31 Mayıs 2010 Pazartesi

Siyaset Nereye?

Siyaset Nereye?

Gürcan Banger

Ekonomik gelişme, sosyal ilerleme ve teknolojik yenileşme gerçeklerini görmeyen gözün kör olması lâzım. Ama insanın kendisi ile toplumun karakteri, maddî değişim kadar hızlı ve kolay olmuyor. Bireyin ve toplumun değişmesi zor özelliklerinden birisi, mal ve hizmetleri tükettiği gibi mevcut konjonktürü (dünya durumunu) ‘tüketme’ eğilimidir. Modaları varlığı ve geçiciliği, insanın zihinsel ve duygusal süreçleri de tükettiğinin açık örneğidir. İşte; bu nedenle kapitalizm, sadece mal ve hizmetleri yeniden üretmez; aynı zamanda bireyler ve toplumların tüketmesi için yeni ihtiyaçlar ve yeni tatminler üretir.

İnsanın sözünü ettiğim bu tüketim yönelimi, zamanın akışı için adeta ‘siyah ile beyaz’ arasında gezinir. Örneğin kadın modası; bir dönemde mini etekten maksiye, bir başkasında uzun etekten kısaya doğru yön değiştirir. Felsefeye ve siyaset bilimine baktığımızda; toplumun öne alan düşüncelerden bireyci yaklaşımlara geçildiği, bir sonraki dönemde ise bunun tam aksinin gerçekleştiği görülür.

Son otuz yıla bireycilik ve neo-liberal politikalar damgasını vurdu. Bunda güçlü devletlerin manipülatif politikalarından insanların bireyleşme eğilimlerine kadar pek çok faktör etkili oldu. Bireyi ve liberal yaklaşımların ortaya çıkışı, ikinci büyük savaşın sonu ile gerçekleşti. Reel sosyalizmin mevzi kayıpları ile birlikte devletçi politikalar da güç kaybettiler. Devletin ‘tu-kaka’ olduğu yılların 1980’ler yoğunluk kazandığını söylemek yanlış olmaz. Bu dönemde devleti küçültmeyi hedefleyen neo-liberal siyasetin yaygınlık kazanmaya başladığını gözledik.

Dünyadaki önemli krizlere bakıldığında; her kriz sonrasında (bir önceki durumun tersine olarak) devleti öne alan ya da devleti küçültmeyi hedefleyen yaklaşımlar görülür. ABD’de ‘mortgage sorunu’ ile başlayıp daha sonra küresel finans krizinde de benzer bir tarz izliyoruz. Denetimsiz neo-liberal politikaların bir sonucu olarak üretilen kriz, geçmiştekiler gibi tekrar devletçi çözümlerle halledilmeye çalışılıyor. Ulus-devletin sönümlendiği tezleri, hızla ekonomiye çare olması gereken aktörün devlet olduğu düşüncesi ile yer değiştirdi. Türkiye’nin, dünyada gelişen neo-liberal tezlerin dışında kalması mümkün değildi. IMF’nin ve Dünya Bankası’nın çözüm paketleri ile birlikte bu tezler, 1980’lerden bu yana net biçimde ortaya kondu.

Bir ülkede ekonomide oluşan değişimler, olağan bir sonuç olarak siyaseti de etkiliyor. 1980 sonrasında devletin gözden düşmesi ve neo-liberal politikalar yanlısı hükümetlerin iş başına gelmesi, Türkiye’de de siyaset yelpazesinin değişime uğramasına neden oldu. Merkez sağda konuşlanmış olan siyasal partiler, giderek neo-liberal bir noktaya konuşlandılar. Bu süreç, merkez sol olarak isimlendirilen parti ve kesimlerin ise daha devletçi ve ‘laikçi’ bir pozisyona doğru hareketlenmelerine neden oldu. Bu sürecin sonuçlarından birisi siyasetin neo-liberal kanatta veya devletçi kanatta yer alan partilerin birbirine benzemesine yol açtı. Dolayısıyla merkez sağ denilen partiler iyiden iyiye birbirlerine benzerken, merkez solda yer alanlar da devletçi, ‘laikçi’ ve ulusalcı bir eksene oturdular. Dolayısıyla siyaset, içeriksiz hale geldi; özellikle sol düşünce, reel siyaset alanından çekildi.

Siyasal içerik boşalınca ve partilerin söylemi aynılaşınca; beklenebileceği gibi siyaset, sadece bir iktidar mücadelesi alanına dönüştü. Herkes aynı şeyi söylüyordu ve iktidar olmak istiyordu. Farklılık yaratmak için ise yandaşlarına devletten koparılıp alınmış ‘hediyeler’ sunmaya başladılar: Kamu kuruluşlarının (yüksek maaşlı) yönetim kurulu üyeliklerini sunma, hısım – akrabayı kamuda istihdam etme, yandaşlara kamu ihaleleri verme bunlardan sadece birkaçı…

Bundan sonra ne olacak? Yakın zamanda yapılmış kamuoyu anketlerini incelediğimde; mevcut iktidarı oluşturan partinin kan kaybetmeye devam ettiği anlaşılıyor. Dünya krizine neden olan neo-liberal politikaların başarısızlığı, pek çok önemli değişime rağmen Türkiye’de de aynı sonucu verdi. Kamuoyu anketlerinde vatandaşların öncelikli sorunları arasında işsizliği (istihdamı), ekonomik sorunları ve pahalılığı göstermeleri bunu doğruluyor. Bu tespiti yapan ise toplumun yaklaşık olarak yüzde 70’i…

Yaygın basının yaygarasını yaptığı TSK ve yargı konuları ise toplumun dörtte birinin, etnik kimlik sorunları ise beşte birinin ilgisini çekiyor. Mevcut politikalarla durumun daha iyi olacağını söyleyen vatandaşların oranı toplamın beşte biri bile değil. Bir başka deyişle; mevcut durum sürdüğü takdirde daha iyi bir yaşam beklentisi hayli düşük…

Önümüzdeki 2011 Genel Seçimleri var. Kanımca mevcut iktidarın yaşayacağı en önemli seçim olacak. Elimdeki veriler, tek parti iktidarının devletçi ve ‘laikçi’ bir koalisyon ile yer değiştireceğini söylüyor.

“Ne değişir?” derseniz, birkaç öngörümü sayabilirim. 2011 ile başlayan dönemde Türkiye’de devlet eksenli bir yönetim anlayışı hâkim olur. Başta ekonomi olmak üzere ülkenin sorunları devletin ana aktör olduğu bir modelle çözülmeye çalışılır. AB ile aramızdaki mesafe biraz daha büyür. Siyasette bir açılım veya yenileşme olmaz. Herkes geçmişte söylediklerini söylemeye devam eder; hatta bazı partilerin söylemleri 1970’li yıllara döner.

Peki; ülkenin ve halkın acil ihtiyaçlarına karşı düşen sorunlar çözülür mü? Sanmam… “Benim oğlum bina okur; döner döner yine okur.”

30 Mayıs 2010 Pazar

Bir Zamanlar Eskişehir ve Eğitim

Bir Zamanlar Eskişehir ve Eğitim

Gürcan Banger

Eskişehir ile ilgili olarak övündüğümüz özelliklerin başında yüksek okullaşma oranı ile iki üniversitenin varlığı gelir. Önümüzdeki yıllarda kentteki üniversite sayısı ile birlikte diğer öğretim düzeylerinde nitel ve nicel artış bekleniyor. Bu yönüyle Eskişehir, başka özelliklerinin yanında bir ‘eğitim kenti’ olarak da gelişiyor.

Porsuk Çayı ve termal su kaynağı ile Eskişehir, her zaman ilgi gören bir yer oldu. Ama 1800’lü yılların son çeyreğine kadar büyük bir yerleşim değildi. 19’uncu yüzyılın sonlarına kadar Konya ya da Bursa kentlerinin gelişkinliğine erişemedi. Osmanlı’nın kuruluş döneminde Eskişehir bir sancak merkezi idi. Osmanlı’da sancaklar vilayetleri oluşturur ve kazalara ayrılırdı. Birden fazla ili bünyesinde bulunduran yapılara ise eyalet adı verilirdi. Tanzimat’ın ilanından sonra Anadolu Eyaleti’nin kaldırılması ile Eskişehir, Hüdâvendigâr Eyaleti’nin Kütahya Sancağı’na bağlı bir kaza haline dönüştü. Bu durum, Eskişehir’in kuruluş döneminden Tanzimat’a kadar nasıl (ağır aksak ve ilgi görmeyen) bir ekonomik ve sosyal gelişme gösterdiğinin işaretidir.

Eskişehir’in gelişimine eğitim açısından baktığımızda; Osmanlı’nın kuruluşundan Tanzimat’a kadar olan döneminde Anadolu’nun başka yerlerine oranla hayli gerilerde kaldığını görürüz. 1869’da yürürlüğe konan Maarif Nizamnamesi, Osmanlı’da eğitim açılımının başlangıcı sayılır. Özellikle 19’uncu yüzyılda Balkanlar, Kafkaslar ve Kırım’dan gelen göçlerle Batı tarzında eğitim veren kurumların sayısında bir artış görülür.

Sıklıkla belirttiğim gibi; Anadolu Demiryolu’nun yapımı ve Eskişehir’den geçmesi kentte önemli değişikliklere neden olur. Bu hattın yapımında Fransız, İtalyan ve İsviçreli mühendis ve işçilerin bulunması, yabancılar için bir okulun açılmasını sağlar. 1891 yılında (muhtemelen misyonerlik çalışmaları için) Eskişehir’e yerleşen Saint Augustin de I’Assomption rahipleri bir okul açarlar.

Osmanlı tarihi, büyük ölçüde saray tarihidir. Bu nedenle Anadolu hakkındaki bilgilerin ciddi bölümünü (çoğunluğu yabancı olan) seyyahların yazdıklarından öğreniriz. Sözünü ettiğim bu okul hakkında da birkaç seyahatname dışında fazlaca bilgi yoktur. Bir bölüm bilgi de salname adı verilen yerel / bölgesel resmî yıllıklardan elde edilebilir. Gene Eskişehir ve civarında Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin açtıkları okullar, bunların müfredatı, eğitimin niteliği ve ders verenlerin kimlikleri hakkında yeterli bilgiye ulaşmak zordur.

Tanin Gazetesi yazarı Ahmet Şerif, 1900’lü yılların başlarında Anadolu’ya yaptığı seyahatlerde bu toprakların gerçeğini ortaya koyar. Yazılarında çözümün eğitimden geçtiğini belirtir. Bu geziler sırasında ziyaret ettiği eğitim kurumlarından birisi de Eskişehir’de 1909’da Ermeni vatandaşların açtığı okuldur. Hükümet yardımı olmaksızın Ermeniler tarafından açılan okulun başarılı durumu Ahmet Şerif’in dikkatini çeker ve yazılarına konu olur.

Ahmet Şerif’in daha sonra ziyaret ettiği Numune-i Terakki isimli ilkokuldaki izlenimleri de anlamlıdır. Bir hayırsever tarafından bağışlanan konakta kurulan okuldaki eğitimi (kıyaslamalı olarak) beğenmediğini ifade eder.

Eskişehir’in geçmişini çok fazla seyahatnamede bulmak mümkün değil. 1554’te Busbecq, 18’inci yüzyılda Paul Lucas, gene 18’inci yüzyılda Piton de Tournefort Eskişehir’de söz ederler. 19’uncu yüzyılın başlarında Charles Texier, 1864’te Perrot, 1882’de Humann ve Puchstein, Eskişehir ve civarına seyahat yapan gezginlerdir. 1893’te Georges Radet ve 1894’te Vital Cuinet Eskişehir’de söz ederler. Bunlara Körte, Amsverdh, Tchihatcheff, Heimmer ve Naumann gibi başka isimleri de ekleyebilirim. Ama genelde Eskişehir’in ekonomik, sosyal ve eğitsel yaşamının ayrıntılarını bulmak pek mümkün olmaz.

Eskişehir eğitim alanındaki atılımını Cumhuriyet ile birlikte yapar. 1935 yılında Türkiye’nin eğitimli insan ortalaması yüzde 17 iken bu oran Eskişehir’de yüzde 29’a ulaşmıştır.

Eskişehir’in eğitim tarihinin diğer detaylarına bir başka yazıda değinme dileğiyle bir tespitimi ileterek bitirmek isterim. Bugün (Türkiye şartlarına oranla) Eskişehir, eğitimli bir nüfusa sahiptir. Ama çağın gereklerini yerine getirmek için mevcut eğitim düzeyi ve kalitesi yeterli değildir. Kent sanayisindeki gözlemlerim bu durumu net olarak ortaya koyuyor. Bu nedenle Eskişehir’in eğitim içeriği, çeşitliliği ve kalitesi konusunda yeni atılımlara ihtiyacı var.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Eskişehir: “Transport Hub”

Eskişehir: “Transport Hub”

Gürcan Banger

Pek çok faktörün etkisiyle İngilizce, dünyanın genel geçer dillerinden birisi oldu. Bu nedenle çağa uygun olarak geliştirilen her yeni kavram, sözcük olarak karşılığını bu dilde bulabiliyor. Kent biliminin son zamanlarda sık kullandığı İngilizce sözcüklerden birisi de buluşma noktası, ilişki noktası, odak veya kavşak anlamına kullanılan “hub” sözcüğü. Bilgisayar ağları ile haşır neşir olanların iyi bildiği bir sözcük… Ağ kablolarını birbiri ile buluşturan bağlantı kutusuna bu isim veriliyor. Benzer çerçevede; kentsel ve bölgesel planlama literatüründe kentlerin ya da bölgelerin eğitim odağı (education hub), yenilikçilik – inovasyon odağı (innovation hub), ulaşım yollarının buluşma noktası (transport hub) veya bölge merkezi (regional hub) anlamlarını ifade etmek üzere kullanılıyor.

Eskişehir’in coğrafi konumuna baktığımızda; Marmara, İç Anadolu, Ege ve Karadeniz bölgelerinin buluşma noktası olarak doğal buluşma noktası (kavşak) özelliğine sahip olduğunu görüyoruz. Eskişehir tarihini incelediğimiz zaman kentin geçmişinin (doğal özelliklerine de bağlı olarak) bir kavşak özelliği sergilediğini izliyoruz. Porsuk Çayı ile Sakarya Nehri’nin varlığı, şehrin merkezindeki termal su kaynağı, verimli ova ve Avrupa ile Asya arasında önemli bir geçit olması unsurları ile Eskişehir’in “hub” olma niteliği desteklenmiş gibi görünüyor.

Bir yerleşimin odak veya kavşak olabilmesi için öncelikle erişilebilir ve ulaşılabilir olması gerekir. Ulaşımı sağlamanın unsurları ise karayolu, demiryolu, havayolu ve deniz yolu olarak bilinir. 19’uncu yüzyılın sonlarında demiryolu ile buluşan Eskişehir’in tarihinde raylı ulaşımın seçkin bir yeri var. O yıllardan bu yana gerçekleştirilen yatırımlar Eskişehir’i bir ‘demiryolu kenti’ haline getirdi. Ne yazık ki; Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından sonra demiryolunun ilgi görmemesi Eskişehir için hız kesen bir gelişme oldu. Yüksek Hızlı Tren (YHT) projeleri ile birlikte demiryolunun Eskişehir açısından önemi bir kez daha hatırlanıyor. Şimdi sırada kenti denize bağlayacak olan Mudanya veya Gemlik bağlantısı ile karşılıklı olarak yapılacak lojistik tesisler var. Bu konuda tüm kent yöneticileri ile milletvekillerinin ısrarlı biçimde lobi çalışmaları yapması gerektiği inancındayım.

