30 Aralık 2010 Perşembe

Yılın Son Günü

Yılın Son Günü

Gürcan Banger

Son birkaç yıl, küresel krizin yansımaları ve ülkenin iç çatışmaları nedeniyle zor geçti. Gerçi büyük kazanan kazanmaya devam etti ama pek çoğumuz da yaşamı devam ettirebilme derdiyle bir sorunlar okyanusunda boğuştuk durduk. Şimdi yıl sonu adını verdiğimiz bir kontrol noktasındayız. Bazılarımız yıl sonunun ya da yıl başının fazlaca bir anlamı olmasa da bu takvim olayını bir değerlendirme fırsatı olarak algılayabiliriz.

Zaman, sonsuz bir ip yumağı gibi. En karmaşık göründüğü zamanlarda bile büyük bir kıvraklıkla çözülüp akmaya devam ediyor. Kendine özgü bir yönetimi var bu akışın. Bizim onu algılamamız, asla bu düzeni değiştirmiyor.

İnsanlar olarak bizim yapabildiğimiz, bu sonsuz akışa başlangıç ve bitiş işaretleri koymak. Bunların bazılarını yapmak elimizde; kimi işaretler ise bizim dışımızda konuyor. Doğuyoruz; bizim dışımızda bir başlangıç işareti oluyor. Ölüm ise istemediğimiz bir zamanda gelebiliyor; o, kendi bitiş işaretini kendisi koyuyor.

Başlangıç ve bitişlere o denli fazla odaklanıyoruz ki, akışın kendisinde neler olduğuna dikkat etmeyi çoğu zaman aklımıza getirmiyoruz. Bu nedenle; özellikle bitişler, geleceğe ilişkin hesaplaşmalar için çok uygun fırsatlar oluşturuyor. Bu fırsatı değerlendirmediğimizde ise algılanmamış, düşünülmemiş veya gözden geçirilmemiş konular geleceğin tehditleri ya da en azından yitirilmiş fırsatları haline dönüşebiliyor.

Bugün bir yılın son günü. Bir yılın bitiş işareti. Muhtemelen büyük bir koşuşturma yoğunluğu içinde geçecek. Düşünmeye yeterli zaman ayıramayacağız yine. Pek çok insan için bu gece neden olduğu üzerinde fazla durulmaksızın bir kutlama vesilesi olacak. Bu şeklen planlanmış gecenin koşuşturması, yarın başlayacak yeni yılın olağan akışına bağlanınca; bir zihinsel ve duygusal değerlendirme fırsatı da (bir kez daha) kaçmış olacak.

Son gününü yaşadığımız koca bir yılda beklentilerimiz nelerdi? Bu yıl yaşamımızda neler olsun istemiştik? Bu yıl için belirlediğimiz hedeflerimizin hangilerine ulaşabildik? Yoksa hiçbir beklentimiz yoktu da; karşımıza çıkanla yetinmeyi mi denedik?

Yeni bir yıl ile birlikte pek çok insanın hayalini maddi olarak daha rahat geçireceği bir yıl süsler. Yılbaşı, yeni bir 365 günde daha iyi bir maddi yaşam için dilek tutulduğu gündür. Sağlık sorunları olanlar, yeni yılda esenlikli bir yaşam dilerler kendileri için. Daha az sağlık sorunu yaşamak için dilekler, birer kelebek olur bu yeni zaman dilimine doğru uçar gider.

Geçtiğimiz yıla damgasını vuran olaylardan birisi, küresel ısınma dediğimiz tehdidin büyümesi oldu. Tatlı su kaynakları, artan bir tempo ile yaşamımızdan çekilmeye devam etti. Bu düzen bu şekilde sürerse, Dünyadaki yaşamın en önemli kaynağı olan suyun, insanlar açısından kıt kaynak haline geldiğini görebiliriz.

Dünyada azalan tek şey, tatlı su kaynakları değil. Tüketim çılgınlığının hızlı yükseldiği dünyamızda; sevgi de, aynen temel kaynak olan su gibi hızla azalıyor. Sevgiyi ve aşkı, çağın hızlı tüketim maddelerine dönüştürüverdik farkına varmadan. Beğeni, ilgi veya özenti, adeta sevginin ve aşkın yerini aldı. Sevgi ve aşk, yaşamımızın asli unsurları olmak yerine aksesuarları haline dönüştü. Kalp, onun için çarpan bir kalbi duymakta zorlanıyor. Göz, bir başka gözdeki sevgi ışıltılarını fark etmiyor. Yaşamımızdan bir yılın daha eksildiğini görüyoruz da; sevmek için bir yılı daha kaybettiğimizi akla getirmiyoruz. Her akıp giden yılla birlikte bir sevgi ihtimalini daha yitiriyoruz.

Her yıl sonu, yeni dönem için bir değerlendirme fırsatı. Geçmiş olandan ders alıp gelecek olanlara yeni bir heyecan ile hazırlanma ihtimali. Bu olasılıktan doğru yararlanmak lazım.

Yeni yılın iyi bir yıl olmasını diliyorum. Sağlıklı yaşayın. Mutlu olun. Ama bir noktayı hedefleriniz içine koymayı da unutmayın. Yeni yıl için kendinize yaşanmaya değer yeni sevgi hedefleri koyun. Sevgiyle donanmış pırıl pırıl beklentileriniz olsun. Unutmayın ki; hedefi olmayanın, geleceği de olmaz. Ben, sizin için yeni yılda içten ve derin sevmekten ve bu sevgiyi yoğun hissetmekten kaynaklanan mutluluk diliyorum. Geleceğe adım atmanın en güzel yanı heyecan ve umut yaratmasıdır.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Tüketim, Üretimi Kapı Dışarı Ediyor

Tüketim, Üretimi Kapı Dışarı Ediyor

Gürcan Banger

Değişik ortamlardaki sunumlarımda ve yazılarımda sıklıkla mevcut kapitalizmin bir özelliğinden söz ediyorum: Ekonomik sistem sadece mal ve hizmetleri üretmiyor; ayakta kalmak ve büyüyebilmek için biteviye yeni ihtiyaçlar da üretiyor. İşin ilginci; bir yandan bu yeni (icat edilmiş) ihtiyaçları üretirken, diğer yandan bizleri bunların gerçekten ihtiyaçlarımız olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Biz de sentetik olarak üretilmiş ürün ve hizmetlerden bir tanesi konusunda ikna edilmiş olmayı özgürlük sanıyoruz.

Sürdürülebilir Tüketim
Köşe yazılarımı düzenli okuyanlar ya da yazılarımı İnternet’ten izleyenler, (Dünyada giderek yaygınlaştığı halde ülkemizde yeterince bilinmeyen) “gönüllü sadelik” olarak isimlendirilen bir düşünceden forumundan ve sosyal hareketten söz ettiğimi hatırlayacaklardır. Birkaç cümle ile konuyu tekrar hatırlayalım: “Tüketim bağımlılığının aşırı boyutlara varması üzerine özellikle Batı’da sade yaşama yönelik sivil çalışmalar çoğaldı. Bu hareketler, bir yandan kapitalist üretim – tüketim çılgınlığını eleştirirken; diğer yandan da doğal yaşamın uzun soluklu olabilmesi için sürdürülebilir tüketim olarak isimlendirilen bir kavramı dillendirmeye çalışıyor.”

“Yaşam sadeliği, yeni bir kavram olmamakla birlikte giderek artan tüketim çılgınlığı ve insan yaşamının yok olan ortamları ile birlikte yepyeni boyutlar kazanıyor. Küresel ısınma, sağlıklı yaşlanma gibi konular yaşamsal sadeliği her geçen gün daha fazla gündeme taşıyor.”

“Yaşamsal sadelik, öncelikle insanın kendi ‘yaşam yolunu’ bilinçli, hassasiyetle ve kendi isteklerine bağlı olarak seçmesi demek. Burada bir ‘seçimden ve yoldan’ söz edildiğine göre; bundan odaklanarak, derinlemesine ve tüketici kültüründen etkilenmeden yaşam anlamını çıkarmak gerekir. Bunu elde etmek için de insanların yaşamlarını bilinçle düzenlemeleri ihtiyacı oluşuyor.”

“Tüketim bağımlılığının ikizi (bir başka ifade şekli), hiç kuşkusuz üretim çılgınlığıdır. Üretim ise doğayı değiştirmek anlamına gelir. Eğer yeraltındaki altını çıkarmak için zehirli ve tahrip gücü yüksek siyanürü kullanırsanız, (her ne kadar bazı çevrelerce aksi ifade edilse de) o doğal çevreyi sürdürülebilir yaşam için ‘imkânsız’ bir noktaya getirebilirsiniz. Dolayısıyla sadeliğe sadece tüketimin Dünya ve yaşam kaynaklarını yok etmesi açısından bakmamak lazım. Sadeliğin altyapısı olarak ‘sürdürülebilir üretim’ kavramını da dikkate almamız gerekir.”

Bolluk Paradoksu
“Bolluk Paradoksu (The Paradox of Choice)” isimli kitabında Barry Schwartz, bir yandan hedeflere ulaşmada başarılı veya başarısız olmanın insan psikolojisini nasıl etkilediğini tartışırken, diğer yandan kapitalizmin insanların önüne aşırı sayıda tercih sunması nedeniyle nasıl bir bozuk ruh haline sürüklendiklerini anlatıyor. Bir sosyal teori ve eylem uzmanı olan yazar, kitabında şunları söylüyor: “Şimdi gönüllü sadelik hareketine adanmış çeşitli kitaplar ve dergiler var. Buradaki ana fikir, önümüze çok fazla seçenek sürülüyor olmasıdır. Gerçekten önemli olanı yapmak için; gereğinden fazla seçenek, çok fazla verilmesi gereken karar ve çok az zaman var. Gerçek isteklerimizin neler olduğuna dikkat etmek ve yapmak istediklerimize odaklanmak, bana çok fazla seçeneğin sunulmuş olmasının yarattığı soruna karşı iyi bir çözüm olarak görünmüyor.”

“The Paradox of Choices” kitabının 2004 yılındaki ilk baskısından sonra kendisiyle yapılan röportajlardan birinde Schwartz, tüketicilerin, kapitalizmin dayattığı tercihler karşısındaki konumunu şöyle anlatıyor: “Yıllar boyunca, serbest piyasanın insanlara yaşamda istedikleri her şeyi verebilecek iksir olarak coşkuyla benimsenmesinden endişe duydum. İktisatçıların, insanların nasıl tercih yaptığına ilişkin öne sürdükleri varsayımlara inanmıyorum. Kanımca; piyasanın gerçek yararı, insanlara seçme özgürlüğü vermesidir. Ama insanlar, iktisatçıların iddia ettikleri gibi ‘kusursuz, mantıklı seçiciler’ değiller. Bu demek oluyor ki; hepimiz yanlış tercihler yapabiliyoruz. Ayrıca piyasaların eğitim, anlamlı bir iş, sosyal ilişkiler, sağlık hizmeti, sivil yaşam gibi önem taşıyan kararlara hitap ettiğini düşünmüyorum. Dolayısıyla bazı durumlarda piyasalar teşvik edilmek yerine sınırlandırılmalıdır. Piyasanın da kendine göre önemli bir yeri var; ama bu yer, ‘her şey’ demek değil.”

Siyah ve beyaz gibi; devlet tapınıcılığı ile piyasa teslimiyetçiliği uçları arasında gidip gelme alışkanlığına sahip toplumumuzu düşününce, Schwartz’ın işaret ettiği aykırı grilikleri anlamaya özen göstermemiz gerekir, kanaatindeyim. Devletin ‘her şey’ olmadığı gibi, piyasa da ‘her şey’ değildir.

Her Şey Tüketim Değil
Yaşadığım kente baktığımda; tüketim eğilim ve yoğunlaşmasının üretim konusundaki girişimlerin önüne geçtiğini görüyorum. İşin kötüsü, daha fazla tüketmenin çağdaşlık ve iyi yaşam olarak algılandığı bir burgaca doğru savruluyoruz. Aşırı tüketimin karşılığının neyle ödeneceğini ise yerel yöneticilerimizin bir kısmı sormamayı tercih ediyor. Unutmayalım ki; kazanılmayan gelir, ancak batana kadar harcanır. Sonrası ise malum…

Kendini ve Yaşam Çevreni Yenilemek

Kendini ve Yaşam Çevreni Yenilemek

Gürcan Banger

Sanki okumamak bir meziyetmiş gibi; “Ben kitap okumam” diyenleri tanımışsınızdır. Bazıları ise kitap okumak için zamanı olmadığından dem vurur. Kitap okuyanları fazlaca entel bulduğu için okumayı aşağılayanlar da vardır. Halbuki iyi biliriz ki; insan sadece (ve özellikle dar bir çevrede) yaşayarak zenginliği, çeşitliliği ve değişik lezzetleri olan bir yaşama sahip olamaz. Keza yaşamın fırsatları yalnız mevcut yaşam çevremizde değildir. Okumak, (aynen İnternet’in yaptığı gibi) bizim için fiziksel sınırları ve zaman kısıtlarını ortadan kaldırır, çok geniş bir ufku bizim için görünür hale getirir.

Hadi; okumanın iyi yönlerini gördük diyelim. Ne okuduğunuz da önemli. Kendinizi bir at gözlüğünün size izin verdiği açıdan okumaya sınırlarsanız, tekrar etrafınıza dört duvar örmüş ve kendinizi bir hapishaneye kilitlemiş olursunuz. Özelde okumanın, genelde yeni şeyler öğrenmenin anlamı, yaşamın ve evrenin zenginliği ile çeşitliliğini gözleyebilmektir. Bu nedenle sadece ülkemize ve toplumumuza ilişkin okumalarla sınırlı kalmamalı; dünyada üretilen bilgi ve deneyime de ulaşabilmeliyiz.

Yaşama Dair
H. Jackson Brown, “Hayata Dair Küçük El Kitabı” ismi ile Türkçeye çevrilen kitabıyla en çok satanlar listesinde uzun süre kalmış ABD’li bir yazardır. Brown, yenilikçi düşünce konusunda şunları söylüyor: “Her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ettiğin sürece, her zaman elde ettiğin şeyleri elde edeceksin.” Hele ki; günümüzde değişimin ivmesinin de arttığını göz önüne alırsak, dün yaptığımızı bugün yapmakla ancak kaybettiğimizi fark ederiz. Bugün başarılı olabilmek için yenilikçi düşünce, sizin adeta doğal bir parçanız olmak zorundadır. Unutmayalım ki; M.Ö. 6 ve 5’inci yüzyıllarda Anadolu’da Efes’te yaşamış olan ünlü düşünür Herakleitos’un dediği gibi; “Nehir aynı nehir, ama akan su aynı su değil.” Zaman da nehir gibi akıp gittiği için dün yaptıklarımızı tekrar ederek; bugün başarıya ulaşmayı hayal etmek, bir gündüz rüyasından öteye geçmeyebilir.

Son zamanlarda Türkçeye yenilikçilik olarak çevrilen inovasyon sözcüğünü cümleleri içinde kullanmayı benimsemeyen kalmadı. Bir anlamda içimiz dışımız, yenilikçilik (inovasyon) oldu çıktı. Toplum olarak sıklıkla yaptığımız gibi; kavramın arka planını ve dayandığı düşünsel temelleri fazla araştırmadan, anladığımız biçimde kullanmayı tercih ettik. Gazeteci ve yazar Uğur Mumcu’nun söylediğine benzer biçimde; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalktık.

Yenilikçilik
Yeni olarak isimlendirebileceğimiz insan üretimi olan her eserin arkasında bir yenilikçi düşünce çerçevesi vardır. Bu düşünsel çerçeveyi doğru kavradığımızda; olayları açıklarken daha sağlam bir zemine dayanmış oluruz. Bu nedenle yenilikçiliği anlamak için öncelikle yenilikçi düşüncenin ne olduğu üzerinde durmayı yararlı görürüm.

Yenilikçi düşünce, daha önce aralarında ilişki kurulmamış olgular, nesneler veya düşünceler arasında yeni ilişkiler kurarak oluşturulan düşüncedir. Her ne kadar günümüzde yenilikçilik, bir ticari katma değer elde etmeye indirgenmiş olsa da; yenilikçi düşünce konusuna çok daha geniş bakmakta yarar var.

