27 Ekim 2010 Çarşamba

İşletmede Liderlik

İşletmede Liderlik

Gürcan Banger

Bir kuruluşun varlığını sürdürebilmesi için binalar, donanım gibi somut varlıkları ile yetenekler, deneyim ve fikri mülkiyet gibi soyut varlıkların mevcudiyeti önemlidir. Bir kuruluşu başarılı ufuklara taşıyanlar arasında onun insan varlığı ise çok ayrı bir değere sahiptir.

Bir kuruluşun insan yapısına bakarak bize ilginç gelecek gözlemler yapabiliriz. Masa başında sessiz sedasız işini yapmak için tasarlanmış gibi çalışan kişiler vardır. Onların varlığı ancak olmadıklarında ve sessiz sedasız yaptıkları görevlerin yerine gelmediğinde anlaşılır. Bu tür kişiler bize başarılı bir çalışma için çok hareketli ve yüksek sesli olmak gerekmediğini kanıtlarlar.

Diğer yandan kuruluşların süper kahramanları vardır. Bunlar hareketlidirler. Her işe koşarlar. Mütevazı bir eda ile her görevi kabul ederek ellerinden gelen en yüksek verimde sonuç almaya çalışırlar. Kimi zaman diğer çalışanların, bu tür insanlarla “Çalış Osman, çiftlik senin” diye takıldıkları olur. Çoğu zaman bu türden insanlar da çalıştıkça daha başarılı görünecekleri katine sahiptir.

Futbol izlemeye meraklı olanlar, bazı takımlarda bu tür oyuncular olduğunu bilirler. Hücum alanından kaleye kadar her pozisyonda görev alabilecek bu sporcular, yetenek ve deneyimleri ile takım oyununun açıklarını kapatmakta başarılıdırlar.

Takım oyunu sayabileceğimiz spor türlerinde birlikte çalışmaya yatkınlık önemlidir. İnsanlarla olumlu ilişkiler gerektirir. Katılım ve paylaşım, böyle bir ortamda kişilik özellikleri açısından vazgeçilmez önemdedir. Hatta (türü ne olursa olsun) böyle bir takım oyununda paylaşımın, sinerji yaratma özelliği olduğunu söyleyebiliriz.

Ekonomik işletmelerde yöneticilerin, böylesi takım oyunlarına yatkın olmasını bekleriz. Ama bir yöneticiden beklenen, sadece bu değildir. Yöneticilerin öncelikle gündemdeki işi doğru analiz etme konusunda yetkin olmaları istenir.

İyi yöneticiliğin bir diğer özelliği, görev ve fonksiyonları takımın diğer oyuncuları arasında doğru biçimde dağıtabilmektir. Pek çok durumda yöneticinin yetki, sorumluluk ve kullanılabilir kaynakları da diğerlerine aktararak delege edebilecek olgunluk ve yetkinlikte olması beklenir.

Bizim iş kültürümüz, bir işin nasıl ilerlediği konusunda ölçme ve izleme alışkanlıklarını içermez. Bir görevi bir başkasına delege etsek bile işin ilerleyiş sürecinde nelerin ölçüleceği, nelerin hangi sürelerde rapor edileceği ve işin nasıl izlenip denetleneceği konusunda bilinçli değiliz Bu nedenle ister yönetici olarak kendimiz yapalım ister delege ederek bir başkasının yapmasını sağlayalım; çoğu zaman olumlu veya olumsuz sonuçlar bizim için sürpriz niteliğindedir.

Bir iş ile ilgili sürecin hiç kuşkusuz önemli aşamalarından birisi, işin sentezlenmesidir. Bu aşama, bir boz-yap gibi parçaların doğru biçimde bir araya getirilmesi konusunda yetkinlik ve deneyim gerektirir. Mevcut olmayanın, elde olan kaynak ve araçlar ile sentez edilmesi hiç kuşkusuz yaratıcılık, buluşçuluk ve yenilikçilik becerileri ilgilidir.

Yukarıda sözünü ettiğim türde yetkinlik ve becerileri olan kişilerin, yönetim hiyerarşisi içinde hızla yükselmeleri beklenir. Ama bu, her kuruluşta görebildiğimiz bir durum değildir. Eğer liyakat ki buna meritokrasi de diyoruz; bir sistem olarak yerleşik değilse, çalışan ve yöneticilerin yükselmesinde başka faktörler etkili olur. Bir işletmenin nitelikli insan potansiyelini hızla yitirmesinde, orada liyakate dayalı yükselme felsefesinin yerleşmemiş olması ciddi anlamda rol oynar.

Türü ne olursa olsun; her kuruluşta şu iki noktayı önemsemek gerekir. Birincisi; o kuruluşun insan zenginliğini oluşturan bireyler, öncelikle ve vazgeçilmez biçimde kendilerini geliştirme konusunda istekli ve girişimci olmalıdırlar. Çağdaş işletmeler, kendini geliştirmek istemeyenlere kapalıdır.

Diğer yandan bulunduğu alanda ayakta kalabilmek ve sürekliliğini sağlamak isteyen kuruluş (örneğin ekonomik işletme), insan yapısının gelişmesini sağlayacak imkânları yaratmak zorundadır. Çağımızda eğitim okul temelli olmaktan çıkmış, yaşamın tamamına yayılması gereken bir kurum haline gelmiştir. Bu nedenle yaşadığımız dönemi, Bilgi Çağı olarak isimlendiriyoruz.

Bir kuruluşun her varlığı doğru değerlendirildiğinde kuruluşun amaçları doğrultusunda katkılar sağlar. Bunlar arasında kuruluşun insan varlığının seçkin bir yeri var. Olmaya da devam edecek…

Küreselleşme, Sermaye ve Devlet

Küreselleşme, Sermaye ve Devlet

Gürcan Banger

Küreselleşme sürecinde; aralarında Asyalı yatırımcıların da sayısının artmakta olduğu bir küresel sermaye sınıfı son 50 yılda oluştu. Küresel burjuvazi adını verebileceğimiz bu yeni olgu, bir yandan neo-liberal politikalardan beslenirken, diğer yandan da küresel güç ve yönetim merkezlerini ve neo-liberalizmin tarzını etkileyerek kendi lehine yeni bir yaklaşım oluşmasına vesile oluyor. Bu süreçte büyük veya küçük ayırımı yapmaksızın; devletlerin hiçbiri, bu yayılımın ve güç alanının etkinleşmesine karşı duramıyor. Artık küresel sermaye sınıfının sorunu, tüm ulusal ekonomilerin sorunu olarak ortaya çıkıyor. Küresel kriz olduğunu düşündüğümüz küresel olayların, genelde bu sınıftan kaynaklandığını öğrenmeye başladık.

Başta az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere baktığımızda; bu yeni sınıfın çıkarlarının korunması görevinin, bir dönüşüme uğraması için çaba sarf edilen ulus-devlete verildiğini görüyoruz. Bu dönüşümde aygıt görevi yapacak belli başlı örgütlerin ise IMF ve Dünya Bankası olduğu gözleniyor. Her iki kurumun da aynılaşan ve küresel burjuvazinin çıkarları ile paralellik gösteren vizyon ve anlayışları bu tezi doğrular gibi.

Küresel sermayenin devlet mekanizmasından beklentileri nelerdir? Mülkiyetin korunması, ulusal ekonomiye giriş-çıkış serbestliği, ülke kaynaklarının sıkıntısız kullanımı, ekonomik ve sosyal ilişkileri kolaylaştıracak biçimde hukukun üstünlüğü, siyasal ve ekonomik istikrar, ucuz üretim kaynakları ve benzerleri… Bunların olabilmesi için devletin bu anlayışa uygun olarak dönüşmesi gerekiyor. Aslında içeride yönetim modelinin ne olduğunun fazlaca önemi de yok. Dolayısıyla ulus-devlet, kendi meşruiyet ve yönetim anlayışı açısından bu anlamda içeride rahatını bozmayabilir. Önemli olan, dış dinamiklerin ihtiyaç, beklenti ve isteklerine açık ve cevap verebilir olabilmesi. Eh, bir anlamda dış müşteri memnuniyeti… Ve tabii ki; küresel sermayenin konuşlandığı ülkelerde varlık ve durumunun korunması da yeni türden fonksiyonların başında yer alıyor.

Bir de; devletin dönüşümüne bakalım. İlk elde, ekonomideki üretim ve dağıtım sisteminin piyasaya bırakılması geliyor. Bazı yazarlar bu çerçevede oluşmuş devlet modelini özel çıkarlar devleti olarak isimlendiriyor.

Değişimin ikinci unsuru ise ihracata dayalı bir kalkınma modeline yönelerek pazar esaslı yeni sistemle bütünleşmek. Ama ihracatın bir de arka yüzü var. Sınırlarını geçirgen tutarak ihracata yöneldiğin zaman, aynı anda sınırsız ithalat için de kapıları açmış oluyorsun. Dolayısıyla daha fazla dış satım için daha fazla dış alım gerekiyor.

Üçüncü unsur, özelleştirme mekanizmasıdır. Çoğu zaman minimal devlet şeklinde anlatılan bu yaklaşım, üretken ekonomiye girmeyen ama ekonominin düzenlenmesi ve denetlenmesi görevini taşımaya devam eden devlet anlayışıdır. Bu çerçevede devletin asli görevi, üretim ve dağıtım mekanizmalarından vazgeçerek küresel yapı ile bütünleşmiş ekonomik sistemi koruma ve kollama biçimine dönüşür.

Diğer yandan; devlet ekonomik bir aktör olmaktan geri çekilirken; sağlık, eğitim veya çevre gibi alanları da serbestleştirir. Bu kamusal alanlar, başta küresel sermaye için olmak üzere yeni birer girişim alanı haline dönüşür.

Devletin değişim ve dönüşümünü ifade etmek üzere daha pek çok unsurdan söz edebiliriz. Burada vurgulanması gereken nokta şudur. Yeni gelişen küresel sermaye sınıfının beklentilerine uygun küresel ve ulusal piyasa ortamlarının oluşması için ulus-devletin sönümlenmesine gerek yoktur. Aksine küresel sermaye, (değişikliklere uğrayabilmesine rağmen) daha uzun süre var olacağı anlaşılan ulusal sınırlar içinde güven içinde olmayı ve servis yapılmayı bekler. Dolayısıyla değişime uğrayan ulus-devlet, piyasanın kurallarını küreselliğe paralel olarak belirlemek, yorumlamak, uyarlamak ve uygulamak görevi donanmıştır. Şimdilik başlıca fark, refah devletinin reytinginin düşmesiyle birlikte bir ekonomik aktör olmaktan vazgeçmesidir.

2008 Küresel Krizi ile birlikte yukarıda çizdiğim çerçeveye biraz aykırı sayılabilecek bir durum oluştu. Mortgage kaynaklı sıkıntılarla başlayan ve finansmanın denetimsiz türev enstrümanları ile güç bulan kriz, devamında devleti odak alan bazı önlemlerin alınmasına neden oldu. Hem ABD’de hem de Avrupa’da liberalleşme sürecine oranla devletin öne çıkmaya başladığı bu sürecin önümüzdeki birkaç yıl içinde etkili olmaya devam edebileceğini söylemek mümkün. Gelişmiş ülkelerde muhtemelen finans piyasalarının daha sıkı denetlendiği, bankacılık konusunda yeni tedbirlerin alındığı, devlet harcamalarının kısıldığı bir dönemi yaşayacağız. Ama bu durumun bir geçici rejim olacağı öngörüsünü yapmak mümkün. Kısa dönem sonunda küresel sermayenin geçici ürkekliği yerini yeni strateji ve taktiklere bırakacaktır. Şu an için ne geleceği görmek çok kolay değil. Ne küreselleşmenin devamında neler olacağı ne de küreselleşmenin bir sonunun olup olmadığı konularında…

Düşünsel Dünya Zayıf Olunca…

Düşünsel Dünya Zayıf Olunca…

Gürcan Banger

Bir ekonominin veya toplumun ya da o ülkedeki kurumsal yapıların durumunu tespit etmek için bakılması gereken unsurlardan birisi düşünsel gelişmişlik düzeyidir. Düşünsel düzey; bu çerçevede temel bilimlerden felsefeye, sanattan sivil toplum etkinliklerinin içeriğine kadar çok geniş bir ufku kapsar. Bir toplumun düşünsel gelişmişliğini ne kadar iyi okuyabilirsek, onun gelecekte alacağı durumu da o denli iyi belirlemiş oluruz. Bu noktada ilgili toplum için değerli ve önemli olan, o toplumun (onun aydınlarının) bu durum tespitini yaparak gerekli değişim ve dönüşüm vizyonunu oluşturabilmeleridir.

Gelişmiş ülkelerdeki düşünsel içeriği ve kurumsal yapıları izlediğimizde; ülke ve toplum olarak hayli eksikli olduğumuzu görüyoruz. Bu eksikliklerin ve zafiyetin oluşmasında dış dinamiklerin etkileri kadar siyasal iktidarların, kamunun mevzuat ve yapılarının ve toplumun dinamiklerinin zayıflığını izliyoruz. Siyasetin mevcut durumdan memnun olduğunu ve rant paylaşımı adına siyasetin iktidarı ele geçirmekten başkaca bir sorunu olmadığını düşünürsek; değişim ve gelişim konusunda görev alması gerekenler arasında sivil toplum hareketine ayrı bir yer düşüyor.

Toplumlarla ilgili kavramların, ele alındıkları çağa bağlı olarak anlam ve içerikleri değişebiliyor. Örneğin sıklıkla sözünü ettiğim (yazılarımı düzenli okuyanların iyiden iyiye aşina oldukları) sivil toplum böyle bir kavramdır. Aynı kavram kentlerin oluşmaya başladığı ve devletin ortaya çıktığı çağlardan başlayarak kullanılmasına rağmen örneğin Platon, Aristo, Jean Bodin, Hegel, Marx veya Gramsci gibi düşünürler tarafından farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bunlara Hobbes, Locke, Rousseau, Burke veya Fichte gibi değişik düşünürleri de ekleyebiliriz. Bu yazar ve düşünürlerin yaptıkları sivil toplum tanımlamaları da birbirinden farklı olmuştur. Bugün ise birden fazla tanım bulunmakla birlikte yaygın paylaşılmakta olanın, geçmiş tanımlamalardan hayli farklı olduğunu izliyoruz.

Bugün sivil toplum literatüründe yaygın olarak kullanılan tanımlardan birisi Stanford Üniversitesi Sosyoloji ve Siyasal Bilim Profesörü olan Larry Diamond’a aittir. Demokrasi çalışmaları konusunda seçkin bir akademisyen olan Diamond şöyle bir tanım veriyor: “Sivil toplum; örgütlü sosyal yaşamın gönüllü, kendi kendini üreten, kendi kendini destekleyen, devletten özerk olup bir yasal düzen veya ortak kurallarla bağlı alanıdır. Sivil toplu, özel yaşam ile devlet arasında duran aracı bir varlıktır.” Hiç kuşkusuz; sivil toplum gibi zaman içinde yeniden tanımlanma ihtiyacı ortaya çıkan bir diğer kavram da demokrasidir. Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan sivil toplum ve demokrasi kavramlarının birlikte değişim geçirmelerini olağan karşılamak gerekir.

Basit olarak tanımlarsak; demokrasi, halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimidir. Bir başka deyişle demokrasi, halkın kendi kendisini yönetmesidir. İlk çağların küçük kent devletlerinde yurttaşlar kent merkezinde bir meydanda toplanarak ortak meseleleri konuşur ve karara bağlarlarmış. O zamanın demokrasi tanımı böyle imiş. Herkesin kendi oyunu kullandığı bu modele doğrudan demokrasi adı veriliyor.

