmıyorlar mı? Sanırım; toplumun olumsuzluklarından şikâyet edenler öncelikle yaşamın aynasında kendilerini görmeliler.