Yenilikçi düşüncenin ana iskeletini insanın özgür hayal gücü oluşturur. Hayal gücünün etkin, verimli ve özgürce kullanılması, insanı o ana kadar bulup tasarlayamadığı yeni düşünsel sonuçlara götürür. Ama şunu da belirtmeliyim ki; düşünmek – hele özgürce düşünebilmek – hiç de kolay olmayan bir iştir.

Yenilikçi düşüncenin temel unsuru olan özgür düşünebilme yetkinliği, öncelikle insanın kendini iyi tanıması ile yakından ilintilidir. Hatta tanımak yetmez; kişinin kendi olumsuz özelliklerini, örneğin özgürce düşünebilmesini engelleyen zorlukları tanıyıp, bilip aşması gerekir.

Özgür Düşünmek
Korkularımızı ve alışkanlıklarımızı daha çocukluğumuzdan itibaren büyütmeye başlarız. Özgür düşünce düşünme ve yaşamı alışılmıştan farklı yorumlama yetkinliği, sosyal ilişkilerimizin yaygınlaşması ile azalmaya ve daralmaya başlar. Korku ve alışkanlıklarımız yanında toplumun bize dayattığı statüler, roller ve genel anlamda baskılar özgürce düşünebilmenin önünde biteviye yeni engeller oluşturur. Düşüncemizin önündeki engellerin doğrudan kendimizle ilgili olanlarından (örneğin korkularımızdan ve olumsuz düşünsel alışkanlıklarımızdan) kurtulmak için çaba göstermek önemlidir.

Yenilikçi düşünce, farklı olma niyeti gerektirir. 1876 yılında telefonu bulan İskoç asıllı ABD’li mucit A. Graham Bell şöyle diyor: “Herkesin gittiği ana yoldan gitmeyin, o yolu terk edip ara yollara sapın. Mutlaka daha önce görmediğiniz yeni şeyler keşfedeceksiniz, bu yeni keşifleri daha başkaları izleyecek. Unutmayın ki; tüm yeni buluşların arkasında düşünce vardır.”

Fazla Zamanımız Yok
Kentte bir kitapçıya gittiğinizde; rafla gözlerinizi kamaştıracaktır. Okunmayı bekleyen ne çok kitap var, değil mi? Ama iyi biliniz ki; dünyanın entelektüel birikiminin çok azı o gördükleriniz… Gelişmiş dünyaya yetişmek için daha almamız gereken çok fazla yol var. Kural şu: Özgür düşünme eksenini kaybetmeden entelektüel zenginlik, çeşitlilik ve derinliğimizi artıracağız. Fazla süremiz olmadığını da bilerek…

28 Aralık 2010 Salı

İletişim Sanallaşırken Erkek ve Kadın

İletişim Sanallaşırken Erkek ve Kadın

Gürcan Banger

Başta İnternet olmak üzere gelişen teknoloji, insanlar arası iletişimi ve giderek ilişkileri sanal hale getirdi. Yüz yüze konuşmaların ve insan insana yakınlaşmanın yerini sanal tabanlı iletişim aldı.

İletişim, örneğin İnternet ortamındaki gibi sanal olsa bunun ne zararı var diye sorabilirsiniz. Yüz yüze iletişimde ve yakın ortamda ilişkide gönderilen mesaj dışında bir de beden dilinin ilettikleri var. Böyle ortamlarda gözleri, elleri ve beden hareketlerini okuyarak anlama ve algılama başarımızı artırıyoruz. Diğer yandan sanallık, beden dilinin özelliklerini izlenemez hale getiriyor. Böylece algılama ve yorum yapma yetimizin ihtiyacı olan önemli verilerden uzak kalıyoruz. Bu nedenle sanal iletişimin tarafları olan kişiler de kendilerini olduklarından çok daha farklı tanıtabiliyorlar. Bir anlamda sanallık, kişinin gerçekliğini gizliyor.

Sanallık, yeni sayılabilecek bir durum. Diğer yandan iletişimi ve ilişkiyi zorlaştıran bir diğer hastalık ise çok daha eskilere ait. Örneğin karşı cinslerin iletişiminde böyle bir sıkıntı sıklıkla ortaya çıkıyor. Karşı tarafa ön yargılarla veya kulaktan dolma bilgilerle yaklaştığımızda onu yanlış tanıma ve değerlendirme gibi bir sonuç oluşuyor. Bu durumun bir nedeni, karşı cinslerin anatomik yapılarından ve sosyal kültürden gelen özelliklerinin farklı olduğuna dikkat etmemektir. Kadın veya erkek; her ikisi de insan türüne ait olmakla birlikte aynı değiller. Onları aynı kabul etmek, daha baştan hata yapmak anlamına geliyor.

Hiç kuşkusuz; kadınlar ve erkekler için kesin çizgileri olan kimlik profilleri çizmek doğru olmaz. Ama yapılan bilimsel araştırmalar, (her ne kadar sosyal kültüre bağlı yönleri olsa da) her cinsiyetin kendine özgü birtakım baskın niteliklerini ortaya koyuyor. Bu nedenle cinsiyetleri, anatomik ve sosyal olarak birbirinden ayıran özellikleri bilmek, karşı cinsle iletişim kurmak için önemli ipuçları verir.

Her cinsiyet grubunun kendi içinde bazı kategoriler oluştuğunun da farkında olmak gerekir. Bu kategorilerin oluşması ise (kanımca) büyük ölçüde kişisel gelişimlerini nasıl bir aile ortamında sağladıklarına bağlı. Karakter özellikleri, aile ortamının nitelikleri ile anne ve babanın çocuk gelişimi konusundaki tercihlerinden büyük oranda etkileniyor. Ailenin ekonomik, sosyal ve kültürel özellikleri ile çocuğa yansıyan inanç yapısının önemli kişilik etkileri oluyor. Diğer yandan bizim toplumumuz açısından bakıldığında; erkeklerin baskın, kadınların ise itaat etmesi gereken pasif cinsiyet olarak yetiştirilmelerinin sosyal rol ve statülerini belirleyen etkisi var.

Buraya kadar özetlediğim genel çerçevenin nasıl gerginliklere yol açtığına ilişkin bir örnek vermek isterim. Fakat bu sözlerimin erkekleri veya kadınları genel anlamda etiketlemekten ziyade bir gözlem örneği oluşturduğunu belirtmek isterim. Her birey kendi genelleme ve soyutlamalarını kendisi yapmalıdır. Bu nedenle “erkeklerin kadınlarını algılayışını” ifade edecek olan sözlerimi yorumlarken, “bazı erkeklerin bazı kadınları algılayışı” olarak almak daha uygun olur.

Erkekler ve Kadınlar
Erkeklerin kadınları algılama modeli üzerinden örnekleyelim. Erkekler sürekli şikâyet eden ve sorun getiren kadınlardan hoşlanmazlar. Genelde erkeklerin şikâyet sandıkları, kadınların yalnızca paylaşma istemidir ama sonuçta oluşan durum, erkeklerin bunu şikâyet olarak algılamalarıdır. Bu olguyu fark etmeyen kadınlar, bir ‘şikâyet sahnesi’ oluşturmaya devam eder ve paylaşıma farklılık getirmeyi düşünmezler.

Erkekler kendilerinden sürekli bir şeyler isteyen kadınlardan hoşlanmazlar. İstenen şey haklı bir talep olsa bile isteklerin sıklıkla oluşuyor olması, erkekler için bir rahatsızlık nedenidir. Erkeğin değişmeyeceği durumlarda bile (işte, ailede veya duygusal ilişkide) kadının yaklaşım ve tarz değişikliği yapması ile daha uygun bir iletişim ve ilişki ortamı sağlanabilir.

Erkekler, baskın cinsiyet olarak yetiştirilmelerine rağmen her konunun kendi onaylarına sunulmasından hoşlanmazlar. Kadınların (zaman zaman da olsa) kendi inisiyatiflerini kullanarak kararlarını vermeleri veya tercihlerini yapmalarını isterler. Dolayısıyla karar anlamında paylaşımında da bir orta yol bulmak gerekir.

Özellikle duygusal ilişkide erkeğin ketum olduğundan ve sevgisini ifade edemediğinden şikâyet edilir. Ama ilginç biçimde erkeklerin de bu konuda kadınlardan şikâyetçi olduğu durumlar vardır. Bu nedenle erkekten güzel sözler bekleyen kadının, kendisinin aynı davranışı gösterip göstermediğine dikkat etmesi gerekir.

Sözün özü; bu saydıklarım, sadece örnek olması açısından verilmiş gözlemler… Hiç kuşkusuz; konuya kadın bakış açısından bakarak farklı gözlemlere ulaşılabilir. Önemli olan, karşılıklı tarafların birbirini anlamayı istemeleri ve bu konu için zaman ayırıp çaba sarf etmeleridir.

27 Aralık 2010 Pazartesi

İktidar ve Demokrasi

İktidar ve Demokrasi

Gürcan Banger

Bir açılım curcunasıdır gidiyor. Ülkemizde özgürlüklerin, hakları kullanmanın, gelir adaletinin, sosyal eşitliğin ve demokrasinin son derece ağır koşullarda yürümeye çalıştığını (pek çok yurttaş gibi ben de) görüyor, biliyor ve yaşıyorum. Ülkenin ekonomiden üst yapı kurumlarına kadar pek çok alanda dönüşmeye, değişmeye ve yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Bundan hiç kuşkum yok. Vesayet yönetiminden haklar ve özgürlükler yönetişimine geçmek zorundayız. Ama bugün uygulanmaya çalışılanlar, gerçekten ihtiyacımız olanlar mıdır; doğrusu bundan kuşkuluyum. Hele yandaş uygulamaların zirve yaptığı bazı örnekleri izlediğimde doğru yolda olduğumuza dair kuşkularım had safhaya varıyor. Ucu okyanus ötesine uzanan kapalı kapılar arkasında yazılmış bir senaryonun “pazarlama iletişimini” mi izlemekteyiz diye sorabiliyorum kendi kendime. Süren siyasal kadrolaşmaya bakıldığında; küresel senaryoların ülke bazına indirilmiş uyarlamaları da olduğu anlaşılıyor.

Yaşam Çevremiz
Yasalar, sosyal yaşamın kuralları ve kültürel alışkanlıklar ile çepeçevre kuşatılmış haldeyiz. Toplum içinde değişik statü ve rollerimiz var. Çeşitli kurum ve toplulukların üyesiyiz. Bu yapıların – kimi zaman birbirleri ile çelişip çatışabilen – amaçları, hedefleri ve kuralları var. Bir topluluk üyesi olmak, bireysel sorumlulukların ötesinde uymamız gereken yeni bir çerçeve tanımlıyor. Seçimlerimizi yaparken ve kararlarımızı verirken; ancak bu sosyal çerçeveye uygun ve uyumlu davrandığımızda, özgür ve bağımsız olabiliyoruz.

Kimi zaman kararlar, içinde yaşadığımız topluluğun (veya toplumun) tamamını ilgilendiriyor. Herkes diyebileceğimiz bir topluluğu ilgilendiren kararların, hiç kuşkusuz kolektif bir anlayış içinde birlikte alınması gerekiyor. Demokrasi, bu türden bir kolektif alana ait bir kavramdır. Bir benzetme yaparsak; demokrasi, bir ormandaki tek tek ağaçları ilgilendirdiği kadar ormanı bir bütün olarak da ilgilendirir. Demokrasi, böylesine bir idealdir.

Bazı seçimler ve kararlar, sadece kendimizle ilgilidir. Bireysel kararın yansıları, dikkate alınabilir bir ölçekte diğer bireyleri etkilemez. Bu nedenle kendimizle ilgili bir kararı kendi başımıza vermeyi tercih etmemizde bir sakınca olmayabilir. Ama bir topluluğu ve kurumu ilgilendiren (sosyal yansıları olan) kararlar için aynı iddiada bulunamayız. Bir topluluğu ilgilendiren kararların, tüm üyelerin katılımıyla gerçekleşmesi gerekir. Bu süreçte her birey, kendi tercihini belirlemede eşit hakka sahiptir. Bireylerin oy hakları; büyükten küçüğe, önemliden önemsize veya değerliden değersize bir sıralamaya tabi tutulamaz.

Demokrasi
Demokrasiden söz edildiğinde; genellikle bunu bir siyasal kavram olarak algılama alışkanlığı vardır. Örneğin demokrasinin devletle ilgili bir konu olduğu düşünülür. Hâlbuki bir toplumda demokrasiden söz edilebilmesi için demokrasinin o toplumdaki tüm kurum, kuruluş ve yapılara ilişkin olduğu algılanmalıdır. Demokratik ilkeler ve süreç, başta devlet ve iktidar olmak üzere bir toplumdaki her türden sosyal yapının kolektif karar alma modeli ile ilgilidir. Bir toplum veya toplulukta geçerliliğini kanıtlamış bu yönlü bir algı modeli yoksa orada demokrasiden söz etmek kolay olmaz. Sosyal algı ve tepki modelinin genel hatları itibarıyla demokratik işleyişin önünü açar nitelikte olması gerekir.

Buna rağmen toplumun bütününü ilgilendiren konularda siyah-beyaz gibi çok keskin ayırımlar yapmak zordur. Bir toplumda ya da kurumda demokrasinin varlığı veya yokluğundan daha çok, demokratikleşme düzeyinden söz etmek daha doğru olur. Bu çerçevede bir kurumun üyelerinin veya toplumdaki bireylerin karar süreçlerine ne ölçüde ve biçimde katılabildiği, denetim fonksiyonunu ne kapsamda gerçekleştirebildikleri önemlidir.

Günümüzün temsili demokrasi anlayışı, bireylerin temsilcilerini seçmek için oy kullanabilmelerini ‘demokrasi’ olarak tanımlama alışkanlığındadır. Bu bağlamda temsilcilerin performans değerlendirilmeleri, ancak seçim dönemlerinde yapılır. Örneğin temsil süreci içinde kolay ve adil katılımlı bir denetim sürecinin olup olmadığına fazlaca dikkat edilmez. Özetle; kendine mevcut seçim sistemi ile meşruiyet bulduğunu kabul eden geleneksel demokratik işleyişin, hiç kuşkusuz yeni açılımlarla geliştirilmeye ihtiyacı var.

Bir toplumda demokrasinin bir bütünsel olgu olarak yerleşebilmesi için; toplumu oluşturan her kurum, kuruluş ve sosyal yapı içinde demokratik işleyişin bir sürdürülebilir fonksiyon haline dönüşmesi şart. Her yapı içinde demokratik kurumsallaşmayı sağlamak için çaba, zaman ve kaynak harcamak gerekir. Ne “Ben demokratım” demekle, ne de demokrat olduğunu söyleyenleri bir araya getirerek demokrasi bir yaşam modeli haline gelmiyor. Demokrasiyi; aileden devlete, sivil toplumdan kültürel kurumlara her ölçekte kurumsallaştırmak gerekiyor.

Demokrasi ve Çoğunluk
Eğer demokrasiyi, halkın oy kullanması ve parlamentoyla hükümeti oluşturması diye tanımlarsanız, demokrasiyi çoğunlukla eş tutmak gibi ciddi bir hataya önayak olursunuz. Gerçekten demokrasiyi çoğunluğun yönetimi ile eşdeğer düşünmek gibi bir yanlış sıklıkla yapılagelir. Burada bir diğer yanlış algı, oy verenlerin tümünün iradesini, yönetimi belirleyen çoğunluk ile eş tutma hatasıdır. Böyle bakıldığında demokrasi; halkın bir bölümünün, sadece çoğunluğu oluşturması nedeniyle toplumun tamamını yönetmeye kalkması anlamına gelir ki, bu durumda toplumsal rızanın oluşmayabileceği ihtimali gözden kaçar. Demokrasinin, sosyal rıza örneğinde olduğu gibi, halkın tamamı tarafından hissedilmesi gerekir.