Ölçeği büyümüş ülke ve kentlerde bu yolu kullanmak mümkün olmadığından yurttaşlar, kendi görüşlerini temsil etmek üzere temsilciler seçmişler. Bu temsilciler (örneğin milletin vekilleri) halk adına karara ve yönetime katılmışlar. Böylece demokrasi kavramı, temsilcilerle kullanılan egemenlik biçimine dönüşmüş. Bugün bu anlayışa temsili demokrasi diyoruz. Günümüzde demokrasi dendiğinde çoğunlukla kast edilen, seçime odaklanmış temsili demokrasi anlayışıdır.

Çağımızda doğrudan demokrasi anlayışına dönme yönünde bir eğilim var. Ama fizikî koşullar şimdilik buna imkân vermiyor. Belki bilişim – iletişim ağlarının çok gelişmesi ile bulunduğumuz yerden egemenlik hakkını, yurttaş olarak herhangi bir konu hakkındaki oyumuzu doğrudan kullanabileceğimiz yeni bir dönem olacaktır. Ama kesin olan şu ki; demokrasi olarak adlandırılmaya alışılmış temsili demokrasi, bugün artık yurttaşları tatmin etmemektedir. Demokrasi kavramındaki çağdaş açılımların altında da temsili demokrasinin eksiklikleri ve halkoyunu yansıtmaktaki zafiyetleri vardır.

Günümüzde temsili demokrasinin kısıtlamalarını aşarak doğrudan demokrasiye yaklaşabilmek için katılımcı demokrasi, çoğulcu demokrasi ve yönetişim olmak üzere üç ayrı kavramdan söz ediyor ve bunları yaşamda gerçekleştirmek üzere yol ve yordamlar arıyoruz. Bu arayışların temelinde temsilciler aracılığı ile uygulanmaya çalışılan temsili demokrasinin, oy çokluğu nedeniyle belli bir grubun hegemonyasına dönüşmesi riski yüzündendir. Örneğin seçimlerde toplamın üçte biri kadar oy alan bir siyasal parti, iktidarın tamamına sahip olabilmekte ve böylece çoğunluktan kaynaklanan bir sosyal veya siyasal hegemonya oluşmaktadır.

Değişen demokrasi anlayışı; katılımcı demokrasi yaklaşımı ile toplumda var olan çeşitliliklerin yönetime ve kararlara yansımasını esas almaktadır. Bir yandan kararın üretilmesi için katılımın çoğaltılmasını hedeflerken, diğer yandan da tek doğru çözüm yerine birden fazla uygun ve doğru çözümün olabileceği fikrini içermektedir.

Kültürel ve siyasal çoğulculuk temalarını içeren çoğulcu demokrasi açılımı ise toplumda mevcut olan farklılıkların kendi varlıklarını sürdürebilme hukukunu ifade etmektedir. Son olarak yönetişim kavramı ile devletin ve toplumdaki diğer kişi ve kuruluşların etkileşimli bir yönetim anlayışı içinde olmaları anlatılmaktadır.

Bugün düşünsel dünyamızın ve günlük yaşamımızın temel sorunlarından birisi, siyasetin sosyal ve ekonomik yaşamın her alanını sömürgeleştirme çabası olarak görünüyor. Medya organlarında yer alan liberalleşme yaygaraları bizi yanıltmamalı. Liberalleşme görüntüsü altında rant paylaşımı adına sömürgeleştirme yaklaşımı farklı görünümler altında devam ediyor. En üzücü yanlardan birisi, değişimin taban suyunu oluşturması gereken sivil toplumun da bu rant paylaşımı çerçevesinde siyasetin dümen suyuna kolaylıkla girmesi…

Dünya, Ekonomi, Siyaset ve Değişim

Dünya, Ekonomi, Siyaset ve Değişim

Gürcan Banger

Günümüzde siyaset felsefesinin kendisini bilim ve teknolojideki gelişmelerden ayrık tutması mümkün değil. Bilimin çalışmaları sonucunda oluşan bir teknolojik gelişim daha sonraki zaman diliminde düşünsel ve uygulamalı alanlarda farklılıklar yaratabiliyor. Bunun örneklerini medya ve İnternet teknolojileri ile birlikte (az da olsa) yaşadık. “Az da olsa” diye ekliyorum çünkü bilişim ve iletişim teknolojilerinin diğer alanlara yapabilecekleri etkileri henüz yeterince gözlemedik. Sık söylenen biçimiyle bugüne kadar yaşadıklarımız bir buzdağının suyun üstündeki küçük bölümü idi. Dahası var.

Bilişim ve iletişim teknolojileri ile Internet ve medya alanındaki gelişmeler, Dünyayı adeta kolay erişilir bir bütün haline getirdi. Küresel finans diye anılan ve çok hızlı hareket edebilen, sınır tanımaz yeni türden bir sermaye oluştu. Sınaî sermayenin önceliğini malî sermaye aldı. Sanayi, önündeki üretim sorunlarını aşarak ekonomileri pazarlama ve satış esaslı olarak yeniden düzenlenmeye sevk etti. Ulusal ve yerli pazarlar ikinci sıraya düşerek dış piyasalar önem kazandı. Bazı seçkin kentler, gerek ekonomik gerekse sosyal olarak öne çıkmaya başladılar. Dünya pazarları tümleşik bir piyasaya dönüştü. Tüm bu gelişmelerin ve benzerlerinin, bir olgu olarak ‘küreselleşme’ ifadesiyle adlandırıldığını biliyoruz.

Küreselleşmenin net etkilerinden birisi olarak; dünya kapitalizminin gelişmelerine de bağlı biçimde bu süreçte sanayi toplumuna ait olduğu ifade edilen ulus-devlet olgusunun giderek yok olduğu savı mevcut. Önce “Ulus-devlet nedir?” bunu hatırlamakla başlayalım. Ulus-devlet; sınırları belli bir toprak parçası üzerinde yasal güç kullanma hakkına sahip, yönetimi altındaki halkı türdeşleştirerek, ortak kültür, simgeler ve değerler yaratarak, birleştirmeyi amaçlayan bir tür devlet modelidir. Dünyada ulus temelli olarak kurulmuş pek çok devlet bu kategoride yer alır. Son yıllarda sık tartışılan soru şudur: Küreselleşme çağında bu devlet modeli gerçekten giderek yok olmakta mıdır?

AB benzeri birliklerin oluşması, küresel sermayenin sınır tanımaz hareketliliği, yeni ticaret anlaşmaları veya şirketlerin uluslararası bir yapı kazanması gibi küresel etkiler altında ulusal sınırların silikleşmesine baktığımızda; gerçekten ulus-devlet olgusunun sönümlendiğini söylemek için pek çok neden var. Ama dünya ölçeğinde hem devletler bazında hem de küresel esastaki gelişmeleri izlediğimizde farklı düşünmemizi sağlayan nedenler de mevcut.

Dünya ekonomisini bir bütün olarak incelediğimizde; özellikle 20’nci yüzyılın son çeyreğinde etkin biçimde görülmeye başlayan bir küresel sermayeden, dolayısıyla küresel sermaye sınıfından, uluslararası burjuvaziden söz etmek mümkün. Bu çağda küresel burjuvazi ilginç bir görünüm veriyor. Listede Batılı ülkelere ait sermayedarlar yanında Asya kökenli sermayenin giderek daha fazla yer almaya başladığını görüyoruz.

Küresel sermaye, felsefesi gereği hareket ederek, işgücü gibi bazı üretim kaynaklarının kolayca ve daha ucuza sağlanabildiği ülkelerde konuşlanmak istiyor. Küresel burjuvazinin çıkarlarına uygun ülkeler arasında Batıya oranla daha az gelişmiş olanlar çoğunluğu oluşturuyor. Ayrıca bu ülkelerin ciddi bir bölümünde ucuz işgücü yanında doğal kaynaklar ve kolayca dönüştürülebilir eğitimli genç insan potansiyeli var. Bu ülkelerin küresel burjuvazi açısından sorunlu yanları arasında hukukun tam işlememesi, başta fikrî mülkiyet olmak üzere mülkiyetin korunma sorunları, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar, rant kollama ve devletin çıkar gruplarınca soyulması gibi konular sayılıyor.

1900’lerin son çeyreğinde gündeme gelen IMF ve Dünya Bankası çıkışlı neo-liberal politikaların temelinde saydığım bu veya benzeri sorunların yok edilmesi var. Bu politikalar ile bir yandan ekonomi restore edilmeye çalışılırken, diğer yandan da bu kuruluşların vizyonuna uygun olarak devlet yeniden yapılandırılıyor. Bu açıdan bakıldığında; ulus-devletin sönümlenmesi olarak görülen süreç, bir başka yönüyle küresel burjuvazinin çıkarlarını ülke bazında garanti altına alacak olan devletin bu fikre uygun yeniden yapılanmasıdır. Bir başka deyişle; küresel çağda neo-liberal politikalara uygun olarak küresel sermaye ile paralel davranabilecek, dünya ölçeğinde sistemle bütünleşik yeni türden bir devlet modeli oluşturuluyor. Dolayısıyla şimdilik “Ulus-devlet sönümlenmiyor, yapı değiştiriyor” demek daha doğru bir önerme olur. Küreselleşmenim mevcut durumuna bakarak ulus-devletin sonu hakkında kolaycı kesin yargılarda bulunmak, kanımca bugüne kadar öğrendiğimiz kuşkuculuğu aceleyle çöpe atmak olur.

Değişim; doğrusal, sabit hızlı ve sıfır ivmeli bir olgu değildir. Bazı faktörler baskın görünürken net olarak izleyemediğimiz unsurlar yarışı arkalarda izleyip son metrelerde sprinte kalkan bir yarış atı gibi güçlü faktör haline dönüşebilir. Günümüzde bilgiye erişimin daha kolay olduğundan kuşku yok. Ama bilginin miktarının ve çeşitliliğinin de yönetilemez bir ölçekte büyüdüğü bir başka gerçek. Diğer yandan enformasyon ile dezenformasyonun birbirine karıştığı bir konjonktürde neyin doğru neyin yanlış ya da neyin yanıltma olduğunu ayırt etmek de hiç kolay değil. Özet olarak; gelişen değişimi öngörebilmek için daha fazla uyanık, bilinçli, bilgili, araştırıcı ve sorgulayıcı olmamız gerekiyor. Ezbere bağlılık ve fanatizm, gözlerimizi karartmaktan başka işe yaramıyor.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Bu Hafta Eskişehirspor

Bu Hafta Eskişehirspor
24 Ekim 2010 köşe yazısı

Gürcan Banger

Eskişehirspor, Karabük deplasmanında Karabükspor’u 2-1 yenerek ligdeki ikinci galibiyetini aldı. Bu nedenle Eskişehirspor taraftarının yüzü gülüyor. Bu maçın değerlendirmesine girmeden önce geçtiğimiz İBB maçından sonra bu köşede yaptığım değerlendirmeden bazı aktarmalar yapmak isterim.

Şunları yazmıştım: “Öncelikle şunu söylemeliyim ki; Eskişehirspor’un teknik yönetimi için Bülent Uygun’un son derece doğru bir seçim olduğunu düşünüyorum. Bülent Uygun’un doğruluğu konusunda birkaç dayanağım var. Birincisi; Uygun’un Sivas’ta oynattığı futbolu hatırladığımda ve bunu Eskişehirspor’un oyuncu yapısı ile eşlediğimde bir uyum gözlüyorum. Uygun’un futbolu teknik yönetim tarzı, yeni takımının kadrosuna ve bu oyuncuların yetenekleri ile son derece etkili ve başarılı sonuçlar verebilir. Tüm olumsuzluklara rağmen İBB ile yapılan ve Eskişehirspor’un 1-0 kazandığı maçta bunu net biçimde gördük.”

“Bu maç nedeniyle başka gözlemlerimiz de oldu. Birincisi; daha önceki teknik direktörün neden Erkan Zengin’i tam zamanlı oynatmadığı konusundaki sorulara cevap bulduk. “Erkan bu takımda direkt oynar” cevabını bu oyuncu güzel ve girişimci oyunuyla kendisi verdi. İkincisi; Sadıgov gibi bir oyuncunun varlığını Azerbaycan’da Türkiye ulusal takımına gol attıktan sonra öğrendik. Bülent Uygun, bu oyuncuyu 90 dakika oynatarak takıma kazandırdı. Üçüncüsü; Uygun ile Batuhan Karadeniz’in ülkenin önemli oyuncularından birisi haline gelebileceğini gözledik. Dördüncüsü; Adem Sarı, Sezer ve takımın henüz vitrine çıkamamış genç oyuncuları Bülent Uygun ile çok daha başarılı olabilirler. Özellikle Adem ve Sezer’in önümüzdeki dönemde ligin önemli oyuncuları olarak daha fazla anılacakları kanısındayım.”

“Günlük konuşmalarda çevreme anlattığım ama yazmamış olduğum bir noktayı da eklemeliyim. Genelde Eskişehirspor’un önceki teknik direktör (Çalımbay) ile geçen futbol sezonunda başarılı ve bu sezonun ilk maçlarında ise başarısız olduğu konuşuluyor. Adeta geçtiğimiz sezonu başarı ile kapatmış bir teknik direktörün (birkaç maçta puan kaybedildi diye) gönderilmesi ile haksız bir iş yapılmış havası yaratılıyor. Bana sorarsanız; beklenmedik ve sürpriz olan, (Çalımbay’ın) bu sezonun başarısızlığı değil; geçmiş sezonun başarılı görüntüsüdür. Başarılı gibi görünen bir sezonun arkasından daha güçlü bir kadro kurulmasına rağmen elde edilen başarısızlık, özünde başarısız bir teknik yönetimin (takım kurmanın ve oyun kurgusunun) gerçek görüntüsü idi. Başarısız teknik direktörün daha başarılı olması beklenen bir başkası ile değiştirilmesi gerekiyordu; gecikerek de olsa bu değişiklik yapıldı. İBB maçında içinde izlediğim bazı sorunlara rağmen; daha maçın başından itibaren bu oyunun kazanılacağından kuşkum olmadı. Bundan sonraki haftalarda takımın çok daha iyi olacağının işaretlerini aldım. “

Bunları yazmıştım. Özetle; İBB maçından sonra Karabükspor maçı da Bülent Uygun’un Eskişehirspor için doğru tercih olduğu ve Eskişehirspor futbol akımının sezon başındaki başarısız görüntüsünden çok daha iyi futbol oynayabileceği bir kez daha ortaya çıktı.

Gelelim Karabük deplasmanına… İlk tespit etmek istediğim nokta; Bülent Uygun’un Karabükspor’un nasıl durdurulacağını doğru tespit etmiş olmasıdır. Karabükspor’un yetenekli oyuncuları olmasına rağmen iç saha galibiyetlerinde baş faktörler Emenike ile bozuk oyun zemini oluyordu. Bülent Uygun bunların nasıl aşılabileceği konusunda bir örnek gösterdi. Uygun’un oyun taktiğini okuyabilen teknik direktörler için Karabük maçları muhtemelen daha az sorunlu olacaktır. Cernat’ın sakatlık nedeniyle yokluğunda Karabük teknik direktörü Yücel İldiz’in de (sadece Emenike’ye dayalı olmayan) farklı bir taktik geliştirmesi gerekebilir.

Sadıgov konusunda geçen hafta olumlu sayılabilecek cümleler yazmıştım. Bu maçta ise agresif oyununu bir tehditkar buldum. Maçın hakemi Özgür Yankaya’nın biraz daha ayrıntıcı olması durumunda ikinci sarıdan kırmızıyı görmesi işten bile değildi. Maçın 2-1 olduğu sırada Karabük lehine verilebilecek bir penaltı Eskişehirspor’un iki puanına mal olabilirdi.

Türkiye’de ve Eskişehir’de Sadıgov’un varlığını Azerbaycan – Türkiye maçında öğrendik. Bülent Uygun bu oyuncuyu doğru biçimde değerlendirdi. Doğrusu Sadıgov’un agresif oyununu takdir ediyorum ama sarı kart ve penaltı konusunda daha dikkatli olması gerekiyor. Hiç kuşkum yok ki; Bülent Uygun kendisini uyaracaktır.

