30 Haziran 2010 Çarşamba

Eskişehir’de Turizmin Sorunları - 3

Eskişehir’de Turizmin Sorunları - 3

Gürcan Banger

Eskişehir’in günübirlik ziyaretçilerden daha uzun süreli turizme terfi etmesi için, yeni konaklama tesislerine ve ulaşım imkânlarının genişletilmesine ihtiyaç var. Yurt içi ve dışı uçuşlar için havaalanı acilen hazır hale gelmeli. Kent içindeki demiryolunun yer altına alınması işi acilen halledilmeli. İstanbul – Eskişehir arasında yüksek hızlı trenin de bir an önce işlemeye başlaması gerekli. Ama halledilmesi gerekenler bunlardan ibaret değil. Kalanları saymaya devam edelim.

Değişik amaçlara uygun olarak gezi bölgelerini açık biçimde tanımlayan haritalar içeren Eskişehir Atlası’nın hazırlanması gerekiyor. Gene benzer bir çalışma olarak; Eskişehir’in tarihi, kültürel ve doğal yapı, anıt ve sitlerini tanıtan Eskişehir gezi kitaplarının hazırlanması kent turizmi açısından önemli…

Eskişehir’e turist getirebilecek büyük turizm acentelerine yönelik tanıtım etkinliklerinin yapılması etkili bir pazarlama çalışması olur. Sertifikalı bölgesel turist rehberlerinin yetiştirilmesinin sağlanması; Bakanlık nezdinde mevzuatın aşılması yönünde çalışmalar yapılması; üniversitelerle birlikte teorik ve uygulamaları programların hazırlanmasının yararlı olacağı kanısındayım.

Eskişehir ilini içine alacak biçimde üniversitelerde kültür, turizm ve tanıtma konulu tezler yapılmasını, bunların basılmasının sağlanması; Eskişehir’e turizmine yönelik olarak ders ve seminerler verilmesinin sağlanması kentin turizm alanındaki eksikliklerinin giderilmesi açısından önemlidir.

İlin kültürel, tarihi ve turistik değerlerinin daha iyi tanınmasını sağlamak üzere yerel tarih ve arkeoloji gruplarının kurulmasının sağlanması; üniversitede görevli bilim adamları ile resmi görevlilerin bu gruplarda eğitmen ve rehber olarak yer almalarının sağlanması kentteki aktörler arasında dayanışmayı da sağlayacaktır. Kentte yaşayan meraklı insanların katılımıyla uzmanların yönetiminde (doğa yürüyüşü, dağcılık, mağaracılık gibi) doğa sporları topluluklarının oluşturulması, kendi adıma özlediğim çalışmalar arasındadır.

Üniversite öğrencilerine yönelik olarak (kayıt dönemleri başta olmak üzere) değişik vesilelerle tanıtım etkinliklerinde bulunulması, Eskişehir’in turizm potansiyelinin başka bölge ve illere taşınması açısından yarar sağlar. Üniversitelerde Eskişehir Turizmi konusunda öğrenci topluluklarının oluşmasının sağlanması ise ek katkı yapar. Her yıl veya iki yılda bir Eskişehir Kültürel ve Turistik Değerleri Kongresi’nin yapılması aynı zamanda 2-3 günlük konaklamalı ziyaretçi de sağlar.

Hediyelik eşya olarak değerlendirilebilecek folklorik eşyanın saptanması; yeniden üretiminin sağlanması eksikliğini duyduğumuz faaliyetler arasında. Odunpazarı semtinde yaşayan insanlara geleneksel evlerin değerlendirilmesi konularında eğitim verilmesi ile bunu birleştirerek bir ürün karması oluşturabiliriz.

Frigya Vadilerine yaptığımız turlar sırasında köy muhtar, imam ve öğretmenlerinin de katılımıyla köyde yaşayan yurttaşların turizmden gelir elde etmeleri konularında eğitilmeleri gereğini kavradım. Kır kesiminin hiza önderlerinin öncelikle bilinçlenmesinde yarar var.

Tarihi ve turistik bölgelere ulaşım altyapısının iyileştirilmesi için gerekli devlet birimlerinin katkılarının sağlanması ise vazgeçilmez bir durum. Kırsal kesimdeki kültürel ve doğal varlıklara erişim, yol sorunları nedeniyle önümüzde bir engel olarak duruyor. Diğer yandan; Eskişehir’de görevli öğretmenlerin ilin kültür ve turizm değerleri konularında bilgilenmelerinin sağlanması ve Eskişehir’de hizmet veren medya organları mensuplarının ilin kültür ve turizm değerleri konularında bilgilenmelerinin sağlanması yararlı olur.

Konaklama altyapısının geliştirilmesi için bu konuda yatırım yapabilecek kişi ve kuruluşlarının katkılarının sağlanması konusuna değinmiştim. Konaklama tesislerinde çok yıldızlı otellere kilitlenmemek lazım. Fistolu perdeleri olan küçük otellerin de fazlasıyla ilgi gördüğünü biliyoruz.

Kızılinler’deki termal su ve rekreasyon potansiyelinin değerlendirilmesi için yatırımcılara ihtiyacımız var. Kültür ve turizm konulu girişim ve yatırımlar konusunda özel sektör mensupları ile muhtemel yerel / bölgesel / ulusal yatırımcıların bilgilenmelerinin sağlanması son derece değerli. Bu amaçla planlama yapılmalı.

Son olarak; ulusal ve uluslar arası yayın organlarında Eskişehir ile ilgili haber, belgesel ve röportajlar yayınlanmasının sağlanması, Eskişehir’le ilgili bilgi ve belgelerin toplandığı bir Eskişehir Belgeliği’nin oluşturulması (Eskişehir Bilgi – Belge Kütüphanesi’nin oluşturulması) ve Eskişehir Ansiklopedisi’nin hazırlamasının önemli buluyorum.

Son birkaç yılda Eskişehir’i ziyaret eden günübirlik konuklar ve yaygın medyada yer alan övücü Eskişehir haberleri bizi yanıltmasın. Eskişehir olarak almamız gereken daha çok yol var.

29 Haziran 2010 Salı

Eskişehir’de Turizmin Sorunları - 2

Eskişehir’de Turizmin Sorunları - 2

Gürcan Banger

Eskişehir, bir adım attığı kent turizmini kalıcı ve sürdürülebilir hale getirmek zorunda. Bunun yolu da günübirlik ziyaretleri, daha uzun süreli konaklamalı turizm haline dönüştürmekten geçiyor. Böyle bir görevin başarılması için hem (konaklama, ulaşım gibi) altyapı yönünden hem de yeni ve çeşitlendirilmiş hizmetler açısından yapılması gerekenler var.

Öyle anlaşılıyor ki; kent merkezindeki termal su kaynağını bir hidroterapi tesisi ile değerlendirmek mümkün olmayacak. Termal suyun bulunduğu bölgede kentsel rantın yüksekliği böyle bir tesisin yapımında engel olarak duruyor. Diğer yandan halen kullanılmakta olan suyu bir başka noktaya taşımak da bir başka bahara kalmış gibi görünüyor.

Eskişehir’de termal su ve rekreasyon (eğlence - dinlence) olarak değerlendirilebilecek bölge Kızılinler Köyü’dür. Burada yapılan sondajlar sayesinde yeni sıcak su kaynakları bulundu. Diğer yandan köyün hemen yakınında akarsuyun varlığı ve çevrenin doğal bitki özellikleri burayı bir termal merkez yapmak için ideal hale getiriyor. Burada yapılacak bir SPA yatırımı, Eskişehir’de 7-21 gün kalabilecek ziyaretçiyi çekecektir. Bu amaçla bölgenin (öncelikle eksik olan hazırlık işlerinin hızla tamamlanmasını takiben) tanıtılması ve pazarlanması için daha planlı bir çalışma yapılması gerekiyor.

Eskişehir’de turisti uzun süreli kalır hale getirecek bir diğer etkinlik türü ise kongrelerdir. Bu tür turizm faaliyetlerini yapmak için kentteki konaklama hizmetleri (hâlâ eksiklikleri olmakla birlikte) belli olgunluğa geldi. Üniversitelerimizin ise kongre turizmine misyonları gereği hazır olduklarını düşünüyorum. Diğer kentsel aktörlerin de katılımı ile düzenli bir kongre takviminin üretilebilir.

Diğer yandan kentteki turizm faaliyeti günübirlik gelenlere çiğbörek yedirip Odunpazarı’nda atılan bir tur ile yetinmekten kurtarılabilir. Bu amaçla (başlangıç açısından) 2-3 günlük daha kapsamlı gezilerle çeşitlendirme yapmak mümkündür. Bu bağlamda Frig Vadilerinin rehberli gezilmesini, kamp – köy – çiftlik – mağara turizmi türlerinin geliştirilmesini öngörebiliriz. Bunlara başka turizm türleri ve faaliyetleri de eklenebilir. Hiç kuşkusuz; böyle bir faaliyetler demeti de ön hazırlık gerektiriyor. Bu çalışma yapılmadığı durumda Eskişehir, şu an kazanmış olduğu imajı hızla geri kaybedebilir.

Çalışmaların sürekliliğini sağlamak ve ildeki turizm ve tanıtma etkinliklerini koordine etmek üzere resmi birimler, özel sektör temsilcileri, sivil toplum kuruluşları ve konuyla ilgili kişilerden oluşan bir Turizm ve Tanıtma Konseyi’nin kurulmasında yarar görüyorum. Böyle bir kurulun, bir Yerel Kalkınma Platformu ile koordineli olarak çalışması ve Bölgesel Kalkınma Ajansı üzerinden projeler kaynak sağlaması mümkündür. Kent turizminin örgütlenmesi, yukarıda sözünü ettiğim biçimde gerçekleşmese bile kesin olan şu ki; bugüne kadar olan modelle hızlı ilerleme kaydetmek mümkün olmadı. Gerek kamuda görev yapan gerekse diğer kurum, kuruluş ve işletmelerde yer alan kişilerin özverili çalışmalarına rağmen kentin turizmden kaynak sağlama imkânı çok fazla gelişemedi.

Günümüz iş dünyası, bize stratejisiz, plansız ve bütçesiz başarı elde etmenin mümkün olmadığını gösteriyor. Diğer yandan bu kentte kültür ve turizm adına yapılan çok sayıda etkinlik var. İlk anda aklıma geliverenleri saysam bile bir sayfayı dolduracak kadar faaliyetleri sıralayabilirim. Hele her geçen gün yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının kültür ve turizm konularına daha fazla zaman ve kaynak ayırdıklarını düşünürsek, bir plan ve program için doğru zamanın geldiğini daha kolayca kavrarız.

Öncelikle il düzeyinde bir araştırma yapılarak değişik kurum ve kuruluşlar tarafından yapılan turizm ve tanıtma etkinliklerinin belirlenmesi gerekiyor. Bu konuda Nasreddin Hoca şenliklerinden Yunus Emre’yi anmaya, Eskişehir Festivali’nden ESYO Sivil Toplum Şenliği’ne kadar çeşitlendirici ve kapsayıcı olmak lazım. Diğer yandan benzeri etkinliklerin ve aynı konuda çalışan kuruluşların bir araya getirilerek daha etkin ve verimli faaliyetler yapılmasının sağlanması yararlı olacaktır. Bu çalışmaların devamında yıllık turizm ve tanıtma takviminin üretilmesi; geliştirilmekle birlikte yıllık faaliyetlerin bu takvime bağlı kalınarak yapılması; takvimin basılarak yaygın biçimde dağıtılıp duyurulması Eskişehir’in zamanını ve kaynaklarını daha doğru kullanması anlamına gelecektir.

Özetle; Eskişehir’de turizm adına yapmamız gereken önemli işlerden birisi, her yıl düzenli olarak hazırlanan bir Kültür ve Turizm Ajandası’nın oluşturulmasıdır. Bu ajanda birkaç dilde (broşür, CD, Internet sitesi biçimlerinde) hazırlanarak küresel ve ulusal medyaya, yabancı misyonlara, tur şirketlerine, sivil toplum kuruluşlarına ve ilgili tüm diğer kesimlere duyurulabilir. Böylece Eskişehir’e ziyaret yapabilecek kimseler için bir planlama yapmaya imkân tanınacaktır. (Yapılması gereken diğer çalışmaları yarınki yazımda tamamlayacağım.)

28 Haziran 2010 Pazartesi

Eskişehir’de Turizmin Sorunları - 1

Eskişehir’de Turizmin Sorunları - 1

Gürcan Banger

Yakın dönemde Eskişehir, günübirlik ziyaretçi akımına uğradı. Köprübaşı’nda, Odunpazarı’nda, Haller Gençlik Merkezi’nde veya kentin büyük parklarında şehrin günlük konuları ile karşılaşmak mümkün. Bu değişim, gazete manşetlerinde okumaya başladığımız bazı yeni soruları da beraberinde getirdi. Turizm adına bu sorunların en önemlisi, günübirlik ziyaretçilerin Eskişehir turizmi için yeterliliği ve kent turizminin sürdürülebilirliğine ilişkindir.

Diğer yandan Eskişehir’i gözlemek, kent turizmini günübirlik olmanın ötesine taşıyabilecek cevabı veriyor. Kent merkezinde iki tane üniversite var. Bu yaklaşık olarak 50 bin öğrencinin 10 ay gibi bir süreyle şehirde yaşaması anlamına geliyor. Bir başka deyişle; Eskişehir’in 10 ay konaklamalı 50 bin ziyaretçisi (turisti) var. Bu durumu var eden ise bu kadar kişinin bu kadar uzun süreyle kalması için üniversite (eğitim) gibi ‘iyi’ bir neden olmasıdır. Demek ki; ziyaretçiyi kentte günübirlik olmanın ötesinde tutabilmek (bir günden daha fazla konaklatabilmek) için önce ‘iyi’ nedenleriniz olmalıdır. Tabii ki; bu nedenlere bağlı olarak gerekli ve yeterli altyapınız da bulunmalıdır.

Turist çekiciliği, bugünün kentleri için (dolayısıyla Eskişehir için) istenen bir özelliktir. Bir kentin bu niteliği edinebilmesi için bazı koşulları yerine getirmesi gerekir. Bu koşullar üç başlık altında toplanabilir: Kentin imajı, kentin özgünlüğü, kent turizminin sürdürülebilirliği.

Bir kentin dışarıdan nasıl göründüğüne o ‘kentin imajı’ adı verilir. Bir kentin imajı, o kentte yaşayan yurttaşların kendilerini nasıl niteledikleri değil, o kente ziyaretçi olarak bulunan kişilerin ne gördükleri ve nasıl bir izlenim aldıklarıdır. Öncelikle bir kentin çekici bir imajı olmalı; turistler bu kentte ‘iyi’ zaman geçireceklerine inanmaları gerekir. Eskişehir, henüz olgunlaşmakta olan imajının olumlu yönde sürdürülebilir gelişmesi için çaba harcamalıdır. Sürdürülebilirlikle güçlendirilerek yeterince olgunlaşmamış (bir başka deyişle kadük ve akim kalmış) bir imaj, ‘kötü’ ve olumsuz bir ‘marka değeri’ kadar zarar vericidir.

Eğer Eskişehir’in beklediği günübirlikte daha uzun süreli ziyaretçi ise bu durumda turist çekiciliği yüksek bir kent gibi ziyaretçilere ‘kolaylık’ sunmalıdır. Bir kentin sunacağı kolaylıklar arasında kolay erişim, kolay ulaşım, kaliteli ve özgün ürün, hizmet çeşitliliği gibi olumlu turizm öğeleri sayılabilir. Bu saydığım unsurlardan ‘kentin özgünlüğü’ çok önemlidir. Başka kentleri kopya ve taklit ederek var olmaya çalışan kentler sonuçta çok olumsuz imajlar edinmektedirler. Eskişehir, kendi içsel kaynaklarını değerlendirerek özgün olabilmeyi başarmalıdır. Özetle; Eskişehir kendi farklılığını yaratmalı, korumalı ve pazarlamalıdır. Özgün olmayan ve sunabileceği çeşitlilik bulunmayan bir kent kısa erimde unutulmaya mahkûmdur.

Bir kentin turizm pazarında yer almasının özgünlüğe dayalı bir diğer koşulu, ihtiyaçların bir arz-talep dengesi içinde karşılanabilmesidir. Kent, ziyaretçilerin bir başka kentte karşılayamadıkları ihtiyaçlarının giderilmesinde başarılı olmalı, müşteri memnuniyeti yaratmalıdır.