Şimdi şunu sorabiliriz: Temsili demokrasilerde çoğunluğun hiç rolü yok mudur? Eğer herhangi konuda görüşme, tartışma ve uzlaşma (ortak payda bulma) yolları mümkün olmaz veya tamamen tüketilirse, bu durumda anlaşmazlığı çözmek üzere oylama bir geçici çözüm aracı olarak kullanılabilir. Ama çoğunluğun kazandığı oylama durumunda bile, yukarıda sözünü ettiğim biçimde sosyal rızanın oluşması gerekir.

Çoğunluğu demokrasi ile eş tutanların akıllarındaki temel dayanak, bir süre sonra muhalefetin iktidara geleceği ve onların da kendi uygulamalarını gerçekleştireceği düşüncesidir. Bu yaklaşımdaki birinci hata, söz konusu ‘uygulamaların’ ne olduğudur. Çünkü çoğunluğu bir silah olarak kullanmak; kamunun / kurumun kaynaklarını hoyratça tüketmekten grupsal kadrolaşmaya kadar ciddi boyutlara varabilmektedir. Sonuçta başarısız bir çoğunluk yönetiminin ardından bir kurumsal enkazla karşılaşmak çok muhtemeldir.

Demokrasi ile çoğunluğu eşleyen anlayışın ikinci yanılgısı, yönetimin iktidarı muhalefete (veya azınlığa) devretmemek için her türlü yola başvurabileceği ihtimalini dikkate almamasıdır. Ülkemizde sosyal veya kurumsal düzeyde yapılan iktidar mücadelelerine baktığımızda; bu konuda demokrasiyi kısa devre etme veya arkadan dolaşma adına örnekler görebilmekteyiz.

Demokrasiyi çoğunluk-azınlık ikilisi olarak gören anlayışın bir diğer yanlışı, ayrımcılığa konu olan alanlarda ortaya çıkmaktadır. Etnik, kültürel, bölgesel veya inanca dayalı olarak isimlendirebileceğimiz alanlar arasında en yakın örneği ‘toplumsal cinsiyet’ oluşturmaktadır. Kadınlar, her dönemde siyasal ve sosyal alanlarda azınlıkta kalıp çoğunluğu oluşturan erkek kültürünün yönetim anlayışını özümsemek zorunda kalıyorlar. Böyle durumlarda demokratik kurumsallaşmayı sağlamak üzere başta yasal mevzuatta olmak üzere bazı destekleyici girişimlerde bulunmak gerekiyor.

Basit olarak söylendiğinde; demokrasi, halkın egemenliğine dayanan yönetim biçimi demektir. Ama bu kısa tanım, demokrasinin tüm boyutlarını ifade etmek için yeterli değil. Tanıma ek olarak; uzlaşmanın aranmasından, ortak paydada buluşma ihtiyacından ve bireylerin doğru çözüme ulaşıldığına dair sosyal rızalarına kadar başka olguların da demokrasi sürecinde yer alması gerekiyor.

Eğer bir çoğunluk yönetimi demokratik olmayı hedefliyorsa, toplumun diğer kesimleriyle uzlaşma ve ortak payda zemin ve ihtimallerini aramak zorundadır. Çoğunluğun kendisine verdiği gücü kullanırken de, kendisini sınırlamak ve kısıtlamak için bir ilkeler manzumesini uygulamaya almak zorundadır. Demokrasi, kendiliğinden oluşacak bir süreç değildir; bilinçli emek ve zaman harcamak gerekir.

Bugün olan Biten Nedir?
Kapalı kapılar arkasına eklemlenmiş işlerin demokrasiyle ilgisini bilmek çok kolay değil. Bu nedenle tüm bu olan biten; demokrasi, hak ve özgürlükler ve sosyal mutluluk adına mıdır; dikkatle araştırmak, incelemek ve sorgulamak gerekir. Bir ülkenin (özellikle rant sağlama, çıkar elde etme ve kendi yararına düzeni sürdürme anlamında) siyaset ve iktidar modeli kolayca değişmiyor.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Yaşam ve İletişim

Yaşam ve İletişim

Gürcan Banger

Elinden cep telefonu düşmeyen bir toplumun bireyleri olarak iletişimin telefon, telgraf, televizyon, radyo vb. araçlardan yararlanarak yürütülen bilgi alışverişi olduğunu öğrendik. Bir telefon edinmenin on yıl gibi bir süreyi aldığı, tek kanal televizyonu bayrak törenine kadar izlediğimiz bir dönemden içimiz ve dışımızın teknoloji olduğu aşırı tüketim günlerine ulaştık. İletişimin gerçekte duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması olduğunu unutup teknolojiye kilitlenip kalıyoruz. Arkadaş sohbetlerinin yerini teknolojinin sanallığı gölgesinde bilgisayarda yazılı veya sözlü görüşme (chat) ve telefondan yazılı mesaj (SMS) gönderme aldı. Yüz yüze ve içten konuşmaların yerini teknolojinin yarattığı sanallık doldurmayı deniyoruz.

Kaybolan Geleneksel İletişim
Geleneksel kültürümüzün eski zamanlarında fiilen bilip uyguladığımız ama değerini çok sonraları, belki de kaybettikten sonra anladığımız bir kavram iletişimdir. Muhtemelen iletişim, pek çok sorununun çözümü için gerekli olan gizemli anahtar unsurdur. Sözün özü; bir başkası ile ilişki, bir yakınlık kurabilmenin anahtar sözcüğü iletişimdir. Ama insanlar arası iletişim pek de kolay olduğunu söyleyemeyiz. Bakış açıları iletişimi birinci elden etkiler. Örneğin bir ilişkide ‘yarısı dolu bardağın ne zaman dolu, ne zaman boş olduğunu’ benzer biçimde görmek gerekir. Zor insanlarla iletişim kurmak ise zorun zorudur desek yanılmış olmayız.

Eğer çevremize yalnız kendimizi odak alarak ve her şeyi doğru bilen bir eda ile yaklaşırsak daha baştan işler kötü gidiyor demektir. Sadece kendi değerlerimizle kendi taleplerimiz üzerinde yoğunlaşarak bir sağlıklı ilişki ve iletişim kuramayız. Kendimize, ilgilendiğimiz insana ve talep ettiğimiz ilişkiye yansız bakabilmeyi bilmemiz gerekir.

Bir iletişim, daha baştan kendi geleceği hakkında bazı öngörülerin oluşmasına neden olur. Örneğin bir ilişkide talepleriniz, istekleriniz bazen korkular yaratır karşınızdaki insanın sizden uzaklaşmasına neden olur. Böyle bir durumda doğru yaklaşımlar sergilenmezse ilişkinin geleceği korkulara göre yönlenmeye başlar. Gerçekte korkular sağlıksız bir ilişkinin işaretidir. Yakınlığı istemek yetmez; yakınlık için doğru zamanın, uygun koşulların ve doğru iletişim dilinin oluşması vazgeçilmezdir.

İletişim ve İlişki
Bir ilişkide istemek gibi adil ve insani beklentilerin olmaması da sağlıksızlığın, ümitsizliğin ve geleceksizliğin nedenleri arasında yer alır. Bizden talep edilen ama olmasını istemediğimiz konularda öncelikle açık ve saydam olabilmeliyiz. Cevabı “Hayır” olması gereken bir sorunun cevabı “Hayır” olmalıdır. Açık ve saydam olmadığımızda; karşımızdaki insanın tutum ve davranışlarımızı anlamakta zorluk çekmesi kadar yıpratıcı bir durum olamaz. Eğer bize yöneltilen isteği yerine getirmekte kendimizi yönetip yönetemiyorsak, en azından bu durumu açıklayan bir yaklaşım içinde olmamız gerekir.

Her insan, kendisi ile ilgilenilmesinden hoşlanır. İlgi görmek, kişide kendisine özel bir anlam verildiği duygusunu oluşturur. Beğendiklerimiz, bizim olsun isteriz. İlgilendiğimiz insanın da bize ait olduğunu hissetmek, çoğumuzun paylaştığı çok olağan bir duygudur. İlgilendiğimiz insan için elde edilme duygusu, ilişkinin başlangıç aşamalarında ilginç olabilir. Ama bu yönlü verilen emeğin bir süre sonra sıkıcı ve uzaklaştırıcı olabileceğini de bilmek gerekir. Bazı insanlar kendi üzerlerine fazlaca düşülmesinden hoşlanmazlar, kendileri ile paylaşabildikleri özel zamanları olsun isterler.

Tehdit İçeren İletişim
Bir iletişim ortamında hiç hoşlanmadığım duygu, karşıdan tehdit içeren mesajlar aldığım hissidir. Muhtemelen bu özellik açısından bana benzeyen pek çok başka insan vardır. Pek çok kişi, tehdit iletileri karşısında ya daha tepkisel olurlar ya da ilişki / iletişim ortamından uzaklaşırlar. Bir iletişim ortamında yalnız kendimiz bulunuyormuş gibi davrandığımızda, bunun olumsuz sonuçlarını da yüklenmiş oluruz.

Tehdit mesajları vermek gibi, bir ilişkide despot öğretmen tarzına sahip olmak da karşımızdaki insanı bizden uzaklaştıran ve iletişim ortamını yok eden bir yaklaşımdır. Her insan, iletişim ortamında kendisi olmak ve kendisini tüm yön ve zihinsel – duygusal zenginlikleriyle açıkça ve kolaylıkla ifade edebilmek ister. Ona öğütler veya acımasız dersler vererek, onu tehdit ederek ve zorlayarak kendisinden daha farklı olmaya iteklerseniz, iletişim ortamının silikleştiği ve giderek onu kaybettiğiniz bir durumu kendiniz yaratmış olursunuz. O zaman da atalarımızın dediği gibi; kendi düşen ağlamaz.

İletişim ve Saygı
İletişim ile başlamıştım. Özetlersem; iletişim süreci, önce anlamak için dinlemekle başlar. Dinleme de anlama süreci gibi ön yargısız olmalıdır. Eğer daha dinlerken işe kişisel yargılar karışırsa bu, sadece kendimizi dinlediğimiz (“kendin konuş, kendin dinle” türünde) bir monolog olur. İletişim iki yönlü olmalıdır.

Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook'ta izle
Twitter'da izle

24 Aralık 2010 Cuma

Bir Yudum Kent, Bir Tutam Hemşehrilik

Bir Yudum Kent, Bir Tutam Hemşehrilik

Gürcan Banger

Tarih, tercihini kentlerden yapmaya devam ettikçe kentlerin görünümü de değişiyor. Bir yandan mevcut olan kurumlar, kavramlar ve olgular değişirken diğer yandan bunlara yenileri ekleniyor. Değişim ve dönüşüm akıl almaz bir hızla yol alıyor.

Hemşehrilik
Bu süreçte geleneksel hemşehrilik tanımı da değişiyor. Bu kavramın yerini kentli yurttaşlık almaya başladı. Ekonomik veya sosyal nedenlerle insanların daha fazla yer değiştirmeye başlamaları, daha az dinamik olunan dönemlerdeki hemşehrilik anlayışının yerini kentlilik yaklaşımının almasına neden oldu.

Hemşehrilik, bir aidiyet türüdür. Ama hemşehriliğin giderek sönümlenmesi, bu olgunun altındaki aidiyet ve bağlılık unsurunun kaybolduğu anlamına gelmez. Fakat bir ayrıma da dikkat etmek gerekir. İnsanların ve şehirlerin daha durağan olduğu çağlarda bağlılığı ve aidiyeti geliştiren unsurlar farklıydı. Günümüzde geleneksel özelliklerini yitiren kentler, vatandaşların geleneksel aidiyet ve bağlılık duygularını da kaybetmelerine yol açmaya başladılar.

Yeni kentler, orada yaşayan insanlar için bağlılıklarını artırıcı fırsatlar sunmalıdır. Kentte yaşayan vatandaşlar, ilgili kente ve onun unsurlarına anlamlar ve değerler yükleyebilmelidir. Bu olanakları sağlayan bir kentte yaşamak bir yurttaşlık hakkıdır. Böylece yeni türden bir hemşehrilik anlayışı da oluşacaktır.

Bir kent, sadece yaşanan günden ibaret değildir. O kenti bir değer haline getirenler arasında tarihinin ve geleneksel özelliklerinin seçkin bir yeri mevcuttur. Bu anlamda kentteki tarihi yapılar, geleneksel semboller ve kültürün değeri, kentin farklılığını yaratıyor olmasından gelir. Bu kentsel değerlerini korumuş bir beldede yaşamak, bu nedenle bir vatandaşlık hakkıdır. Dolayısıyla kent, kendi tarihi ve gelenekleri ile ilgili unsurları korumak ve geçmişle uyumu bozmadan mevcut olana yenilerini eklemek zorundadır.

İnsanlık tarihi incelendiğinde; yeme-içme ihtiyaçlarına barınma ihtiyacının eşlik ettiği görülür. Her çağda insanlar sağlıklı konutlarda yaşamak için çaba harcamışlardır. Günümüzde kentsel mekânları incelediğimizde; hâlâ çok olumsuz şartlarda yaşamak zorunda kalan insanları görürüz. Bu olumsuzlukları aşmak, kent yöneticileri yanında kentin diğer unsurlarının da sorumlulukları arasındadır. Özetlersek; uygun ödeme koşullarıyla sağlıklı, özel yaşamın mahremiyetine özen gösteren, kiralayarak veya satın alarak güvenli konutlarda yaşamanın bir yurttaşlık hakkı olduğunu söyleyebiliriz.

Alt-Kentler
Alt-kentler üretilmeye başlandığından beri gözlediğim bir sorunu iletmek isterim. Alt-kentler çok fonksiyonlu şekilde tasarlanmamışsa, sonuçta yatak-kentler haline dönüşüyor. Buralarda yer alan konutlar, otel fonksiyonunun ötesine geçemiyor. Çünkü bu alanların ticaret, dinlenme, eğlenme ve spor ihtiyaçları açısından yapabileceği hizmetler çoğu zaman ihmal ediliyor. Bu nedenle bu bölgelerde yapılan konutlar pek az fonksiyona hizmet edebiliyor.

Bu durumu andırır bir diğer sorun ise şehrin bölgeleri arasında ulaşım ve erişim sıkıntılarının olmasıdır. İletişim ve ilişki kurmak, insanlar için bir ihtiyaçtır. Bu nedenle kentin herhangi bir noktasında yaşayan insanlar, başka bölgelere veya başka insanlara erişebilme imkânlarına sahip olmalıdırlar. Bu bağlamda kentli yurttaşların, kentin diğer kesimleri ile ilişki kurmalarına fırsat ve olanak tanıyan bir kentte yaşamaları bir vatandaşlık hakkıdır.

Ekonomik İşletme Olarak Kent
Bir kent, bir ekonomik işletme gibidir. Ama bir kentin sosyal ve kültürel yönlerinin önem ve ağırlığını gözden kaçırmamak gerekir. Bir işletmede gerekli olan fonksiyonlar iş sahipleri ve yöneticiler tarafından yerine getirilir. Konu, bir şehir ölçeğine geldiğinde ise çok sayıda ekonomik ve sosyal faktör devreye girer. Bu nedenle bir şehirde yurttaşların haklarının gereğinin sağlanması, bir işletmede çalışanların haklarının sağlanmasından çok daha zor ve kapsamlı bir iştir.

Demokrasi
Demokrasinin en önemli unsurlarından birisi, çoğunluk dışında kalanların hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Ayrımcılık, bu yönüyle demokrasinin düşmanıdır. Sosyal yaşam; kadınların, çocukların, engellilerin, farklı kültürlere sahip olanların veya farklı düşünenlerinin (ve farklılığa sahip her kim varsa onların) hak ve özgürlüklerinin zarar görmemesine özen göstermek durumundadır. Bunu gerçekten sağlıyor muyuz? Ne yazık ki, hayır…

Demokrasiyi başaramadığımız bir yana; kentleri de mimari referans kitaplarında verilmiş ortalama değerlere göre çoğunluk dışında kalanlara dikkat etmeden yapıyoruz. Örneğin engelli vatandaşlar, bu ‘ortalama zihniyetten’ en çok zarar görenler arasında yer alıyor. Şehirlerimiz, başta engelliler diye özetlediğimiz bedenen ve zihnen sorunları olan insanlar başta olmak üzere pek çok vatandaş için bir zindana dönüşüyor. Yüksek kaldırımlar, bozuk yollar, yol üzerinde engeller, özensiz tasarlanmış duraklar, dik merdivenler, uygun olmayan asansörler ve en önemlisi kenti bu hale getiren at gözlüklü kafalar…

Ulaşım, Erişim
Bir şehrin en önemli fonksiyonlarından birisi kolay ve rahat ulaşım olmak zorundadır. Kent içinde sıkıntısız seyahat edebilme bir yurttaşlık hakkıdır. Bu nedenle kent, –engelliler de dâhil olmak üzere– kentte yaşayan herkesin herhangi bir noktadan diğerine kolaylıkla seyahat edebilmesine, ulaşabilmesine imkân tanımalıdır. Eğer kentte yurttaşların gelir düzeyine uygun ulaşım olanakları yoksa, bu da vatandaşlık hakkının ihlalinin bir örneği sayılır.