Eskişehir, uzun yıllar boyunca insan ve yük taşımasını karayolu üzerinden yaptı. Özellikle karayolundan İstanbul’a bağlantı gerçek anlamda bir ‘rezillik’ örneği olarak kaldı. Bozüyük – Mekece arasındaki karayolunun duble hale getirilmesi ile bu konudaki sıkıntıların aşılmaya başlandığını görüyoruz.

Geçmiş yıllarda Eskişehir’i İstanbul’a bağlayacak hava ulaşımı, müşteri yetersizliği ile kesintiye uğramıştı. Geçtiğimiz yakın yıllar içinde yeniden başlayan İstanbul hava ulaşımının kentin gelişimine uygun bir verimlilik gösterdiğini izliyoruz. Bir yönüyle bir eğitim kenti olmak için ciddi adımlar atan Eskişehir’in; sanayi ve ihracat konularındaki beklentileri de dikkate alındığında havayolunun önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu nedenle havayoluna ilişkin olarak Eskişehir’in altyapısının hızla geliştirilmesi gerekiyor. Tren yolu ile denize bağlantı yanında havayolu ile insan ve kargo taşınması sorunları aşılmadan Eskişehir’in (bugün gözlenen) gelişen özelliklerini koruyup sürdürmesinin mümkün olmadığı iyi bilinmelidir. Bir ‘ulaşım ve kargo merkezi’ olmayı başarabilecek Eskişehir, aynı zamanda bir ‘bölgesel merkez’ olma özelliğini de sürdürülebilir kılacaktır.

Bir kentin bir ‘ulaşım odağı (transport hub)’ veya ‘kavşak’ olma niteliği sadece karadan, havadan veya denizden başka yerleşimlere bağlantısı ile ilgili değildir. Dış bağlantı kaçınılmaz biçimde gereklidir ama kenti ‘merkez’ yapmak için yeterli değildir. Ulaşım odağı olmak isteyen kent, aynı zaman kentin içindeki ulaşım ve erişimi de kaliteli ve hızlı olarak sağlamak durumundadır. Bu konunun ana eksenlerinden birisini kent içi trafik oluşturur.

Ülkenin değişik kentlerindeki ortak sorunlardan birisinin kent içi trafik olduğunu gözlüyoruz. İlginç biçimde; ülkenin batısından doğusuna kadar neredeyse tüm kentler, yerleşim içinde trafik sorunlarını paylaşıyorlar. Bunlar arasında denetimsiz biçimde artan karayolu taşıtlarının ve bunların denetimsiz ve eğitimsiz sürücülerinin ağırlıklı bir yeri var. Diğer yandan karayolu taşıtlarının park sorunlarının çözümsüz biçimde büyümesi kenti her an daha fazla yaşanmaz hale getiriyor. Giderek kentin ‘tek merkezinde’ sıkışan trafik, burada yaşayan insanların ruhsal yapılarına zarar verirken diğer yandan çevre kirliliğinin de had safhaya varmasına neden oluyor.

Özetle; Eskişehir kenti, bölgesel, ulusal ve uluslararası boyutlarda bir kavşak, odak, merkez veya buluşma noktası olma beklentisinde ise öncelikle dış ve iç bağlantı sorunlarını aşmak zorunda… Küresel yarışın, ayakta kalışı zorlaştırdığı yaşadığımız günlerde “Hele bugün bir geçsin” demenin âlemi yok…

28 Mayıs 2010 Cuma

Sosyal Kaynaşma Neden Önemli?

Sosyal Kaynaşma Neden Önemli?

Gürcan Banger

Sosyal kaynaşma kavramı; toplumu bir bütün olarak bir arada tutan unsurları ve bu bağların oluşmasına ya da gelişmesine ilişkin politikaların üretilmesi ile ilgili… Aynı zamanda bu bağların durumunun tespit edilmesi, bir başka anlamda toplumun bir bütün olarak bir arada duruşunun ölçülmesi amacıyla da kullanılıyor. Güncel olarak söylendiği biçimiyle; toplumun ‘çimentosu’…

Bireyler, toplumlar değişime ve dönüşüme uğradıkça insanı ve toplumu inceleyen bilimler de yeni terimler ve kavramlar üretmek durumunda oluyorlar. Bu yeniliklerin bazıları, o ana kadar fark edilmemiş özelliklerden, kimileri ise yeni gelişme özelliklerden kaynaklanıyor. Toplumu oluşturan kişi, kurum ve kuruluşları güven ve işbirliğini gösteren sosyal sermaye ve toplumsal bağların ifadesi olan sosyal kaynaşmışlık da bu türden yeni sayılabilecek kavramlar…

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bireyselleşmenin daha fazla öne çıktığını biliyoruz. Alt kimliklerin hatırlanması ve insana ait özellik olarak öne çıkarılması da ikinci büyük savaş sonrasına ait olgulardan bir diğeri olarak görünüyor. Küreselleşme ve küresel dönemde liberal politikaların yaygınlaşması da bireyler ve toplumlar üzerinde etkili oldu. Bu etkilerden birisi olarak sosyal kaynaşmaya konu olan bağların zayıfladığını gözlüyoruz. Bu dönemde işsizlik artarken, sosyal refah devlet politikalarının terk edilmesi ile birlikte gelir, sağlık, eğitim ve konut gibi hak alanlarında gerileme oldu. Diğer yandan insanların güvenlik, hoşgörü, barış, bilgi alma, iletişim, kimliklerini koruyup geliştirebilme ve sosyal adalet gibi konularda talep ve ihtiyaçları arttı.

Her düzeyde rekabetin öne çıktığı küresel dönemde (en azından şimdilik) başka yönelimler de gözledik. Örneğin insanlar daha fazla eve yöneldiler ve kapandılar. TV’nin ve bilgisayarın sanal dünyası, sosyal kaynaşmayı azaltacak biçimde insanları evlere ve kapalı mekânlara hapsetti. Bu arada ekonomik ve sosyal yaşamın gereklerinin de etkisiyle akrabalık ve arkadaşlık ilişkilerinde zayıflama süreci başladı. Mahalle yaşamının yerini her an daha fazla bireysel etkinlikler aldı. Alt kimlikler nedeniyle oluşan hatırlamaya rağmen daha ciddi oranda ilişkisizlenme ve yalnızlaşma egemen oldu. Bu arada sosyalleşmeyi sağlayacak mekânların da bunu sağlamak yerine daha fazla tüketime yönelik ‘yalnızlık mekânları’ oluşturduğunu gözledik.

Hem bireysel hem de kurumsal anlamda kıyasıya süren rekabet süreci; sosyal dayanışma, işbirliği ve sosyal adalet mekanizmalarını da olumsuz etkiliyor. Gene bu dönemde işgücünün mavi ve beyaz yaka olarak daha fazla bölündüğünü, kadın ve erkek işgücü ayrımının artan oranlarda yapılmaya başlandığını gözledik. Toplu sözleşmelerin yerini kişisel kontratlar aldı; böylece işsizlik riski de kişiselleşmiş oldu. Sosyal kaynaşma göstergelerinde düşüşle birlikte yapılan faaliyet ve eylemlerde katılımın her geçen gün daha fazla düştüğüne tanık oluyoruz. İnsanlar fiilen açık alanlarda bir arada olmak yerine Internet sayfalarında birkaç soruya ‘Evet – hayır’ cevabı vererek ‘katılım geliştirdiklerini’ düşünüyorlar. Özetle; teknoloji dev adımlarla gelişirken, sosyal kaynaşma bundan olumsuz ‘tıklamalarla’ etkileniyor.

Genel kavramlar çerçevesinde baktığımızda; sosyal kaynaşma göstergelerindeki olumsuz gelişmeler kendini yoksulluk, toplumdan dışlanma ve fırsatların eşitsiz dağılımı olarak ifade ediyor. İşin kötüsü, bu negatif süreci tersine döndürecek bir ‘kahraman’ da ortalıkta görünmüyor.

Ulus-devlet, refah devleti politikalarından vazgeçtiği için sosyal kaynaşmanın geliştirilmesine talip değil. Yerel yönetimler, aşırı siyasileşmenin ve bir sonraki dönemde tekrar yerel iktidar olmanın hırsıyla ‘sabun köpüğü’ türünden faaliyetlere yönelmiş durumda… Sivil toplumun ise farkındalığı, bilinci ve gücü sosyal kaynaşmaya ilişkin sorunlarla baş edebilecek olgunluğa henüz erişmedi. Dolayısıyla vatandaş ve toplum, kendi yalnızlığı ile baş başa kalmış görünüyor.

Bugün Türk – Kürt gibi etnik temelli sorunlar, Sünni – Alevi gibi dini kimlik temelli sıkıntılar yaşanıyorsa, bunların altında büyük ölçüde toplumun çözülmekte olan bağları var. Dolayısıyla bu çağda bir yandan insanların bireysel hak ve özgürlüklerine özen gösterirken, diğer yandan da toplumun bir bütün olarak bir arada duruşunun kaçınılmazlığını gözetmek zorundayız.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Sosyal Kaynaşma

Sosyal Kaynaşma

Gürcan Banger

Sosyal kaynaşma veya sosyal uyum, dünyada olduğu gibi ülkemizde de yeni sayılabilecek bir kavram. Genelde sosyoloji, siyaset bilimi veya sosyal politika alanlarının bir kavramı olarak kullanılıyor. Henüz üzerinde tam olarak anlaşılmış bir tanımının olduğunu söylemek zor. Ama yaşadığımız çağın gerekleri, pek çok alanda olduğu gibi sosyal bilimlerin de yeni kavramlar geliştirmesini adeta zorunlu kılıyor.

Sosyal kaynaşma, (kültürel veya etnik çeşitlilik gibi) değişik biçimlerde çeşitliliğe sahip toplumları bir arada tutan bağ yapısını ifade etmek amacıyla kullanılıyor. Bir başka tanımda; ekonomik ve sosyal alanlarla sağlık ve eğitim gibi alanlardaki politikaların, yurttaşları sosyal yaşama daha fazla katacak biçimde bir bütünlük içinde düzenlenmeleri şeklinde ifade ediliyor. Özetle; bir toplumu bir arada tutan bağlara ve bu bağları oluşturacak politikalar bütününe ‘sosyal kaynaşma’ veya ‘sosyal uyum’ adı veriliyor.

Sosyal kaynaşma kavramının arkasında iki temel yönelim var. Birincisi; insana ve bireye verilen değer ve önemdir. Böylece yurttaşların insanca şartlarda yaşamlarını sürdürmeleri fikri öne sürülüyor. İkinci eksende ise bireylerin bir toplum oluşturdukları ve bunu oluşturan bağların önemi ve değeri vurgulanıyor. Böylece bir yandan ‘ağaçlara’ dikkat çekilirken, diğer yandan ağaçların oluşturduğu ‘ormana’ vurgu yapılıyor.

Sosyal kaynaşma kavramının kullanıldığı alanların başında kentler geliyor. Dolayısıyla toplumun sosyal kaynaşmasından söz edilirken, özellikle bir kent toplumuna işaret ediliyor. Bu çerçevede ele alınan topluma ilişkin maddi koşullardan, pasif ve aktif ilişkilerden, (ayrımcılık karşıtı olarak) kapsayıcılıktan ve (sosyal adalet anlamına gelmek üzere) eşitlikten söz ediliyor.

Hiç kuşkusuz; sosyal kaynaşmanın şartları içinde maddi olanların özel bir önemi ve ağırlığı var. Bu bağlamda kentin yurttaşlar için istihdam, gelir, sağlık, eğitim ve konut gibi alanlarda olanaklar sağlayıcı özelliklere sahip olması yaklaşımı getiriliyor. İçinde bulunduğumuz ağır şartlar da doğruluyor ki; işsizlik, borç yükü, sağlık sorunları, onur ve saygınlık kırıklığı yaşayan bireyler arasında bir toplumu oluşturacak sağlam bağların gerçekleşmesi mümkün olmuyor. Bu nedenle bir kent, saydığım bu özellikler üzerinden bireylere ve ailelere adil fırsatlar sunabilmelidir. Kent yöneticilerinin de haksız tehditleri azaltmak ve adil fırsatları çoğaltmak gibi kaçınılmaz görevleri var. Bir kentte yöneticilik; sadece park – bahçe yapmaktan, kent mobilyaları yerleştirmekten veya davul dümbelekle (karnı aç) insanları eğlendirmeye çalışmaktan ibaret değil. Sosyal politikalar, vazgeçilmez biçimde yerel yöneticiliğin ön koşullarını oluşturuyor.

Sosyal kaynaşmanın bir diğer boyutu sosyal düzen, güvenlik, korkusuz yaşam ve kendi halinde yaşayabilme unsurları ile ilgilidir. Bir kentte yaşayan tüm yurttaşların saygı görmeye, adil şartlar altında hizmet almaya hakkı var. Hoşgörü ortamında barış içinde yaşama ve güvenlik sorunlarının tehdit edici ortamında yaşama, uyumlu bir kent yaşamının gereklerindendir.

Yaşadığımız dönemin isimlerinden birisi Ağ Toplumu Çağı… Bilişim, iletişim ve lojistik teknolojilerinin gelişmesi ile birlikte bir yandan dünya küçülürken, diğer yandan insanlar farklı ağ (platform, kamusal alan) yapıları içinde daha fazla ve sık bir araya gelmeye başladılar. Çağdaş bir kent, sosyal kaynaşma niteliğinin bir gereği olarak o yerleşimdeki insanlara bu ağlarda, işbirliklerinde ve ortaklıklarda daha fazla yer alam imkânı sunabilmelidir. Diğer yandan o kent, yurttaşların bilgi edinme, soru sorabilme ve her türden sosyal – sivil sözleşmeler yapabilme özgürlüğü sunabilmelidir.

Dünyanın içinde bulunduğu zaman diliminin öne çıkan sorunlarından bir diğerinin ayrımcılık olduğunu gözlüyoruz. Etnik ayrımcılıktan cinsiyet üzerine kurgulanmış ‘sınıflandırılmaya’ kadar her türlü haksızlık ve adaletsizliği lanetlenmeye başladığı bir çağa doğru ilerliyoruz. Bu nedenle kentlerin de (ayrımcılığın karşıtı olarak) kapsayıcılığının geliştirilmesi gerekiyor. Bir kentin yerel yöneticileri ile sivil toplum kuruluşlarına bu yönde düşen görevler var. Gene bu bağlamda kent, toplumu oluşturan bireyler, kurum ve kuruluşlar arasında özgür deneyim paylaşımına geçit vermeli; hatta bu yeteneğin geliştirilmesine imkân sağlamalıdır.

Düşünün ki; kentin kaynakları kullanılarak yapılmış bir proje var. Eğer bu projenin ürünleri veya o vesile ile üretilen hizmetler, kent toplumunun tamamı için ‘erişilebilir / ulaşılabilir’ değilse, o yerleşimde açık biçimde ayrımcılık yapılıyor demektir. Bu çerçevede sosyal adalet anlayışının yaşam kalitesi, sağlık – eğitim – gelir – istihdam gibi olanakların elde edilmesi ve müstakbel yaşam fırsatlarının geliştirilmesi şeklinde uygulanabilmesi gerekir.