Kentte pazarlanan tüm ürünlerin o kentte üretilmesi zorunlu değildir. Ama o kentin söz konusu ürüne değer katabilmesi önemlidir. Turistler için o ürünün veya hizmetin o kentte alınmasının farklılığı olmalıdır. Eğer Eskişehir’den söz ediyorsak, Eskişehir pazarladığı tüm ürün ve hizmetlere kente özgü değerler katarak kendi farklılığını yaratmalıdır.

Yukarıda da değindiğim gibi; kent turizminin vazgeçilmez koşullarından bir diğeri ‘sürdürülebilirlik’ ilkesidir. Kentte turizm alanında ilerleme süreci sürdürülebilir olmalıdır. Bu ilke, var olan doğal ve kültürel değerlerin (yani sit alanlarının, doğal alanların, anıtların, tarihi endüstriyel yapıların ve doğal varlıkların) turistik olarak pazarlanmaları yanında gelecek kuşaklar için korunmaları ve geliştirilmelerini zorunlu kılar. Sürdürülebilir olmayan turizm anlayışı, kendi geleceğini yok eden ve unutulmaya aday bir tercih olacaktır. Eskişehir, kent turizmi alanına yeni adım atmış bir kent olarak böyle bir riskle karşı karşıyadır.

Dolayısıyla kentin iç turizm kaynaklarının etkin ve verimli kullanılmaları yanında uzun dönemde var olmalarının da dikkate alınması gerekir. Örneğin Eskişehir’de Frig Vadilerinin uzun dönemli korunması, yerel geleneksel mimarinin ve mekânsal formların yitirilmemesi, yöresel mutfağın sürdürülmesi, folklorik giysilerin yeni moda ürünlerinde değerlendirilmesi, geleneksel mobilya öğelerinin yeni (örneğin ahşap veya eşdeğeri doğal malzemeden yapılmış) ev eşyalarına yansıtılması ve benzerleri bu bağlamda önemsenmelidir.

Ne yapmalı? Bugün dünyada kent turizmi alanlarında gelir elde etmek amacıyla kentler büyük bir yarış içindeler. Bu bağlamda bir kentin bir turistik ürün olarak kendi kendine başıboş büyümesi önlenmeli; turizm planlaması, kent planlamasının ana bileşenlerinden biri olmalıdır. Bu da kent turizminin örgütlenmesi ve planlanması anlamına gelir. Bir stratejik niyetler ve yönelimler demeti olarak yapılabilecek planlama ise kentin ilgili tüm paydaşlarını içine almak zorundadır.

Kent turizmini de içine alacak biçimde bir kentin geleceğinin planlanması ve gelir elde etmek üzere uluslararası pazarda kentin turistik pazarlaması asla kolay bir iş değildir. Diğer yandan Eskişehir, alternatif turizm potansiyeli ile büyük getiriler elde edebilecek nitelikte bir ildir. Bu potansiyel değerlendirilmeyi beklemektedir. (“Ne yapılmalı?” sorusunu cevaplama çabasına yarınki yazımda devam edeceğim.)

27 Haziran 2010 Pazar

Bir Zamanlar Eskişehir ve Odunpazarı - 2

Bir Zamanlar Eskişehir ve Odunpazarı - 2

Gürcan Banger

Eskişehir, ayırt edici özellikleri olan bir ildir. İl merkezinin özellikleri de çok ilginçtir. Porsuk Çayı’nın varlığı ile içinden bir akarsu geçme ayrıcalığına sahip bir kenttir. İl merkezinde var olan sıcak su kaynağı, Dünya’nın çok az kentine nasip olmuştur.

Eskişehir, yerleşim özellikleri ile ilginç bir öyküye sahiptir. Porsuk Çayı kenti ikiye böler. Eskişehir’in yerleşim tarihinde Porsuk’un ayırdığı “aşağı ve yukarı” olmak üzere iki parçanın farklı anlamları vardır. Kuruluşu açısından; konutların bulunduğu güney bölgesindeki tepenin etekleri bir şehristan (konut bölgesi) izlenimi verirken, kuzeyde sıcak su kaynağının civarı bir rabad (çarşı bölgesi) gibidir. Geçmişte bu bölgeyi gezen seyyahlar doğrular bu gerçeği. Eskişehir, surlarla çevrilmemiş bir şehristan ve bir rabaddan oluşan özgün bir Türk-Anadolu kentidir. Bu biçimiyle Asya’dan taşınan bir kent geleneğinin sürdürücüsüdür. Şarhöyük ve Karacaşehir ile ilgili bazı yorumlara rağmen, elimizde (Türklerden önce mevcut) eski bir yerleşimin üstüne kurulduğuna dair bir veri de yoktur. Eskişehir, özgün bir yerleşimdir.

11’inci yüzyılda Odunpazarı bölgesi Türklerin yeni yerleşim alanı olarak kullanılmaya başlar. Odunpazarı, Türklerin oluşturduğu bir yerleşim yeri olarak Anadolu’nun ilginç örneklerinden birisidir. Daha sonraki yıllarda temel olarak Odunpazarı’nı içine alan ve kentin güneyinde yer alan bu bölge Yukarı Mahalle olarak anılır.

1905 yılında kentin yükselti olarak daha alçak bölümünde yer alan Aşağı Mahalle’de büyük bir yangın olur. Burada yoğun olarak bulunan kamu binaları ve ticarethaneler büyük zarar görür. Bu nedenle bu yapılarda gerçekleştirilen bazı işler Yukarı Mahalle’ye kaydırılır. Odun ticaretinin de bu bölgeye kaymasıyla Yukarı Mahalle, Odunpazarı olarak anılmaya başlar.

Aynı yıllarda başka işler de Yukarı Mahalle’ye doğru hareketlenir. Bunlar arasında demircilik, bakırcılık ve lületaşı işçiliği ilk akla gelenlerdir.

Eskişehir tarihinin ve sosyolojisinin en etkili gelişmelerinden birisi 19’uncu yüzyıldan başlayarak 20’nci yüzyılın ilk dilimine kadar sürmüştür. Bu yıllarda kent, önemli miktarda Türk kökenli göç almıştır. Göç ile gelen insanların genelde Aşağı Mahalle’de yerleştikleri bilinmektedir. Hatta yerliler ve göçmenler arasında (artık izleri silinmiş olan) Yukarı ve Aşağı Mahalle gerginliğinden söz edilir. 1950’li, 1960’lı yıllarda yaşayanlar bunun örneklerini bilecekler.

Sıcak suların bulunduğu bölge olan Aşağı Mahalle, genelde kentin ticari fonksiyonlarını yüklenmiştir. Odunpazarı bölgesi ise daha çok bir konut alanı olarak kalmıştır. Odunpazarı Evleri’nin özgünlüğünün ve kalıcılığının başlıca nedeni budur.

Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında yerleşim de kentin kuzeyine kaymıştır. Kentin zenginleri Yukarı Mahalle’deki evlerini bırakarak kuzeye, ovada kurulmuş olan yeni konutlara kaymışlardır. Ticaretin ve yerleşmenin kuzeye kayması ile Odunpazarı Evleri’nin bulunduğu alan konut veya işyeri amacıyla arsa olarak talep edilmemiştir. Böylece bir kısım geleneksel evlerin bugüne ulaşması mümkün olmuştur.

Odunpazarı semti, Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu (GEEYAK) tarafından 1981 yılında tarihi ve kentsel sit (koruma alanı) olarak belirlenmiştir. 1986 yılında Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Yüksek Kurulu tarafından kentsel sit ilan edilmiştir. Bugün Odunpazarı bölgesinde yeni bina yapılması ve eski binaların onarılması veya değiştirilmesi Eskişehir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun iznine bağlıdır. Ne yazık ki; bu tarihi yerleşim merkezi, en büyük tahribata 1980’lerin başına kadar olan 10-15 yılda uğramıştır. Modernleşme ve konfor adına bu bölgedeki pek çok yapı yok edilmiştir. O dönemin yerel yöneticilerinin, kültürel korumanın değerini anladıklarını söylemek mümkün değil.

Odunpazarı’ndaki gerek evler gerekse külliye, cami gibi anıt niteliğindeki yapılar geleneksel Türk mimarisinin önemli özelliklerini taşırlar. Bu özellikleri ile yapıldıkları dönemin tarihsel ve kültürel özelliklerini yansıtırlar.

Bunları neden söylüyorum? Odunpazarı yerleşimi ve evleri ile ilgili olarak anlatmaya ve yazmaya devam edeceğim. Yok olan tarihî ve kültürel kimliğimiz için, halen yapmakta olduğumuzdan çok daha fazlasını başarmaya ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Odunpazarı, bize çokkültürlü altyapısı ile Anadolu-Türk geleneğinin mirası olan çok özel örneklerden birisidir.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Zamanlar Eskişehir ve Odunpazarı - 1

Bir Zamanlar Eskişehir ve Odunpazarı - 1

Gürcan Banger

Bugünkü duygu ve düşüncelerimi pek çok kez yazdım. Tanıdık gelecek size. Ama hatırlatmada yarar görmekteyim. Eskişehir’i andığımızda; tarih, kültür, kimlik ve geçmişten geleceğe uzatan ilişkilerle tanımlanmış bir mekân aklımız gelmeli. Çünkü bir kentin mekânsal tanımlaması; ister geleneksel ister çağdaş, nasıl bakarsanız bakın, bu unsurları içermek zorunda. Acaba adı eskilik ve tarihilik konusunda geleneksel bir çağrışım yapan Eskişehir’de durum böyle mi? Özgün bir Anadolu-Türk yerleşimi Odunpazarı semti ve Cumhuriyet’in 10’uncu yılının yadigârı Eskişehir Şeker Fabrikası gibi sayıları giderek azalan birkaç emaneti çıkarırsanız, Eskişehir’de ne gelenek kalmış, ne tarih, ne de yerel ilişkiler kültürü… Kentin geçmişten bugüne uzanan kültürüne sahip çıkmaya çalışan insan adedi bile neredeyse parmakla sayılacak kadar az…

Daha önceki bir yazımda Augé’den söz etmiştim. “Non-Lieux” isimli kitabıyla ismini duyurmuş olan Fransız antropolog ve filozof Marc Augé, bu tür özelliklerle oluşmayan, yani belirli bir kimliği ve tarihi olmayan mekânlara “yok-mekân (non-lieux)” adını veriyor. Bir anlamda “yok-mekân”, tarihsel ve kültürel kökleri olmayan ve sanallık ruhu içinde yaratılmış ve en önemlisi geçmişi reddederek yok etmeyi tercih eden bir mimarî veya teknolojik mekân anlayışıdır.

Eskişehir’in az gezdiğim semtlerinde dolaşırken, “Acaba” diye sorarım “Beni gözlerim kapalı halde buraya bıraksalar Eskişehir’de olduğumu bilebilir miyim?” İnsanın kentle mekânsal bağlantısı şöyle bir örnekle tanımlanabilir. Gözleri bağlı bir kişinin gözlerini Dünya’nın herhangi bir kentinde açtığınızda, o kenti bilip tanıyabiliyorsa, bu durumda o kentin ayırt eden bir kimliği var demektir. Bunları semtlere, mahallelere, sokaklara ve meydanlara da indirgeyebilirsiniz. Eğer gözlerini açan kişi, çevresinde gördüğü özgün olmayan yapılanmadan dolayı kenti tanımakta zorlanıyorsa; o kentin bir kimlik sorunu olduğundan kuşkulanabilirsiniz. Yine o kent mekânlarının insanla bağlarında sorunlar olduğunu söyleyebilirsiniz.

Bir zamandır bu şehirde yaşıyorsunuz. Eskişehir’desiniz; bir sokakta veya caddede yürürken, durun ve çevrenize özenle bakın lütfen. Şimdi şunu söyleyin; bu kenti, başka şehirlerden ayırt eden nedir? Eğer kendinizi o kent yerine, Brüksel veya Londra ya da Viyana’da ‘gibi hissediyorsanız’, bu durumda Augé’nin söylediği gibi bir “yok-mekâna” düşmüşsünüz demektir.

Küreselleşme olgusunun net sonuçlarından birisi, egemen kültürün, yerel kültürü silerek her alanı aynılaştırmasıdır. Küresel Çağın kentleri dönüştüren aşırı tüketim anlayışı, tüm yaşam kültürlerini ve mekânsal kullanımları birbirine benzetmeye çalışıyor. Hiç kuşkusuz; bu, küreselleşmenin net sonuçlarından birisidir. Artık önemli olan, o kentin özgünlüğü ve kimliği değil. Önemli olan, o kent içinde örneğin Coca Cola’yı veya Toyota’yı ya da Pierre Cardin’i birbirinden ayırt edebilmek… Bu yeni durum, ulusal ve yerel kimlikleri de ortadan kaldırıyor. İngiliz, Fransız, İtalyan veya Türk olmanız önemli değil; önemli olan, örneğin Mercedes’i fark etmeniz… Dolayısıyla tüm kentler, giderek birbirini andıran küresel marka toplulukları haline dönüşüyor. Bir anlamda; “Kahrolsun kimlik, yaşasın küresel markalar!..” diye çığlık atıyor bugünün kentleri…

Eğer geleneksel yerel değerlerimiz avucumuzdan kum taneleri gibi kayıp gidiyorsa, bunun vitrini sadece markalardan ibaret değil. Yaşamın doğallığını da yitiriyoruz. Doğa ve canlı yaşam ile iç içe olması gereken kentler, giderek artan biçimde doğal ölçekten ve insandan kopuyor. Mekân ölçeği, insan boyutlarını aşmaya başladı. Daha çok tüketebilmemiz için, insanın algılamakta zorlandığı yeni bir sanal dünya yaratılıyor. Adeta bilgisayar oyunlarındaki ruhsuz karakterlere benzemeye başladık. Başkalarının bizim adımıza yarattığı hapishane benzeri dar bir iklimde yaşamaya zorlanıyoruz. Bu iklime dokunmak ve bu ortamın ilişkilerine insanca katılmak gün be gün zorlaşıyor.

Hiç kuşku yok ki; geçmişten ve gelenekten hızla uzaklaşıyoruz. İnsanın insanla ve doğayla iletişimi demek olan iç içe bir yaşamın uzağına düşüyoruz. Geri dönmek istediğimizde ise; ne yazık ki, ulaşmak istediklerimizin tümünü yitirmiş olacağız. Geriye sadece aynılık ve sıradanlık kalmış olacak. Bu durum, üzülmeye değer bir haldir.

Ben; geleneği olan, tarihsel ve kültürel köklere sahip, gözlerimi açtığımda tanıdığım, çocukluğumun geçtiği, bana o lezzeti veren ve Eskişehir’e benzeyen bir kentte yaşamak istiyorum. Geleneksel Odunpazarı’nın sokaklarında dolaşırken hissettiklerimi, duymamı sağlayacak bir kentte soluklanmak istiyorum. Benim gibi köklerini ve geçmişten geleceğe uzayan ilişkilerini hissetmek isteyen başka yurttaşlar olduğuna da eminim. Eğer mimarlar, kent ve bölge plancıları ‘bizim için’ bir şeyler yaratmak istiyorlarsa, bunu dikkate almak zorundalar. Hatta sadece dikkate almasınlar; olup bitecek olanın tasarımında vatandaşlar olarak bizlerin de tuzu biberi olsun.

25 Haziran 2010 Cuma

Yeni Ekonomide Yeni İş Modelleri

Yeni Ekonomide Yeni İş Modelleri

Gürcan Banger

Bilişimin hız kazanması 1970’li yılların başlarında oldu. O zamandan bu yana gündeme gelen bilişim ve iletişim alanlarındaki gelişmeler, iş kültüründe çok önemli değişimlere neden oldu. Söz konusu değişiklikler, konuyla ilgili diğer kavramlarla etkileşimli olarak gelişti. Bu süreçte yönetim hiyerarşisi daha yalın ve sade bir hale geldi. “Yalın yönetim” işletmelerin gündelik yaşamlarının bir parçası haline dönüşmeye başladı. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin önemi arttı. Hiyerarşisiz ve dağıtık yönetim sistemi anlayışı genel kabul gördü. Yeni çağın işletmelerinin odak noktası, ‘müşteri’ olarak benimsendi; bu politika, sıklıkla “Önce insan” olarak ifade edildi. Müşterinin ve dolayısıyla kalitenin önemsenmesi, toplam kalite adı verilen yeni bir yönetim anlayışına yol açtı. Böyle çalışanlar açısından sürekli eğitim (yaşa boyu eğitim) ihtiyacı ortaya çıktı. Yaşam boyu sürecek değişmeyen iş (meslek) yerine sürekli yenilenen geçerli iş kavramı ön plana geçti.