Geçen sezon ve bu sezonun ilk maçlarında güven vermeyen kaleci Ivesa’nın daha sağlam bir defans ve orta alan kurgusuyla daha güvenli oynadığını gözledik. Takımın maçın ikinci yarısındaki olumsuz görünüme rağmen bu fazlaca kaleci hatası korkusu ile izlemedik.

Erkan Zengin, Eskişehirspor’da en fonksiyonel bulduğum oyunculardan birisi… Ama Karabük maçında önceki İBB maçı kadar oyuna katkısı olmadı. Eğer Batuhan indirmeli ve Adem vurmalı bir oyun oynanacaksa bu durumda yan atakların önemi büyük demektir. Dolayısıyla Erkan Zengin’in defansif görevi yanında hücuma daha fazla katkısı olması gerekir.

Eskişehirspor’da yıldız oyuncu gözüyle baktığım iki sporcu var: Sezer Öztürk ve Adem Sarı. Karabük maçında ikisinin performansını da yeterli bulmadım. Yeteneklerinin bu maçta ortaya koyduklarından çok daha fazla olduğuna eminim. Bu yetersizlik durumunu şimdilik (tüm iyileştirme çabalarına rağmen hâlâ bozuk olan) Karabük stadının kötü oyun zeminine bağlamak istiyorum.

Eskişehirspor ile birlikte yıldız olmasını beklediğim bir diğer oyuncu ise Batuhan Karadeniz. Fiziksel özellikleri bir santrfor olmak için fazlasıyla yeterli. Diğer yandan henüz ağır bir görüntüsü var. Çabukluğunu ve buna bağlı olarak top kullanma tekniğini biraz daha geliştirdiği takdirde Avrupa ölçüsünde bir yıldız olacak ön kaliteye sahip. Genelde oyunculuk özelliklerinden daha çok güncel yaşam anekdotları ile anılan Batuhan’ın Bülent Uygun yönetim ve denetiminde çok hızla yükseleceğini öngörebilirim. Hiç kuşkusuz; Batuhan’ın bu konumu istemesi ve yaşamını buna göre içselleştirmesi kaçınılmaz bir şart olarak duruyor.

Karabük maçının ilk devresi için yapacağım çok fazla bir eleştiri yok. Ama ikinci yarı için söylemek istediklerim var. Maçın ikinci 45 dakikasında Karabükspor’un daha istekli olması yanında Eskişehirspor’un da düşüşünü gözledim. Sanki Eskişehir orta sahası hiç yok gibiydi. Top en uçtaki Batuhan’la (daha sonra Jaycee ile) Eskişehir defansı arasında gitti geldi. Defansın ileriye attığı her top anında Karabük hücumu olarak geri geldi. Bunda; Eskişehir futbol takımının geriye yaslanması dışında orta saha hâkimiyetini kaybetmesi ve ileride top tutamaması etkili oldu.

İkinci yarıda Eskişehir defansı Emenike’ye bir kez şans verdi; sağlam yapılı golcü de bu fırsatı kaçırmadı. Ama Eskişehir defansı her maçta bu denli sağlam ve şanslı olmayabilir. Her ne kadar maç boyunca Karabük gol fırsatı bulmadı ise de ikinci yarıdaki futbol yaklaşımı ile her zaman iyi sonuç olmak mümkün değil. Bunun sonu dan-dun’a gider ki; bu da futbol kenti Eskişehir’e asla yakışmaz.

Ekim sonunda Eskişehirspor – Ankaragücü maçı var. Bu maç için ilk ve büyük ihtimalli beklentim Eskişehir galibiyetidir. Ardından İstanbul’da Fenerbahçe maçı gelecek. Bülent Uygun ile Eskişehirspor’un geldiği noktayı belli edecek maç bu karşılaşma olacaktır. Takımı bu maçı da kazanabilecek duruma getirmek için yeterli zaman var.

Dönüşen Devlet

Dönüşen Devlet

Gürcan Banger

20’nci yüzyılın son çeyreğinin oluşumu ve etkileri hâlâ sürmekte olan bir kırılma ile başladı. Bu kırılmanın öncesi ve sonrası oldukça farklı özellikler taşıyor. Bu niteliklerin temel iki tanesi ‘küreselleşme ve yerelleşme’ eğilimleridir. Bu iki eğilim arasındaki karşılıklı etkileşimi ve doğurduğu sonuçları da unutmamak gerekir.

Kırılma sonrası ortaya çıkan sonuçlardan birisi, dünya ekonomisinde (göreli olarak) ulusların (ulus devletlerin, ulusal ekonomilerin) görünürlüğünün silikleşmesi yanında kentlerin daha belirgin hale gelmesidir. Bir anlamda küresel rekabetin yeni boyutlarından birisi, kentler arası yarıştır. Küresel, ulusal veya bölgesel boyutlarda her kent, rakiplerinin önünde bir pozisyona sahip olabilmek için gayretli ve aceleci çalışmalar içinde.

Küreselleşme olgusu ile birlikte bir zamanlar demir perde gibi duran ülke sınırları, giderek tül perdelere dönüştü. Ama ulus devlet varlığını sürdürmeye devam ettiğine göre; hâlâ belli sınırlar içinde yaşayan insan topluluklarından söz etmeye devam edeceğiz. Bilindiği gibi; belli sınırlar içinde yaşayan ve temel çıkarlarını işbirliği ile gerçekleştiren topluluklara toplum adını veriyoruz.

Toplumun yaşadığı çevreyi bir kavanoza benzetirsek; toplum, bu kabın içinde yalnız başına durmuyor. Kendini yönetmek ve denetlemek için örgütlediği devletle birlikte yer alıyor. Dolayısıyla toplumun bir parçasını devlet oluşturuyor. Kimi örneklerde devlet öyle büyük oluyor ki; toplumun geriye kalan kısmının (-ki bu kısma, sivil toplum diyoruz) kavanozda nefes alacak yeri kalmıyor.

Bizim toplumsal geleneğimiz, büyük devletin merkez alınması üzerine kurulmuş. Her şey ona göre tanımlanıyor. Bütün soruların cevapları onda… O hem şoför hem de trafik polisi. Gereğinde yaya bile olabiliyor. O hem özne, hem ayna hem de aynadaki yansı.

Bu topraklar üstünde devlet daima en büyük olmuş. Neredeyse tüm alan ve kurumları denetlemiş. Kendi yapmadığını veya yapamadığını, kendisine sadakatle bağlı olanın yapmasına özen göstermiş. Geleneğimizde ve tarihimizde sivil toplum örneklerini bulmak için daima çok zorlanıyoruz. Genelde sivil örnekler olarak gösterilen loncaların ve dinî cemaatlerin de sivil toplum tanımına ne denli uyduğu kuşkulu.

Osmanlı tipi bir devlet ve yönetim modeli, teknik olarak patrimonyal olarak isimlendiriliyor. Cumhuriyet ile birlikte patrimonyal sistemin padişahlık bölümü tedavülden kalkmakla birlikte, asker ve bürokrat kesimler açısından devletin toplum üzerindeki benzer ‘tanımlayıcı, yönetici, denetleyici’ tavrı sürmüş.

Tarihimizde devlet nezdinde değer görmeyen kesimler arasında sadece sivil toplum kuruluşları yer almıyor. Ekonomik işletmeler de gerekli teveccühe mazhar olmamışlar. Onlar da gelişmek için gerekli teşviki bulmak bir yana; gayet kısıtlı koşullar altında yaşamak zorunda kalmışlar. Ticaret ve sanayi kesiminin devletin ilgisine mazhar olmaya başladığı zaman dilimi, ancak Cumhuriyet dönemine denk düşer.

Osmanlı’nın meslek kuruluşları olan loncalar, devletin tarım ve ticaret kesimine egemen olma araçlarından birisidir. Cumhuriyet döneminde ise bu yaklaşım meslek odaları ile devam eder. Bu nedenle bürokrasinin, bugünün loncaları olan meslek odalarına daha sıcak bir yaklaşımı var. Muhtemelen odaları genetik olarak kendinden saydığından…

Kanunla kurulmuş meslek odaları dışında sivil toplum kuruluşları, henüz devlet gözünde makbul bir düzeye ulaşamadı. Örneğin bir ilin üst düzey bürokratları o kentteki bir ticaret veya sanayi odası tarafından yapılan etkinliğe katılmayı bir devlet görevi olarak kabul ederken, aynı ilginin sivil toplum etkinliklerine gösterildiğini söyleyemeyiz. Hatta küçük bir ticarethanenin açılış töreni bile, bir sivil toplum kuruluşu faaliyetinden daha fazla bürokratik ilgiye mazhar olur.

Bugün devlet ve sivil toplum bağlamında bir ayırım noktasına doğru yürüyoruz. Artık sosyal tasnif, kişinin veya kuruluşun merkeze kimi; devleti mi yoksa sivil toplumu mu aldığına göre değişiyor. Hızla kurgulanan yeni gelecek, bu ayırımı doğru yapamayanları kendi acımasız kurallarına göre elbette tasnif edecektir.

Yönetim İlmi Bize Uğramadı Henüz

Yönetim İlmi Bize Uğramadı Henüz

Gürcan Banger

Dünya değişiyor. Değişim hem pratik yaşamda hem de teorik ve kültürel düzeylerde mesafe alıyor. Kimi zaman bilimin ve teknolojinin önünü günlük yaşam açıyor; çoğu zamanda bilimsel ve teknolojik ilerlemenin sonuçları günlük yaşamı değişime ve dönüşüme uğratıyor.

Toplum olarak değişimin ürünlerini kullanmakta geç kalmış sayılmayız. Bundan bizim toplumumuzun bu ürünlere olan merakından daha çok, bunların üreticileri olan gelişmiş ülkelerin ve büyük şirketlerin pazarlama ve satış isteklerinden kaynaklanıyor. Özetle; ekonomimiz bir fabrika gibi üretici olmak yerine bir pazar gibi tüketici olma özelliğine sahip.

Yukarıda özetlediğim sıkıntılı duruma benzer bir sorunu da üretim yaptığımız ortamlarda yaşıyoruz. Üretiyor ve satmaya çalışıyoruz. Üretimdeki sorunlarımızı aşmakta başarısız sayılmayız. Ama bir işletmede üretimin, finansmanın, pazarlamanın ve satışın planlanmasında, yönetilmesinde ve denetlenmesinde aynı derecede başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz. Dünyada teorik ve pratik katkının fazlasıyla yapıldığı bir alan olan yönetim alanında Cilalı Taş Devri’ni geçebilmiş değiliz. Diğer yandan yönetim yetkinsizliklerinin sadece iş alanında değil; kamudan sivil topluma kadar toplumun her alanını işgal ettiğini kolaylıkla söyleyebiliriz.

Eskiden yönetici yerine idareci sözcüğü kullanılırdı. Yönetmek yerine ise idare etmek denirdi. Özellikle kamunun -Osmanlı’nın son döneminde başlayan ve Cumhuriyet’e sirayet eden- yönetim konusundaki başarısız uygulamalarından dolayı ‘idare etmek’, olumsuz bir görünüme büründü. Bugün idare etmek dediğimizde; ‘göz yummak, hoş görmek veya örtbas etmek’ gibi olumsuz anlamlar geliyor aklımıza.

Dünün ‘idare etmek’ kavramının yerini ‘yönetmek’ sözcüğü almış olsa da; yaptığımız yönetim hataları konusunda fazlaca değişiklik olmadı. Aklıma ilk geliverenleri sıraladığımda, siz de bana hak vereceksiniz.

Türü ne olursa olsun; kuruluşlarımızda yer etmemiş anlayışlardan birisi planlama ile ilgilidir. Bugün gerçek anlamda planlama ve tabii buna bağlı olarak bütçeleme yapabilen kuruluş sayısı pek azdır. Çoğu işletmede işler, günlük kararlarla ve günü kurtarma türünden uygulamalarla yerine getirilir. Geleceğe yönelik orta ve uzun vadeli plan yapma kültürü yoktur. Aksini düşünebilmek için; ülkenin yaşadığı geleneksel istikrarsızlıklar insanları plansızlık konusunda teşvik etse bile, yine de bazı planlama uygulamalarının olması beklenirdi.

Özellikle geleceğin tasarlanmasına yönelik stratejik planlamanın olmayışı, bütçeleme ve finansal planlar konusunda da ciddi zafiyete neden olur. İşletmelerimizin pek çoğunda ancak kısa vadeli nakit akışı çalışması yapılabilmektedir. Genelde ödemeler konusunda kuralcı olmayan bir ekonomiye sahip olduğumuz düşünülürse; nakit akışı planlarının da sağlıkla yapılamadığı, yapılsa da işlemediği kendiliğinden ortaya çıkar. Pek çok işletmede nakit akışı, (tarımın yağmurun yağma ihtimaline terk edildiği gibi) borçlunun ve alacaklının lütfuna bırakılmıştır.

Sıklıkla tekrar ettiğim bir örnek var. Halka hizmet etmek ve vatandaşlara beceri kazandırmak isteyen pek çok belediye, el sanatları konusunda kurslar açmaktadır. Örneğin 30 kişi ile başlayan bir el becerisi / el sanatı kursu, bir süre sonra öğrencilerini yitirmekte ve süreğen ilgi görmemektedir. Çünkü kurslara gelen kişiler, genelde bir iş sahibi olup kazanç sağlama beklentisinde olan vatandaşlardır. Kurs sırasında ve sonrasında üretilen ürünlerin pazarlanmasında sıkıntılar olduğunda ise kursiyerlerin ilgisi düşmektedir.

El sanatları konusunda verdiğim örnekteki ana fikir şudur. İşletmelerimizin pek çoğu, başta pazarlama ve tanıtım konusunda son derece eksiklidir. İşletmeler, yeni pazarlar bulmak ve mevcut pazarı genişletmek için yabancı dil, dış ticaret ve pazarlama gibi konularda yeterli eğitim ve bilgiye sahip değildir. Örneğin hâlâ pazarlama ile satışın farkını bile öğrenmiş sayılmayız. Özellikle yöneticilerin bu gibi alanlardaki eksiklikleri, işletmenin önünü kapatmaktadır. Bu tür ufuksuz ve vizyonsuz yöneticileri özellikle geleneksel yapıdaki aile şirketlerinde sıklıkla görüyoruz. Benzer biçimde sivil toplum kuruluşlarımızın da pek çoğu, bu tür eksikli yöneticiler nedeniyle ağır sorunlar yaşamaktadır.

Eğitim önemlidir. Ama şu da bir diğer gerçektir ki; eğitim, her şey değildir. Eğitim kadar deneyim de önemli ve değerlidir. Bir işletmenin sahip olduğu deneyimli yöneticiler, o kuruluşun insanî deneyim sermayesini oluşturur. Yeterli deneyim zenginliğine sahip olmayan bir yönetici, ne denli başka üstün özelliklere sahip olsa da, kritik bir karar verme noktasında kolaylıkla bocalayabilir.

Bilindiği gibi; bugünün yöneticilerinde aranan en önemli niteliklerden birisi liderliktir. Bir kuruluş için liderden söz edildiğinde; çoğu zaman vizyoner liderlik övgüyle öne çıkarılır. Gelecek tasavvuru anlamına gelen vizyon, yöneticilerde doğru öngörüde bulunabilme becerisini gerektirir. Yüksek oranda doğruluğa sahip tahminler ise bir kuruluşun geleceğe yönelik sağlam adımlar atabilmesinde kilit öneme sahiptir.