Bir kent; asla binalar, yollar, köprüler veya kent mobilyaları değildir; bir kent, öncelikle orada yaşayan insanların sağlıklı kalıcılığı, sürdürülebilir mutluluğu, güvence veren istihdam şartları, erişilebilir eğitim olanakları ve yaşam sevincini artıran şartlar biçiminde algılanmalıdır.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Sivil Toplum Kuruluşları Şenliği

Sivil Toplum Kuruluşları Şenliği

Gürcan Banger

Bildiğiniz gibi; toplumun devlet dışında kalan bölümüne ‘sivil toplum’ adı veriliyor. Sivil toplum alanında yer alan dernek, vakıf gibi örgütler ise ‘sivil toplum kuruluşu (STK)’ olarak isimlendiriliyor. Bir ülkede sivil toplumun gelişkinliği, orada demokrasinin ve aktif yurttaşlığın göstergesi olarak kabul edilmekte… Demokrasi ve yurttaşlık bilincinin yüksek olmadığı ülkelerde yönetim erkinin kullanılmasının ve halkla yönetimin ilişkilerinin de sorunlu olduğunu biliyoruz.

Yaşadığımız Ağ Toplumu çağında sivil toplum kendini sadece dernek veya vakıflarla değil; bunların bir araya geldikleri ağlarla da ifade ediyorlar. Söz konusu güç birliği ve sinerji ağları ‘Kadın Hareketi’, ‘Çevre Platformu’, ‘Emek Platformu’ veya ‘Barış Meclisi’ gibi isimlerle anılıyorlar. Bu tür ağlardan birisi de Eskişehir ve çevresinde sivil toplum ve yurttaşlık farkındalığını geliştirmek üzere kurulmuş olan, kapasite geliştirme ve iletişim alanında hizmet veren ESYO…

ESYO olarak kısaltılan Eskişehir Sivil Yerel Oluşumu isimli sivil platform, 28-29 Mayıs 2010 Cuma ve Cumartesi günlerinde artık geleneksel hale gelen sivil toplum kuruluşları şenliğinin dördüncüsünü gerçekleştirecek. İki gün boyunca Vilayet Meydanı’nda 11:30 – 20:30 saatleri arasında açık olacak etkinlikte dernekler, vakıflar ve benzeri kuruluşlar kendilerini tanıtacak. Bu faaliyete müzik, halk oyunu, spor ve seminer gibi bilgilendirme ve eğlendirme amaçlı etkinlikler de eşlik edecek.

Her yıl katılımcı kuruluş sayısının arttığı şenliğe bu yıl 85-90 dolayında sivil toplum kuruluşunun katılması bekleniyor. Dikkati çeken bir diğer nokta ise şenliğe destek veren ana kurum ve kuruluş sayısının da yıldan yıla artış göstermesi… Bu yılki şenliğin destekçileri arasında Eskişehir Valiliği, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi, Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM) ve Odunpazarı Belediyesi var. Hem katılımcıların hem de destekçilerin sayısının artması, Eskişehir’deki sivil toplum faaliyetlerinin kalıcı ve sürdürülebilir olmaya başladığına dair bazı ipuçlarını içeriyor. Yaygın ve yerel medyanın da artan ilgisini gördüğümüzde ESYO kurucularının, 2005’ten bu yana verdikleri emeğin amacına ulaşmaya başladığı anlaşılıyor. Önümüzdeki yıllarda şenlikte çok daha fazla katılımcı ile özel ve kamusal destekçi olması dileğimi iletmek isterim; çünkü sivil toplum, bir kamusal alan olarak ortak paydaların ve uzlaşmaların oluşabileceği bir yer özelliği taşıyor.

Temeli 2005 yılının sonlarında atılan ESYO, (yaptığı sayısız çalışmalarla) bugünkü prestijli konumuna ulaşıncaya kadar pek çok zorluklarla karşılaştı. Geçmişteki başarısız ağ (platform) örneklerine bakarak; başarısızlık beklentileri olanların sayısı hiç de az değildi. Son beş yılda siyasete angaje olmayan, bağımsız ve sürdürülebilir tarzı ile ESYO, bugün Eskişehir’in yadsınamaz bir gerçeği olarak kabul görüyor. Bu başarı öyküsünü; ESYO’nun yerel ve ulusal düzeylerde gördüğü ilgi yanında uluslararası platformlara taşınmaya başlayan ismi ve ünü ile de doğrulamak mümkün. ESYO’nun konuşlanmış olduğu sivil toplum merkezi, her geçen gün daha fazla olmak üzere yerli ve yabancı konukların uğrak noktası haline geldi. Eskişehir’i içine alan bir çalışma yapmak isteyen her STK ve ağ, artık bu şehirdeki ilk adımını ESYO ile atıyor.

Her vesile ile çağdaş bir kentin girişimci, bağlantılı, sürdürülebilir, çekici ve kapsayıcı olması gereğinden söz ediyorum. Bu kavramların bir kentin sivil toplum hareketi için de geçerli olduğunu söyleyebilirim. Bu anlamda ESYO’nun kente ve sivil topluma bakış açısına önem vermek gerekiyor. STK Şenliği’nin tanıtımı vesilesi ile yapılan basın toplantısında dağıtılan notta ESYO yaklaşımı şöyle özetlenmiş: “Gösterilen tüm çaba, verilen tüm emek STK’ların kapasitesinin geliştirilmesi ve hangi amaçla kurulduysa o hizmeti yerine getirmesidir. Bu gelişme sonucunda demokrasinin gelişmesi için var olan mekanizmaların verimliliği artacak, yeni mekanizmaların hep birlikte hayata geçirilmesi sağlanacaktır. Nihayetinde bu deneyim kazanıldığında toplumun yaşam kalitesi artacak ve her alan, her kurum, her kişi kazanmış olacaktır.”

Bu alıntıyı neden yaptığımı anlatayım. Burada söylenen, sivil toplum alanının ‘sıfır toplamlı oyun’ alanı olmadığıdır. Bu alan, bir siyasal mücadele alanı olmayıp mevcut olan herkesin kazandığı (‘kazan – kazan’ olarak ifade edebileceğimiz) bir sosyal alandır. Dolayısıyla benzer veya türdeş kuruluşların bir rekabet yarışı içinde olmaktan daha çok, birlikte ve dayanışma içinde bir arada çalışarak daha fazla enerji üretmeleri gerekir.

Bu çerçevede Eskişehir’de sivil toplum hareketinin önündeki görevlerin a) daha fazla insanın sivil alandaki faaliyetlere katılması, b) STK’ların kendi kaynaklarını yaratır hale gelmeleri, c) kendi içlerinde ve oluşturdukları ağlarda demokratik kurumsallaşmayı sağlamaları, d) sivil toplum alanını siyasetin sömürgeleştirmesi tehdidine geçit vermemeleri olduğunu söyleyebilirim.

25 Mayıs 2010 Salı

Siyaset Vatandaşın Nesi Olur?

Siyaset Vatandaşın Nesi Olur?

Gürcan Banger

Uzunca bir süredir güncel siyasetle yakından ilgilenmiyorum. O kadar soğumuşum ki; seçim zamanı birleşik oy pusulasında “Hiçbiri” şeklinde bir yer olsa mührü oraya basacağım. Şaka bir yana; sanırım tepkim, siyasetin içeriksizleşmesine ve çözümsüzlüğe savrulmasına… Kısa vadede bir çözüm var gibi de görünmüyor. Parlamentoya veya kabineye Ali yerine Veli’nin gelmesinin bir çözüm olmadığını öğreneli hayli oldu.

Ergenekon, yeni Anayasa derken; CHP kurultayı güncel siyasetin yeniden gündeme düşmesine neden oldu. CHP’nin yeni genel başkanı o kanatta yeni bir rüzgâr estirmeye aday kabul ediliyor. Yukarıda sözünü ettiğim tıkanmanın CHP’de de olduğunu düşünürsek, yenileşmenin o partiye (ya da görüşe) gönül vermiş insanlara yeni umutlar vermesi güzel. Pek emin değilim ama belki de yosun tutmaya yüz tutmuş güncel siyasete biraz canlılık gelir.

İnsanlar tarafından yapılan işler kapsamında olan siyasetin ve ticaretin (farklı kategorilerde olmaları gerektiği halde) birbirine benzeyen yanları var. Ticaret benzetmesi yaparsak; güncel siyaset, siyasetçinin -güya- proje ve hizmet sunduğu; vatandaşın ise bu eylemin karşılığını oyla ödediği bir ortamdır. Siyaset ilişkisinde vatandaş, siyasetçi ve bürokrat üçlüsü politik alışverişin gerçekleştiği bir sistemde buluşur.

Siyaset, insanın insanla ilişkisidir. Bu ilişkide vatandaşlar, kendi ihtiyaçlarına ve sorunlarına yakın ve özel ilgi gösterilsin isterler. Eğer siyasetçinin vatandaşın dertlerine samimiyetsiz yaklaşımını hissederlerse, desteklerini o kişi ve partiden çekerler. Daha doğrusu; desteği çekmeleri beklenir. Buna karşılık ancak seçim zamanında vatandaşı hatırlayan bazı siyasetçiler ise tüm ilgisizlik ve özensizlikleri karşılığında yeniden seçilebilmek için ‘farklı ikna edici’ mekanizmalardan yararlanırlar. Bu mekanizmalar arasında vatandaşa yalan söylemekten tutun da, genel merkezin koruyucu ve kollayıcı kollarına sığınıp aday gösterilmeye kadar her yolu kullanırlar.

Siyaset, özellikle TBMM merkezli olarak Ankara’da bir “fildişi kule içi” yaşamıdır. Doğrusu; vatandaşın sesi, Ankara’ya hiç ulaşmaz. Seçmenin sesini hiç duymaz Ankara’daki siyasetçi. Özellikle; seçildikten sonra siyasetçi için en sevilmeyen unsur seçmen yani vatandaştır. Bu ilgisizlik, siyasetçinin seçmene “Benim sana sonraki seçime kadar ihtiyacım yok; başka kapıya git” demesidir. Bu nedenle kırgın seçmen her seçimde, bir başka kapıya gider. Ve işte bu nedenle daha 5 yıl tamamlanmadan seçmenin tercihleri başka parti ve siyasetçiler yönünde değişmeye başlar.

Siyasetçi tipini iyi analiz ettiğinizde çok nadir örnekler dışında hepsinin birbirine benzediğini görürsünüz. Farklı partilerdeki farklı siyasetçilerin nasıl olup da aynı “yuvarlak lafları” edebildiklerine şaşarsınız. Adeta tüm siyasetçiler aynı “mektepten” mezun olmuşlardır. Dil aynı, uslup aynı, tarz-ı siyaset ve hatta kalıp kıyafet aynı...

Her zaman şu olay komik gelmiştir bana. Henüz seçildiği sıralarda siyasetçi, özel olanlar da dahil telefonlarını herkese verir. Kısa bir süre sonra malum özel telefona bir sekreter cevap vermeye başlar. Daha sorununuzu dinlemeden size döneceklerini ifade eder. Genelde bu geri dönüşler pek yaşanmaz. Beklersiniz, beklersiniz, bek-ler-siniz ve sonunda unutur gidersiniz. Zaten “yeterli” bir süre sonunda siyasetçi, telefon numarasını değiştirdiğinden ona ulaşma imkânınız da kalmaz.

Bir diğer komik durum, seçim öncesi siyasetçinin örneğin her hafta halkla toplantılar yapacağına dair verdiği sözlerdir. Bu sözler, sadece vatandaşa verilmez. Sivil toplum kuruluşları ile aylık toplantılar yapılacağına, kentin sorunlarının parti merkezine ve meclise taşınacağına “yemin billah” edilir. Sonra ne olur? Seçilmiş siyasetçi, evini Ankara’ya veya İstanbul’a taşıdığından kente gelmez olur ve verdiği sözler unutulur gider.

Seçilmiş siyasetçilerin sıklıkla unuttuğu bir nokta var. Vatandaşın belleği, adeta bir fil belleğidir. Bildiğiniz gibi; filler asla unutmaz. Seçim sırasında verilen “kuş uçuşu” sözler vatandaşın daima belleğindedir. Bir sonraki seçimde sadece oy alabilmek için verdiği ama -zaten kendisinin de inanmadığı- sözleri, seçim sonrası anında unutur. Fakat bir sonraki seçimde vatandaş, unutkan siyasetçinin layığını verecektir.

Hatalı seçimleri için vatandaşı suçlamamak gerekir. Günlük yaşam mücadelesinden yorulmuş, yoksulluk sarmalında kahrolmuş vatandaşın seçimine sunulan, doğru seçenekler var mıdır ki; seçmen, yanlış seçimde ısrar etsin? Vatandaşın hatası, siyasetçinin hatasıdır. Seçmene at gözlüğünü takan da siyasetçinin kendisidir.

Siyaseten sınırlı bir alanda yaşamaya mahkum edilen vatandaş, sonunda kendi aklınca sorunlarını çözecek yol, yordamlar bulur. Siyasete başka ilişkiler karıştırdığı için suçlanan vatandaşın -varsa kabahatinin- sorumlusu da siyasetçinin kendisidir.

Siyasi parti programlarını inceleyiniz. Neredeyse tüm programların birbirine benzer olduğunu göreceksiniz. Özellikle siyaset yelpazesinin merkezine yakın olan partilerin programları hemen hemen aynı elden çıkmış gibidir.

Hem programı, hem tarz-ı siyaseti hem de kendisi aynılaşmış olan siyasetçi, bu durumda oy olabilmek için olabildiğince “bol keseden vaatlerde” bulunur. Sağ – sol kavramları anlam kaymasına uğramış olsa da; sağcılar sol seçmene, solcular sağ seçmene gülücük ve çiçekler gönderirler. Böylece aynılaşmamış olan söylem ve eylemler de aynılaşmış olur. Aynılaşmanın sonu yoktur. Ayırt edici noktaların kaybolduğu bir dünyada siyaset, tesadüflere kalır böylece.

Boş vaatlerin sonu, “enkaz edebiyatı” ile sonuçlanır. Eldeki kaynakları bilmeden yapılan vaatlerin gerçekleştirilemeyeceği anlaşılınca bir önceki iktidara suçlamalar gönderilmeye başlar. “Enkaz devralma” edebiyatı, siyasal yaşamımızın süreğen bir özelliği haline gelmiştir.

Siyasetten bu kadar şikâyet ettiğime bakıp sorunun siyasette düğümlendiğini düşünmemelisiniz. Siyasetin sorunu, bizzat toplumun kendisinin sorunudur. Toplumun temel farkındalık, eğitim ve bilinç sorunlarını halletmeden siyasetin sorununu çözmek mümkün değildir.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Ekonomik Büyümenin Anahtarları ve Eskişehir

Ekonomik Büyümenin Anahtarları ve Eskişehir

Gürcan Banger

Kentler arası rekabeti olumlu veya olumsuz yönlerden yorumlayanlar var. Tartışmanın her iki kanadının da haklı yönleri olabilir. Ama kesin olan bir nokta şu ki; küreselleşme adını verdiğimiz olgu, bizim niyetimizin ve duygularımızın dışında olacak biçimde kentleri öne çıkarıyor ve bir kentsel rekabet sürecine itekliyor. Bu yarışın dışında kalanlar hızla eriyip yok oluyorlar. Bu nedenle yaşadığımız kentin ölçeği, küresel rekabet şartlarına uygun olmasa bile bu durumu dikkate almak ve ona göre davranmak zorundayız.