Bu arada küreselleşme ve tek merkezliliğin (ana fikir olarak) ortadan kalkması, işletmeleri herhangi bir yönden gelebilecek rekabete açık hale getirdi. Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler önem kazanırken bilişim ve iletişimdeki gelişmelere bağlı olarak hiper marketler aracılığı ile üretici ve tüketicinin yüz yüze geldiği yeni bir pazar anlayışı oluştu. Yönetimdeki değişime iş yapma usullerindeki değişim eşlik etti. Pazarlama ve satış bu değişimden fazlasıyla payını aldı.

Dünya’da bu gelişmeler olurken Eskişehir, (özellikle 1970-1990 diliminde) bu döneme hazırlıksız ve aymaz biçimde yakalandı. Yöredeki devlet işletmeleri, yüzyılın ortasındaki üstün niteliklerini çoktan kaybetmişlerdi ve zamanın değişen ruhunun pek de farkında değillerdi. Geleneksel sektörlerde yığılmış olan sermaye, yeni işletme modellerine gerek duyacak yeni sektörlere hareket etmekte hevesli değildi. Ticaret ve sanayi konularında yol gösterme ve özendirme işlevlerini yerine getirebilecek toplumsal örgütlenmeler de atıl kalınca Eskişehir işletme modeli, 2000’leri tanımlayan gelişmenin biraz uzağında kaldı. Bu nedenle ya değişim ihtiyacı oluşmadı ya da değişik nedenlerle engellendi.

Eskişehir’in demografik olarak incelenmesi, kentimizin Antalya, Kocaeli, İstanbul, Diyarbakır, İzmir veya Gaziantep gibi Türkiye’nin önemli çekim merkezleri kadar göç almadığını ifade ederken bir gerçeği gözlerden saklamaktadır. Eskişehir önemli ölçüde göç alan ve aynı oranda göç veren bir ildir. Bir başka deyişle; Eskişehir’de göç çok yönlüdür. Kent dışından gelenler yanında köy ve ilçelerden kent merkezine yoğun bir akış vardır. Kentte iki üniversitenin bulunması göç trafiğini daha karmaşık hale getirmektedir. Kentin nüfus yapısının sürekli değişikliğe uğraması, kentlilik kültürünü olumsuz yönde etkiler. Çağdaş işletmelerin önemli yapı taşları olan girişimcilik, diğer birey ve kuruluşlarla birlikte iş yapma becerisi ve takım ruhu, problem çözme performansındaki yükselme eğilimi kent kültürüne özgü kavramlardır. Kent kültürü, doğrudan örgüt kültürüne etki yapar. Kent kültürünün gelişmesi, işletme ve iş dünyası kültürünü de olumlu yönde etkileyecektir.

Çağdaş işletme anlayışı, e-işi de içine alan bilişim ve iletişim altyapısı ile inovasyon ve ar-ge alanlarına yatırım yapmayı zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla işletme içi bazı parasal kaynakların bu alanlara yatırılmak üzere ayrılması gerekmektedir. Ayrıca gerek donanım gerekse yazılım olarak bilişim altyapısının sıklıkla yenilenmesi zorunluluğu da ortadadır. Diğer yandan Eskişehir iş dünyasının temel sorunlarının başında yatırılabilir kaynak kıtlığı gelmektedir. Söz konusu kaynaklar ise ancak kent dışı potansiyellerden aktarılabilir. Kısaca söylenirse; Eskişehir işletmelerinin çağdaşlaşması, Eskişehir’in kendi sınırları dışından kazanacağı maddi kaynak ile çok yakından ilgilidir. Bu nedenle Eskişehir, kendine uygun yeni iş fikirleri ve iş yapma biçimleri üretmek zorundadır.

Yeni işletme anlayışının temel öğesi, “Önce insan ve sınırsız kalite” belgisi üzerine kurulmuştur. Ülkemizde ve kentimizde işletme kültürünün temel sorunlarından birisi, bu noktada açığa çıkmaktadır. İnsanımızı başarıyı engelleyen bireysellik ve baş olma sevdası, kadercilik, yetinmecilik, plansızlık, saldırganlık, içe kapanıklılık, tedbirsizlik ve ihmalkarlık, hilekar kurnazlık, kıskançlık, gösterişçilik, inisiyatif eksikliği gibi değer ve özelliklerden kurtarmak bir toplumsal görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu görevin yerine getirilmesi, üstün nitelikli işletme kültürünün oluşmasına katkı koyacaktır.

Diğer yandan kentimiz üniversiteleri ile iş dünyası arasında stajyer değişiminin ötesinde iletişime, işbirliğine ve ortak çalışmaya ihtiyaç var. Bilimsel bilginin uygulama ile buluşması, özlenen işletmelerin oluşmasına etki yapacaktır. Eğer fazlasıyla ihtiyacımız olan istihdam yaratıcı kalkınmayı istiyorsak, kentin ekonomisini oluşturan unsurların bilim ve teknoloji odakları olmasını beklediğimiz üniversitelerle buluşması kaçınılmaz…

24 Haziran 2010 Perşembe

Sürtünmesiz Ekonomi

Sürtünmesiz Ekonomi

Gürcan Banger

Sürtünmesiz ekonomi; bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi gibi kavramlara yabancı olmayanlar için tanıdık bir kavram… 20’nci yüzyılın son çeyreği ile birlikte bilişim ve iletişim teknolojilerinin ekonomiye yeni bir yörünge çizmesiyle birlikte ortaya çıktı. Sermaye, işgücü, girişimcilik ve doğa gibi klasik üretim faktörleri arasına bilginin eklenmesiyle sürtünmesiz ekonomi kavramının geliştirilmesi için uygun zemin oluşmaya başladı. Müşteri sadakatinin zayıflaması, pazarlama ve satış fonksiyonlarının üretim fonksiyonunun önüne geçmesi, inovasyon (yenilikçilik) ve ar-ge ile teknoloji geliştirme yaklaşımlarının daha fazla ilgi görmeye başlaması bu zeminin oluşmasında etkili oldu.

Sanayi Toplumunu da içine alan dönemin sonuna kadar ekonomik sistemin ana ekseni, mal ve hizmetlerin yeniden ve giderek daha fazla (tabii ki daha ucuza) üretilmesi idi. Sanayi Toplumunun son dönemi ile birlikte ekonomik sistemde önemli bir değişim oldu. Bu yeni süreçte sistem, mal ve hizmetleri yeninden üretmek yanında ‘yeni ihtiyaçların üretilmesi’ gibi yepyeni bir fonksiyon edindi. Örneğin daha mutlu olmak için ünlü markalara sahip gazlı içeceklerin tüketilmesi bir ihtiyaç haline dönüştü. Mesela şimdilerde bir cep telefonunu bir yıldan fazla kullanmak bir ‘insanlık ayıbı’ haline dönüştü. Öyle ki; kullandığımız eşyaların markası ve modeli, eşyanın kendisinden ve kullanımından daha önemli hale geldi. Bu süreçte firmaların (pazarlamacıların ve satışçıların) daha yüksek katma değer elde edebilmek için tüketim eğilimlerini ‘pompalamaya’ çalıştıklarını gördük.

İş dünyasının temel ekseninin üretimden pazarlama ve satışa kayması ile teknolojik ilerlemeler sayesinde maliyet düşüşü ve kalite artışı ‘müşteri sadakati’ olarak isimlendirdiğimiz kültüre ciddi bir darbe vurdu. Açıklıkla biliyoruz ki; yaşadığımız yüksek rekabet dünyasında artık ‘müşteri sadık değil’. Bir başka deyişle; firmalar için bir yandan müşterisini elde tutmak, diğer yandan ağır şartlar altında rekabet dünyasında kalıcı ve sürdürülebilir olmak çok ciddi bir sorun haline dönüştü. İşte; ‘sürtünmesiz ekonomi’ ya da ‘kapitalizmin sürtünmesiz maliyetleri’ gibi kavramlar böyle bir noktada oluştu.

Konuyu bir örnekle kolaylaştırmaya çalışayım. Dondurmayı çok sevdiğinizi düşünelim. İlk önce büyük bir iştahla yemeye başlarsınız. Zaman içinde belli bir doyuma ulaşıp daha fazla yemekten istemez ve bir zaman sonra yeniden ihtiyaç oluşuncaya kadar bırakırsınız. Bu, eski (geleneksel) ekonominin bakış açısıdır. Bir başka deyişle; müşterinin sürekli açlık halinin olmayacağını, zaman zaman tüketime karşı doygunluk hissedeceğini varsayar.

Sürtünmesiz ekonominin yaklaşımı ise müşterinin açlığının (tatminsizliğinin ya da ihtiyaç halinin) sürekliliği üzerine kurulmuştur. Bu varsayımın bir başka ifadesi, müşteri sadakati yaratmanın daima yeni (bağımlılık yaratıcı) yolları bulunabileceği şeklindedir. Örneğin ofisinizde iki tane lazer yazıcı varsa, bunların aynı marka ve model olmasına özen gösterirsiniz. Çünkü böyle davranmak, aynı tür toner kartuşunu kullanarak daha tasarruflu ve daha düşük maliyetli olmanızı sağlayacaktır. Diğer yandan söz konusu marka ve model lazer yazıcıyı kullanıyor olmak, ofisteki çalışanlarda bir alışkanlık yaratacağından bundan sonraki yazıcı alımları da aynı markanın (belki de aynı modelin) tercihi şeklinde olacaktır. Bu yaklaşım, firmada bilgi birikimi ve deneyimin sürekliliğini sağlarken, yazıcıyı üreten (veya satan) firma için de yeni türden bir müşteri sadakati oluşturmaktadır.

Sürtünmesiz ekonominin çok sık verilen örneklerinden birisi, bilgisayar yazılımlarıdır. Örneğin ofis yazılımları konusunda Microsoft alışkanlığı olan bir kişinin, bu şirketin yazılımlarını kullanmaya devam edeceği (sürekli yenilenen versiyonları tercih ediyor olacağı) kolayca gözlenen bir durumdur. Bir yazılımdan bir başkasına geçilmesi, o yazılımı kullanan kişilere yeniden eğitim verilmesi anlamına gelir. Bu da ek maliyet yükü demektir.

Son verdiğim örnekte bir noktaya dikkat etmek gerekir. Ofis çalışanlarının bir yazılım konusunda bilgi sahibi olmaları ve bir başkasını öğrenmek için ek maliyet (sürtünme maliyeti) gerekmesi, Küresel Çağda bilginin önemini farklı biçimde ortaya koymaktadır. Bu tür marka bağımlılığından insanların nasıl kurtulabilecekleri ve gerçek anlamda özgür tüketiciler haline gelecekleri ilginç bir soru olarak karşımızda duruyor. Hiç kuşkusuz; sürtünmesiz ekonomi mantığını genişleterek siyasal bağımlılık yaratan örnekler de bulabiliriz.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Ekonomi Dün de Vardı Ama…

Ekonomi Dün de Vardı Ama…

Gürcan Banger

İş dünyası, genelde yüksek tempolu bir yaşam alanıdır. Finansmandan pazar arayışına, müşteri ilişkilerinden üretime kadar günlük yoğun işleyiş bu dünyanın yaşadığı temel yönelimleri gözlerden saklayabilir. Gerçekten son çeyrek yüzyılda yaşanan değişim, iş dünyasını önemli ölçüde değiştirdi. Örneğin üretimde ve rekabette çalışma alanının ölçeği ulusaldan küresel boyutlara doğru değişikliklere uğradı. Günümüzde işin küresel boyutlarını dikkate almadan bir başarıya imza atmak mümkün değil.

Kitlesel üretimin yerini daha esnek bir üretim biçimlenmesini aldığını mağaza vitrinlerine baktığımızda kolayca görüyoruz. Eski ekonominin klasik sezonları kalmadı. Bir yandan sezonlar daha kısa olurken, diğer yandan ürünlerin hedef aldığı müşteri kümeleri daha özgün ve seçilmiş hale geldi. Herkes için ürünler yerine gelir, beğeni ve ilgi alanlarına yönelik ürün grupları oluştu.

İşin niteliğindeki değişim, faaliyetlerin gerçekleştirildiği yapıları da etkiliyor. Örneğin işletme yapıları hiyerarşik (alt-üst) ve bürokratik olmaktan vazgeçerek ağlara ve şebekelere dönüştü. Bir anlamda yeni iş yapıları, eskiye oranla emir-komuta ilişkisinin daha az oranda görüldüğü yatay ilişkiler düzenine doğru değişti. Geleneksel organizasyon şemaları yerine birden fazla disiplinden oluşan takım faaliyetlerini daha sıklıkla gözlüyoruz.

Eski ekonomide üretim için gerekli olan faktörler sermaye, emek, doğa ve girişimcilik olarak sayılırdı. Yeni ekonomi, bu saydıklarıma önce bilgiyi, daha sonra ar-ge ve yenilikçiliği (inovasyonu) ekledi. Günümüzde –büyük ya da küçük ölçekli– ar-ge ve inovasyon yapamayan işletmelerin yaşam şansı hızla azalıyor. Bunlara teknoloji kullanımı ve geliştirmeyi de eklemeliyiz. Sanayi Toplumunun makineleşme yöneliminin yerini Küresel Çağda sayısal teknolojiyi ve buna ilişkin teknolojik araç gereçleri kullanmak aldı.

Yakın zamana kadar karşılaştırmalı olarak üstün olmanın yolu ölçek ekonomisine ve düşük üretim maliyetlerine bağlı idi. Aslına bakarsanız; dünyanın ötesine geçtiği bu durumu mevcut ekonomimiz hâlâ aşabilmiş değil. Dünyada yeni ekonominin şartlarında ise kapsam ekonomisi ile yenilikçilik ve buna bağlı kalite anlayışı öne geçti. Bu yeni şartlarda yeni ekonominin şartlarını kavramış şirketler, bir alandaki ya da pazardaki güç ve yeteneklerini başka alan ya da pazarlarda da kullanarak maliyetlerini düşürüp daha yüksek katma değer elde ediyorlar. Bir anlamda ölçek ekonomisi anlayışı ile ürün çeşitliliği ve işletmenin iç yetenekleri birleşerek yeni katma değer imkânları yaratıyor.

Yukarıda yeni ekonominin özelliklerinden birisinin ağ ve şebeke yapıları olduğunu söylemiştim. Son dönemde bu konuyla ilgili olmak üzere kümelenme sözcüğünü de sıklıkla duyar olduk. Eski ekonomide firmaların tek başlarına çalışma alışkanlığı yaygın idi. Küresel Çağda ise birlikte çalışmanın yarattığı enerji ve sinerjiyi fark ettik. İşbirlikleri ve kümeler halinde çalışmanın bir yandan üretim maliyetlerini düşürürken, diğer yandan yatırım konusunda da kolaylaştırmalar yaptığını (birlikte çalışmasını henüz tam olarak kavrayamamış olsak da) öğrendik sayılır.

Yeni ekonominin istihdam (işsizliğin önlenmesi) konusunda iyileştirmeler getirip getirmediği ise kanımca tartışmalı bir konu… Eski ekonominin varsayımlarından birisi tam istihdam idi. Bu varsayım yeni dönemde düşük istihdamla büyümeye ve işçilik maliyetlerinden daha fazla tasarruf etme anlayışına dönüştü. Bu süreçte üst düzey beyaz yakalılar ile mavi yakalılar arasında ücret farklılaşması da uçurum haline geldi. Nitelikli beyaz yakalılar ise bilgili, deneyimli, çok yönlü beceri sahibi, yaratıcı ve yenilikçi olanlar arasında seçilir hale geldi. Bu çerçeveyi kavrayınca yaşam boyu öğrenim ihtiyacının yeni ekonomi döneminin gereklerinden birisi olması hiç şaşırtıcı değil.