Doğaya Yabancılaşma
Son birkaç yüzyılın en belirgin özelliği, insanın büyük bir hızla doğaya yabancılaşıyor olmasıdır. İnsanın doğa ile mesafesinin büyümesinde kentler, hem neden hem de sonuç olarak yer alıyor. Bunda kentlerin, insanın bazı doğal ihtiyaçlarını karşılamakta sıkıntılara ve sorunlara yol açmasını gösterebiliriz. Örneğin kentler vatandaşların kolayca sağlık hizmetlerine ulaşabilmesine imkân tanımalıdır. Kentler, insanlara sağlıklı içme ve kullanma suyu olanakları ile sorun yaratmayan kanalizasyon sistemi servisi sunabilmelidir. Bu bağlamı; içeride ve dışarıda yeterli güneş ışığı ve doğal yaşama bağlantı kurabilen yeşil çevre sağlanması ile tamamlayabiliriz.

Eğitim
Bu çağı tanımlayan en belirgin özelliklerden birisi, eğitimin öneminin artması ve yaşam boyu süren bir nitelik kazanmasıdır. Bu nedenle bir şehrin vatandaşlara erişilebilir eğitim imkânları sunması gerekir. Bir kentte yaşayan insanlar kendilerini sürekli geliştirebilmek için eş başlangıç imkânlarına ve eş fırsatlara sahip olmalıdır. Sürdürülebilir eğitim hakkı, kentli yurttaş olmanın en değerli unsurlarından birisidir.

İletişim
Gelişen iletişim ve medya teknolojileri, hiç kuşkusuz yaşamımıza pek çok olumlu kazanım sağladı. Ama kaybettirdikleri de var. Özellikle görsel medya, kentli vatandaşları tam anlamıyla bir bağımlılığa yöneltti. Bunun en ‘seçkin’ örneklerinden birisini spor alanında yaşıyoruz. Fiilen spor yapmak yerine televizyon kanalında spor yarışması izlemek, önemli –bazı insanlar için tek- boş zaman etkinliği haline dönüştü. Hâlbuki bir kentin; vatandaşları, fiilen spor yapmaya özendirmesi ve buna ilişkin sportif imkânları sağlaması gerekir. Spor ile sözünü ettiğim bu bağlamı; her yaş, yetenek ve gelir dilimi için zengin boş zaman etkinliği seçenekleri olarak genişletmemiz gerektiğini ifade etmeliyim.

Bitirirken
Yaşadıkları kenti yönetmek, yönetim karar ve süreçlerine fiilen katılmak ve kamusal işleri denetlemek bir kentli yurttaşlık hakkıdır. Kent bütçesinin oluşumuna, işletilmesine ve denetimine katılmak bir vatandaşlık hakkıdır.

Yukarıda özetlediğim özellikler sahip bir kentte yaşıyorsak –yaşadığımız kent bize saydığım bu hak ve özgürlükleri kullanmamıza izin veriyorsa– bu durumda gerçekten özenilecek nitelikte bir kentte yaşadığımızı söyleyebiliriz. Diğer durumlarda sadece kendimizi kandırıyor olabiliriz.

Yeni Kent, Yeni Yaşam, Yeni Yönetim

Yeni Kent, Yeni Yaşam, Yeni Yönetim

Gürcan Banger

Kimlik, sosyal bir varlık olarak insanın nasıl bir kimse olduğunu gösteren belirti, nitelik ve özelliklerin bütününe verilen isimdir. Daha geniş bir tanımlamayı; kimlik, herhangi bir nesneyi belirlemeye yarayan özelliklerin bütünüdür diyerek yapabiliriz. Hepimizin değişik kimlik özellikleri var. Ama aynı kentte yaşamak gibi ortak bir yönümüz, tüm farklılıklarımızı bir yana öteleyerek bizi birleştiriyor. Buna ‘kentli yurttaş olmak’ diyebiliriz. Kenti yurttaş kimliği önemli. Her kimliğin getirdiği haklar ve sorumluluklar gibi, kentli yurttaş olmanın da dikkate almamız gereken yönleri mevcut.

Devlet, varlığını insanlara borçlu. Kendilerini yönetmek üzere oluşturdukları bir kurum olan devletten vatandaşların beklentileri var - yani devletin yerine getirmesi gereken sorumluluklar… Devlet açısından görev ve sorumluluk olan unsurlar, bireyler açısından haklar şeklini alıyor.

Bir kentin – bir büyük sistem olarak - yerine getirmesi gereken görevler, fonksiyonlar ve sorumluluklar ise o beldede yaşayan insanlar tarafından kentli yurttaş hakları olarak algılanıyor. Bu nedenle bir kentin yönetiminden söz ettiğimizde; o kentin vatandaşlar için sağlaması gereken şartlardan söz etmiş oluruz.

Kentli Yurttaş Hakları
Bir kentte yurttaş olmaya ilişkin haklar, öncelikle insan haklarının vazgeçilmez bir parçasıdır. Bu nedenle bir kent, tüm fonksiyonlarıyla birlikte insan haklarına ilişkin şartları yerine getirmek zorundadır. Bu çerçeve; kentin, orada yaşayan her bireyin kendi refahını ve kişiliğini geliştirmeye açık olması şeklinde yorumlanmalıdır. Dolayısıyla kentte yapılan her hizmet, kentli vatandaşlar için eş başlangıç ve eş fırsat diyebileceğimiz sosyal adalet ilkesine uyumlu olmalıdır.

Eski zamanlarda Batı’da yapılmış kent filmlerini izlediğimizde; soygunların, gangsterlik olaylarının, sokak saldırı ve tacizlerinin ülkemizde olmadığına sevinirdik. Kapalı bir toplum olarak bazı sorunları yaşamadığımız, bazılarını ise sorgulamadığımız için bir anlamda halimizden memnunduk. Ama kentlerimiz büyüyüp nüfus olarak artmaya başlayınca, biz de Batıdakine benzer kentsel güvenlik sorunları yaşamaya başladık.

Bu durum, kentli vatandaşlar olarak gündemimize yeni konular getirdi. Bunların başında vatandaşların saldırılara ve suça karşı korunmuş bir beldede güven içinde yaşama hakkı geliyor. Güvenlik içinde olma hakkını polis hizmetlerinin yaygınlığı ve çeşitliliği olarak anlamamak lazım. Kentin işleyişi ve sosyal adalet mekanizmalarının işleyişi ile suçun kaynaklarını ortadan kaldırıyor olması gerekir. Bu nedenle güvenlik hakkı, kentte mevcut olan her kişi, kurum ve kuruluşun konusudur.

Kentte Yaşam Çevresi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlı sanayileşme ile birlikte çevre sorunları gündeme gelmeye başladı. Bu sorunların gündeme geldiği alanlar içinde kentler neredeyse ilk sıraları aldı. Hava, su ve gürültü kirliliği insan yaşamını tehdit edecek bir noktaya ulaştı. Bu nedenle sağlıklı bir çevrede yaşamak, yeni nesil insan hakları arasında sayılır oldu. Artık ekolojik yapısı korunmuş, sağlıklı bir kentte yaşama hakkını kentli yurttaş hakları arasında sayıyoruz. Bir kent, havasından trafik koşullarına, kullanım suyundan flora ve faunasına kadar tüm unsurlarıyla birlikte gerekli şartları sağlamak zorunda.

Ne yazık ki; bir kentin değişim ve dönüşümünü yüzeysel olarak kavramaya devam ediyoruz. Kentte ünlü markaların mağazalarının bulunmasını, kentin birtakım aksesuarlarla süslenmesini, büyük caddeler ve binalar yapılmasını kentin gelişimi sanmayı sürdürüyoruz. Hâlbuki bir kentte yurttaşlık hakları arasında ilk sırada, kentli vatandaşların kendilerini geliştirebilecekleri altyapının varlığı gelir. Bunun anlamı, her vatandaşın bir işe veya gelire sahip olması, bununla kendi yaşamını sürdürebiliyor ve geliştirebiliyor olmasıdır. Kentli insanlar ekonomik, sosyal ve kültürel yönlerden kendilerini geliştirebilmelidirler. Kent de bunun için gerekli altyapıları sağlayabilmelidir.

Üretim ve Tüketim Merkezi Olarak Kent
Bir kent, mal ve hizmetler açısından bir yandan üretim diğer yandan tüketim merkezidir. Kentli yurttaşlar, burada üretilen veya dışarıdan getirilen mal ve hizmetleri tüketerek yaşarlar. Bir kent, vatandaşlara ne kadar çok farklı çeşit ve kalitede mal sunabilirse, o denli başarılı sayılır. Bu konuya kentli vatandaş hakları açısından baktığımızda; bir kentte yaşayan insanların yeterli çeşitlilikte ve farklı tercihlere uygun kaliteli mal ve hizmetlerden yararlanma imkânına sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz.

Çağın yükselen kentlerinde bankacılık, sigortacılık, bilişim, ar-ge ve danışmanlık, muhasebecilik, organize perakendecilik gibi hizmet dallarının öne çıktığını görüyoruz. Bunun nedeni, Bilgi Çağı döneminde hizmetler sektörünün kazandığı önemdir. Demek ki; çağdaş bir nitelik kazanmak isteyen bir şehir, vatandaşlarına yaşanan çağa uygun bu tür servisleri eşdeğer kalitede sunabilmelidir.

Kent ve İktisat
Klasik iktisadın yaklaşımı açısından bakarsak; insanların piyasada mevcut olan mal ve hizmetleri edinebilmek için gelir sahibi olmaları gerekir. Bu gelire sahip olmak için ise genelde zihin veya beden olarak işgüçlerini ihtiyacı olanların hizmetine sunarlar. Bunlar arasında girişimcilik yeteneği ve finansal birikimi ile geçimini sağlayanlar yanında ellerinde bulunan gayrimenkullerin rant geliriyle yaşayanlar da vardır. Ama sonuçta elde edilen gelir, - yapılan tasarruf yanında - mal ve hizmetlerin edinilmesi ve tüketilmesi amacıyla kullanılır.

Kentte yaşam sürecinin gelir ayağı ise vatandaşlar için yeni bir hak kategorisi oluşturur. Bu bağlamda kentli yurttaşlar, yaşadıkları şehirde yeterli çalışma imkânlarına ve güvencesine sahip olma hakkı ile donanmışlardır. Yaşamlarını sürdürdükleri kentin ekonomik gelişiminden pay alma hakları vardır. Bir kent, vatandaşları için ekonomik gelir sürdürülebilirliği anlamında güvenli gelecek sağlamalıdır.

Yeni Yönetim Anlayışı
Toplum, devlet, kurum veya kuruluş gibi kavramlar her dönemde bir yönetim anlayışını içermişlerdir. Bu yapılar değiştiği ölçüde yönetim anlayışı da değişmiştir. Çağımızın yönetim anlayışının temel unsurları, demokrasi ve çok-kültürcü yaşam yaklaşımıdır. Çok farklı sosyal ve kültürel kesimlerden oluşan bir kentin başkaca bir yönetim tarzı da olmaması gerekir. Bu nedenle kentli yurttaş hakları arasında, vatandaşların çoğulcu bir kentsel kültürü edinme fırsat ve imkânlarına sahip olmalarını saymalıyız.

Geçtiğimiz yüzyılda toplumumuzda sosyal çatışmaların çok daha az olduğunu söyleyenler olabilir. Bunda; bir yandan sosyal yaşamın karmaşıklaşması diğer yandan ise geçmişte bazı sorunların farkında olmayışımız etkili olmuştur. Daha fazla kişi ve kuruluş sosyal yaşama katıldıkça yükselen yeni sorunlardan bir tanesi ayrımcılıktır. Bu bağlamda; cinsiyet, etnik köken, yaş, bedensel veya zihinsel engel, inanç ve yaşam biçimi tercihi gibi alanlarda ayrımcılık unsurlarını sayabiliriz. Kısaca; ayrımcılık, günümüz toplumunun yaşadığı en tehlikeli sorunlardan birisidir.

Ayrımcılık tehlikesini aklımızda tutarak; bu konuyu açımlayan bir kentli yurttaş hakkından birkaç cümle halinde söz edebiliriz. Hiç kimse, kültürel farklılıklar nedeniyle iş yaşamından ve sosyal yaşamdan dışlanmamalıdır. Hiç bir birey, toplumun tali unsuru olarak geri plana itilmemelidir. Tüm vatandaşlar, kentin oluşturduğu çok kültürlü bütünlükten kendi paylarını alabilmelidirler.

Bitirirken
Kentlerin varlığı çok eski çağlara dayanıyor. Zamanın akışı gibi kentin varoluşu da bir süreç içinde değişiyor. Bu değişim nedeniyledir ki; kentlerin yönetimi de çağın gereklerine göre demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük, sosyal adalet ve katılım gibi ana ilkelere göre olmalı. Kentlerin yönetimi; kralların, prenslerin keyfe ve bireysel kararlara göre yapıldığı tek adam çağını aşmak zorunda.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Müşteri Neden Önemli?

Müşteri Neden Önemli? - 2

Gürcan Banger

Artık müşterilerini tanıyan, onun istek ve ihtiyaçlarını bilen işletmeler başarılı oluyor. Günümüzde müşteri ilişkisini tanımlayan iş kültürü kavramları; Birebir Pazarlama ve Müşteri İlişkileri Yönetimi (MİY)’dir.

Artık başarının birincil ölçütü, pazar payı ölçümü değil. Önemli olan, müşterilerinizi uzun süre elinizde tutmak ve aynı müşteriye birden fazla ürün satmaktır. Bu arada daha fazla satışın, müşterinin tatmini ve memnuniyeti ile paralel girmesi gereği de unutulmamalıdır.

Birebir pazarlama; müşteri sadakatini artırmak için müşterilerle ilişki içine girerek müşteriden daha fazla miktarda sipariş veya iş almak için tasarlanıp faaliyete geçirilen bir pazarlama stratejisidir. Burada sözü edilen müşteri kavramı, tek bir kişi veya kuruluş olabildiği gibi bir pazar katmanını veya nişi de ifade edebilir.

Birebir pazarlama; müşteriler ile her temas noktasında onların ihtiyaç ve istekleri hakkında daha fazla bilgi edinmeyi kolaylaştırır. Her müşterinin ihtiyaçları birbirinden farklı olabileceğinden, müşteriler hakkında ne kadar farklı şey öğrenilirse onlara daha farklı ve özel sunumlar yapılabilir.

Müşterinin önemli olduğuna karar verebilen firma şu soruları cevaplayabilmelidir: Firmanız son tüketici özelliğindeki müşterileri ne kadar başarılı tanımlayabiliyor? Firmanız müşterilerin sizin için değerlerine ve sizden olan ihtiyaçlarına göre ayrıştırabiliyor mu? Müşterilerinizle ne kadar başarılı etkileşim gerçekleştiriyorsunuz? Firmanız müşterilerden edindiği bilgilere ve geri beslemeye göre ürün ve hizmetlerini ne denli farklılaştırıp özelleştirebiliyor?

İngilizce teknik dilde CRM (Customer Relationship Management) olarak bilinen Müşteri İlişkileri Yönetimi (MİY) basit olarak; müşteri odaklı yapılanma, eldeki müşterileri tutma, yeni müşteriler yaratma için gerekli iş sistemlerinin kurulmasıdır.