Artık başta kentlerde yaşayanlar olmak üzere bireyler ve kuruluşlar için küresel bir yaşam var. Bu yaşam, yöneticilerin özelliklerini birinci elden sorguluyor. Her yöneticinin ise kendisine “Yönetiyor muyum, yoksa idare mi ediyorum?” sorusunu sormasını ve içtenlikle cevaplamasını zorunlu kılıyor. Sorsun ve cevaplasın ki; bu yüksek rekabet ortamında gerekli önlemleri, iş işten geçmeden alabilsin…

Siyasal partilerimize, firmalarımıza, kamu birimlerimize ve sivil toplum kuruluşlarımızsa şöyle bir bakın… Yönetiyorlar mı yoksa idare mi ediyorlar? Belki de yönettiğini sandığımızın arkasında ipleri tutan kuklacı var.

Ahlaklı Siyaset

Ahlaklı Siyaset

Gürcan Banger

Her sosyal kültür kendi siyasetçisini üretiyor. Bu siyasetçi ise sistemi tekrar besleyerek kendi anlayışına uygun bir kültürün yaygınlaşmasını sağlıyor. Sağlam yapılandırılmış bir sosyal ve kurumsal yapı siyasetçinin de ahlaklı, dürüst veya denetlenebilir olmasını sağlıyor. Bu gerçekleşmediği durumlarda ise siyasetçi (dolayısıyla siyaset kurumu) sosyal ve ekonomik yozlaşmanın katalizörü ve hızlandırıcısı olarak görev yapıyor.

Yukarıda çizdiğim çerçeve açısından bakıldığında; Türkiye’de siyasetçi olmak gerçekten zor… Eğer ekonominin şıkır şıkır işlediği, hukukun üstünlüğünün tüm toplum tarafından kabul gördüğü, halkın ülkenin gerçekleri konusunda tam bilgi sahibi olduğu ve yurttaşların demokratik işleyişi gerçekten katıldığı bir ülke olabilseydik -ve tabii ki daha başka bir sürü şey daha olsaydı- muhtemelen Türkiye’de siyasetçi olmak daha kolay olurdu.

“Neden zor olsun? Türkiye’de siyasetçi olmak için hiçbir yetkinlik gerekmiyor ki?” diye sorabilirsiniz. Muhtemelen sormakta da haklı olursunuz. Ama ‘siyasetin kolaylığı’ kavramını ilk bakışta anlaşılana oranla biraz farklı kullandığımı aşağıdaki satırları okuyunca fark edeceksiniz.

Bir örnekle başlayayım. Toplam 22 sandalye bulunan Finlandiya kabinesinde 12 kadın bakan var olduğu bir dönem olabiliyor. Bir başka deyişle; kabinenin yüzde 60’ı kadınlardan oluşuyor. Bizim gibi ülkelerde ise kadın sorunlarından sorumlu bakanlık hariç kadınlara sıra bile gelmiyor. Son seçimler ve Meclis’in yapısı buna en belirgin örnektir.

Dış politika ve Avrupa’da siyaset konusunda uzman arkadaşlarıma şunu sormuştum: “Avrupa’da, örneğin Finlandiya’da bu kadar çok kadın bakan var?” Konu hakkında görüş belirtenlerin neredeyse tamamı, yönetim sisteminin sağlamlığından ve hukuk ile demokrasinin etkin işleyişinden söz etmişti. Etkin bir yönetim yapısında, bizde olduğu gibi devletten rant ve kişisel çıkar elde etme imkânı kalmadığından, ‘siyasetin rantçı özelliği’ ortadan kalkıyor. Rant beklentileri nedeniyle ‘devleti ele geçirme’ niyetlerinin var olmadığı bir sistemde ise siyasal yarış daha adil bir hizmet çalışmasına dönüşüyor. Kadın vekil ve bakan sayısının çok olduğu ülkelerin neredeyse tümünde demokrasinin çok etkin biçimde işlediğini görüyoruz.

Aklıma bir başka soru geliyor. Son dönemlerde şehrimizden milletvekili seçilen isimlerden kaç tanesini hatırlıyorsunuz? Belki bu dönem vekillerinin bir kaçını ismen sayabilirsiniz. Ama geriye doğru gittikçe hatırlamakta zorlanacaksınız. Siyasi isimlerin hızla silikleşmesinin nedeni konusunda bir fikriniz var mı?

Türkiye’de politikalar merkezde üretiliyor ve oradan yönetiliyor. Bu nedenle vekillerin pek çoğunun, Meclis’te evet-hayır anlamında el kaldırıp indirmekten fazla anlamı kalmıyor. Hizmet konusunda genel başkan ve çevresindeki ‘demir çekirdek’ dışında kimse ön plana çıkmıyor ve bu nedenle hatırlanmıyor. Hele muhalefet partilerinden birisine mensup bir vekil iseniz, etkili olabileceğiniz bir hizmet alanı asla bulunmuyor. Tabii ki; bir vekilin başarısında, diğer deyişle başarısızlığında çoğu alanda eksik olan yetkinliklerinin etkisi de var.

İktidar partisinden bir vekil olduğunuzda; siyaset yapmanın gene kolay olduğunu söyleyemeyiz. O durumda da sizi çok zorlayacak sorular mevcut. Böyle bir durumda; mesela yüzde 4 olarak tespit ettiğiniz enflasyon oranının neden yüzde 8 küsur, yani tahmin edilenin iki mislinden fazla çıktığını vatandaşlara anlatmak zorundasınız. Eğer biraz ekonomi bilginiz varsa; artık enflasyona düşüş etkisi yapmayan yüksek faiz – düşük kur politikasında hükümet olarak neden ısrar edildiğini açıklayabilmelisiniz.

Dünyada tek bir örneği bile yokken, bu denli yüksek cari açık ile nasıl olup da ekonomik büyümenin risksiz ve kırılmasız yürüyebileceğini izah edebilmelisiniz. Dış para girişi ile büyümeye çalışan ülkenin bu kaynağı nasıl sağlayabileceğini anlatmak zorundasınız.

Özelleştirme kapsamında satılan kamu kaynaklarının sonuna gelindiğini, bunlar da bittiğinde nelerin satılabileceğini, özelleştirmelere karşın ekonomide istenen büyük atılımın neden gerçekleşemediğini izah etmeniz gerekir. Bir vatandaş “ihracatın arttığını söylediğinizi ama buna karşılık ithalatın da daha büyük oranda arttığını ve ihracat içindeki ithal girdi oranının yükseldiğini” sorguladığında, buna mantıklı bir cevap vermek zorundasınız. Girişimcilik yöneliminin düşüklüğünün, istihdamda beklenen gelişmenin olmayışının, gelir adaletinin sağlanmaya çalışılması yerine yoksullara ayni ve nakdi yardım yapma ile idare edilme gayretinin nedenlerini de makul ve mantıklı biçimde ifade edebilmelisiniz.

Bir küçük not vereyim. En ‘iyi’ yalan, istatistikleri kullanarak söylenendir. Siyasetin yozlaşmış olduğu toplumlarda siyaset erbabı vatandaşları yanıltmak için sıklıkla saptırılmış sayısal değerleri ve istatistikleri kullanırlar.

Siyasetçi olarak vatandaşların açık veya kapalı olarak sorduğu sorulara cevap vermelisiniz. Geçim sıkıntısı, yoksulluk ve işsizlik gibi problemler de onun dile getirdiği veya seslendiremediği sorulardır. Eğer bunlara gerçek cevapları veremiyorsanız, ya yalan söyleyeceksiniz ya da başınızı öne eğeceksiniz. Sözün kısası; bu ülkede siyasetçi olmak zor, hem de çok zor… Milletin gözüne baka baka; ya doğruları aktarmak ya da yalan düpedüz yalan söylemek gerekiyor. Yalancının mumu ise nereye kadar yanar; bu ülkede buna cevap vermek çok daha zor…

Sivil Toplumu Tanımlamak

Sivil Toplumu Tanımlamak

Gürcan Banger

Değişen dünya ile birlikte bazı kavram ve sözcükler geç olsa da kelime hazinemizde yer alıyor. Gelişmiş ülkelerde bilime olduğu kadar sosyal yaşama da teorik ve pratik katkı olarak gelişen bazı düşünsel unsurlar çoğu zaman kültürümüze gecikerek giriyor. Sivil toplum da hayli geç öğrenmeye başladığımız konulardan bir tanesi…

Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanlar topluluğuna toplum adını veriyoruz. Bu topluluğu bir alan olarak kabul edersek, burada kurulmuş olan yapılar var. Bugüne kadar bu yapıların en etkin ve görkemlisi devlet olarak göründü gözümüze. Kimi tarihsel ve bölgesel örneklerde devlet o denli büyük olabiliyor ki; toplum dediğimiz alandan devlet dışındaki özerk yapılara fazlaca yer kalmıyor. Böyle bir örnekte devlet, sosyal yaşamın çok ciddi bir bölümünü işgal ediyor. Bu durum, özellikle devletin aşırı büyük, itiraz edilemez biçimde üstün ve baskın olduğu Doğu toplumlarının tipik bir özelliğidir.

Kolaycı bir tanımlama olarak; toplum denilen alanın devlet dışında kalan bölümüne sivil toplum adı verilir. Hatta toplum bir pistona benzetilerek; pistonun bir bölümü devlet, diğer bölümü ise sivil toplum olarak isimlendirilir. Örneğe uygun olarak; devlet ileri gittiğinde sivil toplum küçülür, devlet geri çekildiğinde sivil toplum büyür. Bu kolaycı tanımlama, devlet ile sivil toplumu bir karşıtlık olarak ele alma eğilimindedir.

Sivil toplum kavramından Antik Çağlardan beri söz edilmekle birlikte; her dönemde kullanılan sivil toplum tanımı aynı anlamı taşımamaktadır. Örneğin İsa’dan 300-400 yıl önce yaşamış Eski Yunan filozoflarının ele aldığı sivil toplum kavramı ile 19’uncu veya 20’nci yüzyılın ünlü düşünürleri Hegel’in veya Marx’ın ya da Gramsci’nin yaklaşımları ciddi anlamda birbirinden farklıdır. Dolayısıyla farklı kaynaklardaki sivil toplum ifadesinin aynılığına takılarak tarih yanılgılarına düşmemek gerekir. Ama ne yazık ki, sivil toplum literatüründe bu hatalara sıklıkla rastlanmaktadır.

Doğu toplumlarında sivil toplum kavramını, devletin yaşam alanlarına aşırı yayılımı nedeniyle ‘devlet x sivil toplum’ karşıtlığı olarak tanımlamanın haklı gerekçeleri var. Bu durum da, özellikle Türkiye gibi üstün ve baskın devlet geleneği olan ülkelerde sivil toplum kavramının liberal bir içerik kazanmasına neden oluyor. Devletin küçülmesi, özelleştirme veya özel girişimin kamu girişimi karşısında pozisyon kazanması gibi unsurlar, doğrudan sivil topluma mal ediliyor. Örneğin özelleştirme ve sivil toplumun gelişmesi arasında doğrudan paralellikler çizen ‘okumuş güruhuna’ sıklıkla rastlayabiliyoruz. Yine sivil toplum geliştirme çabalarını, gelişmiş ülkelerin çıkar politikaları ile eşleyenlerin sayısı da hiç az değil. İşin özü şu ki; sivil toplum kavramını liberal veya neo-liberal siyasal içerikten kurtarmak zorunluluğu gündeme her an biraz daha fazla düşüyor.

Sivil toplumu, liberal siyasi içerikten kurtarmanın yolu, tabii ki yeni bir tanımlama yapmaktan daha çok, bu kavramın bugün oturduğu zemini doğru tespit etmekten geçiyor. Günümüzde sivil toplum, öncelikle bireylerin kendi iradelerine dayanarak bir arada yaşama anlayışını ifade ediyor. Sivil toplum fikrini, bu ana eksene yerleştirmeden kullanılan tüm yaklaşımlar çerez misali günlük faaliyetlerin ötesine geçemez.

Sivil toplumun kendisini sivil toplum kuruluşları (STK’lar) ile ortaya koyduğunu ifade eden yaklaşımları duymuşsunuzdur. STK’lara aşırı angaje olarak sivil toplumun bir başka önemli özelliğini görmemek, ağaçlar yüzünden ormanı kavrayamamak anlamına gelir. Çağdaş sivil toplum kavramının bu temel özelliği, bu yeni çağda devletin yeni türden bir dönüşümünü ifade eder. Ama sivil toplum süreci; devletin küçülmesi veya özelleştirme gibi dar kapsamlı bir dönüşüm olarak algılanmamalıdır. Bu süreç, devlet ve onun dışındaki özerk sivil / sosyal yapıların birbirini etkileyerek yeni bir toplum yapısına dönüşmeleri sürecidir.

Siyaset ile devletin bugüne kadar olagelmiş etkileşimi dikkate alındığında; sivil toplum sürecinin siyaset ile olan ilişkisi de kendiliğinden ortaya çıkar. Bugün yeni türden siyasetlerin, kendi temel eksenleri olarak sivil toplum sürecini almaları gereğinin açıklaması buradadır. Örneğin eğer ‘yeni sol’ diye bir iddia karşısındaysanız, kanımca önce ‘Sivil toplum bunun neresinde?’ diye sormalısınız. Sivil toplumu ana eksen olarak fikriyatına yerleştirmemiş bir anlayış, ‘yeni’ sayılmaz.

İlginç bir noktaya daha değinmek isterim. Yukarıdaki sivil topluma ilişkin bir tanımlama yapmış olmama rağmen bu konuda farklı yaklaşımlar olduğunu söylemeliyim. Çoğu zaman birbirinin eşdeğeri gibi kullanılan sivil toplum, üçüncü sektör, gönüllülük veya hükümet dışılık gibi kavramların gerçekte tanımlama farklılıklarından kaynaklandığının farkında olmak gerekir. Diğer yandan bu farklı tanımlamalar tüm dünyada bazı kesimler açısından iktidarı elde tutmanın bir aracı olarak da kullanılıyor. Ama yanlış veya art niyetli yaklaşımlara bakarak iyileri ve kötüleri aynı sepete koymak da doğru değil. Sonuçta; sivil toplum alanındaki mücadele; genel anlamdaki haklar ve özgürlükler mücadelesinin farklı bir türünden başkaca bir şey değildir.

Yoksulluk, Kentsel Yoksulluk

Yoksulluk, Kentsel Yoksulluk

Gürcan Banger

17 Ekim Dünya Yoksullukla Mücadele Günü idi. Bu tür durumlarda alışık olduğumuz biçimde birkaç basın açıklaması ile bu önemli gün geldi geçti. Bu yakıcı konuda bir açıklama yapmayı dahi akıllarına getiremeyenlerin sayısı ise hiç de az değildi. Yoksullukla, özellikle kentsel yoksullukla mücadele gündemimize geldiğinde; belki de bir hal yolu bulmak da mümkün olmayabilecek. Giderek ciddi bir hal alan bu sorunu sürdürülebilir ve kalıcı önlemlerle ele almamız gerekiyor.

Yoksulluk Nedir?
Yoksulluk, mutlak ve nisbi olmak üzere iki ayrı tanımda ele alınıyor. Basit olarak mutlak yoksulluk, vatandaşların yaşamlarını fiziken sürdürebilmek amacıyla ihtiyaç duydukları en düşük tüketim düzeyidir. Bunun belirlenmesinde aile büyüklüğü, ihtiyaçlar ve piyasa fiyatları etkili oluyor. Nisbi yoksulluk ise yoksul vatandaşlar ile o toplumda yaşayan ve varolan koşullara göre ortalama bir gelire sahip kişiler arasındaki gelir farkını ifade ediyor.

Fuchs isimli bir yazarın ilginç bir ifadesine rastladım bu konuyu okurken. Şöyle diyor nisbi yoksulluğu tanımlarken: “Toplumdaki bir ailenin gelirinin yarısından daha az bir gelire sahip olan aileler, yoksuldur.” Bu haklı yaklaşımdan değişik bir yorum çıkıyor. Demek ki, toplumun yaşam koşullarının yükselmesi, yoksulluğun azaldığı anlamına gelmiyor.