Yaşadığımız dönemde iş yapmanın koşullarından birisi, bizi etkileyen faktörlerin iyi anlaşılmasına bağlı… Bu doğru kavrayış sadece iş dünyasında yer alan kişi ve kuruluşlar için geçerli değil. Bu dönemi ve onun bütünsel yönelimlerini ülke ve kentin yöneticileri ile siyasetçiler de doğru ve zamanında anlamak zorundalar. Anlaşılmadığı zaman ne olduğunu gözlemek için; ülkenin ve yaşanan yerleşimin yönetim biçimi ile orada işlerin yürütülmesine bakmak yeterli…

21 Haziran 2010 Pazartesi

Avatar’ın Hatırlattıkları ve Terör

Avatar’ın Hatırlattıkları ve Terör

Gürcan Banger

Yüzüklerin Efendisi, Matrix ya da Avatar gibi büyük ölçüde sanallığa dayalı filmlerden hoşlanmıyorum. Bir zorunlu vesile ile 3 boyutlu Avatar isimli filmi ev sineması ortamında izlemiştim. İnsanlarla insan benzeri uzaylılar arasında geçen bir film… Henüz filmin başlarında bana bir kovboy – Kızılderili filmini hatırlattı. Adeta görüntü, işgalcilerin Kızılderililere yaptığı zulmü gizliyor gibiydi. Kovboy filmlerinde her zaman eli silahlı kahramanın kazandığı gibi bir sonla bitiyor film.

Avatar vesilesi ile vurgulamak istediğim nokta, çoğu zaman olayların gerçek yüzünü görmek için önde bizi ‘meşgul eden’ sanal görüntüden kurtulabilmek… Olayın bu sanal ve yalancı ambalajından kurtulduğumuzda, gerçekleri çok daha iyi görmeye ve kavramaya başlıyoruz. Bu durumun bir başka örneğini 1980 askeri darbesinin öncesinde ve sonrasında yaşamıştık. Şimdi daha iyi kavrıyoruz ki; o dönemde pek çok genç insan, aslında başkalarının oynadığı bir oyunda Avatar halkı (bir başka deyişle Kızılderili halk) rolüne soyundurulmuştu. 12 Eylülün çok sonrasında Türkiye sahnesinde oynanan oyunun, bize görünenden çok daha farklı ve ölçekli olduğunu öğrendik.

Dünya, Türkiye’den ibaret değil. “Ee, ne var bunda?” diyebilirsiniz. Ama ne yazık ki; çoğu zaman bu ülkenin sınırları ötesinde başka bir dünya olduğunu hâlâ öğrenemedik ve kavrayamadık. Kendi iç politika malzememizle yoğrulup giderken, bize ‘seyrettirilen’ sanallığın da farkına varamıyoruz. Örneğin pek çoğumuz, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda 1980’lerin ortalarından bu yana sürüp giden etnik görünümlü mücadelenin dış bağlantıları konusunda dedikodunun ötesine geçemedik. Mevcut kanlı ve acılı durumu, hâlâ bir iç sorun olarak algılamaya devam ediyoruz.

Ne 12 Eylül darbesine neden olan durum bir iç sorun idi ne de ülkenin doğu ve güneydoğusunda sürüp giden can kayıplı silahlı mücadele bir iç meseledir. 12 Eylül, Ortadoğu’da özlemleri olan ve bu nedenle Sovyetler Birliği karşısında üstün gelmeye çalışan ABD’nin Yeşil Kuşak Hareketi’nin bir parçasıydı. Bu senaryo, Türkiye’de 12 Eylül darbesi olarak gerçekleşirken, başka ülkelerde başkaca tezahürleri oldu. Bugün yaşadığımız etnik görünümlü terör de muhtemelen aynı kaynağın, benzer özlemlerinin ifadesi stratejilere ilişkin uygulamalardır. Etnik görünümlü terörü, ne ABD’nin ne de İsrail’in bu bölgedeki beklentilerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Diğer yandan bu can ve kan kavgasını sadece ABD ve İsrail’le ilişkilendirmek, Türkiye’den rahatsız olan başka devletlere adeta haksızlık (!) olur. Terörün zamana, mekâna ve ihtiyaca göre çok sayıda sponsoru, destekçisi ve sırt sıvalayıcısı olur; bunu sıradan mantık yürütmelerle anlamak pek kolay değildir.

Öyle anlaşılıyor ki; Ortadoğu’da beklentilerin ve stratejik planın yeni bir aşamasına gelindi. Bugün gözlediğimiz planlı ve koordineli terör, bu durumun bir göstergesi gibi duruyor. Genelkurmay, geçtiğimiz günlerde terör saldırılarının artacağına dair bir açıklama yapmıştı. Bu açıklamayı sadece ele geçen bazı terör yandaşlarının itiraflarının yandaşlarına bağlamak eksik olur. Muhtemelen askeri istihbarat, açıklanan öngörüden daha fazla bilgiye sahip olmalı. Bu açıklamayı Başbakan Erdoğan’ın ‘taşeronluk’ suçlaması ile birleştirince Ortadoğu’da ve dış politika alanında ‘yeni bir dönem’ algısını yapabilmek kolaylaşıyor.

Bu yeni dönemde ana çerçevenin genişleyerek etnik kimlik ve Kürtler konusunu aşarak Türkiye’nin geleceği ile ilgili bir ölçeğe ulaştığını söylemek mümkün. Mesele; önümüzdeki dönemde Türkiye’nin hangi rolleri üstleneceği, kendisi için tasarlanan role istekli olup olmadığı, bu rolün mevcut iktidarla sağlanıp sağlanamayacağı ve hangi iktidar iş başında olursa olsun yeni rol için dünyanın büyük güçleri tarafından Türkiye’nin ‘ihtiyaç uyarınca terbiye edilmesi’ gereği konusu gibi duruyor. Tabii ki; bu bağlamda etnik kimlik ve Kürtler konusuna da genel plana uygun bir çözüm bulunacaktır.

Akşam Gazetesi’nde Deniz Ülke Arıboğan şöyle bitiriyor (gazetenin İnternet sitesinden okuduğum) 20 Haziran yazısını: “Tüm bunların özet yorumu: PKK konusu, nasıl ele alındığına bağlı olarak Türkiye'nin iç ve dış siyasetini önümüzdeki dönemde şekillendirecektir. Temel mesele ne PKK, ne terör, ne derin devlet, ne hukuk, ne kasettir. Konu geleceğimizdir ve aklıselim gereklidir.” Gerçekten konu geleceğimiz ama muhtemelen aklıselimden çok daha fazlası gerekli.

Kent, Seçim, Milletvekili ve Bakan

Kent, Seçim, Milletvekili ve Bakan

Gürcan Banger

Eğer önemli bir değişiklik olmazsa 2011’în son çeyreğinde yeni milletvekillerimiz olacak. Muhtemelen Meclis önemli oranda değişecek. Milletvekili aday adayları şimdiden hazırlıklara başladılar. Partisiz olanlar kendilerine uygun parti seçerken bazıları davet almak için vitrine çıkma gayreti içindeler.

Küreselleşme olgusu herkesin dilinde olan bir kavram… Muhtemelen eski veya yeni, deneyimli veya bu ‘işe’ ilk kez soyunan bir milletvekili aday adayının da bu konuda fikri vardır. Ama genelde konunun bir yönü gözden kaçırılır. Küresel Çağın getirdiği olgulardan birisi, kentler arası rekabettir. Bu süreçte hem ulusal hem de küresel düzeyde her kent, bir ekonomik ve sosyal figür olarak ayakta kalma ve hızlı büyüme çabasına girdi. Artık şirketler gibi şehirler de tüm Dünyada birbirleri ile yarış halindeler.

Kentler arası yarışın varlığını ve şartlarını gözden kaçırmak, kentin hızla pozisyon kaybetmesine neden oluyor. Tökezleyen, zamanında doğru atılımları yapamayan veya gerekli gelecek tasarımını oluşturup doğru stratejileri uygulayamayan kentler silinip yok olma sürecine giriyorlar. Türkiye’ye baktığımızda; kentler yarışını doğru biçimde kavrayan yerleşimlerin hızla yol aldıklarını görürüz. Özetle; atı alan Üsküdar’ı geçiyor, diğerleri ise geride nal topluyor.

Bu yarışta daha ‘iyi’ görünümlü bazı kentlerin, diğerlerinin görece geride olmasını ‘rahatlama’ vesilesi yapmamak gerekir. Yarışta başladığınız nokta kadar hızlanma yeteneğiniz de önemlidir. Fırsatları iyi kullanabilen veya kendine yeni fırsatlar yaratabilen kentler, artan ekonomik ve sosyal büyüme ivmeleri nedeniyle diğerlerini geçme başarısını elde edebilirler.

Bugünkü düzende bir kentin Ankara’da siyaseten güçlü temsili, kentler arası yarış için en değerli hızlandırıcılardan birisidir. Kaynakların çok büyük kısmının devlette toplandığı ve yerelden yönetilebilecek çok fazla olanağın bulunmadığı bir ülkede başkentte siyasi temsilin ve pozisyonel ağırlığın etkili olması doğaldır. Milletvekilleri, seçildikleri kentin Ankara’daki bağlantı noktalarıdır. Mecliste yasama (ve eğer imkân bulurlarsa hükümette yürütme) görevleri dışında, seçildikleri kenti Ankara’da temsil etmek gibi vazgeçemeyecekleri bir görevleri vardır.

Eskişehir açısından geçtiğimiz dönemin vekilleri, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz görevlerin yerine getirilmesi açısından başarılı olmuşlar mıdır? Buna rahatlıkla “Evet, başarılıdırlar” demek hiç kolay değil. Belki kendi partililerinin ya da yandaşlarının işlerini takipte başarılı olmuş olabilirler. Ama geçtiğimiz dönemlerde Eskişehir’in olması gerekenin altında destek ve katkı aldığı açık bir gerçektir. Katkı alanlar ile daha az alabilen Eskişehir arasındaki farkı görmek için (iktidarın her anlamdaki desteğine fazlasıyla sahip olan) Kayseri ve Konya’yı incelemek yeterlidir. Bu iki şehrin (Ankara’nın desteğini almadan) sadece kendi iç dinamikleriyle başarılı olduklarını söylemek mümkün müdür? Hâlbuki Eskişehir gibi büyüyebilecek, ulusal ve küresel yarışta yer alabilecek kentlerin önünün açık tutulması gerekir.

Geçtiğimiz seçim kampanyası dönemlerinde nerdeyse tüm adaylar, kentteki sosyal ve ekonomik aktörlerle periyodik toplantılar yapılacağının ve sorunların tespit edilip çözümlerinin takipçisi olunacağının sözünü vermişlerdi. Ama ne yazık ki, dedikleri gibi olmadı. Aynı partiden seçilen vekilleri bile sorun tespiti ve çözüm arayışları için yeterli ölçüde ve katkı yapacak biçimde bir arada göremedik. Geçtiğimiz dönemde uzun zamandır ilk kez bir bakana sahip olan Eskişehir, bu şansını da iyi değerlendiremedi.

Kentler arası yarışın hızlı kentlerinde değişik görüşler arasında uyum ve uzlaşma aranırken, Eskişehir’de gündem çatışma ve uzlaşmaz tartışmalar üzerine kuruldu. Sorunlar, yerel aktörler tarafından ziyaretçi bakanlara ancak 3-5 dakikalık ortamlarda aktarılmaya çalışıldı. Ankara’ya giden heyetleri karşılayıp üst düzey görüşmelerde önayak olan vekilleri göremedik. Başka illerin vekilleri, ilden gelen heyetlerle toplantılar yapıp çözümler ararken, bizimkilerin ne hikmetse daima “Meclis’te çok yoğun çalışma ve programları oldu”. Özetle; vekiller ya Eskişehir’e gelmediler ya da onları Ankara’da bulamadık.

Şimdiye kadar milletvekili aday listelerinde içeriden veya dışarıdan farklı adaylar gördük. Seçilemese bile Eskişehir’i unutmayacağına ‘yemin billâh edenler’ oldu. Bırakın seçilemeyenleri; çoğu zaman seçilenleri bile mum ışığıyla arar olduk. Dolayısıyla bu dönem (nasıl sağlama alacaksak) aday belirlememizdeki ilk koşul, içeriden veya dışarıdan ama kesinlikle Eskişehir’i unutmayacak adayları bulup çıkarmamız gereğidir.

2011 Genel Seçimleri sonrasında (mevcut anket sonuçlarına göre) iktidarda Mecliste grup kuracak biçimde yer bulma ihtimali olan partiler AKP, CHP ve MHP’dir. Eskişehir olarak son dönemde Kayseri ve Konya gibi önemli hizmetler alan iller arasında katılmak istiyorsak; ilimizdeki partilerimiz, listelerine mutlaka Eskişehir’den seçilip bakan olabilecek birikim, kalite ve üstün nitelikte adaylar koymalıdırlar. Aday adayı olacakların da kendilerini bakan olacak biçimde hazırlamaları gerekir. Kentin ihtiyaç ve beklentilerini; aday adaylarının kişisel ikbal arayışlarının önüne koymak zorundayız. Eskişehir’in kendisini sırtlayacak vekilleri ve bakanları olmalı.

Eskişehir’in Mecliste sıra neferi olacak imi timi bellisiz aday adaylarına değil; finans ve yatırımlarla ilgili alanlarda bakan olabilecek nitelikte vekillere ihtiyacı var. Adaylığa soyunanın da, aday belirleyecek olanın da bu gerçeği göz önünde bulundurması kaçınılmaz…

20 Haziran 2010 Pazar

2011’de Siyasal İktidar Değişecek mi?

2011’de Siyasal İktidar Değişecek mi?

Gürcan Banger

Son yazılarımda satır aralarında 2011’in Türkiye açısından bazı ‘yeni durumlar’ anlamına geldiğini ifade etmeye çalışıyorum. Bunlardan bazıları değişen dünya durumu, kimileri ise iç konjonktür ile ilgili. Hiç kuşkusuz; iç ve dış dinamiklerin değişiyor olması kadar devletin, toplumun ve ekonominin de bu yeni durum karşısında nasıl bir pozisyon alacağı ve ne türden bir tepki modeline sahip olacağı da önemli. Küresel krizin artçı şoklarının devam etmesinin beklendiği, Avrupa Birliği ekonomilerinde yeni sorunların yaşanmaya başlandığı, içeride etnik terörün tırmanışa geçtiği ve 2011 Genel Seçimleri’nin yapılacağı bir ortamda ulusal, bölgesel ve yerel öngörülere ihtiyacımız var. Tabii ki; bu öngörülere bağlı olarak da A ve B (belki de C planları) gerekiyor.

Öyle anlaşılıyor ki; ihracatımızın önemli bir bölümünü yaptığımız Avrupa ekonomisi, 2011’de zor bir yıl geçirecek. Bunun etkileri, farklı ölçeklerde bizim ekonomimizi de etkileyecek. (Geçen hafta “Avrupa Nereye?” başlıklı yazımda bu konuya değinmiştim.) Diğer yandan yaşadığımız süreç, ülkede bir siyasal iktidar değişiminin ipuçlarını fazlasıyla vermeye başladı. Kendi adıma; 2011 Genel Seçimlerinin bir siyasal iktidar değişimi anlamına geldiğini düşünüyorum. Bu nedenle de ülkenin seçim sürecinde ve sonrasında (mevcut iç ve dış şartlara bağlı olarak) neler yaşayacağını öngörmeye çalışıyorum.

Sadede gelelim. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (Akparti’nin) yüzde 34 küsur oyla iktidara geldiği 2002 Genel Seçimlerinin öncesinden bu yana kamuoyu anketlerini daha yakında izliyorum. Elimde olan verilere göre her seçim öncesinde tahminler yapmaya çalıştım. Yanıldığım olduğunda nedenlerini bulmaya çalıştım.

Şu ana kadar mevcut bilgiler, 2011 seçimlerinin Akparti’yi dışarıda bırakan bir koalisyon hükümetine işaret ediyor. Anketler bir yana; ekonomik ve sosyal gelişmeler de bana bunu ifade ediyor. Önümüzdeki seçimin Akparti ile Akparti karşıtları arasında bir siyasal mücadele olarak geçeceğini, bundan CHP ve MHP’nin avantajlı çıkacağını, AKP – CHP – MHP dışında ancak bağımsız adaylarla BDP’nin Meclise girebileceği kanısındayım. Yeni kurulan (veya kısa vadede kurulması beklenen) partilerin 2011 seçimlerinde başarılı olacağına dair sağlam veri yok.

Bu kanaatleri taşırken elime Sonar isimli araştırma kuruluşunun Mayıs 2010 kamuoyu anketi geçti. “Türkiye Siyasi Eğilimler ve Beklentiler Araştırması” isimli çalışma, 24-27 Mayıs 2010 tarihleri arasında yapılmış. Sonuçları açısından zaman zaman ifade ettiğim öngörülerimle çakışıyor. Yakın dönemde daha önce incelediğim anketlerle de sonuçlarının benzeşmesi açısından da ilginç.