Firmanın değerinin artmasına ve büyümesine yönelik olarak MİY’in şu tür stratejileri vardır: İşletmeyi terk etmiş olan müşterileri geri kazanma (win-back), müşteriler nezdinde sadakat kazanma (loyalty), yeni müşteri bulma (prospecting), mevcut ve potansiyel müşterilere çapraz satış yapma (cross-selling).

MİY uygulaması ile satış – pazarlama bölümleri disipline edilerek uzun dönemli müşteri yönetimi sürekliliğine kavuşur. Farklılığı yaratmak ve rekabetçi üstünlük yakalayabilmek için müşteriyi tanımayı ve birebir pazarlama yapmayı sağlar. İşletme faaliyetleri iç ihtiyaçlara göre değil, müşteri ihtiyaç ve isteklerine göre belirlenir. Bu da tüm bölümlerin verimini artırır.

Satış – pazarlama, müşteri hizmetleri ve İnternet’in en iyi şekilde birleşmesini sağlar. Geleneksel ve alternatif kanalların uygun biçimde ortaklaşa çalışmasını ve yeni iş fırsatları yaratılmasını sağlar.

Neler yapmalısınız? Firmanızda kalite güvence sistemi var mı? Firmanızın iş süreçleri müşteri merkezli mi? Teknoloji seçerken ve uygularken müşteri ihtiyaçları dikkate alınıyor mu? Firmanız çalışanlarını, müşterilere yardımcı olmak üzere teknoloji ile donatıyor mu? Firmanız müşteriler hakkında veri toplamak ve yararlanmak için bir stratejiye sahip mi? Firmanız müşteriler hakkındaki veriler ile kendi deneyimlerini müşteriler hakkında bilgi üretmek üzere ne denli birleştirebiliyor? İş ortaklarını (mal ve hizmet tedarikçilerini) nasıl seçiyor? Firmanız iş ortakları (tedarikçileri) ile müşterileri arasındaki ilişkiyi kavrıyor mu?

Firmanız müşterilerini nasıl ayrıştırıyor? Firmanız müşteri deneyimini iyileştirmek hangi adımları attı? Firmanız müşterilerin beklentilerini ölçmek ve tepki vermek için neler yapıyor? Ne ölçüde etkili oluyor? Firmanız müşteri davranışını ne ölçüde anlıyor ve bu konuda geleceği görüyor?

Firmanızda çalışanlar müşteri lehinde kararlar alma konusunda ne denli desteklenirler? Firmanız çalışanların ödüllendirilmesini müşteri merkezlilik davranışına eklemlemiş mi?

Firmanız müşterilerin kendisini ne kadar ve nasıl etkilediğini ne ölçüde anlıyor? Müşterilerinizin firma ürün ve hizmetlerinin oluşmasında ne kadar etkisi / katkısı var? Firmanız bireyselleştirilmiş pazarlama programları oluşturma konusunda ne kadar başarılı? Firmanız başka firmaların müşteri ilişkileri kurma yaklaşımları konusunda ne kadar farkındalığa sahip?

İyi Firma Ne Yapar? İyi firma piyasayı dilimlere ayırır; en iyi dilimleri seçer ve bunların her birinde güçlü bir konum geliştirir. İyi firma müşterinin ihtiyaçları, algıları, tercihleri ve davranışlarının haritasını çıkarır ve tüm iş ekibinin zihnine müşterilere hizmet ve onları tatmin etme fikrini yerleştirir. İyi firma belli başlı rakiplerini tanır, onların güçlü ve zayıf yanlarını bilir. İyi firma temel çıkar birliği içinde bulunduğu (tedarikçi, dağıtıcı, perakendeci, çalışan) kişi ve kuruluşları paydaş yaparak ödüllendirir.

İyi firma fırsatları görmek, tasnif etmek ve arasından en iyilerini seçmek için sistemler geliştirir. İyi firma uzun vadeli ve kısa vadeli derinlikli planlar üreten bir pazarlama planlaması sistemi kullanır. İyi firma ürün ve hizmet bileşimi üzerinde etkili bir denetim uygular. İyi firma maliyete en çok etki eden iletişim ve promosyon araçlarını kullanarak güçlü markalar yaratır. İyi firma çeşitli departmanları arasında takım ruhunu ve pazarlamanın liderliğini tesis eder. İyi firma sürekli olarak, kendisine piyasada rekabet üstünlüğü kazandıracak teknolojiler geliştirir.

Küresel ve ulusal planla rekabet edebilen, kalıcı bir işletme olmak kolay değil. Günümüzde öncelik açısından satış ve pazarlama, üretimin önüne geçti. Bu nedenle müşteri, çalışanlarıyla birlikte bir işletmenin en değerli varlığı… Bir firmada herkesin satış ve pazarlama yapması gerekmiyor; ama her çalışan (ve firma yönetici ve sahipleri tabii ki), birincil görevlerinin satış ve pazarlama olduğunu unutmamalı…

Müşteri Neden Önemli?

Müşteri Neden Önemli? - 1

Gürcan Banger

Ziyaret ettiğim firmalarda iki işletme fonksiyonunda sorunlar gözlüyorum: Finansman ve pazarlama… Finansmanla ilgili olarak genelde bilgilenme ve yönetim eksiklik ve hataları oluyor. Pazarlama konusunda ise ciddi anlamda boşluk var. İşletmeler örneğin üretime gösterdikleri ilgiyi ve verdikleri önemi pazarlamaya yöneltmekte başarılı görünmüyorlar. Hâlbuki bir firmanın en önemli fonksiyonu pazarlama, en değerli varlığı da müşteri olmak durumunda…

Müşteri neden önemli? Müşteriler bir firmanın en önemli varlıklarıdır. Firmanın elde edeceği başarının ana kaynağı müşteridir. Müşterinin önemini ve değerini doğru kavramayan firmaların uzun ömürlü olmadığı istatistiklerle doğrulanıyor.

Müşterilerin önemi konusunda şu noktaları hatırlamak yararlıdır: Müşteri memnuniyeti, satışın gerçek yükü taşıyan omurgasıdır. Firmalar, müşterilerine bağımlıdır. Eğer müşteri sadakati ve tatmini geliştirmezlerse, müşterilerini kaybederler. Müşteri olmadan bir firma da var olamaz. Firmanın amacı müşteri ihtiyaçlarını karşılamaktır. Müşteri, firmanın iş amaçlarının başarılmasını mümkün kılar.

Müşteri tatmini, satış sürecinin odağında yer alır. Bir tahmine göre; yeni müşteri kazanmak, eskisini elde tutmanın beş katına mal olur. Bu nedenle müşteri ile firma arasındaki ilişki çok önemlidir.

Müşteri ilişkileri kurmak, bir merdivene tırmanmaya benzer. Merdiven en üst basamağında sadık müşteriler bulunur. Dördüncüsü en yüksek olacak biçimde; merdivenin dört basamağı vardır: Sadık müşteriler, düzenli müşteriler, ara sıra gelen müşteriler, bir kerelik müşteriler…

Müşterilerin merdivenin hangi basamaklarına ulaşabileceği, firmanın müşteriye davranış biçimine bağlıdır. İyi odaklanmış satış yöntemleri ve bireysel detaylara özen gösterme, muhtemelen müşteriyi üst basamaklara tırmanma konusunda yüreklendirecektir.

Müşterileri –özellikle en iyi müşterileri– elde tutmak, edinim maliyetini azaltmayı mümkün kılar ve pozitif yatırım getirisi sağlar. Müşteriyi ne denli elinizde tutarsanız, pozitif yatırım getirisi o kadar fazla olur.

Sadık müşteriler, sizden daha fazla alışveriş etme eğilimindedirler. Onlar, sizinle zaten ilişkide olduklarından ve değer önermenizi anlamış olduklarından onlara yapılacak satış daha kolay olur. Böylece (onlar için daha az pazarlama harcaması yapacağınızdan) geliriniz ve kârınız artarken edinim maliyetiniz düşer. Sadık müşteriler, size daha yüksek bir fiyat ödemeye razıdırlar. Onlar sizin ürününüzü ve değerini anlarlar. Tekrar satın alma yapmaları için onlara taviz vermeniz (ve ekstra harcama) gerekmez. Bu durum, sadık müşterilerin kârlılığını daha da geliştirmeye yol açar.

Sadık ve düzenli müşterilerin hizmet maliyeti daha düşüktür. Onlar bilirler ki; sizin ürün ve/veya hizmetleriniz daha az destek ihtiyacı, müşteri servis çağrısı araması ve müşteri temsilcisi ziyareti gerektirir. Tüm bunlar toplam maliyetinizi azaltırken kârlılığınızı artırır.

Sadık müşteriler, sizin gerçek taraftarlarınızdır. Onlar sizin ürünleriniz konusundaki olumlu görüşlerini arkadaşlarına ve ilişkide oldukları kişilere büyük bir mutlulukla anlatırlar. Bu durum, herhangi bir edinim maliyetine ihtiyaç bırakmadan daha kazançlı müşteriler elde etmenizi sağlar.

Müşteri tatmininin önemi, ancak müşteri olmadığında işin de olmayacağını anladığınızda ortaya çıkar. Tek bir memnuniyetsiz müşteri, olumsuz etki açısından 10 tane memnun müşteriye bedeldir. Müşteriyi elde tutmaya ve müşteri destek vermeye odaklanmak, (firma büyüklüğünden bağımsız olarak) işin daha uzun ömürlü olmasını sağlar.

Bir iş ilişkisi, -tıpkı diğer ilişkiler gibi- karşılıklı ihtiyaçların giderilmesi üzerine kurulmuştur. Ne tür bir iş ilişkisi içinde olursanız olun; tüm müşterileri aynı şeyi ister. Hoş karşılanmayı ve takdir edilmeyi beklerler. Sadece para nedeniyle ilgilenildikleri duygusunu yaşamak istemezler.

Müşteri memnuniyetinin büyük bir parçası güvenilirliktir. Müşteriler size güvenebilmelidir. Teslimat açısından gecikme ve destek eksikliği yaşanmamalıdır. Eğer müşterilerinizin sizden beklediği bir davranış biçimi varsa, daima beklendiği şekilde eksiksiz yerine getirmelisiniz. Çalışanlarınız müşterilere aynı davranışı gösterecek biçimde eğitilmeleriyle müşterileriniz daima benzer deneyimi yaşayacak ve memnuniyetleri artacaktır.

Teslimatta bir sorun olması hali, müşteri memnuniyeti için kritik bir durumdur. Çift faturalama veya siparişin tam olarak ulaşmaması gibi bir durumda çalışanlar, sorunla büyük bir titizlikle ilgilenmelidir. Böyle bir durumda çalışanlar özür dileyebilmeli ve hatayı gidermeye çalışmalıdır.

Memnun olmuş müşteri, yeni müşteri kazanımının temelidir. Arkadaşlarını ve ilişkide bulundukları kişi ve kuruluşları getirirler. Unutmayınız ki; müşteri, işin odak noktasındadır. Müşterilerinizi memnun olmaları ve bu durumu çevrelerinde anlatmaları için yüreklendirin. (Devamı yarın…)

21 Aralık 2010 Salı

Sivil Toplum – Kamu Diyaloğu ve Yönetişim

Sivil Toplum – Kamu Diyaloğu ve Yönetişim

Gürcan Banger

Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye’nin en önemli sivil toplum yapılarından birisi olan Sivil Toplum Geliştirme Merkezi’nin (STGM) Genel Kurulu vardı. Bu vesile ile Dünya ve ülke temelinde sivil toplum olgusunu konuşma fırsatını bulduk. Bu sıralar sivil toplumun bir bütün olarak en önemli sorunlarından birisinin; siyasetin bu alanı işgal etme ve sömürme yaklaşımı olduğu gözleniyor. Diğer yandan sivil toplum etkinliği, ülkemizde bir bütün olarak hayli zayıf. Kendini geliştirmesi gereken çok fazla boyut var. Bunlardan birisi de sivil toplumun kamuyla (merkezi ve yerel yönetimlerle) diyaloğu. Bu konuda ne doğru düzgün mevzuat var ne de kamunun bu konuda ciddi bir niyeti gözleniyor. Ama devletin ve mevzuatın bu konuda niyetini beklersek bir şey olacağı da yok. Bu nedenle sivil toplum – kamu diyaloğunu sivil toplumu temsil etmeye çalışan kesimler olarak gündemde tutmalı; bu alanda kamuyu zorlamalıyız.

Değişen Dünya
20’nci yüzyıl; sanayi toplumundan bilgi ve ağ toplumuna, Fordist üretimden esnek üretime, ulus devletlerden küreselleşmiş dünyaya, modernist düşünceden postmodernist düşünceye geçilen bir zaman dilimi oldu. Çok yönlü değişim, mevcut yönetim anlayışını meşru ve muktedir kılan koşulları aşındırdı. Bu aşındırma ile ‘geç meşruiyet’ tümüyle ortadan kalkmasa da, yeni arayışların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu süreçte devlet, artan ve karmaşıklaşan taleplere cevap vermekte zorlanıyor.

Bu süreçte hızlı değişim ve dönüşüm, insanlar ve topluluklar arasında mesafe kavramının belirleyiciliğini ortadan kaldırdı. Yeni ilişki ağları gelişti. İlişki ağları üzerinde yeni kimlikler oluşmaya başladı. Yurttaşlık kavramında değişimler gözlemeye başladık.

Küreselleşme ile birlikte daha etkin, akılcı ve verimli bir idari yapılanma aranmaya başlandı. Devletin kararlarını, toplumun tüm kesimleriyle birlikte alması istenir oldu. Hukukun üstünlüğü, açıklık, saydamlık, sorumluluk, hesap verebilirlik, güvenirlik ve tutarlılık kavramları öne çıktı.

Henüz yeterince bilinmemesine rağmen; bu süreç, ‘yönetişim (İng. governance)’ olarak isimlendirilen bir olguyu gündeme getirdi. Konunun netleşmemiş olmasının da etkisiyle yönetişim olgusu, lehte ve aleyhte argümanlarla tartışılıyor.

Yönetişim
Yönetişim; bir ülkede kaynaklar üzerinde denetimi elinde bulunduran otoritenin, bu kaynakları ekonomik ve sosyal gelişme için nasıl kullandığını belirleyen gelenekler ve kurumsal yapı olarak tanımlanmaktadır. Halkın bu sürece etkin biçimde doğrudan katılımına ise ‘iyi yönetişim’ ismi veriliyor.

Yukarıda verdiğim genel tanım, şirketlerin ortaklarına ve müşterilerine olan sorumluluklarından insan haklarına, yerel yönetimlerden devletin düzenleyici rolüne kadar sosyal yaşamın hemen her alanını ilgilendiriyor. Özellikle devletin yeniden yapılanması gereğine işaret ediyor.

Yönetişim ile birlikte devletten beklenenlerin içerik ve biçiminde değişiklik olduğunu görebiliriz: Devlet, özel sektör ve toplum; ekonomik ve sosyal refahın artırılması, yaşam kalitesinin yükseltilmesi ve katılımla sosyal rızanın oluşması için ortak sorumluluklar taşımaktadır.

Sivil toplum alanında yaşanan siyahtan beyaza kadar olan tüm tartışmaların yönetişim için de tekrarlandığını söylemek hata olmaz. Genelde siyasal söylem düzeyindeki yaklaşımlar, yönetişim konusundaki tanım ve beklentilere de yansıyor.

Dünyada yönetişimi ifade etmek üzere değişik kurumlar tarafından dillendirilen yönetişim tanımları var. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), “Yönetişim, bir ülkedeki ekonomik, siyasal ve idari otoritenin her düzeydeki işlemleri yürütmesidir. İyi yönetişim ise vatandaşların ve toplumsal grupların kendi çıkarlarını korumak ve yasal haklarını kullanmak için gerekli mekanizmalar ve kurumlara sahip olmalarını gerektirir” diyor.

Yönetişim, otorite ile ‘yönetilenler’ arasındaki sınır ve kısıtların karşılıklı olarak geçirgen hale gelmesini ifade ediyor. Kısaca yönetişim, otorite ile onun dışında kalanlar arasında etkileşimli yönetim demek. Bu kavramı devlet ile halkın, sivil toplum kuruluşu ile üyelerin; şirket ile çalışanların ekonomik işletme ile müşterilerin etkileşimine kadar genişletmek mümkün.