Günümüz kentlerinin gündem konularının başında ekonomik büyümenin anahtar alanlarını bulmak ve bunlarda gelişme sağlayabilmek geliyor. Dünyada ekonomik değişime uğrayan kentlere göz attığımızda; dikkatimizi çeken unsurların başında o kentin ‘girişimcilik’ özelliği geliyor. ‘Bağlantılılık’ olarak ifade edebileceğimiz olgu ise gene önemli konulardan birisi olarak dikkati çekiyor. Bağlantılılık, ilgili kentin ulaşım (lojistik) ve iletişim olanakları ile başka ekonomi odakları ile bağlantıyı ve buna ilişkin altyapıyı ifade ediyor. İşte bu nedenle Eskişehir’in Gemlik ve Mudanya üzerinden tren yolu denize bağlantısının gerçekleştirilmesi ve denize ulaşılan noktada bir lojistik üssün kurulması, kentin ‘bağlantılılık’ özelliğini geliştiren bir etki yapacaktır.

Çağın en değerli kavramlarından birisi olan ‘sürdürülebilirlik’, kentler için de geçerli olmak zorunda. Bir başka deyişle; bir kent ekonomisi, kendi değişiminde ve rekabet şartlarında sürdürülebilirliği sağlamak zorunda… Bir kent ekonomisinin ‘sürdürülebilirlik’ özelliğini sınamak istersek; ekonomik krizler karşısından neler kaybettiğini ya da hangi alanlarda sağlam kaldığına bakarak bir sonuca oluşabiliriz. Bu anlamda son küresel krizin Eskişehir’e etkilerinin araştırılmaya değer bir konu olduğu kanaatindeyim.

Dünya deneyimi, kentlerin farklılaştığı kavramlardan bir diğerinin ‘çekicilik’ olduğunu gösteriyor. Çekicilik (albeni, cazibe) özelliğine sahip kentlerin diğerlerine oranla daha nitelik ekonomik gelişim süreci yaşadığını ve daha olumlu sonuçlar aldığını ortaya koyuyor. Son yıllarda Eskişehir’in ulusal ölçekteki rakiplerine oranla hayli yol aldığını söyleyebiliriz.

Bu kısa özette son olarak; nitelikli bir kentin ‘kapsayıcılık’ özelliğinden söz etmek isterim. Bu kavramın yorumunu tam istihdamı hedeflemekten o yerleşimde yaşayan insanların kentin tüm olanaklarından adil biçimde yararlanmalarına kadar uzayan biçimde yapabiliriz. Eğer kent, bir sistem olarak bazı kesimlere ve topluluklara karşı ayrımcılık yaparak onları ekonomik ve sosyal yaşamın dışında tutmaya ‘çalışıyorsa’, bu durum o kentin ‘kapsayıcı’ olduğunu söylemek mümkün değildir.

Girişimcilik, bağlantılılık, sürdürülebilirlik, çekicilik ve kapsayıcılık olarak özetlediğim bu kentsel niteliklere ilişkin birkaç not daha verebilirim. Örneğin; girişimcilik özelliği yüksek olan bir kentin bunu yüksek katma değer üreten, muhtemelen ileri teknoloji içeren bir mal ve hizmet üretim yapısı ile gerçekleştirmesi beklenir. Benzer biçimde; girişimci bir kentin her kademede nitelikli işgücüne sahip olması ve iş yapma süreçlerinde rekabet edebilir maliyet avantajları bulunması gerekir. Bu bağlamda her düzeydeki eğitim – öğretim kurum ve kuruluşlarının, kentin nitelikli işgücü ihtiyacına uyarlanmış bir yaklaşım göstermeleri de önemlidir.

Eskişehir, Anadolu’nun önemli kavşaklarından birinde yer almaktadır. Bu önemli özelliğine rağmen ulaşım (lojistik) sorunlarının tümüyle çözüldüğünü söylemek mümkün değil. Bu anlamda Eskişehir – Mudanya / Gemlik tren yolunun gerçekleştirilmesi, havayolu ulaşımının önündeki engellerin aşılıp hava ulaşımının nitelikli hale getirilmesi ve süren karayolu çalışmalarının hızlandırılması yakıcı önemdedir.

Sürdürülebilirlik özelliğine sahip bir kent; üstün yaşam kalitesi örnekleri sergiler. Toprak ve mekân kullanımında verimliliği gözetir. Nitelikli işgücünü ve katma değerli turisti çekme özelliği gösterir. Aynı zamanda kentin yaşam çevresine verilen zararların en aza indirilmesine özen ve çaba gösterir. Kent içinde ulaşılabilirliğin düzenli bir trafik akışı ve altyapısı ile sağlanmasını da bu çerçevede düşünmek gerekir.

Sürdürülebilirliğin bir diğer yansıması kendini o yerleşimde iş yapan ekonomik işletmelerin yapısından gösterir. Firmaların yaşam süresi, sürdürülebilirliğin göstergelerinden birisidir. Ne yazık ki; (birkaç yıl önce ETO kayıtlarında yaptığım bir araştırmaya göre) Eskişehir firmalarının ömür olarak bu özelliği sergilediği kanaatinde değilim. Aynı şekilde yerel ve bölgesel firmaların krizlere karşı dayanıklılığı ve yıllar içinde gösterdikleri ekonomik büyüme (küçülme) de incelenmelidir. Buradan kentsel sürdürülebilirlik konusunda önemli ipuçları elde edilebilir.

Eskişehir, yaşam çevresi ve kent merkezinin cazibesi açısından çekicilik özelliği geliştirdi. Önümüzdeki hedef, bu çekiciliği kentin diğer alanlarına ve fonksiyonlarına yaymaktır. Benzer biçimde kentin ekonomik ve sosyal yaşama yeterince dâhil olmamış kesimlerini kazanmak da hedeflerimiz arasında olmak zorundadır.

23 Mayıs 2010 Pazar

Bir Zamanlar Eskişehir ve Yahudi Göçü

Bir Zamanlar Eskişehir ve Yahudi Göçü

Gürcan Banger

Eskişehir’in yoğun olmayan yerleşime uğramamış bereketli toprakları 18’inci yüzyıldan itibaren göç almaya başlar. İlk gelenler Çerkezler ve Abazalardır. 1860 yılında Kırım’dan Anadolu’ya büyük sayılacak bir göç gerçekleşir. Bugün de mevcut olan pek çok Tatar köyünün başlangıcı bu tarihe kadar gider. Daha sonra sırasıyla 187/’de Balkan göçleri ve 1877-1878 ile 1882’de Kafkaslardan Çerkez göçleri gelir. 20’nci yüzyıl başlarında Kafkasya’dan Anadolu’ya göçler devam eder. 1917 ve sonrasında Kırım ve Kazan’dan Anadolu’ya gelenler olur. Eskişehir’in geleneksel yerleşim alanı Odunpazarı’ndan kuzeye yayılan yerleşiminde bu göçlere bağlı olarak kurulan yeni mahalleler etki yapar.

Eskişehir tarihinin yukarıda özetlediğim yakın dönem tarihi az çok bilinir. Ama bu göç sürecine sıkışmış bazı olaylar var ki; onları yeterince bildiğimizden emin değilim. Belki de; kapsamlı ve bütünleşik bir Eskişehir Tarihi’nin yazılmamış olmasının bu eksik bilgilenmede etkisi var.

Dünyaca ünlü The Times Gazetesi’nin 31 Aralık 1904 tarihli sayısında “The Land of the Anatolian Railway II (Anadolu Demiryolu’nun Geçtiği Topraklar II)” başlıklı bir makaleden alıntı yapmak istiyorum. Yazıda Bulgaristan’dan göç eden ve Ankara – Eskişehir arasında üç farklı yerleştirilen Yahudi göçmenlerden söz edilmektedir:

“Eskişehir ve Ankara arasında Romanya’daki Ortaçağ İspanyol Yahudileri gibi haçın gölgesi yerine hilali yeğlemiş üç küçük Yahudi yerleşmesi bulunur. Bu kolonicilerin 100 aile oldukları söyleniyor. Türkiye’ye 5 yıl önce geldiler ve Dobruca’dan geldiklerinde muhacir statüsü ile Sultan’ın kamu topraklarından geniş araziler verildi. Başlangıçta çok az şey talep ediyorlardı ancak kıyafetlerinin yetersizliği nedeniyle, soğuktan, açlıktan çok etkilendiler. Sefaletleri yüzde 90 oranında kentli olmalarından ve tarım hakkında pek bir şey bilmemeleri yüzünden artmıştı. Bu halde iken Berlin’den Prof. Otto Warburg tarafından keşfedildiler. Kolonilerin basına bilimsel tarım bilgisi olan yetkin idareciler atadı ve yerleşmelerin tüm masraflarını karşıladı. Beylikahır’daki koloni 100 kişinin 48’inin barındığı koloni olduğu için en önemlisidir. Burası imar edilmiş anlamına gelen ‘mamure’ adını taşır ve oldukça iyi durumdadır. Kireç boyalı kerpiç evlerin kırmızı kiremitli çatıları ve kerpiç ağılları özgün bir mimaridir. Köylüler yaklaşık 400 koyun, 400 keçi sahibidirler. 800 hektar alanda bu yıl tarım yapılmıştır, kolonistlerin çoğu gettolardan gelmiş olsalar da, tarıma yavaş yavaş alışmaktadırlar. Çok çalışmaktadırlar ve sahip oldukları başarıdan daha çoğunu hak etmektedirler. Bu yılın hasatı oldukça büyük bir hüsran oldu. Mayıs basına kadar mısır harika durumdaydı, ancak bundan sonra 5 ay süren kuraklık sonucunda ürün zayıf oldu.
....
Başlangıçta yerleşim komünist ilkelerle işletilmek istendi ancak bunun büyük bir hata olduğu anlaşıldı ve hemen terk edildi. Arazi aileler arasında sanki kendi mülkleriymiş gibi bölümlere ayrıldı. Her aile sıradan bir sapan ile bazı tarımsal aletlere sahipken her grup (3 aileden oluşan) 3’lü sapana sahipti. Ambarlar, demirciler ve ağır makineler, örneğin buharlı harman makinesi genel kullanımdaydı. Koloni makineler açısından iyi donanımlıydı ki bunların çoğu birinci sınıf İngiliz makineleridir. Baş edilmek zorunda kalınan iki güçlükten biri kuraklık ki tüm Anadolu’da yaygındır, diğeri köyün sağlıksız konumudur. Bölgede sıtma o kadar yaygın ki istasyon şefi birkaç ayda bir değişiyor. Köy sakinleri yerleşimlerinin ilk iki yılında ateşten çok yakınıyorlardı ancak simdi çevreye bir ölçüde alıştılar. Yaşanan küçük tatsızlıklar arasında zaman zaman büyük sayıda koyunu telef eden kurtlardan da bahsedilmektedir. Köyün hükümete ödediği vergiler oldukça ağır. Su ana kadar koloni Prof. Warburg ve Paris Cemiyeti’ne aile basına 300-400 Franka mal oldu. Beylikahır trenle Eskişehir’den 2 saat uzaklıkta. Diğer koloniler Sazılar’da yer almakta, Ankara ile Beylikahır arasında ve diğeri hemen Ankara’nın yanında”.

The Times’da bu makalenin yayınlandığı yıllarda (bugünkü adı Beylikova olan) Beylikahır’ın 150 dolayında haneden oluşan önemli bir köy olduğu anlaşılmaktadır. Beylikahır, Yunanlıların bu bölgeyi işgalinden önce nüfusun çokluğu, çarşısı ve dükkânlarının zenginliği ile gelişmiş bir köy olarak tanınmaktadır.

Yukarıda bir kısmını verdiğim The Times Gazetesi’ndeki 1904 tarihli makalede ismi anılan Prof. Otto Warburg, 1859-1938 yılları arasında yaşamış bir Alman botanikçi ve endüstriyel tarım uzmanıdır. 1897’de İsviçre Basel’de kurulmuş (1960’da Dünya Siyonist Örgütü adını almış) olan Siyonist Örgütü’nün aktif bir üyesidir. 1911-1921 tarihleri arasında örgütün başkanlığını yapmıştır. Örgütün başkanlığını yaptığı dönemde temel bakışı, “Yahudiler için Filistin’de yasal olarak güvence altına alınmış bir ev / vatan” yaratmaktı.

Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi’nin 1993 yılı I. Cilt 3 no’lu sayısında yer alan H. Siren Bora imzalı “Alliance Israelite Universelle’in Osmanlı Yahudi Cemaatini Tarım Sektöründe Kalkındırma Çalışmaları ve İzmir Yakınlarında Kurulan Bir Çiftlik Okul: Or Yehuda” isimli makaleden birkaç alıntıyı da dikkate sunmak isterim: Alliance Israelite Universelle; “… Jewish Colonization Association’ın (Yahudi Kolonizasyon Derneği’nin) desteğiyle Beylikahır, Sazılar ve Selanik Tarım Okullarını kurdu.”

Makalenin bir başka yerinde ise “Jewish Colonization Association Mezopotamya’da, Eskişehir’de (Mamure), İstanbul vilayetinde (Mesila Hadaşa), Silivri’de (Fethiköy), Akhisar’da (Or Yehuda) ve Balıkesir’de (Tekfur Çiftlik) yeni tarım kolonileri kurdu” deniyor.

H. Siren Bora’nın makalesinde; (sonraki yıllarda yaşanan süreç sonucu adı Kayalı kasabası olan) Or Yehuda isimli tarım çiftliğinde yaşamış Yahudi ve diğer dinî / etnik kimliklere sahip ailelerin isimlerinden söz ediliyor. Araştırmacı ve yazar Rifat N. Bali, Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan büyük kargaşa ve yıkımdan bu çiftliklerin de zarar gördüğünü ve 1930’lu yıllarda tasfiye edildiğini yazıyor.

Bir gazete köşe yazısının bu konu için yeterli olmayacağını tahmin ve takdir edersiniz. Bu nedenle (erişebildiğim kaynaklar ölçüsünde) isimleri anarak ve kısa alıntılarla yetinmek zorundayım. Eskişehir tarihi açısından konunun ayrıntılarına girme ve kamuoyu ile paylaşma işini tarihçilere bırakalım.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Küreselleşme, Yerelleşme ve Kültür

Küreselleşme, Yerelleşme ve Kültür

Gürcan Banger

Küreselleşme sözcüğünü sıklıkla kullanıyoruz. Muhtemelen; çoğu zaman dünyada ne olup bittiğinden haberimizin olması gibi bir anlama çekerek konuyu basitleştirmeyi tercih ediyoruz. Konunun özüne indiğimizde; küreselleşme denen olgunun dünya çapında bir bütünleşme olduğunu gözlüyoruz. Daha önceki çağlarda küreselleşmenin bazı öncülleri ve ipuçları bulunmakla birlikte; yaşanan durum yeni sayılması gereken bir gerçeklik…

Küreselleşme; ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, ekolojik ve teknolojik boyutlarda (eksenlerde) dünya çapında bir bütünleşmenin (olumlu yönleriyle dayanışmanın, olumsuz açılardan bir hegemonyanın) ifadesi olarak görünüyor. Küreselleşme olarak ifade edilen bu yeni durum, içinde pek çok farklı özelliği taşıyor.