Siyasetçilerin dillerine doladıkları gibi olmuyor işler. Kredi kartı sahibi olmakla veya taksitle buzdolabı almakla ülke, nispi de olsa yoksulluktan kurtulmuyor.

Yoksulluk çoğu zaman kentsel ve kırsal olmak üzere iki ayrı kalemde ele alınır. Kent özelinde gözlenen türü, kentsel yoksulluk olarak bilinir. Kır ve kent ayırımının arkasındaki temel neden, tüketim kalıpları ile mal ve hizmet fiyatları açısından iki kesimin farklılıklar göstermesidir.

Gelir Dağılımı Kronik Bir Sorun
Genel anlamda yoksulluğun ayrıntılarına indiğimizde; buna neden olan bir kaç önemli faktöre kolayca gözlemek mümkün. İlk faktör olarak ülkede gelir dağılımının bozukluğundan ve kronik bir sorun halini almış olmasından söz edebiliriz. Ardarda gelen ekonomik krizlerle de derinleşen gelir dağılımı sorunu, kentsel yoksulluğun da gerçek anlamdaki nedenlerinden birisidir. Ne yazık ki, her siyasal iktidar döneminde bu sorunun çözüleceğine dair seçim vaatleri verilmesine rağmen bir arpa boyu yol almadığımız ortadadır.

İkinci faktör olarak ücretlerin düşüklüğünden söz edebiliriz. Gerçekten tarihsel olarak ücret düzeyleri incelendiğinde reel ücretlerin ciddi olarak düştüğü zaman ölçeğinde kolaylıkla görülebilir. Ülkenin sorunlarının karşılığı olan diyeti ödeyen kesimlerin başında ücretlilerin geldiğinden hiç kuşku yoktur. Her kriz, çalışanların reel ücret düşmesi ile sonuçlanmıştır.

Bölgeler arası farklılık, yoksulluğun nedenleri arasında üçüncü faktör olarak yer alır. Bu bağlamda ülkenin coğrafi büyüklüğünden, yatırım önceliklerinin gelişmiş bölgelere verilmesinden, teşvik önlem ve yasaları ile yanlış uygulamalar yapılmasından, enerji ile ilgili sorunlardan, eğitimin giderek düşen kalitesinden söz edebiliriz.

Kayıtdışı istihdam konusundan zaman zaman söz ediyorum. Kentsel yoksulluğu ciddi faktörleri arasında yer alan bu konu, ülkede iş güvencesinin iflas etmiş olmasından işsizliğin ciddi boyutlara varmış olmasına kadar pek çok sosyal unsuru içinde barındırmaktadır.

Ve tabii ki, yoksulluğun nedenleri arasında iç göçün kentlerde yarattığı baskıdan söz etmek zorundayız. Tarımın giderek derinleşen sorunlarının yanında kentlerde açık işsizlikle birlikte hizmetler sektörü içinde gizli işsizliğin artmasının altında daima iç göç vardır.

Kentsel Yoksulluk, Gelir Eksikliğine İndirgenemez
Kentsel yoksulluk, kendini sadece bir gelir eksikliği olarak ifade etmiyor. Başka sonuçları da var. Birçok sosyal ve ekonomik sorun da olduğu gibi kentsel yoksulluk konusu da bir “yumurta-tavuk” görünümü verir. Nedenler ve sonuçlar, yoğun biçimde birbirine karışır; kimi zaman sosyal sonuçlar, dönerek başka olayları etkilemek üzere nedenler olur.

Kentsel yoksulluk, yalnız bir gelir eksikliği sorunu değildir. Toplumda başka yansıları da olur. Örneğin kentsel uyumsuzluk olarak ifade edilen kente uyum sağlamadaki zorluklar, yoksulluğun birinci derecede yan etkilerinden birisidir.

Kente uyum sağlayamamanın ise yine karmaşık nedenleri vardır. Öncelikle kente göç edenlerin geldikleri yörelere ait gelenek, görenek ve adetleri uyumsuzlukta birincil önemde rol oynar. Hele göçmenlerin, bir etnik veya kültürel kimlik olarak bu özelliklerini korumak ve yaygınlaştırmak istemeleri durumunda ortaya bir sosyal çatışma durumu çıkar. Bu kimlik özelliklerinin kentsel değerlerle çatıştığı durumlarda ise çok boyutlu bir sorunla karşı karşıyayız, demektir.

Konuya dönersek; özellikle yoksul göçmenlerin, genelde kimlik, kültür ve inanç değerlerine daha sıkı bağlı olmaları nedeniyle kente uyumlarında sorun görülmesi olağandır.

Düşük Eğitim Düzeyi
Kent yoksullarının genel özelliklerinden birisi, düşük eğitim düzeyidir. Yoksulluk ve niteliksiz ve yetersiz eğitim sarmalını kırabilmek hiç kolay değildir. Dolayısıyla kente uyumu zorlaştıran faktörler arasında yeterli eğitim alınamaması önde gelen faktörlerdendir. Eğitim sistemimizin giderek kalitesizleştiği düşünülürse kent yoksullarının bundan bir kaç daha fazla etkilenmesi son derece olağandır.

Sosyal göçün etkili bir faktör olduğu toplumlarda özellikle az gelişmiş toplumlarda yoksulluk, bir tür “anlık yaşama” ruhunu da geliştirmektedir. Böylece eğitim gibi aile bireylerine uzun erimli yatırımlardan uzak durmak için bir neden daha ortaya çıkmaktadır.

Kentsel yoksulluğun neden olduğu diğer sosyal sorunlara dönelim. Pek çok kentimizde 1960 sonrasında görülen gelişmelerden birisi kentsel yoksulluk nedeniyle gecekondulaşmadır. Gecekondu gerçeğini sadece derme çatma yapılar olarak anlamamak gerek. Kalitesizliğin ileri düzeylerde olduğu tüm yapıları bence “gecekondu” kategorisine almak gerekir. Çünkü bu yapıları var eden mantık, bir kentli aklı değildir, olamaz. Bugün deprem olasılığının karşımıza çıkardığı olayın gerçek yüzü, bir yandan da sosyal göç ve kent yoksulluğu gerçeklerine dayanmaktadır.

Sağlıksız çevreden kaynaklanan kent sorunları, örgütsel suçlarda artış, kentte şiddetin yaygınlaşması ve önünün alınmasının zorlaşması, sokak çocuklarının artması, uyuşturucu kullanan genç insan sayısındaki yükselme, kadınlara ait sorunların artması... Bunların tümünün kent yoksulluğu ile yakından ilintisi vardır.

Yoksulluğu Ya Önleyeceksin Ya da Önleyeceksin
Kentsel yoksulluk, sadece insanlara bir paket yiyecek yardımı yapmakla veya kış aylarında kömür vermekle aşılabilecek bir sorun değildir. Yapılan yardımlar tabii ki, yoksul insanları sevindirecektir. Ama kentsel yoksulluk, bundan çok daha ciddi ve yaptırımları olan bir sorundur. Yoksulluğu siyasal çıkar elde etmenin pazarı olarak gören, bunun vebaline katlanır.

Bu Hafta Benim Futbolum

Bu Hafta Benim Futbolum

Gürcan Banger

Kanımca geçtiğimiz haftanın futbol gündemi çoğu zaman olduğu gibi değişik kesimlerin linç anlayışlarının sergilenmesi idi. Bunun ilginç örneklerinden birisi Galatasaray’ın ve ulusal takımın oyuncusu Arda Turan üzerinden oynandı. Gelirini bazı oyuncu ve kulüpleri kurtlar sofrasına atarak kazanmaya çalışan bir takım medyanın sakızı öncelikle Arda Turan oldu.

Bu konuda ilginç olan unsur, futbol ya da futbolcu değil; onun üzerinden birtakım abuk subuk iddialarla para kazanmaya çalışan linç anlayışıdır. Kişilik haklarına saldırının, sporcuları taciz etmenin ve bir linç kültürünün içine sürüklemeye çalışmanın adı futbol yorumu ya da eleştirisi olabilir mi?

Bir diğer ilginçlik ise saygınlık adına Galatasaray Kulübü Başkanı’nın açıklaması idi. Güya içleri acıyarak Arda Turan’a (haklarını duygusallıkla savunduğu için) ceza vereceklermiş. Peki; insana sormazlar mı; sen bu genç insan linç edilirken neredeydin? Çıkıp iki cümle de linç kültürünün yaygaracılarına söylesen olmaz mıydı? O saygınlığınla, daha önce zor yetişen bu genç insanların hakkını hukukunu korumak için mücadele edemez miydin? Fenerbahçe Başkanı’nın gösterdiği haklıdan yana olma tavrını gösteremez miydin?

Arda Turan’dan söz ederken; aklımda olan sadece bu genç insanın durumu değil. Eskişehirspor ve Bülent Uygun ‘tartışmasına’ gelmek istiyorum. Öncelikle şunu söylemeliyim ki; Eskişehirspor’un teknik yönetimi için Bülent Uygun’un son derece doğru bir seçim olduğunu düşünüyorum.

Bülent Uygun’un doğruluğu konusunda birkaç dayanağım var. Birincisi; Uygun’un Sivas’ta oynattığı futbolu hatırladığımda ve bunu Eskişehirspor’un oyuncu yapısı ile eşlediğimde bir uyum gözlüyorum. Uygun’un futbolu teknik yönetim tarzı, yeni takımının kadrosuna ve bu oyuncuların yetenekleri ile son derece etkili ve başarılı sonuçlar verebilir. Tüm olumsuzluklara rağmen İBB ile yapılan ve Eskişehirspor’un 1-0 kazandığı maçta bunu net biçimde gördük.

Bu maç nedeniyle başka gözlemlerimiz de oldu. Birincisi; daha önceki teknik direktörün neden Erkan Zengin’i tam zamanlı oynatmadığı konusundaki sorulara cevap bulduk. “Erkan bu takımda direkt oynar” cevabını bu oyuncu güzel ve girişimci oyunuyla kendisi verdi. İkincisi; Sadıgov gibi bir oyuncunun varlığını Azerbaycan’da Türkiye ulusal takımına gol attıktan sonra öğrendik. Bülent Uygun, bu oyuncuyu 90 dakika oynatarak takıma kazandırdı. Üçüncüsü; Uygun ile Batuhan Karadeniz’in ülkenin önemli oyuncularından birisi haline gelebileceğini gözledik. Dördüncüsü; Pele, Adem Sarı, Sezer ve takımın henüz vitrine çıkamamış genç oyuncuları Bülent Uygun ile çok daha başarılı olabilirler. Özellikle Adem ve Sezer’in önümüzdeki dönemde ligin önemli oyuncuları olarak daha fazla anılacakları kanısındayım.

Günlük konuşmalarda çevreme anlattığım ama yazmamış olduğum bir noktayı da eklemeliyim. Genelde Eskişehirspor’un önceki teknik direktör ile geçen futbol sezonunda başarılı ve bu sezonun ilk maçlarında ise başarısız olduğu konuşuluyor. Adeta geçtiğimiz sezonu başarı ile kapatmış bir teknik direktörün (birkaç maçta puan kaybedildi diye) gönderilmesi ile haksız bir iş yapılmış havası yaratılıyor. Bana sorarsanız; sürpriz olan (beklenmedik olan; belki de şans faktörünün daha etkili olduğu durum), bu sezonun başarısızlığı değil; geçmiş sezonun başarılı görüntüsüdür. Başarılı gibi görünen bir sezonun arkasından daha güçlü bir kadro kurulmasına rağmen elde edilen başarısızlık, özünde başarısız bir teknik yönetimin (takım kurmanın ve oyun kurgusunun) gerçek görüntüsü idi. Başarısız teknik direktörün daha başarılı olması beklenen bir başkası ile değiştirilmesi gerekiyordu; gecikerek de olsa bu değişiklik yapıldı. İBB maçında içinde izlediğim bazı sorunlara rağmen; daha maçın başından itibaren bu oyunun kazanılacağından kuşkum olmadı. Bundan sonraki haftalarda takımın çok daha iyi olacağının işaretlerini aldım.

Gelelim neden Arda Turan ile başladığıma. Bu genç oyuncuya yapılan linç girişiminin bir benzeri Eskişehirspor ve Bülent Uygun üzerinden gevelenmeye çalışılıyor. Cumartesi maçlarının arkasından devletin resmi TV kanalında bir aklı evvel yorumcunun yaklaşımını (Arda gibi Eskişehirspor’u da kurtlar sofrasına atma girişimini) anlamakta hayli zorlandım. Kendi kendime; “Acaba devletin resmi TV kanalının bir Eskişehirspor düşmanlığı mı var?” diye sorasım geldi.

Spor medyasının önce oyuncuları, yöneticileri ve taraftarları birbirleri üzerine kışkırtıp daha sonra da işin içinden ‘sütten çıkmış ak kaşık’ gibi sıyrılmaya çalışmalarını haklı görmek mümkün değil. Spor medyası, ülke futbolundaki olumsuzluklarının baş sorumlularından birisinin kendisi olduğunu kabul edip buna göre davranmaya başlamadıkça gerçek çözüme ulaşmak zor olacak.

Eskişehirspor bir sonraki maçını Karabükspor ile Karabük’te oynayacak. Bu oyun alanını hatırlıyorsunuz, değil mi? Marul bahçesi gibi bir zemin… Spor medyasının beyleri ve hanımları… Hadi; iki satır da bu sahada oynanacak oyunda futbolcuların içine düşecekleri sakatlık riskinden söz edin! Federasyonun oyuncu sağlığına olan (bu ve benzeri oyun alanları için) duyarsızlığını dile getiriverin!

Adı çok bilinen oyuncuların transferi için tahrik ettiğiniz yöneticilerin harcadıkları milyonlarda liradan dem vurun! Ulusal kaynakların; siz, kendi cebinin derdine düşmüş bazı spor medyacılarının keyfi olsun diye nasıl çarçur edildiğinden söz edin!

‘Futbol uzmanı’ beyler ve hanımlar!... Reyting ve tiraj adına linç ettirdiğiniz takımcı ve oyuncuların hesabını verin. Sonra birlikte Bülent Uygun ve Eskişehirspor’u konuşalım.

Arkadaş Dediğin…

Arkadaş Dediğin…

Gürcan Banger

Bir kavram ya da sözcüğü konu alan bir yazı yazmak istediğimde öne onun anlamını araştırmakla başlarım. Sosyal yaşam çoğu zaman sözcüklerin anlamını yanlış bellememize neden olabiliyor. Bilgimizi yenileme ve doğrulama adına bu tür bir kuşkuculuğun her zaman yararlı olduğunu düşünürüm. Arkadaşlık üzerine yazmak söz konusu olduğunda da Türk Dil Kurumu (TDK) ile başladım. TDK sözcüğü arkadaş konusunda şöyle bir tanım veriyor: “Birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri”. İkinci anlam olarak “Bir ortamda birlikte bulunanlardan her biri” şeklinde bir ekleme yapsa da ilk tanım benim açımdan daha önde duruyor.

Bazen hızlı kimi zaman yavaş gibi açıp giden yaşamıma geri dönüp baktığımda; okuduğum kitapların önemli yeri olduğunu görüyorum. El verdiğince gezip gördüklerimin de değerli katkıları oldu yaşamıma. Ama hayatımın büyük dönüm noktalarında ve ciddi dönüm noktalarında arkadaşlarımın söz ve öğütleri var. Bana öyle işaretler vermişler ki; o zamana kadar özenle kavramaya çalıştığım gerçekleri ancak onların gözleri ile görebilmişim. Ya da duyup görememişim. İşte; bu nedenden dolayı arkadaşımın ne dediği önemlidir. Bu dünyada cenneti de, cehennemi de arkadaş sözü ve işareti ile yaşamak mümkündür.