Yönetişim Ne Zaman Gündeme Geldi?
Yönetişim kavramını, sosyal literatüre getiren olay, 1992’de Rio de Janeiro’da yapılan dünya zirvesi toplantısıydı. Daha sonraki yıllarda bu başlık üzerine çok sayıda çalışma yapıldı. Kuruluşlar konuya kendi yaklaşımlarını açıkladılar.

Örneğin Dünya Bankası, “Yönetişim, açık ve öngörülebilir bir karar alma sürecinin profesyonel bir bürokratik yönetimin, eylem ve işlemlerinden sorunlu bir hükümetin ve kamusal sürece aktif biçimde katılımda bulunan sivil toplum ve hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir düzeni ifade eder” şeklinde anlatıyor bu kavramı.

Yine Dünya Bankası: “Dünya Bankası, iyi yönetişim için şu faktörlerin öneminden söz ediyor: Kurallar ve sınırlamalar, halkın sesi ve katılım mekanizmaları, rekabet. Her ne kadar Dünya Bankası, küresel sermayenin çeşitli boyutlarda teori ve uygulama aracı olsa da yaklaşımlarını dikkatle izlemekte yarar var.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ise “Yönetişim, bir ülkeni ekonomik ve sosyal kaynaklarının yönetiminde sahip olunan güç ve yetkilerin kullanımını ifade eder” şeklinde bir tanımlama yapıyor.

Sıraladığım bu tanımlara göre; iyi yönetişim; devlet yönetiminde temsil, katılım ve denetimin, etkin bir sivil toplumun, hukukun üstünlüğünün, yerinden yönetimin, yönetimde açıklık ve hesap verme sorumluluğunun, kalite ve ahlakın, kurallarla sınırlama ilgili bir olgudur. İyi yönetişim kavramı ile birlikte anlaşılması öngörülen diğer kavramlar şunlardır: Rekabet ve piyasa ekonomisi ile uyumlu alternatif hizmet sunma yöntemleri, bilgi ve ağ çağına uyumlu siyasal ve ekonomik düzen…

Bir noktaya açıklık kazandırmam gerekli. Gelişmiş ülkeler ve küresel sermaye tarafından bakıldığında; yönetişim politikaları, önceleri kamu tarafından servis edilen sağlık, enerji, eğitim sektörleri gibi alanların serbestleşmesi ve piyasanın bir parçası haline getirilmesi gibi düşünülebilir. Ama insan hakları, düşünce özgürlüğü, çevreye toplum tarafından sahip çıkılması, kamusal alanların denetlenmesi ve yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi açısından bakıldığında yönetişim olgusu, az ve orta derecede gelişmiş ülkelerde farklı bir perspektif sunar. Bu nedenle yönetişim gibi konularda karar verirken ve yargıda bulunurken, kolaycı olmamak gerekir.

Yönetişim konusunda etkin çalışmalar yapan Avrupa Birliği (AB) yönetişim sürecinin sahip olması gereken ilkeleri şöyle sıralamaktadır: Saydamlık, vatandaşlara karşı sorumluluk ve hesap verme yükümlülüğü, katılımcılık, devletin rolünde değişim, adem-i merkeziyetçilik. İyi yönetişimin sağlaması gereken özellikler arasında şunları sayabiliriz: Yurttaşı, yönetimde etkin kılmak, yerel yönetimleri ve âdem-i merkeziyeti güçlendirmek, kültürel çoğulculuğa saygıyı ve farklılıklara hoşgörüyü geliştirmek, otoriter yönetim uygulamalarından katılımcı yönetim biçimlerine geçmek, cinsiyetler ve gelir grupları arasındaki farkı kapatmak, sivil toplumun kapasitesini ve yetkinliklerini artırmak, hesap sorulmasını (sayışabilirliği ve sosyal sorumlukları) sağlamak, kamu yönetiminde açıklığı uygulanmasını sağlamak…

Farklı Görüşler Var
Yönetişim konusunda farklı kesimlerin lehte ve aleyhte görüşleri olabilir. Ama eğer yeni günde yeni bir siyasal söylem olacaksa, yönetişimi var eden sosyal ihtiyaçlar konusunda vermesi gereken cevaplar olduğuna kuşkum yok. Toplumsal cinsiyet, enerji verimliliği, çevre koruma, bilgi açıklığı, kültürel çoğulculuk, genelde üçüncü kuşak haklar ve benzeri konularda olduğu gibi; yönetişim de zamanın ruhu ile gündeme gelen yeni bir ihtiyaçtır.

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de sivil toplum konusunda farklı algılar. İşin özüne bakarsanız; sivil toplum (veya STK) anlamına gelmek üzere kullanıverdiğimiz üçüncü sektör, kâr amaçsız sektör, gönüllülük veya hükümet dışılık konunun genelde birbirinden ayrık olan farklı yönlerini dile getiriyor. Çoğu zaman bunları aynı kavramdan söz ediyor gibi algıladığımızda ise ciddi yanlışlar yapıyoruz. Aynı sorun yönetişim olgusunun başında da var. Bu kavramı daha öğrenmeye ve tartışmaya ihtiyacımız var. Art niyetli bakış açıları ile dünyanın gelişimini ifade eden objektif yönelimleri birbirinden ayırabilmeliyiz.

19 Aralık 2010 Pazar

Biz Bize Benzeriz

Biz Bize Benzeriz

Gürcan Banger

Dünya ve ülke ahvalini yakından izleyen birkaç arkadaş Wikileaks Olayı’nı konuşuyoruz. Sohbet bir ara diplomatların bazı bilgilere nasıl eriştikleri konusuna geliyor. Sonra bizim okumuş takımının, bürokratların ya da siyaset erbabının karşılarında bir yabancı yetkili ya da gazeteci gördüklerinde dillerinin nasıl da çözülüverdiği sonucuna varıyoruz. Bu ülkede bilgi edinmenin ne zorluğu var ki? Sor; zat-ı muhterem sana en mahrem noktalarına kadar anlatıversin. Tipik bir Doğu Toplumu özelliği… Kendimizi Batılılara beğendirme çabamızda çenemiz de gereğini yapıyor.

“Biz bize benzeriz” diyebileceğimiz bir başka örneğe Cumartesi başlayan CHP Kurultayında yaşıyoruz. Halkın en az üçte birinin iktidarı ele alması hasreti içinde olduğu bir parti, hâlâ liste oyunları peşinde… Birilerini listelerde çiziyorlar; adaylığı düşsün diye sağa sola şikâyet ediyorlar. Pazar günü neredeyse tüm medyanın manşetlerinde yer alan curcunanın sorumlusu ve sahibi kim? Bu karmaşa ortamı ile mi iktidar olunacak? Osmanlı’dan miras kalmış entrika modeli, bir Doğu Toplumu özelliği olarak siyasetin içinde de durmaya devam ediyor. Sanki her şey çözülmüş; bir tek konu, kimin parti meclisinde olup olmayacağına kalmış. Bu ülke, bu toplum gelişmiş Batının bir parçası dendiğinde gülesim geliyor. Bu kafalarla mı?

Elimde 2010 baskısı bir kitap var: “Doğu İle Batı Arasında Fark Var”. Kitabı Özlem Horuztepe derlemiş. Maya Kitap Yayınları arasında basılmış. Kitap, Batı ile Doğu toplumları arasında sosyal ve kültürel farkları traji-komik biçimde sıralıyor. Kitabın hatırlattıklarını okuyunca yukarıda iki özel örnekte anlattığım olayların hiç de şaşırtıcı olmadığı kolaylıkla anlaşılıyor.

Bazı örnekler vereyim. İşte konuşmayı da içine alan bazı Doğu – Batı özellikleri: “Doğulu hisseder, Batılı düşünür. Batılı düşünür, Doğulu konuşur. Batılı konuşur, Doğulu ya susar ya da bağırır.” Biz bunları örneğin “Ağzı olan konuşuyor” gibi veciz sözlerle ifade ediyoruz. Bir zamanlar telsizler yaşamlarımıza eklemlenmiş gibiydi; “Arkadaş arıyorum arkadaş” vaveylalarını hatırlayacaksınız. Şimdiler ise cep telefonu ya kulağımıza ya da parmaklarımıza yapışmış halde. Biteviye, dur durak demeden konuşuyoruz, onu başaramazsak SMS yazıyoruz.

Yukarıda siyaset kavgasına değinmiştim. “Neden kavga ediyorlar ki?” diye merak ederseniz, Doğu ile Batı arasındaki karşılaştırmada bunun cevaplarını da bulma ihtimaliniz var: Örneğin “Batıda bir içi için sınava girerken CV’nize [özgeçmişinize] bakılır. Mevkiler [iş pozisyonları] boşaldığında sıradaki kişi işe alınır. Doğuda ise soyadınız önem kazanır. Bir mevki boşaldığında en yakın akrabadan başlanır.” İşte; siyaset alanında güç sahibi olmanın Doğu mantığına en uygun yanlarından birisi budur. “Vatan, millet, Sakarya” gibi sözlerin hepsi insan kandırmaca… Önemli olan, kayırmaca, cebi doldurma, rant kolama, hısım akraba kayırma… Hem de iktidarın kim olduğundan bağımsız biçimde…

Şuna ne dersiniz: “Doğuda her gün bir öncekinin aynısıdır. Böyle gelir böyle gider. Böyle gelip böyle gitmiyorsa, bir şeyler çok ter gidiyor demektir.” Biz tolum olarak değişimi sevmeyiz. Çünkü değişim bizi ürkütür. Elimizde olanı da yitireceğimiz korkusu her zaman başucumuzda durmaktadır.

Değişim fikri büyük ölçüde yenilikçi Batı düşüncesinin özünü oluşturur: “Batılı için zaman sürekli tükenen bir şeydir. O, bir zaman sıkıştırmasıyla yaşar. Zaman geçtiği halde bir şeyler değişmemişse, işler çok ters gidiyor demektir. Vakit kaybı, nakit kaybıdır.”

Fal, hayalciliktir. Kendimizi iyi hissetmemizi sağlar. İşi sağlamak almak için de kesin zamanlar vermez. “Üç vakte kadar” gibi belirsiz şeyler söyler. Çünkü “Doğuda zaman yekparedir [tek parçadır], mekân gibi yekparedir. Beş dakika sonra demek, daha sonra demektir.. Bu, birkaö saat sonra da olabilir; yarın da olabilir; gelecek hafta da.” Doğulu zamanı böyle algıladığı için problemlerin çözümü konusunda da zamanlama, plan ve program yaparken daima kafasına “üç vakte kadar” algısı vardır. Dolayısıyla acele etmeye gerek yoktur; sorunlar gelecekte (ama bilinmeyen zir zaman sonraki gelecekte) çözülecektir. Hele bu olgu, siyasetin asıl amacının rant sağlama olduğu düşünüldüğünde, halkın sorunlarının zamanlanmış ve planlanmış bir çözüme gerek bırakmaz.

18 Aralık 2010 Cumartesi

Babauta, Goethe ve Erdem

Babauta, Goethe ve Erdem

Gürcan Banger

Leo Babauta, basılmış kitapları olan bir günlük (blog) yazarı ve gazetecidir. Çalışmalarında aşırı tüketime karşı basit ve sade yaşamı savunur. “The Power of Less” isimli yaygın bilinen kitabı 2010 içinde MediaCat Yayınları arasında “Az Aslında Çoktur” adıyla yayınlandı.

Babauta kitabında şu ana fikri inceliyor: “Daha fazlanın genellikle ‘daha iyi’ kabul edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Daha fazla paranın, daha büyük evler ve arabalar satın almanın, daha fazla giysinin, eşyanın ve mobilyanın peşinde koşuyoruz. Geçmişin küçük dükkânlarının aksine daha büyük alışveriş merkezlerine ihtiyaç duyuyoruz. Daha fazla tüketiyoruz, daha fazla üretiyoruz ve her zamankinden daha fazlasını yapıyoruz. Ama işin aslı böyle değil. Daha fazla şey yapmak, bir sürü önemsiz şey yaptığınız, aynı zamanda aşırı yükleneceğiniz ve stres yaşayacağınız anlamına gelir. […] İşte; başlangıç için bazı adımlar: Limitler koyun. En gerekli olanı seçin. Basitleştirin. Odaklanın. Alışkanlıklar yaratın. Küçük adımlarla başlayın.”

Ivır zıvır kültürü ile çepeçevre sarıldık. Özellikle görsel medya sayesinde en büyük başarısını “aynılaşmada” elde etmiş bir kitle kültürü, yaşamlarımızın ortak paydası haline geldi. Bu dekonsantre hale getirilmiş, yoğunluğu alınmış, hafifletilmiş kitle kültürü, görsel medya yanında yayın yaşamımızı da sarıyor. Kitap bile içerik olarak değerini, fiyatı yanında yitiriyor. Bugün yayınlanan bazı kitaplar, Goethe’nin 1774’te yazdığı ve insanları peşinden sürükleyen “Genç Werther’in Acıları”ndan daha fazla ilgi görse de, onun kadar soluklu ve uzun ömürlü olamıyor. Bugün “büyük yazar” olmak, medya ve yayın tekellerinin pazarı reklamla yönlendirmesinden başka bir şey değil.

Eski ve sade günleri hatırladığımda; bazen Goethe’nin Türkçeye “Genç Werther” veya “Genç Werther’in Acıları” isimleriyle çevrilen o ünlü eseri “Werther” aklıma takılır. Hatırlatmak anlamında; Johann Wolfgang Von Goethe, 18’inci yüzyılın ikinci yarısı ile 19’uncu yüzyılın ilk yarısında yaşamış, çok sayıda eser vermiş, Alman ve Dünya Edebiyatı’nın en önemli yazarlarından birisidir. İnsan ruhunun çalkantıları, etik değerler karşısında insanın duruşu önemli ilgi alanları arasında yer almıştır.

Aşk, Goethe’nin yaşamında ve dolayısıyla eserlerinde her zaman farklı bir yere sahip olmuştur. Özel yaşamındaki duygu fırtınaları, neredeyse birebir olarak eserlerine yansımıştır. Kırgınlıklar ve heyecanlarının aynası gibidir yazdıkları. Çok bilinen, insanın şeytanla düellosu olan Faust isimli yapıtının temellerinde de yaşamının bir dönemine ait sevgi fırtınaları vardır.

Bir yerlerde, “Sözleriniz yürekten gelmedikçe hiçbir zaman iki kalbi birleştiremezsiniz” der. Kimbilir; belki de doymamış bir duygusal ihtiyacın, sevgi fırtınalarının söze dökülmüş anlatımıdır bu. Yaşamını okuduğunuzda Goethe’nin ne yazmaya tutkusunun ne de sevgi arayışının asla tükenmediğini gözleyeceksiniz. Muhtemelen bu nedenle “Aşk daima sonsuzdur ve onun sonsuzluğu asla bitmeyecektir” der.

Sanatta simgeler vardır. Öyle simgeler ki, günlük yaşamımızın birer unsuru haline gelmişlerdir. Örneğin aşkın simgesi kalptir. Goethe de zaman zaman sevgiyi ve tutkuları ifade ederken bu simgeyi kullanır. Kalbin onun için de özel bir önemi vardır. Belki de bu nedenle yaklaşımını “Sevgiye ve ihtirasa kabiliyeti olan bir kalp kadar değerli bir şey dünyada yoktur” diye ifade eder.

Genç Werther’i okuduğumuzda sınır tanımaz duygusal yaşam ile kısıtları olan gerçek yaşam arasındaki farkı bir kez daha hatırlarız. Shakespeare’in “Romeo ve Juliette” isimli eseri gibi pek çok ünlü çalışmada işlenen hikayenin devamı hayal edildiğinde kahramanlar daima günlük yaşamın hay huyu içinde kaybomuşlardır. Özetle; duygu hikayelerindeki tutku ve coşkuyu, gerçek yaşamımıza taşımak tam anlamıyla mümkün olmuyor. Sanırım; “Evlilik yaşamında ara sıra kavga edilmelidir. Çünkü insanlar ancak böyle birbirini anlar” derken Goethe, belki de hayalle gerçek arasındaki böyle bir ayırımı anlatmaya çalışıyor.