Küresel çağ ile birlikte, finansın sınır tanımaz akışı çok yüksek debilere ulaştı. Bilişim, iletişim ve lojistikte çok ciddi teknolojik gelişmeler sağlandı. Üretim teknolojilerinde ekonominin yapısını ve ufkunu değiştiren pek çok gelişme oldu. Dünya’nın farklı bölgelerinde üretilen mal ve hizmetlere ulaşmak kolaylaştı. Ulusal, bölgesel ve yerel pazarlar genişleyerek küresel hale dönüştü; bu nedenle artık Dünya’nın tek bir Pazar olduğu söyleniyor. Tüm bu gelişmelerin ışığında mal ve hizmetler yanında bilginin de sınırlar ötesi akışı kolaylaştı. Böylece benzer mal ve hizmetleri Dünya’nın herhangi bir yerinde sağlamak mümkün oldu. Ürün ve hizmetlerin firmalar ömrü kısaldı; taklit ve kopyacılıkta zamanı kısaltan gelişmeler oldu. Dolayısıyla yenilikçilik (inovasyon), ar-ge ve tasarım önceki çağlara göre çok daha önemli hale geldi.

Tabii ki; bu süreci yönetenler ve denetleyenler, genelde gelişmiş ülkeler oldular. Herhangi bir piyasada bulabildiğimiz mal ve hizmetler ise, dolaylı veya dolaysız olarak gelişmiş ülkelerin pazara sundukları ticari ürünler oldu. Örneğin iyi bilinen bazı kolalı içecekler kendilerine yeni pazarlar buldular. Bir Amerikan giysisi olan blue-jean Dünya’nın her yerinde satılan ve giyilen bir ürün oldu. Yazılım ürünleri üretip satan Microsoft’un pazarı çok daha büyüdü. Gelişmiş ülkelerin özenilen otomobilleri daha kolay edinilebilir hale geldi. Neredeyse her cebimizde bir başka GSM hatlı telefon var. Evimizin her köşesi, gelişmiş ülkelerin patentine sahip oldukları elektronik ürünlerle doldu.

Gelişmiş ülkelerin üretim ve satış hacimleri büyürken, yerel üreticiler bu küresel baskılar karşısında geri çekilmek (mevzi kaybetmek) zorunda kaldılar. Bölgesel ve yerel son ürün imalatçıları, fasonculukla yetinmeye zorlandılar. Bir anlamda; küresel olan, bölgesel ve yerel olanı ezdi, yok etti.

Bu gelişmeler, sadece ticari mal ve hizmetlerde gerçekleşmedi. Kültür alışverişinde de durum, daima gelişmiş ülkeler lehine bir durum izledi. Başta medyada olmak üzere; değişik vesilelerle Batı kültürünün yaygınlaşma süreci hızlandı; bir kültürel aynılaşma başladı.

Batı’nın tüketim temelli kültürü de (diğer örneklerde olduğu gibi) bir tarihsel ve sosyolojik sürecin ürünüdür. O ülkelerde yaşayan toplumların doğal bir bileşenidir. Diğer yandan; bu kültür, tümüyle farklı özelliklere sahip ülkelere aktarıldığında, gelenek ve süreç farklılığı nedeniyle bir sığlıkla (ve yabancılaştırma unsuruyla) birlikte gelmektedir. Batı’nın kendine özgü kültürel zenginliği, tüketim amaçlı olarak diğer ülkelere transfer edildiğinde; gittiği ülkede kendini bir kültürel sığlık (ve yabancılaştırıcı katalizör) olarak ifade etmektedir. Bu tezin doğrulamasını görmek için, yaygın medyanın TV programlarını birkaç saat için bile olsa izlemek ve yabancılaştırma etkilerini tahmin etmeye çalışmak yeterlidir.

Sanırım; yabancı kültürün sığlaştırma ve yabancılaştırma etkisini biraz da bizim algı ve davranış modelimiz daha güçlü hale getiriyor. Küresel ve yerel değerler arasında yaptığımız ayrımcılık bunun en güzel örneklerinden birisini oluşturur. Örneğin Eyfel Kulesi’ni bir küresel değer olarak algılarken, kendi kentimizdeki bir Selçuklu camisini yerel bir değer olarak görüyoruz. Söz konusu camiyi bir evrensel değer olarak algılamakta zorluklar çekiyoruz.

Yine bu bağlamda; bir Türk müziği parçasını Batı sazları ile çalmayı ve Batı tarzı ile söylemeyi, ‘yerel olanı küresel olarak ifade etmek’ biçiminde anlamaya başladık. Adeta kendimizi Batı’lı insan beğendirmek, küresel olabilmekle eşdeğer olarak anlaşılmaya başlandı. Aslına bakarsanız; bu konu, yeni bir hikâye değil. Osmanlı’nın Batılılaşma merakına düşmesinden bu yana, yaşayageldiğimiz bir gerçeklik.

Kendi mutfağımızı yerel mutfak olarak algılarken, Fransız veya Çin mutfaklarını küresel olarak anlamaktaki ısrarı kavramak mümkün değil. Hadi diyelim ki; bize ait olan değerlerin çerçevesi dar ve üzerinde çalışmaya gerek var. Neden bu çalışmayı angaje bir Batı anlayışı ile yapmaya çalıştığımızı kavramak hiç mümkün değil.

Bir Dünya değeri olmaya doğru giden yol, önce kendi değerlerimizin Dünya değerleri ile eşdeğer olabileceğinin kabulünden geçiyor. Kendimizi azımsayarak, kendi değerlerimizi aşağı görerek gidebileceğimiz fazla yol yok. Kendisini önemli ve değerli bulmayanı, başkaları hiç bulmaz. Kendi başaramadığımızı, başkalarının bizim için yapmasını beklemeyelim.

21 Mayıs 2010 Cuma

Kentsel Rekabet

Kentsel Rekabet

Gürcan Banger

Kent konusuna girmeden önce; bir başka örnek vereyim. Bir firmanın çok nitelikli teknik donanımı, makineleri, takım tezgâhları olabilir. Ama bunların tamamı, herhangi bir başka firma tarafından da bedeli ödenerek satın alınabilir. Bir başka deyişle; bir firmanın donanım altyapısı bir üstünlüktür ama kalıcı bir üstünlük olmayabilir.

Diğer yandan bir işletmenin bilgi ve deneyim birikimi ise (teçhizat gibi) kolaylıkla dışarıdan satın alınabilecek bir nesne değil. Bu nedenle ‘akıllı’ işletmelerin kendi deneyimlerini ve bilgi birikimlerini farklılaşmak ve rekabette kalıcı olmak için kullanma kapasiteleri var.

Bilginin ve deneyimin firmalara sağlayabileceği üstünlük gibi; kentlerin de bu konularda (bilgi ve deneyim yoğunlaşması, ortaklaşa rekabet, açık inovasyon ve paylaşılabilir kâr-amaçsız hizmet kuruluşları gibi konularda) sağlayabileceği avantajlar mevcut. Özetle; bölgelerin ve kentlerin işletmelere rekabetçi bir ortam ve iklim sağlamada son derece önemli ve etkili görevleri var. Bu görevler, özellikle bilginin akademik çevreler ve ar-ge merkezlerinde üretimi ile yenilikçi (inovatif) süreçlerin geliştirilmesinde vücut buluyor.

Sıklıkla söz ettiğim gibi; ‘dışımızda ve niyetlerimizden bağımsız olarak’ küreselleşme olgusu, kaçınılmaz biçimde bölgeleri ve kentleri bir rekabet içerisine girmeye zorluyor. Artık rekabet olgusu yokmuş gibi ‘kapalı bir ekonomi’ içinde kalmak mümkün değil. Bölgesel ve kentsel rekabetin içinde alınan pozisyon; o yerleşimde istihdam seviyesini, gelir düzeyini ve sosyal refahı açık biçimde belirliyor. Dolayısıyla rekabet ile bölgesel ve kentsel gelişim (kalkınma) politikaları arasında çok yakın bir ilişki kurulmak zorunda. Bu gerçek, merkezin o yerleşimdeki yöneticilerine, yerel yöneticilere, seçilmişlere ve toplum liderlerine yeni görevler yüklüyor. Bu görevler; bir yandan örnek olmayı içerirken diğer yandan rekabet ve gelişim politikalarının üretilmesi için gerekli mekanizma, yapı ve yöntemlerin geliştirilmesini zorunlu kılıyor.

Sanayileşmenin, teknolojik gelişmenin ve lojistiğin ulaştığı noktada bölgelerin ve kentlerin basit anlamda ‘kalıcı üstünlüğünden’ söz etmek mümkün değil. Bir başka söyleyişle; her bölgenin ‘ezelden ebede’ kendine özgü üretim konuları ve uzmanlaşmaları fikri artık geçerli değil. Bölgesel ve yerel üretim konuları ile uzmanlaşma da rekabet şartlarına tabi olmakta. Bu alanlarda kendini geliştirmeyen bölge ve kentler, hızla bu üstünlük özelliklerini kaybedebiliyorlar. Dolayısıyla işletmeler gibi bölgeler ve kentler de –akıllı olmanın yanında– hızlı ve çevik olmak zorundalar.

Ulusal ve bölgesel kalkınma konusunda yapılan çalışmalarda ulusal veya bölgesel ekonomilerin rekabet sürecinde devre dışı kalıp kalmayacakları sıklıkla tartışılan bir durum. İşletmelerin karşılaştığı rekabet süreci ile bölgesel ekonomilerin bu şartlar altında neler yapabildikleri konusunda yapılmış pek çok çalışma var. Bugün geldiğimizde nokta da görüyoruz ki; rekabetin gerektirdiği önlemleri almayan bölgeler ve kentler hızla ekonomik yarışın dışında kalabiliyor ve ciddi pazar payı ile katma değer kaybına uğrayabiliyorlar. Bu nedenle her bölge veya kent; dışarıdan sermaye çekmekte, nitelikli işgücünün kendi bünyesinde bulundurma, kendi rolünü değişen konjonktüre doğru belirleme ve geliştirme durumunda olmalı. Gereğini yapmadıkları takdirde rekabette devre dışı kalmasalar bile duraklamaları, gerilemeleri, ulusal ekonomiye olan katkılarını yitirmeleri son derece olağan bir olumsuz ihtimal.

Rekabete ilişkin olarak (makro ve mikro düzeylerde) bölgesel ekonomik kalkınma politikalarından söz ederken; her zaman aklımızın bir noktasında mevcut yaşam şartlarının iyileştirilmesi, işsizliğin yok edilmesi, gelirin ve sosyal refahın artırılması bulunmalı. Çünkü bir kentin olanakları ve sunduğu servisler adil biçimde paylaşılabilir olmalı.

Bir kent karmaşık bir sistem örneğidir. Mekân kullanımından orada yaşayan insanlara, orda üretilenlerden tüketilen mal ve hizmetlere kadar çok değişik unsurlar içerir. Bir kent için yapılan çalışmalarda bu karmaşıklığın oluşturduğu bütünlük unutulmamak zorunda. Kentin sadece bir yönünü geliştirmeye çalışmak veya şu an elde edilmiş bir üstünlüğün sonsuza kadar değişmeden kalacağını düşünmek, kent adına çok ciddi bir aymazlıktır. Artık bölgeler ve kentler ‘zorunlu’ bir yarışın içindeler ve henüz bilemediğimiz bir zamana kadar böyle olmaya devam edecek.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Rekabetin Neresindeyiz?

Rekabetin Neresindeyiz?

Gürcan Banger

Bilgi Çağı diye isimlendirdiğimiz döneme girdiğimizden bu yana ulusal ve bölgesel ekonomiler ciddi anlamda değişime uğradı. Uluslararası ticaretin hacim daha düşük ve kısıtlı olduğu yıllarda ülkelerin, bölgelerin veya kentlerin statik rekabetçi üstünlükleri vardı. Bazı ürünler üstünlüğü olan yerlerde üretilir ve pazarlara buralardan sunulurdu. Üretim teknolojilerinin gelişmesi ve lojistiğin önündeki engellerin aşılması ile birlikte bu üstünlük kavramı değişti. Artık bölgelerin ve kentlerin kendileri için önceden tanımlanmış öncelikleri ve rolleri yok. Gerekli yatırımı yapan işletmeler, farklı ürünleri dünyanın değişik noktalarında üretip pazara sunabiliyorlar.

Ürünün ayırt edildiği nokta, nerede üretildiğinden kaçınılmaz biçimde kaliteli olmak üzere hangi maliyetle ve hangi farklılık üstünlükleri üretildiğine kaydı. Bu değişim, tüm bölgelerin ve kentlerin rekabete daha açık olması sonucunu doğurdu. Artık hangi bölge ve sektörde olursa olsun, tüm işletmeler küresel rekabetin etkilerini yakından hissediyorlar. Ekonomi alanında bölgesel bilincin düşüklüğü, yerel yöneticilerin ekonomiye olan ilgisizliği ve kamunun bölgesel desteklerinin zayıflığı, bu rekabet ortamında iç dinamikler açısından zayıf bölgelerin rekabet ve piyasa dışına itilmesine neden oluyor.

Bölgesel ve kentler arası rekabette etkili olan unsurların yatırım hacmi ve niteliği, işgücü ile girişimciliğin varlığı ve gelişimi ve teknolojinin mevcudiyeti ile yoğunlaşma ivmesini sayabiliriz. Bir bölgenin rekabet yarışında yer alabilmesinin şartlarından birisi olarak yerli sermaye sahiplerinin yatırım dinamizmi ile bölgenin yabancı, özel ve kamu kesimlerden yatırım sermayesi çekme kapasitesi etkili oluyor.

Bölgesel rekabet gücünde klasik üretim faktörlerinden işgücü ve girişimciliğin yenileşen gelişiminin de önemli yeri var. Bir bölgede veya kentte yatırım yapmak isteyen firmalar her düzeyde nitelikli işgücünün kolayca temin edilebilmesine dikkat ediyorlar. Diğer yandan iç veya dış girişimcilerin; o yerleşimin işgücü piyasasında yenilikçi bir iklim oluşturmaları ve istihdamın önünü açmaları da etkili oluyor. Hiç kuşkusuz; bölgedeki üniversitelerle eğitim – öğretim kurumlarının kendi süreçlerini ve içeriklerini bölgenin işgücü ihtiyaçlarına göre düzenlemelerinin rekabetçi üstünlük açısından önemi var.

Ekonomi alanında rekabet isteyen bir bölge veya kentin teknoloji konusunda da dinamik üstünlükleri olmalı. Bunun birinci şartı, orada yer alan işletmelerin öncelikle yeni teknolojiye sahip olmaları ve iş yaptıkları alanda teknoloji (teknolojik ürün) geliştirilmesine konumlarına uygun olarak katkı yapmalarıdır. Yeni ekonomi şartlarında teknolojiye sahip olmayan, teknoloji üretmeyen veya yeni teknolojilere çekemeyen bölge ve kentlerin gelişme ve katma değer olarak büyüme şansları düşük olacaktır.

Bu noktada rekabet adını verebileceğimiz ekonomik yarışın kabul edilebilir pozisyonlarında yer almak isteyen bölgelerin araştırma – geliştirme (ar-ge) ve inovasyon (yenilikçilik) gibi fonksiyonları da hem bölge hem de işletme bazında içselleştirmiş olmaları gerekir. Ar-ge yapmayan ve yenilikçi ürün, hizmet ya da süreç geliştirmeyen bölge ve işletmeler, ‘zoraki biçimde’ içinde yer aldıkları küresel yarışın gerisinde kalmaya mecbur olacaklar.