Yaşı ne olursa olsun, arkadaşın sözleri ve öğütleri önemlidir ama en az bunlar kadar bizim tarafımızdan söylenenin duyulması, algılanması ve anlaşılması da önemlidir. Çoğu söz, bir kulağımızdan giren diğerinden çıkar. Eleştirilmeye tahammülsüzlük, arkadaşımızın önerilerini ciddiye almamamızı getirdiği gibi ilişkilerimizin zedelenmesi sonucuna da yol açabilir. Demek ki; arkadaşı hissetmek için saygı ve empati özelliklerine ihtiyaç var.

19’uncu yüzyılda yaşamış olan tanınmış Fransız şairi Alfred de Musset, “Dünyadaki en büyük yoksulluk, arkadaşsız kalmaktır” der. Bu cümleyi, arkadaşsızlık kadar önerisiz, teşviksiz, denetimsiz ve eleştiriden yoksun kalma olarak da anlamak gerekir. İnsanın, yaşamı karşılaştırmalarla öğrendiğini düşünürsek, kişinin kendisini düzenlemesinde iyi arkadaşların ne kadar önemli olduğunu kolayca kavrarız.

Arkadaş bir aynadır. Ama ayna yüzeyindeki bozukluklar, görüntünün doğru algılanmamasına neden olabilir. Bu duruma Mevlana Celaleddin Rumî şöyle işaret eder: “Elden geldiğince kaç kötü arkadaştan / Kötü ahbap kötüdür en zehirli yılandan / Yılan zehir akıtıp insanı candan eder / Ama kötü arkadaş, can ve imandan eder.”

11’inci yüzyılda yaşamış olan Türkçenin en önemli şair ve düşünürlerinden olan Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig isimli dev eserinden birkaç satır aktarmak isterim: “Kendine denk olan kimseyi ahbap edin. İnsan, ancak kendine denk olan ile hemrenk (eşrenkli) olabilir.” Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla sohbette aynı konuyu (Yusuf Has Hacip’in bu sözlerinden bihaber olarak) dile getirmiştik. Gerçekten beyaz atlı prens ile köylü kızının aşkı sadece masallarda oluyor. Gerçekten uzun soluklu bir arkadaşlık için tüm konularda olmasa bile, bireyler arasında belli oranda denklik ve benzerlik gerekiyor. Denklik olmadığında arkadaşlık belirgin / sabit bir konu üzerine oturuyor ve bu ortak nokta kaybolduğunda ortaklıkta sona eriyor.

Ünlü şair Yusuf Has Hacip’i birkaç cümle ile geçiştirmek olmaz. Ona bir kez daha kulak verelim: “Uçan kuş bile eşini bilir ve sürüsünü bulur. Sen insansın, içine karışacağın adamları iyi seç.” Burada arkadaşlığın ister istemez sosyal bir çevre ile ilintili olduğuna dair bir öğüt alıyoruz. Çevre ve yaşam koşullarına aykırı arkadaşlıkların uzun soluklu olma şansı daha düşük oluyor.

Pek çok kişi, arkadaşlık fikrini sözde bırakır. “Arkadaşım” ifadesi, heyecanla (veya kayıtsızlıkla) söylenmiş bir sözcük olarak kalır çoğu zaman. Hâlbuki arkadaşlık, gerçek yerini fiilî yaşamda bulur. Eğer arkadaşlık uygulamalarla doğrulanırsa, süreklilik kazanır.

Arkadaşlık için bazı ön koşullar veya gereklilikler öne sürmek, her zaman doğru değildir. Yaşanan pek çok örnek, arkadaşlık için saygının vazgeçilmez ama sevgi veya sempatinin zorunlu olmadığını işaret eder. Arkadaşlık; birbirini benimsemiş ve karşılıklı yaşam tarzlarını kabullenmiş ama tahammüllü bir yol arkadaşlığıdır. Kalanı yolda belli olur.

Bir noktayı daha eklemek istiyorum. Çoğu zaman arkadaşlığın, bizim onu anlamamız, kavramamız veya zihnimizdeki ile çakıştırmamız olarak tanımlıyoruz. Kafamızda bir arkadaş profili var; buna uyanları arkadaş kabul ediyoruz. İşte; genelde arkadaş konusunda yanılmada bu noktada oluyor. Gerçek bir arkadaşlığın mevcudiyeti için iki tarafın profillerinin çakışması veya bu eşleştirme için emek harcanması, gerçek arkadaşlığın inşası için önemli… Bir tanışıklığı arkadaşlıkla eş tutmak doğru olmaz. Arkadaşlık, bir yaşam gibidir. Zihnen, ruhen ve maddeten beslenmesi gerekir.

Başarılı Olmak Nedir?

Başarılı Olmak Nedir?

Gürcan Banger

Bu dönemin genç kuşağına dâhil bir kişi olsam ve bana “Başarılı olmak nedir?” diye sorsalar; “Feşmekân sınavda başarılı olmak…” diyeceğimden korkarım. Belki de başarıyı diploma sahibi olmaya indirgeyebilirdim. “Başkasının sırasını kapmak başarı sayılır mı?” diye sorsam çoğunluğun onayladığı anlamında bir cevap alır mıyım diye merak ettiğim oluyor.

Günümüzdeki anlayışa göre; daha az çalışıp emek harcamadan daha fazla kazanmak da başarı sayılabilir. Doğrusu; bir insan yaşamının yarısı kadar bir sürede toplumumuzun değer yargılarının ve dolayısıyla başarı anlayışının böylesine değişimi beni şaşırtmaya devam ediyor.

İnsanlar türlü türlüdür. Kimisi geçmişte yaşar. Bugünün keyfini çıkaranlar vardır. Bana sorarsanız; heyecanlı olan, gelecektir. Gelecek ise vizyon demektir. Vizyon; geniş görüş, ileri görüş anlamına gelir. Vizyon, geleceğin tasarımı hayalidir. Vizyon, bakılan ufuk çizgisidir. Çöldeki kum tanesinin, doğa koşullarına uyarak akıp giden suyun vizyonu olmaz. Ama bir taş parçası gibi güneşin, rüzgârın ve yağmurun esiri olmak istemeyen insanın bir vizyonu olması gerekir. İnsan, gelecek hayali ile yaşar. Gelecek hayali olmayan kişi, kurumakta olan bitki gibidir.

Yaşamı hayaller renklendirir. Büyük hayalleri olmayanların, siyah-beyaz bir dünyada yaşadıklarını düşünebiliriz. Öyle ki; siyahı ve beyazı yaratan ışığın, hayalsiz bir yaşamdan çekilmesi an meselesidir.

Hayalin ve geleceğin kulağı vardır, desek yanlış olmaz. İnsan yaşamında sinerjiyi yaratan büyük hayallerdir. Ama bu hayaller dev bir uçan balon olup insanın ayaklarını yerden kesmemelidir.

Sinerji, pek çoğumuzun sıklıkla kullandığı bir sözcük… Çoğu zaman sorgulamadan kullandığımız bir kavram belki de. Sinerji, bir artı birin ikiden fazla etmesi anlamına geliyor. Ek enerji ve yüksek verimlilik demek. İşte; hayallerin önemi burada sanki… Büyük hayallerin yarattığı motivasyon, kaynaklarımızı ve enerjimizi çok daha etkin ve verimli kullanmamız anlamına geliyor.

İtiraf etmeliyim ki; bazen “Kendi kendime başarılı olmak çok mu önemli?” diye sorduğum oluyor. Ama yaşamda başarılı ve mutlu olmanın yol duraklarından birisinin azim olduğuna da kuşkum yok. Vizyona, büyük hayallere ve sinerji yaratma becerisine mutlaka azmi eklemeli. 17’nci yüzyılın ünlü Fransız mareşali Jean de Gassion şöyle der: “Yeteneklerinizi biliyorsanız, kolaylıkla ilerleyebilirsiniz. Kalabalığa bakın, azimle yürüyene yol verir.”

Kalabalık… Bir anlamda yolumuza çıkan engelleri, sorunları ve biteviye çözülmesi gereken problemleri ifade ediyor. Ama azim devreye girdiğinde, problemler adeta kolaylaşıyor ve çözüm süreci hızlanıyor. Yetenek, tabii ki önemli ama azmin yerini almak için yeterli değil. Çevremize baktığımızda üstün yetenekleri olduğu halde başarıyı (ve mutluluğu) yakalayamamış sayısız örnek görebiliriz. Bu örneklerin pek çoğunda azmin eksik olduğunu görmek şaşırtıcı değildir.

Yaşamda başarının sırlarından birisini Mevlana Celaleddin Rumî verir: “Mert insanı isteğince, gönlünce öv / Söz erleri her övgüye layık elbet.” Gerçekten tutulmayan her söz, kişinin biraz daha güç kaybetmesine neden olur. Öncelikle; sosyal bir çevrede yaşıyor olmamızın gereğidir bu. Diğer yandan verilen sözün tutulması, insanın içsel tutarlılığı ile ilgilidir. Biteviye söz verip bunlara uygun davranış için bulunmayan kişinin zamanla kendisine yönelik özgüveni de kaybolmaya başlar.

Yaşamın bana öğrettiği en sağlam derslerden birisi, insanın kendisini iyi tanıması gereğidir. İnsanın kendisini sağduyulu ve yansız bir yaklaşımla analiz etmesi, kendini sürekli olarak dürüst sınavlardan geçirmesi anlamına gelir. Başarı için ön koşullardan birisi olan kişinin kendisi olması, öncelikle ve kaçınılmaz biçimde kendisini iyi tanımasını zorunlu kılar. Başarı için yola çıkmış kişi, örnekler ve başarı öyküleri kullanır ama asla kopyalamaz, taklit etmez ve çalmaz.

Başarılı insan, sağlıklı bir meyve ağacı gibi olmalıdır. Bir yandan kendi yükselip kök salarken bir yandan da meyveleri ile insanlara yeni imkânlar sunmalıdır.

Yaşamın başarı kabul edilen diplomaları, kendimizi akıllı kabul etmemize neden olan tembellikleri ya da emeksiz kazanımları dışında güzellikleri olmalı. Eğer böyle olmayacaksa, işimiz var demektir.

İş Dünyasında Değişim

İş Dünyasında Değişim

Gürcan Banger

Bilim ve teknolojide çok ciddi ilerlemeler var. İnsanın dünyayı dönüştürme sürecinde bilimsel ve teknolojik bilgi üretilmesinde nicelik ve nitelik olarak önemli adımlar atıldı. Ama maddi değişim ve dönüşüm süreci bizi yanıltmamalı. Son yıllarda sosyal bilimler ve bu dalların uygulamaları alanında da önemli açılımlar gerçekleşti. Bu nedenle pazarlamanın yeni türlerinden, ar-ge’den, yenilikçilikte daha çok söz eder olduk. Bu dönem, işletme organizasyonlarının, firma yeteneklerinin ve iş modellerinin ciddi anlamda değişimine tanık oldu. Olduğu gibi kalmayı seçen işletmeler, eski çalışma biçim ve modellerinde ısrar eden firmalar hızla kan kaybediyorlar.

Bizim firmalarımız henüz bu değişim ve dönüşümün yeterince farkında değiller. Diğer yandan kendilerini yeni çağın şartlarına hazır hale getirmekte önemli eksiklik ve zayıflıkları var. Pek çok vesile ile saydığım gibi şirketlerimizin sermaye yetersizliğinden kurumsallaşmaya, insan kaynaklarından belge sistemine kadar sayısız alanda zafiyet ve sorunları var. Başta küçük ve orta büyüklükteki işletmeler (mikro işletmeler ve KOBİ’ler) olmak üzere neredeyse tamamının sorunu, geleneksel bir yapıyı aşarak çağa uygun işletmeler olamamalarından kaynaklanıyor.

Ülkemizde ekonomik sektörlerin pek çoğu kendi iç dinamikleri ile gelişmediğinden Batıda görülen örneklerin başarısına ulaşamıyor. Çoğu zaman babadan görme, kulaktan dolma veya deneyerek becerme gibi usullerle başarıya ulaşılmaya çalışıyor. Böyle olunca da; başarılı olabildiğimiz iki unsur kalıyor geriye. Birincisi, kahramanca (belki de ‘karakucak’ demek daha doğru) bir girişim cesareti; ikincisi, “Çalış Osman; çiftlik senin” felsefesine uygun olarak çalışan ucuz işgücü. Bu ikisini çıkardığımızda, girişim başarı öykülerimizde geriye bir şey kalmıyor.

Son yıllarda şirketlere yönelik çalışma yapan organizasyonlar oluştu. Bunlar, genellikle danışmanlık ve eğitim firmaları olarak ortaya çıkıyorlar. Ama ne yazık ki, yapıları ve iş modelleri açısından her gün gördüğümüz diğer işletmelerden fazlaca bir farkları yok. Danışmanlık ve eğitim işini sıradanlaştırarak kurum ve kuruluşlara sağlıklı hizmet aktaracaklarına, sadece para kazanma adına ortalığı karıştırıyorlar.

Bu firmalardan bazılarının zaman zaman yaptığı ciddi hatalardan birisi de, yabancı danışmanlık ve eğitim deneyimlerini, ülke ve bölge koşullarını dikkate almaksızın uygulamaya çalışmak… Bu tür bilinçsiz yaklaşımlar sayesinde Batıda geliştirilmiş bazı yararlı yöntem ve teknikler de bir ucube haline dönüştürülüyor.

Gerek yazılarımda gerekse konuşmalarımda sıklıkla dile getirdiğim bir konu var. Danışmanlık ve eğitim alanlarında çalışan her kişi ve kuruluş, Türkiye gibi bir ülkede ( bir başka deyişle Batılı örneklere göre değişik oranlarda geleneksel özellikleri olan bir ülkede) çalıştığının farkında olmak zorundadır. Yerelliği ve gelenekselliği dikkate almayan kurumsal çalışmaların bu toplum koşullarında başarılı olması zordur.

Toplumun iş geleneklerinin farkında olmak, standartlardan taviz vermek veya kalite çıtasını düşük tutmak anlamına gelmez. Değişimin peşinde olan birey veya kuruluş, öncelikle hangi iklimde yaşamaya çalıştığının farkında olmak zorundadır. Kendi sistem çevresini, burada yer alan ekonomik ve sosyal aktörleri dikkate almayan bir değişim projesinin başarıya ulaşması zordur.

Yukarıda sözünü ettiğim savı, işletmenin iç çevresi açısından da tekrar edebilirim. Örneğin yaptığım kurumsal çalışmaların bana öğrettiği ana ilkelerden birisi şudur. Bizim toplumumuzda ‘hiza önderliğini’ özel bir değeri ve anlamı var. İnsanlar, soyut ve kuramsal bilgilerden daha çok, hiza önderi olarak gördükleri kişi ve kuruluşların tutum ve davranışlarını dikkate alıyorlar. Bu açıdan bakıldığında; bir kuruluşta değişimin önemli noktalarında duracak liderlerin özel bir öneme sahip olduğu fark ediliyor.

Herhangi bir kurum veya kuruluşta “Değişimi sağlamak için ilk adımda ne yapmam lazım gelir?” şeklinde bir soru ile karşılaşırsanız, size ilk önerim “Yerel liderler üretin!”, ikincisi ise “Yeni pazarlar ve yeni müşteriler için yeni iş modelleri geliştirin!” olacaktır. Böylece hem hiza önderleri yaratmış hem de firmayı daha rekabetçi yapacak yeni yörüngeler keşfetmiş olacaksınız.