Goethe’nin dediği gibi: “Güzellik kaybolur, erdem yaşar.”

Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook'ta izle
Twitter'da izle

Futbol Gevezeliği

Futbol Gevezeliği

Gürcan Banger

Bu hafta sonu ile birlikte futbol sezonunun devre arasına geldik. Bir süre maç izlemenin heyecanını transfer dedikoduları alacak. Gene muhtemelen takımlarımızın isimleri olur olmaz futbolcu transferleri ile anılacak ve kesinkes abuk subuk oyuncu transferlerine milyonlarca avro / dolar ödenecek.

Ardından sezonun ikinci bölümüne gireceğiz. Sanki daha az heyecanlı bir ikinci yarı olacak gibi bir hal var ya da ben böyle algılıyorum. Ama kaçınılmaz biçimde; sporun ruhuna aykırı olarak sonuç - başarı odaklı bir ruha sahip olduğumuzdan; her şey galibiyetler, mağlubiyetler ve şampiyonluklara bakılarak algılanacak. Sonuçlara göre birileri göklere çıkarılırken, daha az başarılı olanların alın teri, çalışma ve özverisi dikkate alınmadan kıyasıya eleştirilecek, hatta karalanacak. Dün karaladığımızı yarın sırtlayacağız ya da tersi olacak.

Başta futbol olmak üzere sporun sonuç – başarı odaklı olmasında, spor medyasının etkin ve özel bir yeri var. Medya, takımların taraftarlarını adeta başarıya endeksliyor. Herhangi bir başarıda malum takımı yere göğe sığdıramayan medya, olağan sayılabilecek bir başarısızlıkta ise yerden yere vuruyor. Gerginlik üst düzeylere tırmandığında ise sütten çıkmış ak kaşık rolünü oynamayı tercih ediyor. Ama taraftar, medyanın rüzgârıyla sağdan sola, aşağıdan yukarıya, sevgiden nefrete, kızgınlıktan aşırı hoşgörüye savrulmaya devam ediyor. Bunda spor medyası konusunda kamu denetimsizliğinin ciddi etkisi var. Kamuoyu, spor medyasının denetimi konusunda yetersiz ve kayıtsız kalınca; yazan yazdığı ve tahrik eden ettiği ile kalıyor. Toplumun giderek bozulan psikolojisi ile birlikte futbol sahalarındaki ve tribünlerdeki gerginlik ile çözüme yönelik olarak ilgilenen yok. Gene sahada tekme – tokat, dışarıda döner bıçağı ile başarısızlığa kendimizce çare arayacağız.

Her ligde her sezon bir tane şampiyonluk var. Dolayısıyla takımlardan ancak bir tanesinin şampiyon olması mümkün… Böyle bir durumda şampiyon olmayanlar dışında hepsini başarısız mı saymak gerekiyor? Eğer tek kriter şampiyonluk ise her sezon her ligde bir tek başarılı takım var demektir. Bu durumda diğer takımların harcadığı para, tükettiği emek ile o takımlara yönelmiş sevgi ve ilginin hiçbir önemi kalmıyor. Gerçi şampiyon olan takımın bile arka bahçesine bakıldığında; ekonomik yönden ya da altyapı yatırımları açısından (ya da birtakım fonksiyonel unsurlar bakımında) ne denli başarılı ciddi biçimde tartışılır.

Kendince futbolun ak kaşığı olan (ama gerçekte bu karmaşanın da gerçek mimarlarından olan) medyaya bu kadar söz çarptırdıktan sonra, genel anlamda bir takımın başarı modeline bakalım. Özel olarak futboldan söz ettiğime göre; bir futbol takımının başarısını nasıl algıladığımdan söz edeyim. Benim açımdan bir takımın başarısı, bir sezondan bir sonrakine hangi üstünlükleri aktardığı ve yaşanan sezondan geleceğe aktaracağı hangi farklılıkları yarattığı ile ilgilidir. Eğer bir sezonla diğeri arasındaki başlıca farklılıklar, teknik direktörün veya bazı oyuncuların değişmesi, ismi bilinen bazı yeni oyuncuların satın alınması veya takımın sıralamadaki yeri olarak kalırsa; o takım, o sezon şampiyon olsa da başarılı sayılmaz. Bir takımı bir sezonda başarılı olarak kabul etmek için, takımın o zaman dilimi içinde neler biriktirdiğini gözlemek gerekir.

Her futbol takımı, başarı – tanınırlık – görünürlük kriterine bakılmaksızın (ünlü veya silik veya lider ama kesinlikle) bir markadır. Ama bu markaların pek çoğundan, çok yakındakiler dışında pek kimsenin haberi olmaz. Bence bir futbol takımının bir sezonda elde edebileceği en önemli başarı, marka değerini yükseltmek olabilir.

Bir markanın temel unsurları güven, önemsenme, heyecan ve ilham verici olma ve bu markaya ait bazı temel - özel değerlerdir. Bu bağlamda bir futbol takımı, öncelikle kendi sevenlerine “Siz, bana güvenebilirsiniz” mesajı vermelidir. O takımın taraftarları bilmelidir ki; takımın oyuncuları, teknik kadrosu ve yönetimi o güveni korumak ve geliştirmek için topyekûn üstün performans gösterecektir. Başarısız olsalar bile; bunda kayıtsızlık, ilgisizlik, ciddiyetsizlik ve atalet rol oynamayacaktır.

Bir futbol takımı sezondaki sıralama başarısının ötesinde; sevenlerine heyecan ve ilham vermelidir. Dünyanın marka olarak ünlü (ama her zaman şampiyon olmayabilen) futbol takımlarına bakıldığında, sözünü ettiğim heyecan ve ilham verici unsurların mevcudiyeti görülecektir.

Bu sezon sürünenleri oynayan Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe gibi futbol kulüplerini yakından izlemek lazım. Bu takımların yaşadığı olumsuz süreçlerin futbol dünyasına öğreteceği önemli dersler var. Keza bugün ligin üst sıralarında olan takımların bu pozisyonlarını sadece sportif başarı ile mi elde ettiklerini de soruşturmak gerekir. Size ilginç sonuçlar elde edebileceğiniz bir öneri… Bu sezon ya da son birkaç sezonda en çok kırmızı ve sarı kart gören takımları (dolayısıyla kentleri) sıraya dizin. Bakalım nasıl bir manzara göreceksiniz? Sizce en az cezalandırılan takımlar hangileri olabilir? Hangi takımlar ilginç bir biçimde en çok ceza almışlar? Cezaların nedeni sadece oyuncuların olumsuz ve sert davranışları mı yoksa hakem tercihlerinde sıkıntılar mı görünüyor?

Son olarak; bir futbol takımın onu marka yapacak temel değerleri olmalıdır. Öncelikle bir takım, yönetim – altyapısal gelişme – kaynak yaratma – bütçeleme – denetim – sportif yarışma – sosyal sorumluluk gibi alanlarda kaliteli, sorumlu, güven verici, yenilikçi ve önemseyici olmalıdır. Bunların üzerine kurulmamış sportif başarı, sezonluk olmaktan öteye gidemez. Ülkenin, toplumun ve kamusal yönetimlerin olumsuz özellikleri adeta futbolun yüzüne yansımış gibi – iç karartıcı…


Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook'ta izle
Twitter'da izle

16 Aralık 2010 Perşembe

Peppers, Rogers ve Hachiko

Peppers, Rogers ve Hachiko

Gürcan Banger

Don Peppers ve Martha Rogers’ın iş dünyasına tanıttıkları birebir pazarlama konusunda bir makale okurken (biraz da gecikmiş olarak) tanıştım Hachiko ile. Makalede 1999 yılında Stockholm Üniversitesi’nde yapılmış bir konferanstan söz ediliyordu: “21’nci Yüzyılda İş Dünyasında Meydan Okumalar – Küresel Ekonomik ve Finansal Krizlerin Şafağında Japonya ve İsveç İş İlişkileri”.

“Birebir Pazarlama – Olgunlaşmış Tüketici Piyasalarında Müşteri Sadakati Kazanmanın Bir Yolu” başlığına sahip makale şu cümlelerle başlıyordu: “Müşteri ilişkilerini algılamak ve yönetmek için değişik kavramlar var. Bu makalede birebir pazarlama kavramı ve tüketici piyasalarında müşteri sadakatine yansımaları ele alınıyor.”

Bu giriş cümlesinin ardından beni hızlı bir araştırmaya sevk eden şu satırlar yer almaktaydı: “Tokyo’da Shibuya İstasyonu’nun yanında bir köpeğin çok bilinen heykeli var. Her gün istasyonda efendisini bekleyen köpek Chuken Hachiko. Bu köpek, efendisi ölmesine rağmen 10 yıl boyunca her gün onu beklemek üzere istasyona gelmeye devam etti. […] Hachiko böyle davranması için herhangi bir eğitim almamıştı ya da ceza esaslı zorlamaya uğramamıştı. Bu başka bir şeydi. Belki de köpek ona saygı ile davranan efendisine sadık olmak istemişti. Yoksa bir günlük alışkanlık mıydı bu? Her ne olursa olsun; köpek aynı yere gelip beklemeyi bir saat hassasiyetinde yapmayı seçmişti.”

İngilizce makale böyle devam ediyordu. Daha ilk satırlardan itibaren Chuken Hachiko aklıma takıldı. Makaleyi okumayı daha sonra tamamlamak üzere anılan bu köpek konusunda bir araştırma yaptım. Fark ettim ki; bir hayvansever olarak kabul edilebileceğim halde Hachiko’nun öyküsünü öğrenmekte biraz gecikmiştim. Yaşam çevremiz sadece insanlardan oluşmuyor. Bu çevrede var olan diğer canlıların önemi, değeri ve anlamını ifade etmesi açısından (beni duygusal olarak çok etkileyen) Hachiko’nun hikâyesini özetlemek istiyorum.

Hachiko
Hachiko, 10 Kasım 1923’te Japonya’nın Akita Bölgesi’nde Odate kenti yakınlarında bir çiftlikte doğmuş. Akita Inu cinsi erkek bir köpek. Adının önüne eklenen Chuken sözcüğü “sadık” anlamına geliyor. Hachiko ismi ise doğum sırası olan sekiz rakamını gösteren Japonca “hachi (sekiz)” sözcüğünden geliyor. “ko” eki ise prens veya dük anlamında. “Sekizinci Prens” gibi bir şey.

Hachiko’nun birlikte anıldığı Hidesaburo Ueno, Tokyo Üniversitesi’nde tarım bölümünde dersler veren bir profesör. Prof. Ueno, Hachiko’yu 1924 yılında daha küçük bir yavru iken yanına almış. Hachiko, profesörü akşamları üniversite dönüşünde Shibuya İstasyonu’nda karşılarmış ve ikili birlikte eve dönerlermiş. Bu olağan 1925 Mayısına kadar sürmüş. Bu tarihte Prof. Ueno Tokyo’da geçirdiği bir rahtsızlıktan (beyin kanamasından) ölmesi nedeniyle evine dönememiş. Ama Hachiko profesörün ölümünden sonraki dokuz yıl boyunca da onu tren istasyonunda beklemeye devam etmiş.

Profesörün ölümünden sonra Hachiko evden uzaklaştırıldıysa da; her seferinde konulduğu yerden kaçmış ve eski sahibinin evine gelmiş. Zamanla profesörün artık o evde yaşamadığını anlayınca ona eşlik ettiği tren istasyonuna gitmeye başlamış. Her akşam sahibinin gelişini beklemiş. Aynı istasyonu kullanan ve profesörle Hachiko’Yu tanıyan insanlar köpeğe yiyecek verir olmuşlar.

Hachiko’yu istasyonda gören Prof. Ueno’nun öğrencilerinden birisi köpeği izleyerek profesörün eski bahçıvanı Kobayashi’nin evine ulaşmış. Ondan Hachiko’nun öyküsünü öğrenmiş. Daha sonra Hachiko’nun üyesi olduğu Akita soyu köpekler üzerine bir belgeleme çalışması yapmış. Değişik ortamlarda yayınlanan makaleleri hem Hachiko’yu hem de Akita soyu köpekleri Japonya kamuoyunun gündemine taşımış. 1934 Nisanında Shibuya İstasyonu’nun hemen yanına sadakatin simgesi olarak Hachiko’nun bronzdan bir heykeli konmuş. Hachiko, 12 yaşında iken 8 Mart 1935’te Shibuya’da bir caddede ölü olarak bulunmuş. Bedenin kalan parçalar bir araya getirilmiş; doldurularak Tokyo’da Ueno’daki Ulusal Bilim Müzesi’nde sergilenmeye başlanmış.

Sözünü ettiğim bronz heykelde ayrı olarak bir başkası Hachiko’nun doğduğu kent olan Odate’de istasyonda bulunuyor. Her yıl 8 Nisan’da onun anısına Tokyo’nun Shibuya İstasyonu’nda tören yapılıyor. Çok sayıda hayvansever, onu ve sadakatini anmak için burada buluşuyorlar. Ayrıca 1987’de ve 2009’da onun öyküsünü anlatan iki ayrı film çevrilmiş. 1987’de Seijiro Koyama’nın yönetimi ile çevrilen filmin adı “Hachiko’nun Öyküsü (Hachiko Monogatari)”. Ünlü oyuncu Richard Gere’in rol aldığı 2009’da çevrilen “Hachi: Bir Köpeğin Öyküsü (Hachi: A Dog’s Tale)” ise Lasse Hallström tarafından yönetilmiş. Bu filmi İnternet ortamında bulmak mümkün. Belki DVD/CD film sağlayan dükkânlarda da kiralık olarak bulunabilir. Diğer yandan Hachiko’nun öyküsünü anlatan kitap ve küçük romanlar da mevcut.

Hachiko’nun duygulu ve ders veren öyküsünü öğrenmem (pazarlama ve müşteri memnuniyeti gibi) çok farklı bir nedenle başladı. Ama benim çıkardığım sonuçlar dostluğun ve arkadaşlığın değeri ile yaşam çevremizde yer alan diğer canlıların bizim yaşamımıza kattığı anlam oldu. Paylaşmak istedim.

İstihdam Fuarı: Ayrıntılar

İstihdam Fuarı: Ayrıntılar

Gürcan Banger

Geçtiğimiz Salı günkü köşe yazımda işsizlik konuları ile istihdam fuarı ihtiyacından söz etmiştim. Bugün (bu yönlü bana gelen taleplerin de yönlendirmesiyle) özellikle istihdam fuarının bazı ayrıntılarına değinmek istiyorum. Bu fuar, Türkiye’de az sayıdaki bazı il ve ilçelerde yapılmış olmasına rağmen konseptin bir açılmaya ve çeşitlendirilmeye ihtiyacı var.

Ana Fikir
İstihdam fuarının ana fikri, yüksek okullaşma oranı, iki üniversitesi ve gelişmiş sosyal yaşam koşullarına rağmen henüz işsizlik sorunları yaşamaya devam eden kentimizin bu alandaki sorunlarına çözüm getirmeye katkı yapacak bir faaliyet gerçekleştirilmesi… Her yıl üniversitelerimiz ilimizden veya başka yerleşimlerden gelen genç insanlara yüksek öğrenim vererek ekonomik yaşamın kapısına bırakıyor. Ne yazık ki; bu nitelikli insanlar ya öğrencilikten işsiz vatandaşlığa terfi ediyorlar ya da kendi alanlarıyla hiç ilgili olmayan bir işte geçim sağlamaya çalışıyorlar.

Eğitim görmüş kişi ile ihtiyaç duyulan iş pozisyonu arasındaki buluşmanın olmayışında sayısız neden öngörebiliriz. Bunların ciddi bir bölümünün karşılıklı bilgilenme eksikliğinden kaynakladığına kuşku yok. Bu nedenle işgücü ile iş dünyasının uygun bir ortamda buluşmaları gerekiyor. Bu ortamda iş dünyası kendi ihtiyaçlarını anlatırken, iş arayan kişiler de kendi özelliklerini ortaya koyacaklar. Eğer iki taraf arasında bir uyuşma olmuyorsa, işgücünün ne türde geliştirilmesi ve iyileştirilmesi gerektiği ortaya çıkacak.