Aralarında Eskişehir’in de bulunduğu 16 il ve 33 köyde gerçekleştirilen kamuoyu araştırmasında 3000 kişi ile görüşülmüş. Örnek kütlenin belirlenmesin yaş ve cinsiyet gruplarının seçimine özen gösterilmiş. Ankette mevcut partilerin var olduğu birleşik oy pusulası kullanılmış. Diğer yandan Sonar isimli kuruluşun bu tür araştırmalarda ciddi deneyim ve birikimi olduğunu da söylemek lazım.

Anketin verdiği sonuçlara göre oy dağılımı (kesirler yuvarlanarak yaklaşık) büyükten küçüğe şöyle oluşmuş: CHP yüzde 30, Akparti yüzde 29, MHP yüzde 17, BDP yüzde 4, SP yüzde 4, DSP yüzde 3, DP yüzde 2, diğerleri yüzde 4 ve kararsızlar yüzde 6. Kararsız ve görüş belirtmeyenler dağıtıldığında CHP yüzde 32, Akparti yüzde 31, MHP yüzde 19 ve BDP yüzde 4 şeklinde bir dağılım oluşuyor. Ülkede vatandaşın son olarak sandığa gittiği 2009 Yerel seçimlerinden bu yana; Akparti yüzde 7,3 oy kaybına uğrarken, CHP yüzde 9,4 ve MHP yüzde 2,6 oy artışı sağlamış.

Akparti, CHP ve MHP’nin 2009 Yerel Seçimlerindeki (İl Genel Meclisi) oy oranları toplamı yüzde 77 olarak gerçekleşmiş. Sonar’ın Mayıs 2010 anketinde ise bu üç partinin oy oranları toplamı yüzde 82 olarak görünüyor. Bir başka deyişle; bu üç parti dışındaki partilerin oyları (yüzde 5 oranında) azalıyor. Yukarıda söylediğim gibi; oylar, Akparti – CHP – MHP üçlüsünde yoğunlaşıyor. Bir başka deyişle; Akparti ile karşıtları arasındaki mücadelenin yoğunlaştığını ve 2011 seçimini bu yönelimin belirleyeceğini gözlüyoruz.

Bu anketin (ve arada yapılan diğer kamuoyu araştırmalarının) mevcut partiler açısından bir yorumunu yapacak olursak şunları söyleyebiliriz. 1- Akparti, oy kaybetmeye devam ediyor. 2- Kılıçdaroğlu ile CHP ivme kazandı. 3- BDP seçmeninin bir bölümü CHP’ye yönelecek gibi görünüyor. 4- MHP’nin oyları yükselmekle birlikte aynı zamanda oylarının bir bölümünü CHP ve Akparti’ye kaptırmakta olduğu gibi bir izlenim var. MHP bir yandan oy havuzunu doldururken, diğer yandan oy kaçaklarına engel olamıyor. 5- Dindar seçmenlerin oylarının Akparti’de toplaşacağı anlaşılıyor; anket sonuçlarına göre SP’li seçmenlerin tekrar Akparti’ye geri döneceği gibi bir izlenim elde ediliyor. 6- DP seçmeni, oylarını CHP ve Akparti arasında paylaştırıyor.

Anketin en önemli sonuçlarından birisini paylaşarak bitireyim. Bu sonuç, muhtemelen siyasetçilerin ‘iyi’ kavramadıkları gerçeklerin başında geliyor. Ankete katılanların yüzde 73’ü işsizlik ve istihdam sorunlarından, yüzde 68’i ekonomik sorunlar ve pahalılıktan şikâyet ediyor. Medyanın ve siyasetin gündeminden düşmeyen Kürt açılımı yüzde 8, Anayasa değişikliği yüzde 8 ve Ergenekon benzeri konular yüzde 7 oranında ifade edilmiş. İnsanın “Halk nerede, siyaset nerede?” diye sorası geliyor.

Durum budur. Duyması gerekenlere sunulur.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Zamanlar Eskişehir ve Çiğbörek

Bir Zamanlar Eskişehir ve Çiğbörek

Gürcan Banger

Öncelikle sözcük konusunda hassas olanlar için “çiğbörek” olarak isimlendirmemin nedenini açıklayayım. Geleneksel bir Tatar yemeği olan çiğbörek; şuborek, çuberek, şırbörek, çiberek, çibörek veya çiborek gibi isimlerle de anılır. Bunlar arasında en yaygın kullanılanı çiğbörektir. Türk Dil Kurumu, kendi sözlüğünde “çiğ börek” olarak yer vermektedir.

Böreğin isminin kökeni konusunda çeşitli görüşler var. Bazı kişiler böreğin pişirilmesi sırasında çıkan ses nedeniyle bu ismi aldığını, kimileri ise Kıpçak lehçesindeki “lezzetli” sözcüğüne bağlayarak “çibörek” ismini aldığını söylemektedir. Henüz bu konuda bir uzlaşma oluşmuş gibi görünmüyor.

Basit olarak çiğböreği şöyle tanımlayabiliriz: “Çiğ kıyma, soğan ve baharat karışımının açılmış yufkaya konulup yağda kızartılmasıyla yapılan börek.” İçine konan harç; kıyma, soğan, az tuz, az karabiber ve su ile hazırlanır. Çiğbörek hamuru ise un, az tuz ve sudan yapılır. Çiğbörek; adının yanıltıcı olabilmesine rağmen etli çiğ köfte gibi çiğ et içermez; ancak et böreğe içli köfteden farklı olarak pişirilmeden konulur. Çiğböreğin tarifini bu konunun uzmanlarına bırakarak bu yemeğin tarihle ilişkisine bakalım.

En yoğun Tatar nüfusunun yaşadığı illerden birisi olarak Eskişehir, Kırım’dan sonra çiğböreğin anavatanı sayılır. Çiğböreğin Eskişehir ile birlikte anılmasının nedeni, 1800’lü yıllarda ağırlıklı olmak üzere Eskişehir’in Kırım’dan ve Balkanlardan aldığı kitlesel göçlerdir. Bu bölgelerden Eskişehir’e gelen göçmenler, bu kentte tarım, el sanatlarında ve yapıcılıkta bazı değişikliklere neden olurken, aynı zamanda yeni bir yemek ve mutfak kültürünün de Eskişehir’e gelmesine vesile olmuşlar.

Kırım’dan Türkiye’ye olan kitlesel göç, 1784 tarihinde Kırım Hanlığı’nın ortadan kalkması ile başlar. Bu tarihte Rusya, Kırım Hanlığı’nı kendisine bağlar. Daha önceki tarihlerde de Kırım’dan Anadolu’ya göçler olduğu bilinmekle birlikte göçün kitlesel olan bölümü 18’inci yüzyıl ve sonrasına denk gelir.

Çiğböreğin mucidi olarak kabul edebileceğimiz Kırım Tatarları, Eskişehir’e ilk kez 1856 Kırım Savaşı sonrasında gelmeye başladılar. O dönemdeki göçlerin yerleşim yeri ağırlıklı olarak Odunpazarı semti idi. Bu göçlerin sonuçlarından birisini Odunpazarı semtindeki bazı yapıların Kırım tarzındaki bazı kozmetik değişikliklerle oluştuğunu gözlüyoruz. Örneğin dairesel balkonların veya çıkmaların (çıkıntıların) Eskişehir halk mimarisinin bu dönemde uğradığı değişikliklerden birisi olduğunu biliyoruz.

Kırım’dan Eskişehir’e olan etnik göç, ağırlıklı olarak 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşı ve 1878 Teselya Ayaklanması ile başlar. Bu dönem Anadolu’ya ve Eskişehir’e gelen göçmenler “93 Muhacirleri” olarak isimlendirilir. Göç eden topluluklar için Tatarlar, Abazalar, Çerkesler ve Balkan Türklerinden oluşmaktadır. Göçün kitleselliği, gelenlerin sadece Odunpazarı’nda iskân edilmelerini imkânsız kılar.

1980’lere kadar daha çok sayıda olmakla birlikte bugün hâlâ Eskişehir’in eski ara mahallerinde kerpiç evler görmek mümkündür. Bu evlerin yapımı, yukarıda sözünü ettiğim göçe kadar uzanır. 93 Muhacirleri; kentin kuzeyine, Porsuk Çayı’nın kuzey yakasındaki bölgeye yerleştirildiler. Buralarda kerpicin ana yapı malzemesi olduğu, alçak saçakları olan düşük yükseklikli evler oluştu. Birbirini dik kesen sokaklar da dikkate alındığında; bu ‘Tatar mahallerinin’ yapılanması geleneksel Odunpazarı yerleşiminden farklı idi.

Eskişehir’ göç eden Tatarların ağırlıklı işleri tarım ve hayvancılık idi. Örneğin hayvancılık geçmişine bağlı olarak deri işleme de bu insanların getirip geliştirdikleri iş alanlarından birisi oldu. Tarıma dayalı bir yaşam kültürü, aynı zamanda tahıl (hamur) odaklı beslenmenin yaygın olması anlamına gelir. Tatarların geleneksel işleri, bir yanda hamuruyla diğer yandan et ve kıymasıyla çiğbörekte bir simge olarak kendini ifade eder.

Günümüzde çiğbörek, Eskişehir ile özdeşlemiş bir geleneksel yemektir. Türkiye Patent Enstitüsü’nün (TPE) İnternet sitesinde (çalışma arkadaşım Hulusi Kıyık’ın katkılarıyla) yaptığım küçük araştırmada çiğbörek ve met helvası için fikri mülkiyet (coğrafi işaret) başvurusu yapıldığını öğrendim. Geleneksel değerlerimize sahip çıkmak açısından önemli… Dilerim; diğer kültürel değerlerimizi de yitirmeden hatırlar ve kayıt altına alırız.

18 Haziran 2010 Cuma

Avrupa Nereye?

Avrupa Nereye?

Gürcan Banger

George Soros, Yahudi kökenli ABD’li bir girişimci, finans uzmanı ve spekülatördür. Uzmanlığı ve çalışma alanları ise ismi kadar yaygın bilinmez. Para konusunda uzmanlığına ek olarak dünya kapitalizminin çağdaş ideologlarından birisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Genelde onunla ilgili değerlendirmeler, ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi’ olunarak yapılan kaba yargılamalar şeklinde bir görüntü verir. “Açık Toplum” isimli kitabıyla tanınan ünlü düşünür Karl Popper’in öğrencisi olmakla başlayan bir siyasal, ekonomik ve ideolojik düşünce yapısı oluşturduğu anlaşılıyor. En azından kendisi böyle söylüyor.

Soros, “Soros Fund Management LLC” isimli, çeşitli fonlara finansal hizmetler ve yatırım stratejileri sağlayan bir kuruluşun kurucusudur. 1992’den bu yana sivil toplum alanında çalışmalar yapan Açık Toplum Enstitüsü de Soros tarafından kurulmuştur.

George Soros, seveni ve sevmeyeni ile çok tartışılan bir isimdir. Zaman zaman kendi yönetimindeki gücün ve finansın yeteneklerini kullanarak ülkelerin iç işleyişine müdahale ettiği konusundaki spekülasyonlar asla gündemden düşmez. Onun hakkında söylenip yazılanların doğru veya yanlış olmasından bağımsız olarak; Soros, Batının ve kapitalizmin dikkatle izlenmesi gereken bir simgesidir. Onunla ilgili olumlu veya olumsuz düşünce vazetmeden önce onun söylediklerini ve söyleminin arka planını doğru anlayıp anlamadığımızı sorgulamamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Gerçekten Soros bir simgedir ve ülkeleri, toplumları ve çevreleri için kaygı duyanların öncelikle onu iyi anlamayı denemeleri daha uygun olur.

Bu uzun girişi neden yaptığıma gelelim. Geçtiğimiz günlerde George Soros, “The European Council on Foreign Relations” isimli kuruluşun bir toplantısında bir sunuş yaptı. Kısa adı ECFR olan örgüt, Avrupa eksenli dış ilişkiler konusunda araştırmalar ve tartışmalar yapan (think-tank denen türde) bir düşünce kuruluşudur.

Avusturya’nın başkenti Viyana’da ECFR için yaptığı sunumunda Soros, Dünya ve özellikle Avrupa ekonomisi konusunda önemli ipuçları verdi. Öncelikle küresel krize işaret ederek ”Yaşanan dramda ikinci perdeyi açtık” cümlesi gelecek tahmincileri için önemliydi. Avrupa’da yaşanan borç krizi nedeniyle alınan önlemlerin avro bölgesindeki ekonomilerde 2011’de resesyona neden olabileceği yaptığı öngörülerden en önemlisiydi.

Kısa bir değerlendirme vermem gerekirse; Avrupa’da yaşanabilecek ekonomik durgunluğun avro bölgesine olan ihracatımızı olumsuz etkileyeceğini ilk elde söyleyebiliriz. Bu da 2011’de seçim sürecine girecek olan Türkiye için bir tehdit olarak algılanmalıdır. Sanayimizin çok ciddi bir bölümünün Avrupa endüstrilerinin tedarikçisi olarak çalıştığı hatırlanırsa, henüz küresel krizin etkilerini atlatamadığımız bu dönemde yeni sorunlarla karşılaşabiliriz demektir.

Soros, avro bölgesinde yaşanabilecek resesyonda Almanya’nın ayrıcalıklı bir yere sahip olabileceğine işaret ediyor. Onun öngörülerine göre Almanya’nın güçlü ekonomisi bu durgunluk döneminden kârlı çıkabilecektir. Bu da; kısa ve orta vadede Alman ekonomisi ile ilişkilerin düzenlenmesi ve sınaî tedarikçilik açılarından bir diğer önemli ipucu olabilir.

Bildiğiniz gibi; ekonomi, fizik ya da kimya gibi deneyleri olan ve denetlenmiş laboratuar çalışması yapılabilen bir bilim dalı değildir. Her ne kadar bilgisayarın gelişmesi, benzetim (simülasyon) gibi yöneylem araştırması ve endüstri mühendisliği tekniklerinin çok gelişmiş olmasına rağmen ekonominin en önemli veri kaynağı, geçmişte gerçekleşmiş ekonomik olaylardır. Bu bağlamda 1930’larda meydana gelen Büyük kriz ve devamındaki gelişmeler, dünya kapitalizminin en önemli deneyimleri arasında yer alır. Bu nedenle Soros da bugünün küresel krizini ve bunun yansımalarını değerlendirip öngörürken bu deneyimden yararlanıyor.

Bu konuda söylediklerine baktığımızda; “küresel ekonomide yaşanan durumun ‘ürpertici’ bir biçimde 1930’lardaki dönemle benzerlikler gösterdiğine” dikkat çektiğini izliyoruz. Büyük Kriz sonrasında da ekonomideki toparlanmanın zayıf olduğuna ve hükümetlerin bütçe açıklarını azalma baskısı yaşadığına dair işaretlerini görüyoruz. Soros’un “Finansal piyasalar ülke borçlarının kredibilitesine yönelik güven kaybı yaşamaya başladığında, Yunanistan ve avro en çok öne çıkan unsur oldu, ancak bunun etkilerinin dünya genelinde görülmesine yönelik eğilime” işaret eden tespitini de önemli buluyorum. Kendi tespit ve öngörülerimle de birleştirdiğimde 2011’in, ülke ekonomisi için tehditler ve zorluklar içeren bir yıl olabileceği yorumunu yapıyorum.

Önümüzde 2011 yılında genel seçim var. Şimdiden bir seçim iklimi oluşmaya başladı. Hiç kuşkusuz; başta iktidar olmak üzere tüm siyasal parti ve adaylar, seçim kaygısıyla bol keseden (sanki kendi ceplerinden veriyorlarmış gibi) vaatleri savurmaya yakında başlarlar. Ama dışarıdan bakıldığında; Soros’un (şu veya bu mantıkla) öngördüğü bir manzara var. Ayrıca benzeri tespitleri yapan ve öngörüler geliştiren sadece Soros da değil. Acaba yaklaşan seçim sürecinde kimin yanında olacağız? Vaatlerin mi, gerçeklerin mi? Yoksa neyin yanında olduğumuz sonucu hiç değiştirmeyecek mi?