Bu çağda bir sınaî ve ticari işletmeyi sahiplenmeyi veya yönetmeyi hedefleyen (veya zaten bunu yapan) her kişi; yenilikçilik (inovasyon), ar-ge ve iş modeli gibi kavramlar konusunda bilgilenmiş ve deneyim kazanmış olmak zorundadır. Ya yükseleceksin ya da ‘uygun adım’ yok olacaksın…

14 Ekim 2010 Perşembe

Eskişehir, Yeni Şehir

Eskişehir, Yeni Şehir

Gürcan Banger

Eskişehir, varlığı antik çağlardan beri bilinen bir yerleşimdir. Sakarya Nehri ile Porsuk Çayı yanında; ovanın değişik noktalarında termal su kaynaklarının bulunması nedeniyle bu bölgedeki insan yerleşimlerinin çok daha eski tarihlere uzanıyor olması muhtemeldir. Fakat Eskişehir isminden esinlenip bugünkü yerleşimin çok eski olduğunu söylemek yanlış bir tahmin olur.

Eskişehir, tarih boyunca değişik dönüm ve kırılma noktaları yaşamıştır. Bunlardan önemli bir tanesi, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasıdır. Bir imparatorluğun ilk tohumlarının atıldığı bu yerleşim, ne yazık ki daha sonraki dönemlerde Bursa, Edirne, Konya veya Kütahya gibi ilgi görmemiş, küçük bir kaza olarak 19’uncu yüzyıla erişmiştir. 1800’lü yılların sonları ise Rumeli’den ve Balkanlardan gelen göçler ile İstanbul-Bağdat demiryolunun yapılması Eskişehir açısından gerçek bir sıçrama yaratmıştır.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Eskişehir, ciddi anlamda dış göç almaya başlamıştır. Aldığı göçlerin önemli kaynakları olarak Balkanları ve Kafkasları saymak gerekir. Bu göçlerin etkileri, Eskişehir’in geleneksel yerleşimi olan Odunpazarı’nda mekânsal rötuşlar olarak görüldüğü gibi, tarım teknikleri ile el işlerinde olduğu üzere yerel ekonominin değişiminde de gözlenir. Daha önceki dönemde bu yerleşimde yapılan belli başlı işler arasında tarım ve bahçecilik önemli yer alıyordu.

1894’te işletmeye alınan İstanbul-Bağdat Demiryolu, Eskişehir’in kaderini değiştiren olaylardan birisi olarak görülür. Bu hattın Eskişehir’den geçmesi, bu unutulmuş yerleşimin alınyazısını ciddi anlamda değiştirmeye başlar. Dolayısıyla 19’uncu yüzyılın sonları, Eskişehir’in gelişiminde önemli bir dönüm noktasıdır.

Kurtuluş Savaşı süresince Eskişehir, ciddi acılara ve yıkıma maruz kalır. Kentin pek çok bölümü, işgalci Yunan kuvvetleri ile işbirlikçileri tarafından yakılır, yıkılır. Fakat Eskişehir, Cumhuriyet’in ilk döneminde ciddi kamu yatırımları alarak önemli atılımlar yapar. Eskişehir Bankası, Şeker Fabrikası, demiryolu ile uçak bakım-tamir atölyelerinin kuruluşları 20’inci yüzyılın ilk yarısına damga vurur. Bu dönem, Eskişehirlinin kendini artık ücretli çalışan olarak algılamaya başladığı bir zaman dilimidir. Bu dönemle birlikte devlete kapıkulu olmak, kendi işinin sahibi girişimci olmanın önünde gelir. Bir yandan ücretli çalıştırmayı özendiren bu gelişme, daha sonraki yıllarda kamu işinde eğitilmiş ustaların, Eskişehir sanayisinin temellerini atmaları ile başka bir boyuta taşınır.

Eskişehir’in mekânsal gelişimi, bir kâğıda düşmüş yağ damlasını andırır. Kent, yağ damlasının kâğıdın üzerinde yavaşça aynı odak etrafında büyümesi gibi gelişir. 20’nci yüzyılın ikinci yarısında plansız, programsız veya en azından vizyonsuz büyüme hızlansa da, görünen manzaranın odağı budur.

Eskişehir’de son olarak yaşanan kırılma noktası, 2000’lerin başıdır. Bu süreçte Eskişehir, pek çok Anadolu yerleşimine göre yeni bir yerleşim olsa da; geleneksel bir kentten Batı tipi bir tüketim kentine doğru evrimleşmeye başlar. Ama ne yazık ki; gerekli vizyona sahip olmadan büyümenin sıkıntılarını da yaşamaya devam eden bir kenttir artık.

Bugün kentin merkezinde yaşanan aşırı yoğunlaşma, bu yerleşimi kent rantı nedeniyle imkânsız bir noktaya doğru sürüklemektedir. Eskişehir’in kent merkezinin daha fazla yoğunlaştırılmasıyla gidebileceği yeni bir açılım kalmamış gibi görünmektedir. Kent merkezindeki rantı artıracak her yaklaşım, Eskişehir’i biraz daha yaşanması zor bir habitat haline getirmektedir. Gözlediğim odur ki; kentin (yağ damlasının) dış çevresinde yapılacak kentsel dönüşüm projeleri de yoğunlaşmayı azaltıcı önlemler olarak gözükmemektedir.

Eskişehir Büyürken
Evinizin veya iş yerinizin bir duvarının dibinde beklenmedik bir şekilde büyüyen otlar görmüşsünüzdür. Bir nedenle oraya düşen tohum uygun zaman geldiğinde, bir bitkiye dönüşüverir. Bazı yerleşimlerin büyümesi de böyledir. Tarihin bir anında birkaç hane ile başlayan bir insan topluluğu, zamanla büyüyerek büyük bir insan yerleşimine dönüşür. Yıllar ilerledikçe anayollar üzerindeki küçük köy ve kasabaların nasıl büyüdüklerini gözlemişsinizdir. Örneğin Anadolu’ya Türklerin gelişiyle oluşan pek çok yeni yerleşimin tohumu o dönemde kurulan zaviyeler, ocaklar ve küçük ölçekli camilerdir.

Yerleşimler her zaman kendi dinamikleri ile gelişmez. Kimi zaman bilinçli ve planlı faaliyetler; köylerin, ilçelerin veya kentlerin oluşumuna neden olur. Dünyada planlı ve programlı olarak yaratılmış çok sayıda kent örneği bulunmaktadır.

Bir kenti, plan dışı tutarak kendi başına büyümeye bırakırsanız; karşımızda iki ihtimal var demektir. Ya kent, zaman içinde küçülür ve yok olur ya da aşırı ve şekilsiz bir büyümeye uğrayarak bir sorunlar yumağı haline dönüşür. Bir kentin, bir sorun üreteci haline gelmesinin yollarından birisi, o kentin yöneticilerinin yerleşimle ilgili geleceği görmekteki zorlukları ve zafiyetidir. Ülkemizde görme ve tanıma imkânı bulduğum pek çok kentin, gerçek anlamda yönetim sorunları yaşamış olduğunu biliyorum. Geçmiş yönetim dönemlerinde alınmayan önlemlerden ve kentsel vizyon eksikliğinden dolayı bazı yerleşimlerimiz tıkanma noktasına gelmiş durumda. Böyle bir kentsel sorun yığılması, ilerleyen zamanda problemlerin çözülmesini çok pahalı veya imkânsız hale getiriyor.

Kendi adıma; aşırı büyümüş bir kentte yaşamaktan yana değilim. Bunu anlatırken, kentin insan ölçeğini aşmaması gerektiği biçiminde ifade ediyorum. Bu bağlamda; Dünya üzerinde dengeli ve sağlıklı gelişmiş pek çok kentin (nüfusun fazla artmadığı ve yerleşimin aşırı yayılmadığı) belli büyüklük sınırları arasında kalmış olduğunu hatırlatmak isterim.

Bir kişi veya bir kuruluş olarak yaşadığımız kentle ilgili bir konuda kesin tercihimiz olmalı. Kentin gelişim süreci hakkında fikrimiz ve öngörülerimiz olmalı ve bunu gerekli biçimde yansıtmalıyız. Çünkü bu kent, onu yönetenlerden daha fazla, burada yaşayanlara aittir.

Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere çok veya hızlı gelişmiş kentlere baktığımda; hiç de iç açıcı manzaralar görmüyorum. Konut kalitesinden içme suyuna, trafikten enerji şebekelerine kadar pek çok sorun yoğun biçimde yaşanıyor. Bazı sorunlar var ki; onlar da yakın bir gelecekte kapıya dayanmaya hazırlanıyorlar. Örneğin bazı kentlerin kimi semtlerinde oluşacak köhneleşme bölgelerinin yaratabileceği sorunlar hakkında yeterli öngörümüz henüz yok.

Kentlerimizin tek merkezli olarak aşırı büyümesinin önüne geçmek zorundayız. Kenti oluşturan fonksiyonların da dağıtılacağı yeni alt-kent yaklaşımları konusunda öngörüler, yaklaşımlar ve programlar geliştirmeliyiz. Böyle daha planlı yaklaşımların, toplam mal olma maliyetlerinde de ciddi düşüşlere neden olacağını kanıtlamak çok zor değil.

Katılımcılık vazgeçilmezdir
Kısaca söylemek istediğim şudur. Yaşadığımız kentin bireyleri ve kuruluşları olarak, kentimizin ne kadar büyüyeceğine, büyüme biçiminin nasıl denetleneceğine ve büyümenin nasıl planlanacağına birlikte ve katılarak karar vermemiz gerekiyor.

12 Ekim 2010 Salı

Futbolun Derdi Üzerine…

Futbolun Derdi Üzerine…

Gürcan Banger

Bir yerel gazetede yazdığınızda değişik türden tepkiler alırsınız. Beğenenler ve beğenmeyenler olur. Bunların örneklerini İnternet ortamında da görürsünüz. Ama bir yazınız için uzunca bir yazı kaleme alındığı sıklıkla görülen bir durum değildir. Aşağıda “Futbolun Derdi Nerede?” başlıklı yazıma cevaben yazılmış satırları veriyorum. Eminim; siz de okurken benzer duygu ve düşünceleri paylaşacaksınız. Ne yazık ki; (ismini yayınlamak konusunda kendisinden izin almadığım için en azından şimdilik) bunları yazanın ismini vermeyeceğim. Birlikte okuyalım:

“Dünkü yazınızda bahsettiğiniz, Almanya maçı için “hezimet olur“ yanıtınızdan dolayı kutluyorum. Bu fırsatla ben de konu hakkındaki görüşlerimi aktarıyorum.”

“Bana göre futbolumuzdaki en temel problem, ülkemizdeki en temel problemle benzerdir, bu da bizim arabesk yapımızdır. Yani her şey var ancak doğru dürüst, ilmi, fenni yönetim olmadığından hiçbir şey tam değil. Biz, bir konuda bir şey yapmamız gerektiğinde çoğu zaman hızlı bir şekilde işe girişiyoruz. O konuda sadece kulaktan dolma bilgilere, iyi niyete ve elbette yetkiye sahip bazı kişiler çalışmadan, planlamadan, araştırmadan hemen işe girişip bir şeyler çatıyorlar ve işi başlatıyorlar. Devamında da günlük değişen prensiplerle, ilmi olmayan, çalışılmamış, derinliği olmayan kararlarla işi yönetmeye çalışıyoruz. Arada bazen, bazılarımız konu ile ilgili okuyor, araştırıyor veya yönetimde işi bilen birileri oluyor. Bir süre düşe kalka, fiktif ve dönemsel, çoğu zaman da başarılı birkaç kişinin emeğiyle iş yürüyor. Ancak çağımızda her alanda çılgın bir rekabet var, artık her şey ilmi, fenni yapılmalı. Önceden iyi hazırlanılmalı, rakipler iyi analiz edilmeli vs. Biraz ilmen biraz gazla biraz bağır çağırla bazen bazı sonuçlar alınabiliyor ancak orta ve uzun vadede bu yöntemle hiçbir konu başarıya ulaşmıyor. Bu yapımız başımızdaki en temel problem. Bunu her yerde görürüz.”

“İstanbul’un bir yakasına ev yapmışız öbür yakasına iş yeri. Sabah ve akşam milyonlarca insan bir kıtadan öbürüne gidiyor. Kocaman 2 köprü var, normalde geçişe çoktan yeter. Evler, güzel. İşyerleri başarılı, Türkiye 120 milyar dolar ihracat yapıyor, merkez İstanbul. Burası ilmi taraf. Ancak arabesk yapı mutlaka belirleyici olacak, ev bir yerde işyeri bir yerde.”

“Adapazarı’nda, belediyeler 1999 depreminden 5- 10 yıl önce fay hattının yerini kâğıt üzerinde değiştirmiş. Sonuç belli. 1-2 ay önce gene aynı şeyi yaptılar, basında yer aldı. Bilimsel takıldık mı, evet, fayı bulup kağıda döktük. Uyduk mu? Hayır. Burada da arabesk.”

“Rusya’ya domates vs. satıyoruz, bazen ilacı fazla kaçırıyoruz geri yolluyorlar. ‘Bizim tüm gıda güvenlik kriterlerimiz AB’ye uygun, niye yolluyorsun’ diye çok tantana ediyoruz. Burası ilmi. Peki, bu kriterleri uyguluyor muyuz? Hayır, burası arabesk. Üstelik bunları biz yiyoruz.”

“Büyük paralar verip AB’den makine alıyoruz. Adamlar artık üretimlerinde standart hale geldiğinden makinenin yanında gerekli tüm güvenlik düzeneklerini veriyor. Işıklı bariyer vs. Bazen de Avrupalılar bizim sanayicimize soruyorlar: “Bunları vereyim mi?” Pek çoğunlukla “ evet evet “ diyoruz, hatta sordukları için kızıyoruz, biz Afrikalı mıyız diye, alıyoruz. Burası ilmi. Fakat 1 kere kullanmayı bırak yerine bile takmıyoruz, burası arabesk.”

“Şehirlere saksı koyuyoruz, çok güzel, sanatsal. İçlerinde hiç çiçek olmuyor, 1 hafta sonra çöp kutusu oluyor, arabesk.”

“Asansöre ‘4 kişiliktir’ yazıyoruz, 320 kg. diyoruz, ilmi. Sıkışalım, bir şey olmaz diyoruz, 6 kişi biniyoruz. Düşünce işletmeciyi dövüyoruz. Zaten bakımı yapan teknisyen de “ nasılsa […] hep ihlal edecekler “ diye bakım falan yapmıyor, arabesk.”

“Yüzlerce örnek verebilirim. Bana göre bu bizim en temel problemimizdir ve yapı çok güçlüdür. Yapıyı değiştirmek, Türkleri düzene sokmak, planlama yaptırmak ve buna uyulmasını sağlamak, dünyada tanınmış, başarısı kanıtlanmış kişilere ve sistemlere yer açmak, zaman tanımak, sabır etmek son derece zor. Sistem öyle güçlü ki bunları hızla geri tepiyor, kimseye kahramanlık yaptırmıyor ve hiçbir şeyi değiştirtmiyor. Her türlü başarıyı hızla cezalandırıyor ki arabesk yapı bozulmasın. […]”

“Olmaz, yaptırmam. Gel katkı yap, yok o da olmaz. Ülkede cumhuriyetle ilgili o kadar endişe var, 23 milyon seçmen oy verdiği ana muhalefet partisinden umut ışığı bekliyor, ancak bir genel sekreteri aşamıyor. Başkan değişti, gene olmuyor, tüzük değişmiyor. Özetle sistem çok güçlü ve kendini sağlam koruyor. Niçin böyle oldu, bu bir süreç mi, zamanla düzelecek mi tartışırız.”