Amaç
Bir proje mantığında bakarsak; istihdam fuarı gibi bir faaliyetin amacını şöyle tanımlayabiliriz: İş dünyasındaki değişik kurum ve kuruluşlarla kişilerin aynı ortamda eklemlenmesinden yaratılacak iletişim ile işgücü piyasasının iyileşmesini ve teşvik edilmesini sağlamak… Özetle; işgücü talep ve arzını karşılıklı yararlar sağlayacak biçimde bir araya getirmek…

İstihdam fuarı; öncelikle işgücü pazarında değişik tarafları bir araya getirerek ulusal, bölgesel ve yerel istihdam endekslerinin güçlenmesini sağlar. Bu tür ortamlardan işsizler veya daha nitelikli iş arayanlar arzu ettiklerini bulurken işverenler daha nitelikli insan kaynağı ile donanmış olurlar. Diğer yandan bu tür fuarlardan meslek okulları ile üniversitelerin çıkaracağı dersler de var. Bu ortamdaki iletişim, her düzeydeki okulların programlarını, ders içeriklerini ve staj / proje / tez türü uygulamalarını ekonominin ihtiyaçlarına uygun hale getirmek için veri edinmelerini sağlar.

Kimler Bulunmalı?
Böyle bir fuarın katılımcıları arasında öncelikle sanayi, ticaret, hizmetler ve ekstansif tarım gibi sektörlerin firmaları (standlar) açarak yer alacaklardır. İkincisi; iş dünyasının meslek örgütleri olan sanayi, ticaret, borsa ve mühendislik-mimarlık meslek kuruluşları, iş dünyasının sivil toplum kuruluşları ile teknopark türünde organizasyonlar bulunmalıdır. Üçüncüsü; üniversitelerin mutlaka yer alması gerekirken mesleki eğitim veren okullar ile eğitim – danışmanlık kuruluşlarının bulunması yararlı olacaktır. Dördüncü olarak Valilik ve ilgili müdürlükleri, yerel yönetimler, İş-Kur ve benzeri kuruluşları vazgeçilmez katılımcı saymak gerekir. Son olarak; kuşkusuz biçimde işsizler, daha nitelikli iş arayanlar, kısmi zamanlı işini geliştirmek isteyen kişiler bu ortamın paydaşlarıdır.

Böyle bir fuar düzenlemesi, fuarcılık konusunda uzmanlaşmış bir organizasyon tarafından düzenlenebilir. Bu olmadığı durumda ortak bir koordinasyon ile fiziksel ortam yaratılabilir. Bu ortamlar için uygun alanlar kentin üniversiteleridir. Örneğin Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesi birer veya ikişer yıllık periyotlar halinde bu fuarın düzenlenmesi ile görevlenebilirler. Her iki üniversitenin kampüsleri böyle bir fuarın geç bahar aylarında yapılması için son derece uygundur. İş bulmanın yaşamsal önemi düşünüldüğünde böyle bir etkinliğin örneğin bir bahar şenliğinden çok daha anlamlı olduğu, gerekirse üniversite bahar şenliği ile istihdam fuarının birleştirilebileceği öngörülebilir.

Türkiye’de müşteri segmenti olarak üniversite öğrencilerini seçmiş çok sayıda şirket var. Bunlar arasında GSM servis sağlayıcılar, bilgisayar donanım ve yazılım firmaları, teknoloji ve teknolojik ürün satıcıları, bireysel müşteri arayışı olan bankalar, hazır giyim şirketleri, hazır gıda (fast food) işletmeleri ve benzerleri bir çırpıda sayılabilir. Bu ve benzeri firmaların neredeyse tümünün böyle bir etkinlikte sponsor olarak yer almasının sağlanabilir.

Diğer Konular
Bir gazete köşe yazısının sınırları aştığından istihdam fuarının metodolojisi, planlanması, yürütülmesi ve sonuçlarının izlenip değerlendirilmesi konularına girmeyeceğim. Bu konuda çalışma yapacak heyet, hiç kuşkusuz bu konularda bir iş planı yapacak, örgütlenme oluşturacak, bütçe hazırlayacak ve tanıtım gibi gerekli diğer çalışmaları eklemleyecektir.

Kent ekonomisinde yer alan işletmelerin istihdam dünyasından, yüksek öğrenim kuruluşlarından, eğitim – danışmanlık firmalarından ve en önemlisi çalışan adaylarından beklentileri var. Okulda alınan eğitim çoğu zaman, günün sert rekabet şartlarında işletmeler için yeterli bulunmuyor. Diğer yandan çalışan adayları da daha kurumsal özellikleri olan işletmelerde çalışmayı istiyorlar. Diğer yandan kent yöneticileri nüfusun eğitimli olmasından söz ederken, bu sıkıntıların yeterince farkında değil gibiler…

Bir kentin nüfusunun yüksek oranda eğitimli olması yeterli değil. Eğitimin yanında o yerleşimin istihdam özelliklerine de bakmak lazım. İş bulamadıktan sonra nüfusun tamamı doktoralı olsa neye yarar?

14 Aralık 2010 Salı

Karın Hatırlattıkları

Karın Hatırlattıkları

Gürcan Banger

Bir çanak ya da tabak şeklinde konumlanmış büyükçe bir kentte yaşıyorsanız ve bu yerleşim kışın kar yağışı alma özelliğine sahipse şu nokta dikkatinizi çekmiş olmalı. Kent içinde kar yağışı, kent dışına göre daha az oluyor. Bunun basit bir nedeni var. Kent yerleşimi bir ısınma bölgesi yaratıp ya karın yağmura dönüşmesine ya da yağışı sağlayacak bulutların dağılmasına neden oluyor. Böylece kent çevresinde bol miktarda kar yağışı görülebilirken kent içinde farklı bir iklim oluşuyor.

Bu gözlemin altında bazı ilginç nedenler var. Kentlerde su ve enerji ihtiyacı biteviye artarken tüketim eğrisi de yükselmeye neden oluyor. Yapılan istatistikler CO2 (karbon dioksit) emisyonunun yüzde 80’inin kentlerde oluştuğunu gösteriyor. Bu da kent yerleşimlerinin ısınmakta olduğunu ve yağışı engelleyebilecek bir iklim durumu yarattığını doğruluyor.

Kentteki CO2 emisyonunun büyük bölümü kömür ve petrol gibi fosil yakıtlardan oluşuyor. Bunun devam etmesinin çok da uzak olmayan gelecekte tehdidin ve tehlikenin boyutlarının fazlasıyla artacağına dair işaretler veriyor. Örneğin uzmanlar 2030 (yaklaşık 20 yıl sonra) gibi tarihte küresel ısınmaya neden olan sera gazlarının mevcudiyetinin ve etkisinin iki katına çıkacağını ifade ediyorlar.

Dünyanın giderek kendi kendine yok etme noktasına yaklaşmasının geçmişte oluşmaya başlamış tüketim kültürüyle yakından ilgisi var. “Her şey daha fazla üretim” mantığıyla başlayıp “Ne pahasına olursa olsun daha fazla tüketim” noktasına getirilen dünya, artık kirletileni arıtmakta, yok olanı tekrar yerine koymakta başarılı olamıyor. Aşırı üretim ve tüketim hırsı, yaşamamızı sağlayan bir çevrenin olduğunu, yaptıklarımızla içinde yer aldığımız yaşam çevresini yok ettiğimizi algılamamız açısından engeller teşkil ediyor. Hâlbuki çevre, insanlara ait değil; insanlar doğal yaşam çevresinin bir parçasıdır. Bu ortak yok edildiğinde “kutsal” veya “öncelikli” kabul edilen insanın da sürekliliği tehlikeye giriyor.

Bir zamanlar değersiz malları anlatmak için su ve hava örnek olarak verilirdi. 20’nci yüzyılın sonuna doğru bu değersiz sayılan şeylerin de dünyanın vazgeçilmez kaynaklarından olduğu anlaşılabildi. Şimdi iyi biliyoruz ki; dünya kaynakları sınırsız değil. Dolayısıyla sadece daha fazla tüketmek adına üretme anlayışı geçerli olmamalı. Ekonomik etkinliklerin ihtiyaçları giderme dışında sosyal sorumluluk boyutu da bulunmak zorunda.

Bu anlayış, yerleşimlere daha farklı bakmamızı sağladı. Tükenen dünya kaynakları; yerleşimler için sürdürülebilir kent, yeşil kentleşme ve eko-kent gibi yeni kavramlar üretmemize vesile oldu. Yerleşimleri ilgilendiren bu kavramlarla toprak, su ve hava gibi doğal kaynakların daha dikkatli kullanıldığı bir anlayışı ifade etmeye çalışıyoruz. Bu nedenle kentlerde yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını öne çıkarma gayretindeyiz. Atıkların ve sera etkisi yapan gazların azaltılması için farkındalık yaratıp önlemler almaya çalışıyoruz.

Diğer yandan yaşanabilir ve sürdürülebilir bir kent sadece bu söylemin dillendirilmesi ile olmuyor. Bir kentin sanayisinden ticaretine kadar ekonomisi de böyle bir kentin oluşumu için hazırlıklı ve donanımlı olmalı. Örneğin ekonomik işletmeler sadece daha fazla kirlilik üretmenin önüne geçerken diğer yandan ekolojik ürünlerin üretilmesinde daha fazla yer almalılar. Özetle; sürdürülebilir sağlıklı kent sadece yeşil parklar yapıp heykeller dikmekle olmuyor; kentin tümüyle bu anlayışa angaje olup kendini dönüştürmesi gerekiyor.

Günümüzde her kent yöneticisi, o yerleşimin toprak, su, hava ve enerji kullanımında ortak vizyonun parçası olmak zorundadır. Her yerel yöneticinin ‘kafasına göre takıldığı’ bir yerleşimin sağlıklı, sürdürülebilir ve ekolojik olma şansı yüksek olmayacaktır.

Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook'ta izle
Twitter'da izle

İstihdam Fuarı

İstihdam Fuarı

Gürcan Banger

Geçtiğimiz Pazar günü yaygın basının gazetelerinden birisinde dikkatimi çeken haberlerden birisi ekonomik büyüme ilgiliydi. Haberde hükümetin ilgili bakanları ekonomik büyümenin yükselen oranlarından söz ederek hizmetlerini övmekteydiler. Bu yazıyı kaleme almadan az önce sanayi konusunda uzman arkadaşlarıma “Siz söylenen büyümeyi sanayide gözlüyor musunuz?” diye bir soru yönelttim. “Evet; gerçekten sanayide önemli hareketlenmeler var” şeklinde bir cevap alamadım. Genelde ağır aksak yürüyüşün devam ettiğini söylediler.

Ekonomi Büyüyor mu?
İster hükümetin dediği gibi ekonomi büyüyor ister ağır aksak yürüyor olsun; hâlâ ciddi bir işsizlik sorunu olduğu gün gibi ortada. Bir yandan yeterli hızda büyüyemeyen ekonomi istihdam alanları yaratamazken, diğer yandan ülke nüfusu hızla büyümeye devam ediyor. Bir başka olumsuz gelişme ise ekonominin istihdamsız büyüme gibi sosyal adalet ve gelir adaleti açılarından tehlikeli durumlar yaratıyor olması…

Nüfusun büyük kısmının (işsizlerin, yoksulların) harcayacak geliri olmazsa, ekonomik büyümenin vatandaşa ne yararı olabilir? Ekonomi büyümeli ama vatandaşın da gelir elde edeceği işi olmalı. Bunun da yolu istihdam yaratmaktan geçiyor.

İstihdamı dikkate almayan büyüme modelleri, gelişmiş ülkelerde çok daha yaygın. Verimlilik ve maliyet düşürme adına durmaksızın çalışanı ve gelir dağılımını dikkate almayan büyüme yaklaşımları geliştiriliyor.

İşsizlik
Ülkemizdeki durum ise gelişmiş ülkelerden daha iyi değil. Resmî istatistiklerle bile yüzde 10’un altına düşmeyen işsizlik oranı bir sorun olmaya ediyor. Sürekli işsizlik ise kalıcı yoksulluğun dönüşmenin araçlarından birisi olarak görünüyor.

Ne yazık ki; işsizliğin merkezî anlamda çözülmesini sağlayacak etkin makro politikalar üretilemiyor. İktidarın “Her işletme bir işçi alsa işsizlik çözülür” gibi uygulanması mümkün olmayan yönelmesinin altında da bu makro politika yetersizliği yer alıyor. Buna işletmelerin verimlilik ve kârlılık adına daha az işçi ile çalışma yönelimi de eklenince işsizlik, süreğen bir sorun olarak karşımızda durmaya devam ediyor.

İşsizlik konusunun çözümünde bölgesel veya yerel alana indiğimizde; yerel yönetimlerin çözüm çabalarını izliyoruz. Ama bu çözümlerde niteliksiz işgücünü kurslarla beceri sahibi yapmayı hedeflemekten öteye geçmiyor. Bu tür eğitim faaliyetlerine dâhil olmuş vatandaşların ancak pek azı, gerçek anlamda bir iş ve gelir sahibi olabiliyorlar. Dolayısıyla yerel düzeyde de istihdama ve işsizliğin azaltılmasına yönelik çok daha etkin politikalara ihtiyaç var.

Mevcut iktidardan yana ya da karşısında olun; işsizliğin azaltılması için her düzeyde yapılması gereken çalışmalar var. Diğer yandan işsizliğin okumuş genç insanlar arasında da hayli yaygın olduğunu dikkate aldığımızda; sorunun büyüklüğü bir kez daha karşımıza çıkıyor. Bir başka deyişle istihdam artıcı çalışmaları sadece düşük eğitim ve beceri düzeyindeki insanlar için değil; aynı zamanda üniversite veya yüksek okul bitirmiş vatandaşlar içinde öngörmek zorundayız.

İstihdam Fuarı
Özellikle eğitimli vatandaşların iş olanaklarını geliştirmenin araçlarından birisi “istihdam fuarları” olarak değişik ülke ve yerleşimlerde uygulanıyor. Yüksek düzeyde okullaşma oranı ve iki üniversitesi olan Eskişehir de bu tür fuarların periyodik olarak açılmasına son derece uygun bir kenttir.

Böyle bir fuarda bir yandan sanayi ve ticaret firmaları kendi tanıtımlarını yaparken diğer yandan da iş arayan eğitimli insanlar firmalarla (işletmelerin insan kaynakları birimleri ile) buluşabilecek, kendilerini tanıtacak ve özgeçmişlerini firma veri tabanına girmesini sağlayacaklardır. Böylece iş sahibi ile nitelikli işgücünü yeni türden bir pazar alanında bir araya getirmek mümkün olacaktır.

Eskişehir İstihdam Fuarı’nın uygulayıcısının (her yıl biri olmak üzere) kent üniversitelerinin olması uygun bir seçenek olarak görünüyor. Örneğin birinci istihdam fuarı 2011 için Anadolu Üniversitesi tarafından yapılabilir. İkincisi tercihe göre bir ya da iki yıl sonra Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde yapılabilir. Böylece bir ya da iki yılda bir tekrarlanan bir geleneksel fuar oluşturulmuş olur.

Böyle bir fuar için ülkenin (özellikle öğrencilere mal ve hizmet pazarlayan) büyük şirketleri sponsor olmayı kabul edeceklerdir. Diğer yandan kent bazında Eskişehir Valiliği, Büyükşehir Belediyesi, merkez ilçe belediyeleri, İş-Kur, ETO ve ESO gibi meslek kuruluşları ve özel şirketler de böyle bir hizmete destek ve katkı sağlayabilirler.

Her zaman Eskişehir’in yüksek eğitim düzeyine sahip genç insan nüfusu ile övünüyoruz. Ama bu durum yeterli değil. Eğitimi istihdam ile eklemlemek zorundayız. Övünç kaynaklarımız arasına istihdamda da yüksek oranlara sahip olduğumuz konusunu eklemeliyiz. Eskişehir İstihdam Fuarı bunun araçlarından birisi olarak kullanılabilir.

Duygu Güncesi *** YENi ***
Facebook'ta izle
Twitter'da izle