17 Haziran 2010 Perşembe

Kaliteli Kent

Kaliteli Kent

Gürcan Banger

2010 Haziranında son ağır yağmurlardan sonra oluşan bazı semtlerdeki olumsuz görünüm, kent ve kentleşme konusunu tekrar gündemimize getirdi. Eskişehir olarak kent kozmetiği konusunda hızlı ‘ilerlemeler’ sağlarken, yerel yönetimlerin asli görevleri konusundaki başarıları sorgulanır oldu. Pek çok yayın organının manşetinde özellikle belediyelerin birincil hizmetleri konusunda kalite, mercek altına alındı. Bu vesile ile belediyeciliğin kent kozmetikçiliği olmadığını ve belediyelerin de kalite belgesi almalarının daha iyi hizmet vermek anlamına gelmediğini bir kez daha öğrenmiş olduk.

Eskişehir’in yerleşme açısından geleneksel büyüme biçiminin ‘yağ damlası modeli’ olduğu bilinir. Bir başka deyişle, Eskişehir kenti, merkezden dışa doğru bir yağ damlasının yayıldığı gibi bir odak noktası etrafında açılmaktadır. Bu nokta da hâlâ kentin merkezi olmaya devam eden Köprübaşı bölgesidir.

Merkezdeki sıkışıklık ve dışa doğru açılmanın yakın döneme kadar planlı olmaması Eskişehir’in kentsel mekân kullanımının pek de planlı, programlı olmadığı izlenimi yaratıyor. Eskişehir’in yerleşim tarihi ile ilgili yaptığım araştırmalar, bu bölgenin 1000’li yıllardaki kuruluş döneminde özellikle o günün savaş koşulları nedeniyle planlı bir yerleşime konu olmadığını gösteriyor. Yazılı yerel tarihi konusunda sıkıntıları olan Eskişehir hakkında bulabildiğimiz kaynaklar, Eskişehir’in Anadolu – Türk şehirlerine oranla farklı bir yol izlediğini gösteriyor. Kentin bugünkü merkezindeki sıkışmanın ve yoğunlaşmanın tarihsel köklerini son bin yıldaki (özellikle 1800’lerin sonlarından bu yana olan) değişimde arayıp bulmak mümkün.

20’nci yüzyılın ilk yarısında nüfusun azlığı ve sosyal yaşamın kısıtlılığı nedeniyle fazla hissedilmeyen kentleşme sorunları, bugünün yeni sorunlarına neden olmuş gibi görünüyor. İşin ilginci, çağın çözümlerinden birisi olarak sunulan Estram hafif raylı sistem projesinin de kentin merkezdeki sıkışıklığına yeni sorunlar ilave etmesi bir garip durumdur. Görünen o ki; ulaşım konusunda yeni açılımlar ve kolaylıklar getiren tramvay sistemi, mevcut şartlarda kent merkezindeki sıkışmanın ivmelendiricisi olmuş gibi görünüyor.

Özetle; Eskişehir’in yerleşim, trafik ve kentsel dönüşüm açılarından akılcı ve geleceğe doğru bakan yaklaşımlara ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Kentsel dönüşümün altındaki ana fikir ise kentte yaşayan insanlara kaliteli yerleşim imkânları sunabilmek zorunda.

Bir yerleşimin insani endeksler açısından yaşanabilir, kaliteli ve iyi olarak değerlendirilebilmesi için ise bazı kriterler var. Bu ölçütlerden birincisi kentin yaşama uygunluğudur. Örneğin sağlıklı içme suyundan sürekliliği olan enerjiye, çöplerin sorunsuz olarak kaldırılmasından çevrenin hijyen koşullarının sağlanmasına, ulaşım kolaylığından kentsel olanakların adil kullanımına kadar olan değişik konular düşünebiliriz. Bu nedenle Eskişehir’de yaşadığınız semtin ve sokağın yaşama uygunluğunu, ‘ağzı açık ayran budalası’ gibi kent mobilyalarını ve kozmetiği seyrederken diğer yandan da bu göstergeler açısından düşünmemiz uygun olur.

İkinci ölçüt, yaşadığımız yerleşimin kullanım amacına uygunluğudur. Eğer aşırı gürültü yapan uçakların kalkıp indiği bir havaalanı ile insanların yaşadığı konutlar yan yana iseler burada bir kullanım sorunu olduğunu düşünebilirsiniz. Bu bağlamda trafik sorunları, engellilerin kullanımlarına kolaylıklar, kadınlara daha fazla sosyal yaşama katılım hakkı ve çevresel hijyen sorunları gibi başka ilgili konulardan da söz edilebilir.

Bir diğer iyi yerleşim ölçütü, bugünlerde çok fazla hissetmeye başladığımız erişilebilirliktir. Ulaşım ve haberleşme gibi kentsel kolaylıkları bu ölçüte bağlı olarak düşünmeliyiz. Çağdaş bir kentte ulaşım, orada yaşayan vatandaşlara çeşitlilik ve ekonomik olarak ödeyebilme gücü sağlar. Eğer kent içinde bir noktadan bir başkasına ulaşmak için 3-4 ekmek parası ödüyorsanız, bu durumda hem sosyal adalet hem de erişilebilirlik ve ulaşılabilirlik sorunu var demektir.

Mevcut kentsel yaşam ve yönetim geleneğimizde olmayan bir diğer kriter ise kentin burada yaşayan insanlar tarafından denetlenmesidir. Kentin yurttaşlar tarafından değişik mekanizmalarla denetlenebilmesi fikri, halkın yönetime katılması anlayışının farklı bir yorumudur. Bu tür çağdaş yaklaşımları Eskişehir’de görebileceğimizi ummaktan ötesi elden gelmiyor şimdilik. Yerel yöneticiler çoğu zaman davulu vatandaşın boynunda taşımak isterken diğer yandan da tokmağı ellerinden asla bırakmak niyetinde değil gibi görünüyorlar.

Eskişehir çok değişik yörelerden insanların bir arada yaşadığı çok kültürlü özellikleri olan bir kenttir. Kentin geçmişte aldığı önemli göçler yanında; üniversitelerin bu gelişimde önemli katkıları oluyor. Bu özellik bir kent için başka göstergeyi işaret etmektedir. O da kentin değişik (etnik, kültürel, dini) kimliklere eşit yaşama hakkı verebilmesidir. Eskişehir açısından böyle bir yaşam hakkından söz etmek mümkün mü? Bu soruya şimdilik kolay bir cevap vermek mümkün değil. İlk kez metropolleşme sırasına girmiş olan Eskişehir için bu sorunun cevabını önümüzdeki günlerde daha net göreceğiz.

Çağın giderek daha fazla dile gelen konularından birisi sürdürülebilirlik… Tabii ki, son olarak ama önemli bir kriter olarak kaliteli kent yaşamının sürdürülebilir olmasından da söz etmeliyiz. İnsanlar o kentte yaşarken kendilerini hem ruhsal ve sosyal olarak hem de ekonomik olarak geliştirme olanaklarına sahip olmalılar.

Özetle; yaşadığımız kentin geleceğini düşünürken, planlarken ve değişim – dönüşüm sürecini tasarlarken bu ölçütleri (bu kriterlerin tümünü birlikte) dikkate almamız gerekiyor.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Siyaset ve Rant

Siyaset ve Rant

Gürcan Banger

2011 Genel Seçimi yaklaştıkça siyaset vitrininin eski ve yeni isimlerle yeniden süslenmeye başladığını görüyoruz. Bir yandan yeni kurulan partilerin genel başkanları ve üst düzey yöneticilerini kentte görmeye başlarken, siyasal ikbal bekleyenlerin de kendilerine parti beğendiklerini izliyoruz. Bu sıralar müstakbel iktidar olarak görünen siyasal partilere rağbet pek fazla… Hiç kuşkusuz; siyaset, sadece kişinin kendisini siyaset için ‘biçilmiş kaftan’ kabul etmesi ile şekillenmiyor. Siyasetin rant dağıtma mantığı ve sistematiği, parlamento koltuklarının belirlenmesinde daha etkili oluyor.

Siyaset ve rantın birlikte oluşturdukları yapıya biraz daha yakından bakalım. Temsili demokrasilerde siyaset alanında yer alan faktörler; siyasetçiler, bürokratlar, çıkar ve baskı grupları ile seçmenlerden oluşur. Özellikle baskı ve çıkar grupları ile devlet (özellikle bürokrasi) arasındaki ‘zorlanmış’ bir ilişki türünden söz edebiliriz.

Kira geliri gibi herhangi bir çalışma (iş) yapmadan elde edilen gelire “rant” adı verilir. Ekonominin kendi işlerliği içinde arz ve talep ilişkilerine göre oluşan rant türüne ise “gerçek rant” adı verilir. Devletin bazı ekonomik faaliyetler üzerine kısıtlamalar koyması veya bazı ekonomik etkinliklerin bizzat devlet tarafından yapılması ile oluşan ranta ise “yapay rant” adı verilir. Örneğin döviz kuru devlet birimleri tarafından belirleniyorsa ve siz dövizde olabilecek değişimleri önceden biliyorsanız, bu yolla devletin yarattığı yapay ranttan avantajlar elde edebilirsiniz. Örneğin devletin vereceği teşviklerden önceden haberdar olursanız, yapacağınız ön hazırlıkla bu teşvikin kaymağını yiyebilir (yani normal kazanç dışında rant) elde edebilirsiniz. Eğer belediyenin imar konusunda yapacağı bir değişiklik sonucu değer kazanacak araziler konusunda önceden bilgi sahibi olursanız, bu haber yaygın olarak bilinmeden ilgili yerden ‘arazi kapatarak’ fazladan kazanç sağlayabilirsiniz. Ülkemizde servet kaynaklarından birisi olarak kullanılan yapay rant türlerine daha pek çok örnek vermek mümkün.

“Rant kollama”, devlet içinde ve / veya dışında bazı çıkar gruplarının devlet tarafından yaratılmış yapay rantı kendilerine aktarma çabalarıdır. Rant kollama, çıkar gruplarının devlette birikmiş olan değerleri kendilerine aktarmak üzere ciddi büyüklüklerde maddi kaynak harcadıkları bir alanın adıdır. Bir başka deyişle; rant kollama, devletten ekonomik veya sosyal çıkar elde etmek isteyen baskı veya çıkar gruplarının yaptıkları etkinlikler ve harcamalardır. Devlette birikmiş rantın çıkar çevrelerine aktarılmasında en etkin rollerden birisini (devlet erkini elinde tutan) siyaset oynar.

Yapay rant beklentisi içinde olan gruplar çeşitlilikler gösterir. İktidardaki siyasi partinin (veya partilerden birisinin) üye veya yandaşları, yönetim kademelerine seçilmiş siyasetçilerin akraba ve yakınları, bürokratların yakın çevreleri, etnik ve hemşehri grupları, devletle (ihale benzeri) iş yapan kişi ve firmaların devletten yapay rant elde etmek için girişimlerde bulundukları bilinir.

Devletten birikmiş kaynakların yapay rant aracılığı ile dışarıya aktarılmasında çıkar ve baskı gruplarının yönetimin bazı pozisyonlarında “iç ortakları” olabildiği gözlenmiştir. Örneğin siyasi ilişkiler nedeniyle üst düzey bir makamın danışmanlığına gelen bir kişinin kendi özel sektör firmasına devletten iş ve kaynak yönlendirdiği çokça görülür. Bu “iç ortaklar” aracılığı ile devlet içi işleyişine ve kaynak birikim noktalarına ilişkin bilgi dışarıya sızdırılır. Böylece çıkar grupları için rant kollama girişimlerine yönelik çalışma hedef ve konuları belirlenir.

Rant kollamanın bize özgü ‘yaratıcı’ türleri dışında Dünya’da iyi bilinen türleri de var. Bunlardan birincisi devlet tarafından verilen ayrıcalıklara yönelik olarak yürütülen “tekel (monopol) kollama” yaklaşımıdır. Yine (merkezi veya yerel) devletin denetiminde fiyat tarifeleri ile ithalat vergi oranlarına yönelik olarak yürütülen rant çalışmalarına “tarife kollama” adı verilir. Bu yaklaşımda devlete etki edilerek bazı grupların çıkarlarına uygun fiyatların ve ithalat vergi oranlarının oluşması sağlanır. İthalat işlemlerine yönelik olarak yürütülen “lisans kollama” ve “kota kollama” yaklaşımlarından da söz edebiliriz.

Bizde iyi bilinen türler arasında devletçe verilen teşviklerin özel bir yeri vardır. Faizsiz veya düşük faizli krediler, tarım ürünleri için destekleme alımları, vergi istisna ve muafiyetleri ülkemizde görülen rant kollamanın önemli unsurları arasında olmuştur. İşte; bu ve benzeri konularda rant kollama ile siyaset, uyum içinde ve gayet paylaşımcı bir tarz ile yaşar giderler.

Bir de; toplumumuzda alışılmış bir tür olan devletin sosyal ve mali yardımlarının siyasi yandaşlara, bazı kültürel gruplar ile akraba, hısım ve göçmen hemşehrilere aktarıldığı (teknik olarak “altruizm” denen) türü akıldan çıkarmamak gerekir.

Önümüzdeki yılın siyaset için bir gündönümü olması şiddetle muhtemel… Ama 2001’in herkese gönlünden geçeni vereceği de biraz kuşkulu. Parlamentonun koltukları için talep hızla artarken, bu yarışı ön saflarda bitirmek adaylar açısından hiç kolay değil. 2011 yılı, siyasetin ve rantın yeni taliplilerini gündeme taşıyacak. Diğer yandan kanımca önümüzdeki yıl, aynı zamanda sert siyaset ve gerginlik rüzgârları ile geçecek bir yıl olacak. Seçime doğru akıp giden zaman diliminde bunları birlikte izleyeceğiz.

15 Haziran 2010 Salı

Yerel Kalkınma ve Üniversiteler

Yerel Kalkınma ve Üniversiteler

Gürcan Banger

Gelişmişliğe ilişkin özelliklerden birisi; ülkelerin bilgiye, yüksek teknolojiye, inovasyon (yenilikçilik) ve araştırma-geliştirme (ar-ge) faaliyetlerine yatırım yapmalarıdır. Bu yatırımcı yaklaşımın arkasındaki ana neden, giderek yükselen rekabet koşullarında yarışmacı üstünlüğü koruyabilmektir. Yaşadığımız zaman diliminde ar-ge konusunda yeni yaklaşımlar geliştiren ülkeler, maliyetlerini düşürme düşüncesiyle bu tür faaliyetlerini deniz aşırı ülkelere aktararak ‘off-shore çözümler’ bulmaya çalışıyorlar. Böylece gelişmişler için gelişmekte olan ülkelerde daha kolay ve ucuza bulunabilen genç ve gelecek ümidi veren insanlardan yararlanmak mümkün oluyor. Özetle; gelişmişlerin başka ülkelerde aradığı; sadece yeni pazarlardan ibaret değil, ucuz ama nitelikli insan kaynağı da cazibe konularından birisi haline dönüştü.

Son yıllarda artan bir ivme ile üniversite ve yüksek okullarımızın Anadolu kentlerinde de yaygınlaştığını görüyoruz. Ne yazık ki, sayıları hızla artan üniversitelerimizin birincil kuruluş nedeni, bilim yapmak ve yeni teknoloji geliştirmek olarak gözlenmiyor. Pek çok devlet ve vakıf üniversitemizin; ar-ge ve inovasyon faaliyetleri ile teknoloji geliştirme etkinliklerinin henüz çok güdük olduğunu üzülerek görüyoruz. Hızla artmaya devam eden nüfusumuz içinde genç kuşağın, işsizlik sorununu çözemediğimizden; problemi, onları daha fazla okul sıralarında tutarak çözmeye -dolayısıyla işsizlik sorununu kendimizden uzak tutmaya- çalışıyoruz.

Diğer yandan her geçen gün sayıları artan üniversitelerimizin, Batıda olduğu gibi bölgesel ve yerel kalkınmaya daha fazla katkı koymalarını bekliyoruz. Bu tür yaklaşımların, orta vadede işsizlik sorununun çözümüne de katkı koyacağından hiç kuşkum yok. Bu katkılar için üniversitelerimizin bulundukları bölgenin ve kentin ekonomisine, sanayisine daha yakın ilgi göstermeleri gerekiyor. Ayrıca üniversitelerin bulundukları bölgenin ihtiyacı olacak müfredat içi ve dışı eğitim konularına da özel ilgi göstermeleri kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak duruyor. Eğer mevzuat açısından sınırlanıyorlarsa, bu sıkıntıların aşılması için merkezi hükümet üzerinde daha fazla bilgilendirici ve baskıcı olmaları şart.