Ekonomi alanında yapılan çalışmalar, rekabette yer aldıkları pozisyona bağlı olarak firmaların ve bölgelerin farklı oranda katma değer elde ettiklerini ve bu duruma uygun büyüme oranlarına sahip olduklarını gösteriyor. Bazı bölgeler daha hızlı ve kapsamlı büyürken, piyasa payları ile katma değer oranlarını zayıf bölgeler aleyhine geliştiriyorlar. Bir rekabetçi durum olduğu sürece ‘ekonomik oyun’, bir ‘kazan – kaybet yarışına’ dönüşüyor. Diğer yandan rekabetçi üstünlüğü elde eden bölge ve kentler genel anlamda daha hızlı büyümeyi sağlayan kârlı işleri kendilerine çekerken, zayıf düşenler düşük katma değerli işlerle yetinmek zorunda kalıyorlar. İlginç biçimde; rekabetçi üstünlüğe sahip olamayan zayıf bölgelerde düşük kârlı fasonculuğun yaygın olduğunu, gelişkin olanlarda ise işletmelerin katma değerli son ürüne sahip olduklarını gözlüyoruz.

Burada bir noktayı vurgulamak isterim. Hiç kuşkusuz; rekabetçi üstünlüğe sahip olması gereken ekonomik işletmelerdir. Bir bölgenin rekabet konusunda kalıcı ve sürdürülebilir olmasını sağlayan öncelikle o yerleşimde konuşlanmış olan rekabetçi üstünlüğe sahip firmalardır. Ama söz konusu ekonomik bölgede veya kentte yer alan tüm paydaşların gerekli ekonomik iklimi oluşturmada katkılarının olması gerekir. Bu paydaşların; merkezin yerel yöneticilerinden basın organlarına, yerel yöneticilerden siyasetçilere, sivil toplum kuruluşlarından bölgenin veya kentin entelektüellerine kadar geniş bir kesimi kapsadığını ifade etmeliyim. Bir ortak rekabetçi strateji etrafında buluşabilen bölge veya kentlerin yıpratıcı ama zorunlu rekabet yarışında hem makro hem de mikro düzeylerde daha önlerde yer aldığını gözlüyoruz.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Sosyal Sermayenin Neresindeyiz?

Sosyal Sermayenin Neresindeyiz?

Gürcan Banger

20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar üretim söz konusu olduğunda; dikkate alınan faktörler sermaye, emek, doğal kaynaklar (toprak) ve girişimcilik oldu. 2000’lerin son 20-30 yılında fizikî sermayenin üretim olgusunu yeterince açıklamadığı fikriyle –haklı olarak- faktörler arasında bilgi de sayılmaya başladı. Gerçekten 1970’li yıllardan bu yana mevcut bilgi miktarında hacimsel bir artış yanında bilgi üretim hızı ve şekillerinde de değişiklik oldu.

Özetlediğim bu süreçte emeğin de değişime uğradığını gözledik. İşgücünün daha nitelikli hale gelmesi ihtiyacı, insan kaynakları kavramının öne çıkmasına neden oldu. Emeğin sahip olduğu birikim, deneyim ve sağlık düzeyi ile üretime katkısını ifade eden ‘beşerî sermaye’ konusu, iş ve akademi çevrelerinde sıklıkla sözü edilir hale geldi.

Gene bu süreçte insanların ve işletmelerin bir araya gelerek birlikte iş yapma becerileri bir sermaye türü olarak yorumlanmaya başladı. Bu kavrama ‘sosyal sermaye’ adı veriliyor. Son yıllarda giderek daha fazla tartışılmaya başlanan sosyal sermaye için basitten daha karmaşığa doğru çok sayıda tanım vermek mümkün. Tanımlama çabasına girmeden önce sosyal sermayenin; kişiler ve kuruluşlar arasında işbirliği yapma yeteneği, kişiler arasındaki güven iklimi, kişi veya kuruluşların bir ağ olarak bir araya toplaşma ve birlikte çalışma düzeyi ve genel anlamda iletişim yeteneği gibi başlıklarla ilgili olduğunu söylememiz gerekir.

Literatürde sosyal sermaye için pek çok tanım var. Sivil toplum çalışmaları alanındaki kullanımını bir yana koyarsak, ağırlıklı olarak ekonomi ile ilgili olarak kullanılıyor. Bu şekliyle kişi ve kurumlar arası güvene dayalı ilişkilerin ekonomik faaliyete ve üretime yansımasına ‘sosyal sermaye’ adı veriliyor.

Konuyu biraz daha açalım. Öyle bir yerel ekonomi düşünün ki; orada fizikî sermaye, yeterli işgücü ve gerekli doğal kaynaklar, hatta insan kaynağı mevcut. Buna rağmen işletmelerin –değişik biçimlerde– birlikte çalışarak katma değer yaratmaları mümkün olmuyorsa, o bölgede ‘sosyal sermaye’ düzeyinden kuşku duymak ve sorgulamak gerekir. Sektörel veya bölgesel ekonomik büyümede arasında sosyal sermayeyi ilgilendiren siyasal, örgütsel, çevresel, düşünsel, kültürel, bilimsel, teknolojik ve insanî unsurların etkileri giderek büyüyor. Bir başka deyişle; fizikî sermayenin başarısı, çok ciddi anlamda sosyal sermayenin mevcudiyetinden ve düzeyinden etkileniyor. Gelişen ve gelişmeyen bölgeler arasında sosyal sermayenin etkileri açık biçimde gözlenmeye başladı. Eğer bir bölgede katma değerden, inovasyondan (yenileşmeden), teknolojik gelişmeden, kurumsal öğrenmeden ya da ar-ge’den söz edeceksek; o çevrede mutlaka sosyal sermaye göstergelerinden haberdar olmamız gerekiyor.

Sosyal sermayenin başta fizikî sermaye olmak üzere diğer üretim faktörlerine olan etkisini anlamak için fizikî sermaye ve sosyal sermaye arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları doğru anlamak gerekir. Öncelikle her iki sermaye türünün varlığı ve hacmi, üretimle doğrudan ilişkilidir. Daha yüksek oranda sermayenin varlığı, genel anlamda olumlu katkılar yapar.

Sosyal sermaye, doğrudan insan ve toplumla ilgili olduğundan bu yapılardaki değişimler dolaysız biçimde sosyal sermayeye yansıma yapar. Örneğin kişi ve kurumlar arası güveni ve işbirliğini geliştirici faaliyetler, sosyal sermayenin miktarını ve niteliğini artırırken, aksi yöndeki etkiler seviye düşürücü sonuçlara neden olur.

Son yıllarda işletmelerin belirli ağlar biçiminde toplanarak birlikte çalışmalarının mekanizmalarından birisi olarak sınaî ve / veya ticari kümelenmeler ortaya çıktı. Kamu, işletmelerin kümeler halinde birlikte çalışmaları için belli girişimlerde bulundu. Bazı sektörlere ilişkin kümeler, iller ve bölgeler arasında paylaştırıldı. Hatta değişik kurum ve kuruluşlar kümelenme konusunda (genelde teorik düzeyde kalan) model çalışmaları yaptılar.

Sözünü ettiğim bu çalışmaların neredeyse tamamındaki sorun, kümelenmeye temel olacak sosyal sermaye düzeyinin araştırılmaması oldu. Bu nedenle kümelenme çalışmalarının nasıl bir gelecek vaat ettiğinin de anlaşılması mümkün olamadı. Bu konuda üniversitelerin ve / veya araştırma kuruluşlarının sanayi ve ticaret sektörlerinde yapacakları sosyal sermaye araştırma ve soruşturmalarına ihtiyacımız var. Ancak bu tespitler sonrasında nasıl ilerleme yapabileceğimize ilişkin stratejiler üretebiliriz.

18 Mayıs 2010 Salı

Futbol, Fanatizm ve Şiddet

Futbol, Fanatizm ve Şiddet

Gürcan Banger

2009-2010 futbol sezonu, pazar gecesi oynanan 3 önemli maçla sona erdi. Bursaspor bir farklılık yaratarak üç İstanbul takımı ile Trabzonspor’dan sonra ligin beşinci şampiyon takımı oldu. Bir zamanlar çok yaklaştığı şampiyonluğu Eskişehirspor’un da yakalaması özlemi içindeyiz.

Pazar akşamı TV kanallarında izlediğimiz sadece futbol değildi. Özellikle Fenerbahçe – Trabzonspor maçından sonra yaşananlar, üzerinde düşünülmesi ve önlemler alınması gereken olaylar olarak dikkati çekti. Kendi stadını yakmayı düşünebilen fanatik taraftarları, sade vatandaşların ötesinde toplum ve devlet yönetiminden sorumlu olanlar anlamalı. Başkalarına ve devletin güvenlik güçlerine saldıran fanatik kişileri, adeta tekil ve kaza eseri bir şeyler olmuş bitmiş gibi karşılayamayız. Bu tür olayların tekrar yaşanmaması için sürecin başından sonuna kadar her aşamasında önlemler alınmalı.

Pazar akşamı yayıncı kuruluşun kanalında ağırlık olarak FB-TS maçını izledim. Maç sonunda da kısa bir süre ‘futbol yorumcularının’ bu maçla ilgili yaklaşımlarına tanık oldum. Doğrusu; stadyumda ve Kadıköy’de şiddet olayları yaşanırken TV kanallarında FB kalecisini, Alman teknik direktörünü ya da İspanyol santrforunu hedef gösteren ‘yorumları’ (dolayısıyla ‘futbol yorumcusu’ kılığına bürünmüş kişileri) anlamak mümkün değildi. Bu insanlar stat yakabilen veya güvenlik güçlerine kadar taşlı – sopalı savaş açan fanatiklerin bu sporculara, yöneticilere ya da onların ailelerine yönelebilecek olası saldırılardan sorumlu olacaklar mı? Yorum adına yaptıklarının, şiddete hedef göstermek olduğunu fark etmiyorlar mı? Herkes, şiddetin oluşumunda yarattığı katkının cezasını çekmeli.

Çok sayıda nedenden dolayı toplum, ruh hali bozuk bir noktaya geldi. Her vesile ile bu ruhsal arızaların görünümlerini yaşıyoruz. Futbol da bunun en iyi bilinen sahnelerinden birisini oluşturuyor. Futbol yorumcularının, ne yaptığını bilmez futbol yöneticilerinin taraftarları tahrik etmeleri ile konu içinden çıkılmaz hale geliyor. Ama ne yazık ki, konuşan konuştuğu, yapan yaptığı, tahrik eden ettiği ile kalmaya devam ediyor. Stadyumların kapı girişlerinde sıkı denetim yapılmasına rağmen -en azından ben öyle sanıyorum- bunca yanıcı, yakıcı ve patlayıcı madde nasıl olup da futbol alanlarına girebiliyor? Tüm bunlara bir son vermenin zamanı çok geçti.

Futbol alanlarında sıklıkla gözlediğimiz iki ilişkili olgudur fanatizm ve şiddet. Fanatik taraftarlar, stadyumların koltuklarını kırıp oyun alanına atarlar; sahaya girip hakeme ve karşı takımın oyuncularına saldırırlar. Oyunun ‘kazan – kaybet’ mantığını bir yana bırakıp adeta kan içmek istercesine çılgın bir saldırıdır bu.

Fanatik şiddet, (pazar gecesi maçtan sonra da izlediğimiz gibi) her zaman futbol alanında gerçekleşmez. Çoğu zaman bu saldırganlığa oyunun diğer azmettirici aktörleri de katılırlar: Kulüp yöneticileri, takımların oyuncuları ve teknik kadro… Bu eylemde genelde göz kaçanlar da vardır: Kışkırtanlar ve hedef gösterenler… Bunlar, çıkar sisteminin olağan bir parçası gibi durup adeta saldırı emrinin verilmesine ve uygulanmasına vesile olurlar. Bunu da adeta takımın mağduriyeti gibi ‘yüce’ bir misyon adına yaptıklarının düşünülmesini sağlamaya çalışırlar.

Futboldaki fanatik şiddetin arkasında gerçeklerin saptırılması vardır. Hakemin söz konusu takıma karşı olduğu fikri yayılır. Federasyonun ilgili takıma ‘düşmanca’ bir tavrı olduğu kulaktan kulağa fısıldanır. Fanatik şiddet, saldırı görevini yerine getirdikten sonra bu kışkırtıcılar, hiçbir şey olmamış gibi kendi ‘köşelerinde’ yaşamaya devam ederler.

Fanatizm, tanım olarak kişiyi bir din, düşünce, parti veya kulüp uğrunda aşırılıklara sürükleyen ‘kör tutku’ demektir. Bu taımda dikkat edilmesi gereken iki farklı var. Birincisi; öncelikle fanatizme neden olan bir ‘taraftarlık’ ruhunun bulunmasıdır. İkincisi; bu taraftarlığın bir ‘kör tutku’ halini almasıdır. Dolayısıyla fanatizm, akıl dışılık demektir. Aklın egemenliği ortadan kalkınca da devamında şiddetin gelmesi normaldir.

İnsan, taraftar olmayı seçebilir ama fanatik olmayı seçmez. Fanatizm, kişinin cehaleti ile de ilgisi olmakla beraber fiziksel ve ruhsal özelliklerine uygun bir ruhsal bozukluk halidir. Bana sorarsanız “iflah olması” zor bir hastalıktır. Ama yine de tedavisi gerekir.

Kimi zaman fanatizmin arkasında başka gerçekler de bulunabilir. Kişiler, bazı eksiklik ve zafiyetlerini saklamak için fanatik bir görünüme bürünebilirler. Bunu saklamak için de bu tutum ve davranışlarını ‘milli, maneviyatçı, ahlaki’ görünümlerle üstünü örtmeyi tercih edebilirler. Genelde geçmişlerinde saklanacak (eziklik, ayıplılık gibi) sorunlu yanları olanların tercih ettikleri yöntemlerden birisidir fanatik şiddet.

Fanatizmi ve buna bağlı şiddeti, görmek için kendimizi spor alanlarına kilitlememize gerek yok. Yaşamın her kesiminde fanatiklerle karşılaşmak mümkün. Eğer çevrenizde fanatik teröristler görmekte zorlanıyorsanız, örneklerini televizyon programlarında veya gazete köşelerinde de bulabilirsiniz. Genelde incir çekirdeğini doldurmaz konularla zaman geçiren bu kişiler, kendi zafiyet ve eksikliklerine dokunan bir konu olduğunda canavar kesilirler; saldırırlar, saldırılması için hedef gösterirler. Görevlerini yerine getirirken kamu birimleri dahil güç kullanımında kendilerine sınır tanımazlar. Önüne geleni işaret ve ihbar etmekten geri durmazlar.

Fanatizm ve buna bağlı şiddet sorununun sadece şikâyet etmekle çözülemeyeceğinin farkındayım. Bu iş, sabırla ve azimle sürdürülebilir çalışmayı gerektiriyor. Fanatizme savrulmuş olanları kurtarmak belki de mümkün değil. Ama onlardan etkilenenlerin cehaletini gidererek daha saygılı, hoşgörülü ve empatik bir dünyaya ulaşabiliriz. Fanatiklere sadece acıyor, cehalete karşı insanca mücadele edenlere akıl, hızlı düşünce ve acil önlem gücü diliyorum.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Küreselleşme, Rekabet ve Kent

Küreselleşme, Rekabet ve Kent

Gürcan Banger

Günümüz dünyasının iş konularında dayattığı olgulardan en önemlisi rekabet oldu. Artık işletme sahibi ya da yöneticisinin koltuğunda oturup müşteri bekleyeceği zaman çoktan geçti. Küreselleşme ile birlikte adeta zaman daha hızlı akıyor. Ürünler daha çabuk eskiyor ya da taklit ediliyor. Her an yeni rakipler pazara girip piyasa oranından ve kârlılıktan pay alıyorlar. Ayrıca yeni çağın rakipleri sadece coğrafi yakınlıklardan değil, dünyanın başka noktalarından da ‘bizim’ sandığımız pazarlara uzanıveriyorlar. İşte; bu nedenlerden dolayı firmalar daha yenilikçi, daha esnek, daha çevik, sözün kısası daha rekabetçi olmak zorundalar.

Küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan bir diğeri kentlerin birer ekonomik, sosyal ve kültürel figür olarak öne çıkışları oldu. Bu gerçek ile birlikte kentlerde sanki birer ekonomik işletme imiş gibi çağın sert rekabet ortamı içinde yer aldılar. Bu rekabet sürecinde yarışın ön saflarında yer alamayan kentler, barındıkları işletmelerin ticari ve sınaî rekabette geri kalmalarına katkı koydular. Gerçi kentlerle işletmelerden hangisinin öncelikli etkisinin olduğu biraz tavuk – yumurta açmazına benzese de; kesin olan şu ki, kentler arası yarışta geri kalan yerleşimlerin atalet ve zafiyeti yerel ve bölgesel firmaların performansına olumsuz katkılar yaptı. Dolayısıyla sınaî ve ticari geri kalmışlığın faturasını sadece o kentin iş dünyasına kesmek doğru değil; bu sürecin ilk elden sorumluları arasında ilgili kentteki merkezin yerel yöneticileri ile yerel yönetimlerin seçilmişleri de var.

Bir yerleşimin kentler arası yarışta yer almasının bir başka boyutunu kentsel dönüşüm oluşturuyor. İç veya dış dinamikler nedeniyle çekim merkezi haline gelen bir kent, bu albeniyi artırmak için bir dönüşüm ihtiyacı içine giriyor. Özellikle yerel yönetimler eliyle denenen dönüşüm çalışmaları bazen yapısal olabilirken, pek çok durumda yüzeysel (adeta sabun köpüğüne benzeyen) dönüşüm ve değişim çalışmaları görüyoruz.

Dünyadaki iyi örneklere baktığımızda; kentsel dönüşümün; yaşam çevresinin kalitesi, insana verilen değer, sosyal adalet ve tüm vatandaşların kentin imkânlarından hakça yararlanmaları gibi gerçekten seçkin ilke ve hedeflerle donatıldığını görüyoruz. Ülkemizde ise kentsel dönüşüm öncelikle bazı kişi ve gruplara çıkar sağlanması üzerine kurgulanıyor. Bu süreçte siyasetin rant dağıtan mekanizmaları ön plana çıkıyor. Kentin kendisinin bile bir siyasal mücadele alanı haline dönüşmesinde siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin rant elde etme veya kentsel iktidarı elde tutma adına rant dağıtma çabaları var. Bu süreçte rant kollayıcılar, çoğu zaman kendilerine gerekli ‘rantiye’ desteğini kentin diğer ekonomik ve sosyal paydaşları arasında bulmakta hiç de zorluk çekmiyorlar. İşin daha ilginç yanı, bu haksız soygun sürecine karşı çıkacak yeterli sayıda ‘kahraman’ da bulunamıyor.

Tekrar küreselleşme konusuna dönelim. Küreselleşmenin sert rekabet ortamında bir işletmenin durumunu yeterli bulup olduğu yerde ve büyüklükte kalmasının mümkün değil. Buna benzer bir biçimde; belli büyüklüğe erişmiş bir insan yerleşiminin de ‘kendisini yeterli bulma lüksüne’ sahip olmadığını söyleyebiliriz. Küçülmek ve mevzi kaybet istemeyen her kent, kendi farklılığını yaratarak kendi özgün büyüme modelini üretmek zorunda. Uzak ve yakın çevremizdeki örneklere baktığımızda; büyüme modelinin tek unsurlu (tek eksenli) olmaması gereğini de kavradık. Sektörel krizlerin kentleri hızla erozyona uğrattığını pek çok örnekte yakından izledik. Dolayısıyla bir kentin kendini ‘üniversite kenti’ veya ‘turizm kenti’ ya da ‘sanayi kenti’ olarak konumlandırması yeterli olmuyor; bir pazarlama karmasının oluşması krizlere karşı dayanıklılığı artırıyor.

Bir yanlışa işaret etmenin zamanı geldi. Gelişmiş ülkelerde ekonominin sektörel dağılımına bakıldığında; hizmetler sektörünün hızla öne çıktığını görüyoruz. O tür ülkelerde bu durum, bilgi çağının bir gereği olarak ve gelişmenin bir türev sonucu şeklinde ortaya çıkıyor. Ama bundan; hizmetler sektörü bizatihi geliştirilirse ulusal, bölgesel veya yerel ekonomi olarak daha gelişkin bir hale ve ileri düzeye gelineceği sonucu çıkarılamaz. Bir sektörel çeşitlendirme yaparak (örneğin sanayi ve hizmetler sektörleri arasında dengeli bir dağılımı özendirerek) bu mantık yanlışına düşmenin önüne geçilebilir.

Sanayisiz bir kent ekonomisi düşünemiyorum. Yerel yöneticilerin sanayiye ilgi göstermediği bir kent ekonomisinin başarılı olabileceğini hayal dahi edemiyorum. Benzer bir biçimde kendini yeni endüstriler alanında geliştirmeyen ve gelişen sınaî sektörlerde kendisine yer aramayan bir kent ekonomisinin uzun dönemde başarılı olabileceğine de inanmıyorum. Bu nedenle rekabette kendine iyi bir yer bulmak isteyen bir kentin, yeni türden endüstrilerin gerektirdiği bilim, teknoloji ve ar-ge altyapısını hazırlaması gerekiyor. Dolayısıyla yaşanabilir bir kent; parklar, eğlence mekânları gibi bir donanım yanında ar-ge merkezleri, teknoparklar ve bilim müzelerine de sahip olmalı.

Son olarak; bir kenti oluşturma ve geliştirme görevi, o yerleşimin yöneticilerine olduğu kadar orada yaşayan paydaşlara aittir. Katılımı zorlamayan halkın, şikâyete hakkı da olmaz.

16 Mayıs 2010 Pazar

Bir Zamanlar Eskişehir ve Demiryolu (2)

Bir Zamanlar Eskişehir ve Demiryolu (2)

Gürcan Banger

Eskişehir’in küçük bir yerleşimden çağdaş bir kente doğru olan yürüyüşünde dış göçlerin yanında demiryolunun belirleyiciliği inkâr edilemez. Demiryolu sayesinde Eskişehir; İstanbul ve Avrupa için erişilebilir hale gelen Anadolu yerleşimlerinden birisidir. Bir başka deyişle; şehir merkezindeki termal su kaynağı, Porsuk Çayı ve düşük seviyedeki zemin suyu sayesinde bir ‘su kenti’ olarak kabul ettiğimiz Eskişehir, 19’uncu yüzyılın sonunda yapılan Anadolu Demiryolu ile aynı zamanda bir 'demiryolu kenti’ olarak belirginleşir.

1890’larda işletmeye alınan hat ile önceleri Haydarpaşa’dan Ankara’ya iki tam günde gidilebiliyordu. Birinci günün sonunda Eskişehir’de konaklanılan seyahatle ilgili değişik kişilerin anı ve seyahatnamelerinde anekdotlar buluyoruz. Edebiyatta Anadolu’yu ilk kez tanıtan yazarlardan Refik Halit Karay (1888-1965) Haydarpaşa – Ankara tren yolculuğunu şöyle tasvir eder: “Bu devirde bütün Anadolu için her gün, sabahları Haydarpaşa’dan bir tek tren kalkıyor ve banliyö istasyonlarına da uğrayarak ağır ağır, gacur gucur, akşama, geç vakit ancak Eskişehir’e varabiliyor. Oraya varınca bütün yolcular inmeye ve geceyi vagonlardan başka bir yerde geçirmeye mecburdurlar. Paralılar bir Alman kadının işlettiği otele giderler, parasızlar, civardaki hamama!” (Halide Edip, Ateşten Gömlek isimli kitabında Madam Tadia'nın Çek olduğundan söz eder.)

Ve devam eder: “Otel hayatına, alafranga yemeğe ve alafranga yeme usulüne alışamamış paralılar da hamamı tercih ederler... Sabahleyin pek erken kalkıp trene yetişmek, daha önceden nevalesini de düzmek icap eder. Koca trende bavullu kimse yoktur; sepet, heybe, bohça ve en lüzumlu iki nesne: testi ve ibrik! Vagonli, vagon restoran? Direktör Hügnen, ‘Pöh, bu ahali daha iki yüz sene o ihtiyaçları hissedemez ve istifade kabiliyetine erişemez!’ ”

Karay’ın “bir Alman kadının işlettiği” dediği otel, Eskişehir tarihinin ünlü Hotel Tadia’sıdır. Aynı yıllarda Türkiye’de görev yapan İngiliz elçilik görevlisi Elliot, 1905 yılında The Times gazetesinde yayınlanan anılarında bu otelden söz eder: “Eskişehir’de kişi trenden ayrılmak zorunda ve geceyi istasyona yakın bir otelde geçirmek zorunda. Ancak Eskişehir’deki gibi bir girişim hiçbir yerde yoktur, istasyondan birkaç adım ötede Madam Tadia tarafından işletilen küçük bir otel, tüm hatta çorbaları, börekleri ve sütlü kahvesiyle ünlüdür.” O tarihlerde Madam Tadia, Anadolu Demiryolunu kullanan yolcular için bir marka olmuş gibi görünüyor. Bazı kaynaklarda otelin birkaç resmini bulmak mümkün ama bu ünlü otel de zaman içinde yok olup gitmiş. Yeni bir mekânda da olsa (örneğin yeni bir otele Hotel Tadia ismini vererek ve tarihî otelin mirasına sahip çıkarak) marka değerini yaşatmakta bir yarar olabilir.

20’nci yüzyılın başlarında demiryolunun Eskişehir’e ekonomik ve sosyal katkılarını o dönemde burayı ziyaret edenlerin anılarında görmek mümkün. 1785’ten bu yana yayınlanan ünlü İngiliz gazetesi The Times’da Anadolu Demiryolu ile ilgili olarak görevli muhabirin 1904 yılı anılarını buluyoruz:

“Depo ve atölyelerinde 43 lokomotif 1880 vagon bakımı yapılmaktadır. Buradan 3 hat geçer: Eskişehir- Ankara, Eskişehir- Konya, Eskişehir – Bilecik. (Haydarpaşa – Bilecik kısmı için depo Haydarpaşa’dadır). Vagonlar mükemmel kalitede, Alman yapımı, bunun yanı sıra Fransız ve Belçika yapımı olanlar da var. Atölyeler eski Prusya Devlet Demiryollarında görev yapmış olan Alman mühendisin kontrolünde. Burada çok modern ve pahalı araçlar var. Örneğin güç motoru 1903 yapımı. 1 milyon Sterlin değerindeki atölye ve depoların parçaları Almanya’da üretildi. Atölyelerde 280 kişi çalışmakta; bunların azı Alman, çoğu Avusturyalı. Mekanikçilerin yüzde 80’i bu konuda doğal yetenekleri olan Türkler… Geçtiğimiz aylarda şirket bir mühendislik teknik okulu açtı. 24 öğrencisi var. 18’i Türk, 2 Ermeni, 2 Rum, 1 İtalyan, 1 Avusturyalı. Eğitim dili demiryolu şirketinin ana dili olan Fransızca. Depolarda 140 kişi çalışmakta. Baslarında Prusya- Polonyalı bir mühendis var, birkaç da Avrupalı. Atölyelere bağlı bir de yedek parça deposu var. Burası lokomotiflerin ihtiyacı olabilecek yedek parçaları barındırıyor. Bu depo çok geniş olmak zorunda ve değeri 40.000 Sterlin ve sürekli yenilenmekte. Bu adamlar dışında 140 kişi de istasyon görevlisi (Şoförler, Bilecik, Ankara, Konya trenlerinde görevli bekçiler) olarak çalışmakta, bunların çoğu Rum ve Ermeni. Böylelikle Eskişehir’de demiryolu nüfusu 500 ailenin üzerinde… Eskişehir ihraç ve ithalat merkezi olarak büyük bir alana hizmet veriyor. 20 saatlik yolculukla mallar depolanmak üzere Eskişehir’e getiriliyor. Üstelik istasyon 20 Ermeni hamalı barındıran bir yatakhaneye sahip olduğu için istasyonda hamal bulmak kolay”.

Eskişehir’in demiryolu serüvenini yazarken kendi kaynaklarım yanında Dr. Y. K. Erkan’ın 2007 tarihli (çok nitelikli bir çalışma izlenimi edindiğim) doktora tezinden yararlandım. Eskişehir’le ilgili, benim henüz erişememiş olduğum bazı kaynaklardan da bilgi sahibi oldum. Eskişehir ve demiryolu konusu, hiç kuşkusuz burada özetlediklerimden ibaret değil. Ama bu özetle bile ortaya çıkan bir konu var ki; o da Eskişehir’in bir ‘demiryolu kenti’ olduğudur. Tarihten gelen bu özelliği yitirmemek lazım…

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Bir Zamanlar Eskişehir ve Demiryolu (1)

Bir Zamanlar Eskişehir ve Demiryolu

Gürcan Banger

Eskişehir`in ekonomik ve sosyal gelişim tarihinin kırılmalarla (dönüm noktaları) ile belirlendiğinden zaman zaman söz ediyorum. Bunlar arasında Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen göçlerin, Bağdat-İstanbul Demiryolunun ve Cumhuriyetin ilk dönemindeki kamu yatırımlarının belirgin yerleri var.

Bu süreçlerden söz ettiğimde; 19’uncu yüzyılın sonuna kadar Eskişehir’in küçük bir yerleşim olduğunu da dile getiriyorum. Bu yönüyle Eskişehir, Antik Çağlardan beri yerleşime konu olmasına rağmen Anadolu mimarisi ve yerleşim tarzı açısından çok eski bir kent sayılmaz. Özetle; Eskişehir’i adındaki ‘eskiliğe’ rağmen genç Türkiye Cumhuriyeti’nin genç kentlerinden birisi saymak daha doğru olur.

Yakub Karkar, 1975’te yayınlanan ABD’de İngilizce yayınlanan “Osmanlı İmparatorluğunda Demiryolunun Gelişimi 1856-1914” başlıklı çalışmasında Eskişehir hakkında yukarıda söylediklerimi doğrulayan 1892 tarihli bir resim çiziyor: “Demiryolunun gelişinden önce sadece bir köydü. Alman girişimi burayı gelişen bir kasabaya çevirmiştir. Demiryolu için temel depo alanı seçilmesinden sonra, gösteriş kazanmaya başlamış, kendi adına Anadolu’nun en yoğun merkezidir. Demiryolu, kendi yalnız 60 aileyi temsil etmekte; yetişkinler, şoförlük, tren bekçiliği, atölyelerin mühendisliği ya da ağır trafiğin yükünü çeken insanlardı. 50 lokomotif, 2000 araba ve kamyon Eskişehir’de tutuluyor ve bakımları yapılıyordu. Atölyeler genişçe ve iyi donatılmıştı, bütün alanın değeri birkaç yüz bin sterlin idi.”