“Futbola gelince, ülke sisteminden soyutlayamayacağımıza göre aynı düzen devam ediyor. İşin bilimsel tarafında gayet güçlüyüz. Ünlü mimarlar çizdi, harika statlarımız var. Büyük paralar verip Hiddink’i getirdik. Peki, takımı kim yapıyor? [Herhalde] Oğuz Çetin. Nereden mi biliyorum, F.Terim’le aynı kadro, aynı oyun. Ne değişti? Hiç bir şey, al sana arabesk. Hani futbol koordinatörü falan gibi sıfatla Ersun Yenal gelmişti, nerede? Oğuz […] karıştırmıyormuş. Bakın nasıl yönetim karmaşası var. 1 sorumluluk 3 yetkili, al sana arabesk. Bizim kulüp yönetimlerimiz, futbolcuların ilişkileri, ödemeler, transferler hep arabesk. BJK geçen sene Del Bosque ’yi yollarken 8 milyon euro tazminat ödedi. Meğer işin başında sözleşme koşullarını görüşmeye fırsat yokmuş, bakmadan imzalamış. Bundan öte bir arabesk olur mu? Bunu yapan 100 milyon euro bütçeli kulübün başkanı, hukukçusu vs. Peki, kovulan kim? Dünya şampiyonu takımın hocası. Daha önce kim kovuldu Fener’den? Aragones, o da Avrupa Şampiyonu takımın hocası. Fener’den ondan önce kim kovuldu? Löw, dünya 2.cisi takımın hocası. Cimbom yakında kimi kovabilir? Rijkaard’ı. Yıllarca Barcelona’yı çalıştıran adamı. Şimdi biz milli takımda kimi […] beğenmiyoruz? Hiddink’i. Adam dünya çapında. Ancak bizim sistemimiz öyle bize özgü ki, ben buna kara düzen diyorum, adamlara alan bırakmıyoruz ki işlerini yapsınlar. Adamlar normal yönetilen takımlarda çoğunlukla başarılı oluyorlar. Ancak bizdeki kara düzeni değiştirecek halleri yok ya, ne kadar dururlarsa duruyorlar, boğazda balık yiyip dönüyorlar. Galiba bu düzene en çok Daum uyum sağlamıştı, […] kaptı gitti.”

“Anadolu kulüplerinde iş daha karmaşık, düzen simsiyah. Adam biraz parayla yönetime geliyor, 1-2 kişilik temizlikçi vs. dışında kulüpte çalışan adına kimse yok. Başkan mobilyacı, petrolcü, sanayici olabilir ancak kulüp yönetmeyi ne bilir? Bu bir uzmanlık işi, başarılı kulüplerde hep usta, üst düzey profesyoneller çalışıyor. Başkan değiştiğinde bu kişiler devam ediyor, patronlar işi büyütmeye vs. gayret ediyorlar. Elbette hocaya da alan açıyorlar. Belki çok küçük müdahaleler dışında ellemiyorlar, adam başaramazsa yolluyorlar başkası geliyor. Sık sık yönetimi tümden değişen bir kurum başarılı olabilir mi?”

Tek Yüzlü Madalyon

Tek Yüzlü Madalyon

Gürcan Banger

Türkiye, ilginç bir süreç yaşıyor. Ülkenin bugün karşı karşıya olduğu sorunlar, darboğazlar ve sıkıntılar daha önce yaşanmış olanlardan biraz farklı. Bir diğer ilginçlik ise bu sorunlar manzumesinin çözümünde örnek alınabilecek bize benzer bir başka ülke de yok.

Şu sıralarda adeta bir tek yüzlü madalyon gerçeği yaşıyoruz. Nasıl derseniz; madalyonun bir yüzünde iktidar var ama diğer yüzünde muhalefet yok. Çok partili dönemin farklı süreçlerinden birisi yaşanmaya devam ediyor. Son zamanlarda özellikle siyasal muhalefet bir kısmı da bu eksiklik ve zafiyetin farkına varmış olmalı ki; fısıltı halinde yeniden yapılanmayı dile getirmeye başladı. Daha büyük ölçekli sosyal muhalefet açısından ise büyük bir canlılık gözlendiğini söyleyemeyiz. Muhalefet yapmasını beklediğimiz kesimler, karanlık bir yolda arabanın güçlü farları karşısında donakalmış ‘gece tavşanını’ hatırlatıyor. Ya muhalefetsizliğin farkına varacak ve gerekli girişimde bulunacak ya da farları yakmış hızla gelen arabanın altında kalacak.

Bir de; ülkenin, toplumun genel görüntüsüne bakalım. Son yıllarda gerçekleşen sosyal değişimler, çok yoğun bir görüntü veriyor. Hukuk değişiyor. Ekonomi çok hızlı bir dönüşüm içinde. Küreselleşmenin net etkileri yanında ülke içinde pek çok değer, hızlı bir başkalaşma sürecine girdi. Değişenler arasında, iyi olarak kabul edilebilecekler de var; kafamızda soru işareti yaratanlar da...

Her sosyal değişimden etkilenen paydaşlar vardır. Bunların bazıları söz konusu değişimden olumlu katkılar elde ederler. Doğal olarak kısa veya uzun vadede olumsuz etkilenenler de olur. Ama bu süreçte değişimin odağında ‘devlet politikaları’ aracılığı ile devletin bizzat kendisi oturuyor. 1980 öncesinde tercihlerini statükodan yana kullanan yöneticiler, şimdi ‘değişimi’ öne alıyorlar. Ülke yöneticilerinin bu ‘yeni’ hallerinde; Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği gibi unsurların çok ciddi etkileri var.

Yukarıda değindiğim gibi; bu değişimden iyi veya kötü etkilenenler olmaması mümkün değil. Çünkü hukuktaki değişim ve kamusal uygulamalar, doğrudan doğruya toplumu etkiliyor. Ama toplumun davranış modeline baktığımızda, şaşırtıcı bir atalet, sessizlik ve durgunluk var. Bunu Ergenekon türünde susturma girişimlerine bağlamak doğru değil; çünkü 1980 öncesinde çok daha ağır koşullar altında (doğrusuyla veya yanlışıyla) muhalefet yapılabildiğini biliyoruz.

Ülke yöneticileri tarafından gerçekleştirilen uygulamalar, ne olumlu, ne de olumsuz tepki alıyor. Her uygulama, medya gündeminde kısa süreli olarak yer aldıktan sonra sessizce, ‘kabul edilmişlerin’ arasında kaybolup gidiyor. 1980 öncesi toplumsal muhalefeti yaşamış olan kişiler için hayli şaşırtıcı bir durum. Adeta Dünya’nın tek kutuplu hali, topluma atalet olarak yansımış durumda.

Ülkenin genelindeki durgunluk, yerelde de farklı değil. Bazı yerel yöneticilerin proje adıyla ortaya attıkları uygulamaları karşısında, toplumdan en küçük lehte veya aleyhte tepki yok. Halk, tepkili değil; gözlenen ufak tefek karşı çıkışlara da, yerel yöneticilerin kulakları tıkalı…

Şu soru sorulabilir. Tepkili bir toplum olmak zorunda mıyız? Bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz “Evet” olmalı. Belki de Cumhuriyet tarihinin dinamik ve tepkili olmamız gereken, en önemli dönemini yaşıyoruz. Hem ekonomik hem de politik olarak bu denli yoğun ulusal ve sosyal zorlanmalar altında yaşmamıştık hiç… Yapılanları, onaylasak veya onaylamasak; köklerimizden sökülüyor gibi hissetmemiz gereken, ‘geri dönüşü olmayan’ bir dönemi yaşıyoruz. Fakat toplum olarak bizde ‘çıt yok’.

Toplum olarak verilen kararlara ve gerçekleştirilen uygulamalara katılımımız hemen hemen sıfır düzeyinde. Toplum olarak bizim adımıza temsilcilerimiz ağır kararlar alıyor. Bun karşılık; siyaset alanında muhalefet, ‘kendini yok etmekten’ başka bir görevi yerine getiremiyor. Getirmek istese de; kendini kadro ve söylem olarak yenilemediğinden, bu şekliyle ona inanacak yurttaş sayısı gün be gün azalıyor. Siyasetin içeriğine boş verip sadece oy derdine düşmüş olanlara kimse inanmak istemiyor. Değişik kesimler tarafından yapılan kamuoyu anketleri de bunu doğruluyor.

1980 öncesinde yasakçı yasalar nedeniyle ikincil siyasal örgütler olarak yer alan sivil toplum kuruluşları da tümüyle sosyal yorgunluk hastalığına kapılmış gibi. Bu kuruluşların kitleselleşmesi konusunda çok fazla kafa yoran yok. Zorlukla yaşayan az sayıdaki sivil toplum kuruluşu, (kargadan başka kuş tanımayan) bazı kariyerist kişilerin hegemonyasına girmiş halde. Sistemle uzlaşmayı ve kişisel tatmini önde tutan, sosyal vitrin meraklısı böylesi STK yöneticileri ile bir sosyal muhalefetin yükselmesi, zaten beklenemez.

Kanımca; yaşadığımız muhalefetsizlik ataletinin baş sorumlusu, öncelikle siyasetin içini boşaltan siyasetçilerdir. Memleketin ekonomik, sosyal, fikirsel, kültürel ve eğitsel olarak giderek kalitesizleştiği böyle bir dönemde eski usullerle yeni muhalefetin yükselmesini beklemiyorum. Ne yapılmalı? Kolay bir soru değil. Muhtemelen ezberlerimizi bir kenara bırakıp alışkanlıklarımızı, korkularımızı ve algı modelimizi sorgulayarak başlamak doğru adım olabilir. Kendi ikbal ve makam beklentilerimizden sıyrılıp en azından şunu soralım: “Şimdi ne yapmalı?”

11 Ekim 2010 Pazartesi

Zamanın, Mekanın Ruhu ve İnsan

Zamanın, Mekanın Ruhu ve İnsan

Gürcan Banger

Türkiye, hiç yaşamadığı türden bir zaman dilimini yaşıyor. Türkiye’nin çektiği sıkıntıları, karşı karşıya olduğu darboğazları, Doğu toplumları içinde yaşamış ve aşabilmiş bir örnek de yok. Belki Türkiye, bu alanda ilk başarı öyküsünü yaratacak. Belki de başarısızlığın ilk örneğini… Özetle; bir zaman, mekân ve insan öyküsünü birlikte izliyoruz. Özetle, bir süreç ki; zaman akıp giderken mekânla birlikte insan, insanla birlikte mekân da değişip dönüşüyor.

Yaşadığımız mekân, kimi zaman kimliğimizi belirleyen, bazen ise ifade edendir. Yaşam çevremiz, ruhen veya maddeten burasıdır ve burası, başka mekânlardan farklıdır. Yaşam ve mekânda farklılık yaratmak apayrı bir sanattır. Farklı olabilmek için öncelikle ayağımızı sağlam bir zemine basmamız gerekir. Küreselleşmenin etkisiyle Dünya ölçeğinden kendi mekânımıza baktığımızda, kendimizi tanımladığımız mekânın küçüldüğünü gözleriz. Bazen bir ülkenin mensubu olma ya da kente ait olma kimliğinden sıyrılıp; bir mahalleye, bir yöreye ait olma kimliğini öne alırız. O zaman bir etnik ve kültürel kimliğe olmak kadar ‘bu kentli’ olmak da değer kazanmaya başlar. Önemli olan, bireyi neyin farklı kıldığı ve kendini nereye ait hissettiğidir.

1950’lerden bu yana değer yargılarımız değişmeye başladı; çünkü mekân olarak yer değiştirmeye başladık. Derinlerde kalmış duygu ve düşüncelerimiz üste çıkarken, yeni davranışlarla birlikte yeni bir kültür geliştirmeye başladık. Toplum olarak; köyden kente, karadan denize, az güvenliden çok güvenliye, az gelişmişten çok gelişmişe, umutsuzluktan umut vaat eden yörelere doğru göç etmeye başladık. Ait olduğumuz mekân anlamında tanımlayan köklerimiz adeta söküldü. Oysa ait olma duygusu, vefalı bir dost gibidir. İnsanı asla terk etmez. Dünden gelen kimliğimiz, her birimizin vazgeçilmez bir parçasıdır. Köklerimizin geldiği yerden, ata topraklarımızdan onur duyarız. Dünkü hemşehri kimliğimiz bugünü yaşadığımız kentte; kimlikler yarışında değil, kimlikler uzlaşısında şekillenmek durumunda.

Yeni bir mekânda insan önce kendini güvensiz hisseder. Bu güvensizliğini ve ürkekliğini aşmak için destek arar. Hemşehrilik ilişkisi, iyi ve kolay bulunan bir destek örneğidir. Yeni bir kentte yeni bir yaşam kurmada hemşehrilik, can suyu gibidir. Eski hemşehrilik ilişkilerine dayanan ve kentin bütününden kopuk gruplaşmalar tedavisi güç yaralar açabilir. Sayıca çok olmayı değil, çoğulcu ve çok kültürcü olmalıyı başarmalıyız.

Çoğulculuk; herkesin kendi dünyasını kurup yaşamasını ama diğerlerinden kopmaksızın onlarla iletişim ve sosyal alışveriş içinde olmasını ifade eder. Paylaşım kültürünün yerleşip gelişmesi kaynaşmayı sağlar. Gelişim arzusuyla vizyon belirleme çabası güdülecekse; dar kapsamlı etnik, kültürel ve sosyal sığınak yerine farklı kimliklere sahip yurttaşlarla aynı kentte yaşamanın keyfine paydaş olabilecek yapılanmanın benimsenmesi gerekir.

Toplumsal sorumluluğumuzun getirdiği yükümlülüklerimiz açısından kaynaklarımızı ele aldığımızda; geçmiş ve gelecek arasında köprü kurma mecburiyeti görülecektir. Gelecek kuşaklara doğru ve olumlu mesajlar vermek istiyorsak; öncelikle, geçmiş yaşamların bıraktığı değer ve kültürlere hak ettikleri saygıyı göstermek zorundayız. Böylesi bir bakış açısı içinde karşımıza çıkan güçlükler ve sorunlar, yaşamımızda değerli, anlamlı ve önemli olan unsurları öne çıkaracaktır. Girişimcilik ruhumuzun rehberliğindeki sorgulama süreci, yaşam adına yeniliklerin arandığı ya da aralandığı düşünce mekanizmasını geliştirecek, gizli kalmış potansiyelimizi harekete geçecektir. Problemlerimiz beklenmedik biçimde güç ve kapasitemizi algılamamıza vesile olacak; sahip olduklarımız, sahip olmayı düşlediklerimiz, yetenek ve becerilerimiz başlıca kaynaklarımız arasında yerini alacaktır.

Bir Anadolu bölge odağı olma misyonunu üstlenerek doğal ve kültürel varlıkları koruyup geliştirerek değer katmanlarımızı yaşatmak; geleceğe dönük vizyonun belirlenmesi ve yerel potansiyel envanterinin belgelendirilmesi açısından önemlidir. Tarihî dokuyu bozmaksızın bir kentte ekonomik girdi bekleniyorsa, ilk akla gelen turizm potansiyelinin irdelenmesidir. Turizm potansiyelini çirkin yapılaşma ile değersiz ve anlamsız kılmak yerine akılda kalacak değerlerle zenginleştirmek kültürel değerlere özen göstermekle mümkün olacaktır.

Bu bağlamda kentlinin; kendine ve geleceğine nasıl baktığına, gelecekte ne olmak istediğine yönelik doğru ve yerinde kararlar vermesi gerekmektedir. Buna kentsel vizyon diyoruz. Vizyonun oluşumunda ise; girişken, özendirici, hevesli ve donanımlı olma zorunluluğu belirecektir. Kente ilişkin sorun çözme yönteminde; ‘kendiliğinden gerçekleşecek büyüme’ türündeki tarzlar dışında, rasyonel örgütlenme hedeflenmelidir. Ayrıca, ikna ve sosyal rıza yöntemiyle gelişecek plan ve projelendirmede halkın katılımı aranmalıdır. Halkın doğrudan katıldığı yönetim modellerini özlüyoruz doğrusu.

İnsanla birlikte zamanın ve mekânın ruhu değişirken; yönetimin ruhunun da değişmesini bekliyoruz. İşte, evde, okulda, kamu dairesinde, sokakta, velhasıl yaşamın her alanında…