Bölgesel ve yerel kalkınma süreçlerinin bir parçası olmasını istediğimiz üniversitelerde yapılan çalışmaları izlemek için Yüksek Öğrenim Kurumu’nun oluşturduğu tez kütüphanesine bakmak yeterlidir. Ne yazık ki; yapılan çalışmaların pek çoğu, yaşanan bölgenin sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlarının çok uzağında görünüyor. Pek çok kentte üniversite ile ekonomi arasında karşılıklı etkileşim ve ortak çalışma ortamı oluşturulamamış. Yapılan tezlerin doğrudan yerel konularla ilişkisi olmasını beklememekle birlikte, mevcut durumun da ihtiyaçlara cevap vermediğini gözlüyoruz.

İki üniversitesi olan ve yenilerinin açılması için çalışmaların sürdürüldüğü Eskişehir de, elindeki akademik kaynakları ekonomi ve sosyal yaşamı zenginleştirmek için yeterince kullanmayan illerimizden birisidir. Hiç kuşkusuz; üniversitelerimizin ile olan katkılarını inkâr etmek mümkün değildir. Ama bu kurumların Eskişehir’e sağladığı kaynak akımlarıyla yetinmek çok büyük bir eksiklik olur. Çağımızda bilgi, üretim süreçlerindeki en önemli faktörlerden birisi olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle üniversitelerimizin ile olan katkılarını, çok daha büyük ve ivmelendirici boyutlarda görebilmemiz gerekir.

Üniversitelerimizin bölgesel ve yerel kalkınma sürecinde daha etkin rol alabilmeleri için, ekonomiye yön veren unsurlarla daha yoğun ve düzenli bir ilişki içinde olmaları gerekir. Bugün yapılan tüm çalışmalara rağmen ortak çalışmalar yeterli değildir. Bu etkileşimi sağlamak için sivil toplumun ekonomi alanında iş gören ticaret ve sanayi odaları ile iş adamı örgütlerinden yararlanılabilir. Üniversiteler bu kuruluşların katılımıyla birlikte (fonlanması belirli ölçüde örneğin meslek odaları tarafından yapılan) enstitü tipi ortak oluşumlar gerçekleştirebilirler.

Bölgesel kalkınma, öncelikle bölgede bulunan sosyal ve ekonomik aktörlerin bir araya gelişlerini zorunlu kılmaktadır. Bir araya geliş sürecinde temel ilke ise “İçeride dayanışma, dışarıda rekabet” olmalıdır. Yaşadığımız kentin sorunları ve geleceğinin oluşturulması, tek bir kurum ya da kuruluşun aşabileceği boyutu çoktan geçmiş durumda…

14 Haziran 2010 Pazartesi

İstihdam Adına Acı Reçete Kimin İçin?

İstihdam Adına Acı Reçete Kimin İçin?

Gürcan Banger

Mevcut hükümetin Çalışma Bakanı Ö. Dinçer’in “biraz acı reçete” diye başlayan istihdam önlemleri gazete manşetlerine düştü. Başbakan Erdoğan’ın işsizliği yüzde 10’un altına düşürme hedefi ile başlayan süreçte bazı önlemlerin uygulamaya konmasından söz ediliyor. Müstakbel pakette fazla mesailerle kıdem tazminatlarının yeniden düzenlenmesi ile esnek çalışma, kadınlara teşvik primi ve mesleki eğitim gibi önlemlerden söz ediliyor.

Çalışma Bakanı, işsizliğe çözüm bulmak için uygulanacak acı reçetenin işveren, sendika ve devlet tarafından paylaşılacağını söylüyor. Malum paylaşımın nasıl olacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Geçmiş uygulamalar bu konuda hükümetlerin ‘acı reçete’ sicilinin pek de ‘temiz’ olmadığını ortaya koyuyor. İlk olarak aklıma gelen şu ki; işsizlik sorununun sadece istihdam bakış açısından (yani fazla mesai, kıdem tazminatı, mesleki eğitim gibi enstrümanlarla) çözülemeyeceğini görmek lazım. Her ne kadar işgücü asli üretim faktörlerinden birisi olsa da yeterli ölçüde yeni girişim ve yatırım olmadığı sürece ekonomik parametrelerle ‘oynayarak’ istihdamı tek başına artırmak mümkün olmaz.

Diğer yandan işgücü piyasasında gerekli önlemler alınmadıkça, ülke ekonomisinin sürdürülebilir olmayacağı da bir açık gerçek olarak duruyor. Bu konuda TÜSİAD Başkanı Ü. Boyner’in istihdamsız büyüme riskini ifade eden açıklamasına dikkat etmek gerekir: “Türkiye; işgücü piyasasında esneklik sağlayacak gerekli reformlar gerçekleşmezse, kriz sonrasında yeniden istihdamsız büyüme tehdidi ile karşı karşıya kalacaktır.”

Boyner’in Şubat 2010 içinde basında yer alan bu açıklamasını ‘kalitesi büyüme’ riskinin bir işareti olarak yorumlamak gerektiği düşüncesindeyim. Gerçekten ithalat bağımlılığı giderek artan ülke sanayisinin olumsuz durumuna kronikleşmiş işsizlik sorunu da eklendiğinde ‘kalitesiz’ bir ‘istihdamsız ekonomik büyüme’ şekilsizliğine ulaşılıyor. Küresel krizin etkileri kısmen hafiflerken, aynı dönemde ithalatın ihracattan fazla artması ve istihdamın bu göreceli toparlanmadan olumlu etkilenmemesi ciddi ipuçlarıdır. Geçmişte değişik tarihlerde Türkiye ekonomisi üzerine yapılan pek çok bilimsel araştırmada istihdam ile ekonomik büyüme arasında pozitif bir ilişki bulunmadığı yönünde sonuç alınması, işsizliğin kronik bir hastalık olduğunu doğruluyor.

Ülkemizde sanayi üretiminin özellikle son 30 yılda bir değişim ve dönüşüm sürecine girdiğini gözlüyoruz. 1980’lerde kurulmuş herhangi bir organize sanayi bölgesinde gerçekleştirilen eski ve yeni yatırımlar arasındaki teknoloji kullanımına, üretim yöntem ve tekniklerine bakıldığında bu kısmi dönüşümü gözlemek mümkündür. Fakat bu değişim sürecinin giderek daha ağırlıklı olarak ucuz ithal hammaddeye ve yabancı teknolojiye bağımlılaşması gelecek açısından ümit vermiyor. Birim ihracat içinde ithalatın oranı büyük hızla artarken, ülke içinde yaratılan katma değer oranı aynı hızda düşüyor. Bu durum, tipik ‘taşeronlaşma ve fasonlaşma’ sürecidir. Olan bitenin kesinlikle ve uzaktan yakından ‘stratejik’ olabilmek gibi bir yönü yoktur.

Şu an sanayinin ve ekonominin genel görünümü giderek daha fazla dışa bağımlı, tedarik ve fiyat (dolayısıyla katma değer) olarak dünya durumun aşırı duyarlı ve daha kırılgan bir izlenim vermektedir. Bu durumun sürdürülebilirliğinden söz etmek zordur.

İşsizlik sorununun arkasında yukarıda özetlediğim türden ciddi sorunlar varken, Hükümetin dile getirdiği paketin konuya bu ölçekte yaklaşmadığı izlenimi hâkim. Gerçekten işverenlerin istihdam yükümlülüklerinde bazı indirimler sağlayarak veya sermaye kesimine istihdam teşvikleri sağlayarak ekonominin gerçek sorunlarına çözüm bulabilmek zor görünüyor. Diğer yandan devletin –her zaman yaptığı gibi– verdiği indirim ve teşviklerin karşılığını ‘açı reçete’ olarak birilerinden çıkaracak olması ise bir diğer alışılmış durum.

Hiç kuşkusuz kriz, olağandışı bir durumdur. Bu tür ortamlarda hükümetlerin, devletin ek önlemler alması ve piyasayı desteklemesi beklenir. Ama krizde veya normal dönemde ülke ekonomisinin ulusal nitelikte bir ‘ana ekseni’ ve ‘temel stratejisi’ olması gerekir. Bu ana eksenin sanayiye, ticarete ve hizmetlere yansıyan uzantıları olmak durumundadır. Kriz dönemi önlemleri, ancak bu ana tercihin varlığı durumunda yararlı sonuçlar verir. Aksi durumda sadece bir kez daha ‘a-la-turca’ deneyim yaşamış oluruz.

13 Haziran 2010 Pazar

Bir Zamanlar Eskişehir ve Ahmet Refik

Bir Zamanlar Eskişehir ve Ahmet Refik

Gürcan Banger

Elimdeki kitabın adı “İki Komite, İki Kıtal”… 1919 yılında Kitaphane-i İslam ve Askeri tarafından yayınlanmış olan kitabın yazarı ise artık yeterince bilip hatırlayamadığımız Ahmet Refik. O, bir tarihçi ve yazar. 1880 ile 1937 yılları arasında yaşamış. Askeri okullarda ve son olarak Harbiye’de okumuş. Coğrafya ve Fransızca dersleri vermiş. İrtika, Malumat, Hazine-i Fünun, Mecmua-i Ebuzziya gibi dergilerde yazılar yazmış. Tercüman-ı Hakikat gazetesinin başyazarlığını yapmış. Değişik eserleri gazetelerde tefrika edilmiş. Yurt içinde ve dışında pek çok askeri görevde bulunmuş.

Önemli bir görev olarak 1915’te Eskişehir’de Sevk Komisyonu Başkanlığı yapmış. Bu görevi, Çanakkale Savaşı’nın en kritik günlerine ve Ermeni Tehciri olarak bilinen sürgünlere rastlar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ermenilerin Türklere yaptıkları eziyetleri yerinde incelemek üzere (özellikle Doğuda görev yapan) uluslararası bir heyetin başkanlığını yapmış; Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’yu gezmiş, görmüş. Bu iki görevin sonunda 1919’da “İki Komite, İki Kıtal” ve “Kafkas Yollarında” isimli kitaplarını oluşturmuş.

Ahmet Refik, tarihi üstün bir doğrulukla ama şiirsel bir dille yazabilmiş kişilerden birisi. Yazdıkları bir roman lezzetinde okunabiliyor. Onu okurken ulusal ve toplumsal tarihimiz yanında yerel tarihimiz konusunda da ne denli bihaber olduğumuz duygusuna kapıldım. Sanırım; bu durum, ulusal eğitim sistemimizin bir beceriksizliği olarak giderek vahim bir hale dönüşüyor.

Kitaba geri dönelim. Ahmet Refik’in bu kitapta anlattıklarının en önemli yanı, Eskişehir’in tehcir günlerine farklı bir bakış geliştirmesidir. Yerel tarih konusunda çok fazla kaynak bulmamamıza rağmen akademik çalışmalar (yüksek lisans ve doktora tezleri çalışmaları) arasında bu anılardan yeterince yararlanılmadığını şaşırarak görmüştüm.

Ahmet Refik’in anılarının önemini kavramak için iyi yollardan birisi kitaptan birkaç paragraf sunmak olabilir. Yazar, 1915 Eskişehir’inden (ki Eskişehir, Osmanlının kurulduğu kenttir) şöyle bir manzarayı aktarıyor: “Eskişehir’de bir sükûnet var. Osmanlı saltanatının ilk kahramanlık devirlerini yaşayan bu güzel belde, ömründe görmediği bir vazifeyi ifa edecek: Bir zamanlar saltanat tesisi için Sakarya ovalarından Bizans surlarına doğru akınlar eden kahraman Osman’ın zaaf ve ihmal içinde yaşayan torunları, senelerden beri türediler elinde oyuncak olmuş şimdi saltanatını, payitahtını, servetini, saraylarını, camilerini, cehil ve hamâkatının (bilmezlik ve anlamamazlığın) kurbanı olan tebaasını bırakarak kaçacak, saraylarının ve saltanatının debdebe ve ihtişamını terk ederek köylüler arasına sığınacak.”

“Hazine-i Hümayun çoktan Konya’ya taşınmış. İstasyon civarındaki zarif Ermeni evleri bomboş. (Ahmet Refik’in gözlemlediği dönemde Ermeni cemaatinin önemli bir bölümü Eskişehir İstasyonu civarında yaşamakta.) Servetiyle, ticaretiyle üstünlük gösteren bu anasır (unsurlar), hükümetin emrine tabi olmuş, evlerini boşaltmış, Eskişehir’in yukarı mahallelerine çekilmiş. Şimdi bütün boşalan evler, kıymettar halıları, zarif odaları, kapanmış kapılarıyla, adeta firarilerin teşriflerine muntazır (hazır, bekliyor).” Yazar; firariler derken, İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan İttihat Terakki yandaşlarından söz ediyor.

Ahmet Refik’in 1915’in Eskişehir’ini anlattığı başka birkaç cümleye göz atalım: “Eskişehir’in en mutena en güzel evleri İstasyon civarında. Bu binalar; Almanların henüz duvarları badanadan mahrum dışı bile kalmamış mektepleri Sultan Mehmet Reşad’a, büyük bir Ermeni konağı şehzadegâna (şehzadelere), Sarısu Köprüsü civarında kanarya sarısı renginde yan yana iki Ermeni evi Talat Bey’le dostu Canbolat Bey’e, içeride Ermeni mahallesinde muhteşem bir Ermeni köşkü Topal İsmail Hakkı’ya, İstasyona yakın oturmaya uygun bütün evler İttihatçıların en mühim ricaline (rütbe ve mevki sahibi kimselere) tahsis olunmuş.”

Yazarın aşağıdaki cümlelerinin ardı arkasının (gerçek tarih adına) aranması ve araştırılması gerekmez mi? Aktarıyorum: “Günler geçti. İstanbul’dan hiçbir gelen yoktu. Fakat ilk firari kafilesi Eskişehir’e çoktan yerleşmişti. Eskişehir’in kırmızı çarşaflı, nakışlı çoraplı, omuzları bohçalarla kamburlaşmış kadınların arasında, yüksek ökçeli iskarpinleri, ajurlu ipek çorapları, zarif çarşaflarıyla İstanbul hanımları da görülüyordu.”

“İstanbul firarileri arasında bilinen bir sima, herkesin nazarı dikkatini celp ediyordu: Arkasında siyah cüppesi, ayağında geniş şalvarı iri ve ak sakalıyla Eskişehir sokaklarında dolaşan bu zat, İstanbul halkının hidayetini, namusunu, şerefini, hakkını muhafaza ettiği için intihap (seçilmiş) değil, fakat İttihat ve Terakki’nin tayin ettiği bir mebustu.”

Ahmet Refik’in farklı dönemlerde yazdığı kitaplarda değişen bazı görüşlerini izlemek mümkün. Diğer yandan tarih alanında çalışan uzmanların onu eleştirdikleri bazı yönler de yok değil. Ama yerel tarih konusunda yerel tarihin yazılı hale getirilmesi konusunda ciddi eksiklikleri olduğunu düşündüğüm Eskişehir için “İki Komite, İki Kıtal” kanımca okunması gereken değerli bir anı demeti…

12 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Zamanlar Eskişehir ve Yahudiler

Bir Zamanlar Eskişehir ve Yahudiler

Gürcan Banger

Eskişehir tarihi ile ilgili olarak zaman zaman okumalar yapmak ve bunları kısa hatırlatma notları olarak yazmakla birlikte bu bölgedeki Yahudi yerleşimi fazlaca dikkatimi çekmemişti. Bir arkadaşımın sorusu üzerine elimdeki kaynaklara göz atma ihtiyacı hissettim. Bulgularımı bir hafta sonu köşe yazısında (birkaç hafta önce) “Bir Zamanlar Eskişehir ve Yahudi Göçü” başlığı altında yazmıştım. Daha sonraki günlerde bu konu ile ilgilenen çok sayıda kişinin soruları ile karşılaştım. Doğrusu; bu konunun bu denli ilgi çektiğini düşünerek yazmamıştım.

Yukarıda söz ettiğim yazıda 1890’lı yıllarda Romanya ve Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edip Anadolu’nun değişik noktalarında çiftlikler (Yahudi yerleşimleri) olarak konuşlanan göçmenlerin hikâyesine kısaca değinmiştim. (Bu yazıya 2Eylül Gazetesi’nin Internet sitesinden veya http://gurcanbanger.blogspot.com adresinden erişebilirsiniz.) Daha sonra yaptığım küçük araştırmalarda Eskişehir’de ikamet etmiş Yahudi topluluğu ile fazlaca çalışma yapılmadığını gözledim. Biraz daha ayrıntılara girmeye çalışınca birkaç ilginç olaya rastladım. Aşağıda bunları kısaca paylaşmak istiyorum.

Konuyu araştırırken soybilim konusunda uzmanlığı olan LK’in yaşam öyküsü ile karşılaştım. Halen ABD’de yaşayan Bay LK, ailesinin köklerini bulmak için bir dizi araştırma yapmış. Aile büyüklerinin 1890 ya da 1900’lü yıllardan Romanya’dan ayrılarak Bursa’nın 75 km kadar yakınında olan Eskişehir’e yerleştiğini söylüyor. Daha sonra 1900’lü yılların başlarında Eskişehir’den ayrılarak Kanada’ya göç etmişler. Ailenin halen Kanada, ABD ve Fransa’da yaşayan üyeleri olduğunu söylüyor. Konuyla ilgili Internet sitesinde aradıkları arasında Braunstein, Meraru, Hechter, Finger, David, Isovitz, Siegall, Perlow, Lieberman, Kieves, Buium ve Shafron gibi aile isimlerini belirtiyor.

Braunstein ailesinden Moise Yitzhak (1802-1885), Ruhleia (1825-1885?), Rivenu (1852-1908?), Adasia (1861-1908?), Marcu (1872-1933) ve Esther (1878-1940) hakkında biraz daha fazla bilgi var. 1900’lü yıllarda Rivenu ve Adasia Türkiye’ye gitmek üzere Romanya’yı terk etmişler. Kaçış nedenleri ise yaşadıkları bölgede yükselen anti-semitik (Yahudi karşıtı) hareketler… Eskişehir’deki Yahudi çiftlik kolonisine yerleşmişler. Eskişehir olarak ifade edilen, muhtemelen önceki yazımda sözünü ettiğim Beylikahır Çiftliği… Yanlarında henüz evli olmayan sekiz çocukları varmış. Daha sonraki yıllarda aile bireyleri Kanada ve Fransa’ya gitmek üzere Eskişehir’den ayrılmışlar.

Bir başka hikâye ise Şikago’da yaşayan Bay KDR’ye ait. 2007’de ABD’de bir sinagogda yaptığı konuşmada kendi ailesinin geçmişinden söz ediyor.

Büyükannesi Mollie hiç okula gitmemiş. Ama Bay KDR, onu en önemli öğretmenlerinden birisi olarak algılıyor. Büyük anne 1894 yılında Romanya’da doğmuş. 1897 yılında büyükbaba ve çocukları, Romanya kırsalındaki anti-semitik eylemler nedeniyle göç etmeye karar vermişler. Yüzlerce Aşkenaz (Alman veya Avrupa kökenli) aile ile birlikte Eskişehir yakınlarında kırsal bir noktaya yerleşmişler. (Bay KDR’nin sözünü ettiği yer de Beylikahır olabilir.)

Bu dönemde Yahudilerin önde gelenleri, Filistin’de bir yerleşim kurmak için Osmanlı ile pazarlık etme derdindeler. Bay KDR’nin ailesi de günün birinde o topraklara gitmek üzere Eskişehir’e gelmişler.

Büyükanne, çiftlikteki yaşamın çok zor olduğundan söz edermiş. Onun anlattığına göre başlarda toprağı kazıp üstünü sazlarla örttükleri barınaklarda yaşamışlar. İlk geldiklerinde kışın yaklaştığı bir zamanda komşu köylerden insanlar gelip Yahudilere o bölgede kışın sert geçtiğini ve sağlam yapılar kurmazlarsa soğuktan donup ölebileceklerini söylemişler.

Göçmen Yahudiler ise paraları olmadığını, bu nedenle sağlam konutlar yapmalarının da mümkün olamayacağını söylemişler. Müslüman köylüler ise çevrede çok miktarda yaban domuzu bulunduğunu, kendilerinin bunları avlayabileceğini ama dokunmalarının ve yemelerinin dince yasak olduğunu anlatmışlar. Köylüler, eğer kendilerinin vurdukları yaban domuzlarını Yahudiler yüzüp domuz kıllarını biriktirerek İstanbul’da fırça / tarak yapılmak üzere satarlarsa parayı bölüşebileceklerini söylemişler. Böylece iki kesim arasında adil bir işbirliği başlamış. Bay KDR’in anlattığına göre büyükanne, kendisine sıklıkla “İsraillilerle Arapların” birlikte başarmayı öğrenmeleri gerektiğinden söz edermiş.

Bir araştırma meraklısı olarak Eskişehir tarihinin ayrıntılarını gördükçe; bu kentin sağlam ve yeterli bir tarihinin yazılmamış olmasını üzüntü ile karşılıyorum. Sanırım; bu konuda Valilik veya üniversitelerimizden birisinin koordinasyonuyla bir çalışma takımı oluşturularak “Eskişehir Ansiklopedisi” türünde bir eseri hazırlamanın zamanı geldi. Belki de geçiyor. Biraz daha gecikirsek; yazılısı olmayan tarihin sözel olanını da tümüyle yitirmiş olacağız.

11 Haziran 2010 Cuma

Değişen Yaşam Çevremiz

Değişen Yaşam Çevremiz

Gürcan Banger

Her şey o denli hızlı değişiyor ki; mevcut kelime hazinemiz bu büyük değişime eşlik etmekte zorlanıyor. Bu nedenle her yeni günde dağarcığımızdaki sözcüklerin ve kavramların da yenilenmesi gerekiyor. Kimileri anlam değişikliğine uğrarken, pek çok yeni sözcük ve kavramı da öğrenmek zorunda kalıyoruz.

Değişim bir yandan kişisel yaşamımızda etkili olurken, diğer yandan toplum olarak içinde yer aldığımız yaşam çevresi de çok boyutlu olarak değişiyor. Hiç kuşkusuz; bu değişimden ‘nasiplenme’ şeklimizi içinde yaşadığımız ülkeden, toplumdan ya da kentten ayrı düşünmek mümkün değil. Yaşa çevremizin öğrenme potansiyeli (örneğin sosyal sermayesi ya da sosyal kaynaşmışlığı) bir kişi olarak bireysel duruşumuzu ve özümseme becerimizi etkiliyor. Birey olarak yaşam çevresinin bizi şekillendirdiği düzeyin ötesine geçmek hiç kolay değil. ‘Ortalama’ olmaktan sıyrılıp bireyin kendi farklılığını yaratması söyleniverdiği kadar kolay olamıyor.

Bir tencereye suyu ocağın üstüne koyup ateşi yaktığımızda suyun adım adım ısındığını görebilirsiniz. Bildiğiniz gibi; suyun buharlaşma eşiği 100 C derecedir. Ama ısınan suyun 100 dereceye vardığında birden buharlaşmadığını da biliriz. Su, hal değiştirebilmek için 100 dereceye ulaştığı halde bir miktar daha enerji almak ister.

Toplumda yanan ocağın üzerine konmuş tenceredeki su gibidir. Tek tek bazı göstergelerin değişim noktasına ulaştığını görmemize rağmen, toplumun sosyal veya ekonomik hal dönüşümü için biraz daha enerji biriktirmesi gerekir. Bugün dünya durumunun bizi zorladığı değişim düzeyine ulaşmamamızda bu noktayı (toplumun ve sosyal kurumların) değişim için gerekli enerjiyi toplamamış olmasının etkisi var. Her zaman olumlu olmayabilen değişim sürecinin sonuçlarını önümüzdeki dönemde daha net görmeye başlayacağız.

Örneğin 1-2 yıllık süreçte ülkenin ciddi bir değişim görüntüsü vereceğini ve böyle bir beklenti oluşturacağını düşünüyorum. Ama üst yapı kurularındaki görünür değişimin, halkın gerçek anlamda ihtiyacı olan beklentilere cevap verip veremeyeceği konusunda kesin bir tespit yapmam zor. Biraz daha açık söylemem gerekirse; koltukta oturanların değişmesi, toplumun çağa uygun dönüşümü konusundaki ihtiyaçla ne denli çakışacağı henüz netleşmiş değil.

Yaşadığımız dönemde dünyada birbirine karşıt gibi görünen iki temel eğilim var: Küreselleşme ve yerelleşme. Ülkeler ve toplumlar bir yandan küresel rüzgârlardan ciddi biçimde etkilenirken, diğer yandan yaşadıkları sorunları yerel potansiyel ve yetkinliklerle aşmaya çalışıyorlar. Yerelleşmenin ekonomik anlamdaki yorumunun dışında bir de sosyal ve kültürel boyutu var.

Küreselleşmenin tün dünyası Batı kültürü ile aynılaştırma eğilimi, kişilerin ve toplulukların alt kimliklerini hatırlamalarına daha fazla neden oluyor. Dolayısıyla toplum, her an bir önceki döneme göre daha fazla ayrışma sürecine girdi. Pek çok durumda kişilerin ve toplulukların alt kimlikleri, onları ulus-devlet çatısı altında birleştiren örten kimliğin önüne geçmeye başladı. Özellikle gelişim sürecinde tam olarak başarılı olduğunu söyleyemeyeceğimiz ülke ve toplumlar bu alt kimlikleşmeden daha fazla etkileniyorlar. Ekonomik göstergeleri zayıf ve yaşam standardı açısından çıtayı yakalayamayan toplumların yaşadığı süreçte, alt kimlikleşmenin yeni sorunlara vesile olduğunu gözlüyoruz.

Yaşanan süreçte gördüğümüz olumsuzluklarda; değişimin, dönüşümün ya da kalkınmanın yanlış veya eksik algılanmasının ciddi anlamda etkisi var. Toplumun sorunları tek boyutlu çözülmeye çalışıldığı zaman, genelde başka sorunların yaratılması sonucu oluşuyor. Bir anlamda doğru analizle başlamayan çözüm süreçleri yeni sorunlar üretiyor. Temel (kaynak) sorunları çözmek yerine görünür sorunları yok etme mantığı ile yürütülen süreç, ülkenin ve toplumun sorun yükünü taşınması daha zor hale getiriyor.

Günümüzün sorunları, sadece fiziksel veya ekonomik değil. Her sıradan problemin bile sosyal, kültürel ve siyasal boyutları var. Her sorun çözümünde etkililik ve verimliliğin öngörülmesi gerekiyor. Sorunların tespiti, analizi ve çözümünde hızlı ve çevik olmak gerekirken, bu durum aynı zamanda çok boyutlu olmayı da zorunlu kılıyor. En ilginç olan yan da problemden çözüme doğru olan sürecin yönetimi için artık kişilerin yeterli olmaması… Toplumun daha fazla dâhil edildiği bir çözüm sürecine ihtiyaç var.

10 Haziran 2010 Perşembe

Kentsel Dönüşüm ve Eskişehir

Kentsel Dönüşüm ve Eskişehir

Eskişehir

Bugün alışveriş merkezleri, oteller ve eğlence mekânları ile yeni bir görünüm kazanmaya başlayan Eski Fabrikalar Bölgesi’ndeki değişime kadar Eskişehir için ‘kentsel dönüşüm’ iyi tanınmayan bir olgu idi. Gerçi bu değişim sürecine rağmen Eskişehir’in kentsel dönüşüm kavramını yeterince kavradığını söylemek mümkün değil. Pek çok kişi, bir yandan Odunpazarı semtindeki iyileştirme çalışmalarını, diğer yandan Fabrikalar Bölgesindeki farklılaşmayı şaşkınlıkla izliyor. Zaman zaman Baksan Sanayi Sitesi ve Oto Sanayi Sitesi konusundaki tartışmalar yerel gazetelerin manşetlerine düşse de; kentsel dönüşüm Eskişehir için oldukça yeni bir olgu. Ne vatandaşlar ne de yerel yöneticiler (Eskişehir’in geleceğini etkileyecek olan) bu süreci tam olarak kavramış ve sindirmiş görünmüyorlar.

Kentsel dönüşüm, kentin bir bölgesinin eski durumuna oranla değişime uğramasıdır. Bu değişim genel anlamda bir sorunun çözümüne yönelik olarak gerçekleşir. İlgili bölgede ekonomik, sosyal ve çevresel şartlar değişir. Kentsel dönüşüm kimi zaman yerel yönetimler tarafından ‘aşırı planlanmış’ olarak yapılırken, Fabrikalar Bölgesi’nde olduğu gibi kimi durumlarda (imar planı değişiklikleri ile yetinilerek) ‘daha az planlı’ biçimde gerçekleşir.

Kentsel dönüşüme ihtiyaç duyulması, dönüşüm yapılacak bölgenin o günkü ihtiyaçları karşılamaz hale gelmesidir. Örneğin Fabrikalar Bölgesinde sınaî işletmelerin başta Organize Sanayi Bölgesi olmak üzere başka yerlere taşınması bu bölgenin yeniden düzenlenmesi ihtiyacını doğurmuştur. Genel bir çerçeve vermek gerekirse; kentsel dönüşümün gerekçe ve uygulama biçimleri arasında yenilenme, sağlıklaştırma, yeniden canlandırma, soylulaştırma, koruma, düzenleme, temizleme ve tazeleme gibi teknik nedenleri sayabiliriz.

Eskişehir, 1980’li yıllara kadar kentsel göstergeler açısından düşük tempolu bir yerleşim idi. O dönemdeki ekonomik ve sosyal göstergelerle nüfusun artışına ve mekânsal kullanıma baktığımızda; kentin büyümesi ile fazlaca beklenti oluşmamaktaydı. Bu nedenle (kentsel büyümenin hâlâ yavaş olduğu) 2000’li yıllara kadar kentsel dönüşümden fazlaca söz edilmedi. Sıklıkla dile getirilen konular arasında geleneksel Odunpazarı semtinin değerlendirilememesi ve (hâlâ bir mezbelelik olmaya devam eden) Eski Otogar’ın ne olacağı konuşulmaktaydı.

Yeni kent mobilyalarının yarattığı ışıltı ve bazı alan düzenlemelerinin cazibesini bir yana bırakırsak; yeterince fark edilmemiş olmaklar birlikte Eskişehir yeni bir döneme giriyor. Eski yıllara oranla imara açılan (veya imar açısından ilgi gören) alan ve imal edilen konut sayısı açılarından yeni bir süreç yaşıyoruz. Henüz nüfus göstergelerinde ciddi bir kırılma yaşamadık ama ulusal ekonomideki iyileşmeye bağlı olarak yeni yatırımların bu göstergenin de artış yönünde etkileneceğini öngörüyorum. Daima kırılmalarla (dönüm noktaları ile) büyümüş olan Eskişehir, kentleşme sürecinin yeni bir döneminin eşiğindedir. Bunu İstanbul ve çetesi ile yurtdışından Eskişehir’e akmakta olan yatırım miktarının artışında görüyoruz. Gerçekten bugünkü haliyle Eskişehir, bir yandan insanî yaşam endeksleri ve mevcut insan kaynakları diğer yandan nitelikli ve ucuz yatırım olanakları ile bir çekim merkezi oluşturuyor. Çevre illerle birlikte bir bölge olgusu gerçekleşirken, Eskişehir bu bölgenin merkezi için en güçlü aday konumunu geliştiriyor.

Yukarıda özetlediğim çerçevede bir gelişme, kentin bazı alanlarının ihtiyaçları karşılamayacağı gerçeğini karşımıza getiriyor. Kentin merkez yerleşimi içinde kalan bazı iş alanları ile çöküntü adalarının bir dönüşüme uğraması ihtiyacı giderek kendini belli ediyor. Bugün Fabrikalar Bölgesinde izlediğimiz dönüşüm süreci, yakın bir zamanda diğer Baksan ve Oto Sanayi gibi eski sanayi bölgeleri ve arada sıkışıp kalmış görece yoksul vatandaşların yaşadığı eski konut alanlarında görünür hale gelecek. Önümüzdeki sürecin önemli kentsel konularından birisi Eskişehir’in kentsel dönüşümü olacak.

Bugüne kadar kentte gerçekleşen mekânsal kullanım değişikliği, büyük ölçüde yerel yönetimlerin kendi tercihleri ve yaptırımları yönünde oldu. Pek çok sosyal gösterge açısından gelişmiş bir kent olan Eskişehir, kentsel projelerde halkın katılımını sağlamakta ‘iyi’ örnekler oluşturmadı. Buna bir yanda ‘lider kültü’ tipi yönetim anlayışı nende olurken, diğer yandan kentin aktörleri de yeterince hazırlıklı değildi.

Artık Eskişehir, yeni bir şafağın öncesinde duruyor. Bundan sonra yaşananlar, büyük bir kentin sorunları olacak. Dolayısıyla çözümler de büyük bir kente ve orada yaşayan topluma uygun nitelikte olmalı. Öncelikle demokratik ve katılımcı…