M. Yerçil 2004’te lületaşı ile ilgili olarak yayınladığı İngilizce bir çalışmada Grundzel’in 1897 yılındaki Eskişehir gözlemlerini şöyle aktarıyor: “Oldukça canlı ve kalabalık olan kentin yaklaşık 20 bin kişi olduğu ileri sürülmektedir, ancak bu sayı bugün için kesinlikle doğru değildir. Demiryolu dolayısıyla artan inşaat hareketi hiçbir yerde burada olduğu kadar başarılı bir sürpriz yapmamıştır. İstasyon civarında içlerinde birkaç Avusturyalının da bulunduğu yabancı kolonisi sebebiyle büyük bir Avrupa mahallesi doğmuştur. Kentin bir başka mahallesinde Sultan’ın emriyle binlerce muhacir yerleştirilmiştir. Evleri, dış cephesinde pencere olmamasına rağmen yine de düzgünce inşa edilmiş ve bakımları yapılmaktadır, kentin büyük bir bölümünü oluşturmaktadır. Eskişehir Anadolu Demiryoluna ait üç hattın kesişme noktasında yer alır ve Konstantinople, Ankara ve Konya ile doğrudan ilişkisi vardır. Bu sebeple Anadolu Demiryolları Genel Müdürlüğü başından beri Eskişehir’e aktarmak istemektedir.”

Dr. Yonca Kösebay Erkan, 2007 tarihli doktora tezinde 1901-1902 tarihli Hüdavendigar Vilayeti Salnamesi’nden (-ki o tarihte Eskişehir, bu vilayet kapsamındadır) bazı bilgiler aktarıyor. Erkan’ın aktardıklarına göre; o tarihte Eskişehir, 169 köyden oluşuyor. Tarım yapılıp keçi ve koyun besleniyor. Padişahın özel çiftlikleri var. Demiryolu bağlantısı nedeniyle ticari yaşam gelişmiş.

1904-1905 yıllarında yaptığı Anadolu gezisinde The Times Gazetesi’nin İstanbul muhabiri olan kişi de Eskişehir’e ilişkin tasvirler veriyor: “Demiryolundan kaynaklanan bu bereketine rağmen Eskişehir hâlâ bir kaymakamlık. Kütahya sancağına ve Bursa vilayetine bağlı… Şehrin nüfusu kazada 35.000 kişi, 250 köyde ise 73.000 kişi. Bunlardan 70.000 Türk ya da Müslüman. 2000 Ermeni, 1000 Rum…”

Devamla: “Demiryolunun gelmesiyle Eskişehir, Anadolu’nun en parlak şehirlerinden biri olmuştur. Ancak görünüşte davetkâr değildir. Yapılar kerpiçten ve ahşap bağdadidir. Sokaklar dağınık evler serpiştirilmiş, yollar geniş fakat bakımsız tam bir Rus köyünü anımsatıyor. Ancak yine de burada bir hafta sıkılmadan kalınabilir. Çünkü Eskişehir Anadolu Demiryolunun merkezidir.”

Eskişehir’in demiryolu tarihini anılardan ve seyahatnamelerden alıntılarla anlatmaya yarınki yazımda devam edeceğim

http://www.gurcanbanger.com (Kişisel Internet sitesi)
http://gurcanbanger.wordpress.com (Zihin tazeleme yazıları)
http://duyguguncesi.wordpress.com (Duygusal yaşam yazıları)
http://gurcanbanger.blogspot.com (2Eylül gazetesi günlük köşe yazıları)

14 Mayıs 2010 Cuma

Açık Şehir ve Eskişehir

Açık Şehir ve Eskişehir

Gürcan Banger

Kentlerin tarihî geçmişine bakıldığında; ‘kapalı kent’, ‘açık kent’ ve ‘uç kenti’ olmak üzere üç farklı modelden söz edildiğini görülür. Örneklemek gerekirse; kapalı kent ile anlatılmak istenen, İstanbul veya Diyarbakır gibi etrafı surlarla çevrilmiş kent modelidir. Açık kent ise Eskişehir gibi surların içinde gelişmemiş olan kent biçimidir. Günümüzde kentlerin açıklığı veya kapalılığı kavramlarının değiştiğini gözlüyoruz.

Eskişehir’in Odunpazarı ile başlayan yerleşimi, Türklerin Anadolu’ya gelişine denk düşer. Bu kentin bir kavşak noktasında yer alması ve Türk toplulukları ile diğer toplumlar arasında bir sınır oluşturması, uzun süre bu bölgenin kalıcı yerleşim yeri olarak benimsenmemesi sonucunu oluşturmuştur. İlk yerleşimcilerin (bir savaş ve çatışma alanı olarak kabul ettikleri) bu yörede kalıcı konutlar yapmak yerine uzun süre çadırlarda kalmayı tercih ettikleri tarih kitaplarında diler getirilmektedir. Diğer yandan Eskişehir; Porsuk Çayı’nın varlığı ve yerleşime yakın termal sıcak su kaynağının mevcudiyeti ile (Bizans’tan bu yana) açık kent yerleşiminin küçük de olsa bir örneğini meydana getirmiştir.

İlginç biçimde Eskişehir’in daha sonraki dönemlerdeki tarihi de bir açık kent modeline uygun olarak gelişti. 1800’lü yıllara kadar küçük bir yerleşim olan Eskişehir, daha sonra Balkanlardan ve Kafkaslardan aldığı göçleri kendi yapısına sindirmesi ile açık kent özelliklerinden bir başkasını sergiledi. Benzer biçimde İstanbul – Bağdat Demiryolunun Eskişehir’den geçmesi, şehrin bu özelliğini pekiştirdi. Bu açıklık olgusu, daha sonraki yıllarda kentin üniversiteleri ile gelişti. Bu olguya bağlı olarak Eskişehir hemşehriliği dokusunun çok gelişmiş olmamasına karşın çok kültürlülüğün kent toplumunun önemli bir niteliği olması, saydığım bu unsurların doğal bir sonucudur. Bu durum, Anadolu’nun pek çok kentinde gözlenmeyen ayırt edici bir niteliktir.

Eskişehir’in tarihsel süreçte değişime uğramasına benzer biçimde; açık kent kavramının da anlamsal değişim geçirdiğini görüyoruz. Bugün açık kent kavramından söz ederken, bunun açık inovasyon (açık yenilikçilik) ile -kent toplumun güven ve işbirliği yeteneklerini ifade eden- sosyal sermaye ile ilişkilendirmek gerekir. (sosyal sermaye; bir topluluğun birlikte çalışma, işbirliği yapma ve karşılıklı güven özelliklerini ifade eden bir kavramdır. İnsan kaynaklarını ifade eden beşerî sermaye ile karıştırılmaması gerekir.) Yüksek okullaşma oranı ve gelişen üniversiter niteliği ile Eskişehir’in bu yönünü geliştirmek ve kentler arası yarışın dikkate alınır aktörlerinden birisi olmasını sağlamak amacıyla yapılması gerekenler var.

Öncelikle; hızlı biçimde kentin inovasyon (yenilikçilik) yetenekleri ve sosyal sermaye düzeyi konusunda tespitlerin yapılması gerekiyor. Örneğin kentte sınaî veya ticari iş kümelerinin oluşmasını istiyorsak, sosyal sermaye düzeyini öğrenerek doğru stratejileri ve hedefleri önümüze koymamız şarttır. Diğer yandan kentteki sınaî, ticari veya sosyal örgütlerin inovasyon yeteneklerini bilinmesi ve geleceğe yönelik hedeflerin bu tespite göre yapılması önemlidir.

İkinci olarak; kentte mevcut olan firmalar, tüketiciler / yurttaşlar ve diğer kurum ile kuruluşların birlikte çalışabilmelerinin yöntem ve mekanizmaları geliştirilmelidir. Örneğin iş dünyasında yer alan meslek odası ve sivil toplum kuruluşlarının bir ağ oluşturmaları ve olabildiği ölçüde bir ortak program etrafında birleşmeleri sineri yaratacaktır.

Bir kentin açık şehir olma özelliğini ifade eden göstergelerden birisi, o kentteki kişi ve kuruluşların bilgi üretebilme yetenek ve kapasiteleri ile ilgilidir. Açıklık özelliği yetkinleşmemiş kentlerde bilgi üretiminin sadece üniversitelere özgü olduğu düşünülür ve bilginin yegâne kaynağı olarak üniversiteler ve akademisyenler kabul edilir. Açık bir kentte ise üniversitelere ek olarak ar-ge kuruluşları, danışmanlık firmaları, iş geliştirme merkezleri, değişik türde laboratuarlar ve iş - bilim - teknoloji ağları etkin biçimde görev yaparlar.

Yukarıda sözünü ettiğim konularda bir yaklaşımın içselleşmiş olması önemlidir. O da tüm bu kurum ve olaylarda çalışma biçiminin katılımcılık ilkesi ile donanmış olmasıdır. Bir başka deyişle; kentsel süreçlerin olabilen tüm türlerinde ilgili paydaşların katılımı mümkün olmalıdır. Buna açık kentin demokratiklik özelliği diyebiliriz.

Açık kent fikri, her şeyden önce bir tercih konusudur. Bir kent, o kentin yöneticilerinin ciddi katkıları ile ya açıklıktan yana gelişir ya da (geçmişte surların içine kapanmış olduğu gibi) kapalı kapılar arkasında kalmaya devam eder.

13 Mayıs 2010 Perşembe

İnovasyon, Açık Kent ve Eskişehir

İnovasyon, Açık Kent ve Eskişehir

Gürcan Banger

Tarih tercihini kentlerden yana yapıyor. Küreselleşmenin her türlü etkisi de kentlerin öne çıkmasına daha fazla katkı yapıyor. Bu süreçte dikkatimizi çeken olgulardan birisi de kentlerin insanların yaşadıkları yerleşim olmak gibi basit tanımın ötesine geçiyor olması… Yaşadığımız çağda kentlerin tüketiciler, emekçiler ya da işletmeler gibi bir ekonomik faktör haline geldiğini görüyoruz. Bu nedenle bir kentin ekonomisi, bireylerin, işletmelerin, çeşitli kurum ve kuruluşların basit anlamda toplamı olmanın ötesine geçerek kendi içinde bütünlüğü olan ‘kentsel ekonomi’ olgusuna dönüşüyor. Bu süreç işletmeler ve kuruluşlar için kullandığımız rekabet, sürdürülebilirlik ve inovasyon (yenileşim) gibi kavramların kent ölçeğinde de söz edilir hale gelmesini sağladı.

Bildiğiniz gibi; inovasyondan söz ettiğimizde; yeni veya önemli ölçüde geliştirilmiş bir ürün, hizmet ya da süreci dile getiriyoruz. Kimi zaman yenilenmiş bir ürün, bir pazarlama yöntemi, bir iş uygulaması ya da daha önce görülmemiş bir örgütsel yapıdan söz ediyoruz. Hiç kuşkusuz; inovasyonun ekonomik ya da sosyal anlamda bir katma değer üretmesi gereğini de buna ekliyoruz.

İnovasyon ilk kez dile getirildiğinde; yeniliklerin bir işletme veya kuruluş içinde (kapalı kapılar arkasında) yapılıyor olması kast ediliyordu. Günümüzde örgütlerin inovasyonun gerek duyurduğu her türlü yetenek, yetkinlik ve donanıma gerçeği sahip olamayacakları kabul edildi. Ayrıca bir kuruluşun gerekli her şeye sahip olması ve tüm işleri kendisinin yapması, maliyetler açısından her durumda ekonomik de olmayabiliyor. Bu gerçek, ‘açık inovasyon’ olarak isimlendirilen yeni bir yaklaşımın doğmasına yol açtı.

Açık inovasyon, yenilikçiliğin çok daha geniş bir alanda daha fazla paydaşla birlikte kazan – kazan felsefesine dayanılarak geliştirilmiş bir modelidir. Bu anlayışla; yeniliklerin bir işletmenin sınırları içine hapsolmasının ve ancak kuruluşun sınırlı veya kısıtlı imkânları ile yapılmaya çalışılmasının ötesine geçiliyor. Açık inovasyon yaklaşımını benimseyen bir firma; müşterilerden tedarikçilere, rakiplerden bilim – teknoloji ve ar-ge kuruluşlarına kadar çok geniş bir kesimle ortaklaşa inovasyon çalışmaları yapıyor. Sonuçta bu yenilik sürecine katılan her paydaş kendi kazancını daha az maliyetli ve daha kolay biçimde elde ediyor.

İnovasyon konusuna bir nokta koyalım ve kente dönelim. Bir kentin en belirgin özelliklerinden birisi, o yerleşimde çok sayıda ekonomik ve sosyal paydaş bulunmasıdır. Diğer yandan bu paydaşların tümü; daha çok kazanabilecekleri, üretip tüketebilecekleri, sağlıklı şartlara sahip ve insanları mutlu edecek bir yerleşimde yaşamak istemektedirler. Dolayısıyla kentin paydaşlarının kenti birlikte geliştirmelerinde ve ortaklaşa daha yaşanır hale getirmelerinde ortak yararları var. Bu düşüncenin, açık inovasyonu var eden yaklaşımla benzerliğine dikkat çekmek isterim. Bugün artık bir ekonomik ve sosyal işletme niteliğini daha fazla taşıyan bir kent, açık inovasyon ile çok daha ilişkili bir olgudur.

Dün bir pazarda bir arada duran müşteriler, rakipler ve tedarikçiler birbirlerini adeta ‘düşman’ gibi algılamaktaydılar. Bugün ise ihtiyaçları karşılamada birlikte çalışmanın her kesime yararları olduğunun farkına vardılar. Bu süreçte kişi ve kuruluşlar arasındaki kalın duvarlar daha saydam hale geldi. Örneğin bir firma, bir başka işletmenin içinde araştırma ve analiz yaparak daha yararlı neler tasarlayıp üretebileceğini inceliyor. Sonuçta; paydaşlar arasındaki duvarların incelmesi ve saydam hale gelmesi, tüm paydaşların katma değer elde edeceği bir kazan – kazan anlayışının uygulanabilmesine neden oluyor.

Şimdi kente geri dönelim. Çok sayıda ve farklı nitelikte paydaşı olan bir kenti incelediğimizde; açık inovasyon kavramının ‘açık kent’ olgusuna dönüştüğünü görüyoruz. Açık kent kavramı, o yerleşimde yaşayan paydaşlar arasındaki duvarların inceldiği, ilişkilerin saydamlaştığı ve yaşamın daha demokratik hale dönüştüğü, dolayısıyla kentin olanaklarının hakça paylaşıldığı bir yerleşimi ifade etmektedir. Özetle; bir kentin nelere sahip olduğu sorusu, devamla bunların nasıl ne orunda / yoğunlukta paylaşıldığı sorusu ile izlenmek zorundadır. Bir kentin çok ‘kaliteli’ olması tezi, artık o yerleşimin ‘açık kent’ kavramına uygunluğu ile doğrulanmak zorundadır.

Eskişehir; açık bir kent olma yolunda ilerlemek isterse, buna uygun iş modelini ve mekanizmaları geliştirmek zorundadır. Eskişehir özelinde açık kent olgusunu, izninizle bir sonraki yazıda tartışmaya devam edelim.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Eskişehir Ekonomisinde Kolaylaştırıcılık

Eskişehir Ekonomisinde Kolaylaştırıcılık

Gürcan Banger

Bir toplum gibi açık sistemlere etki eden iki dinamik grubundan söz edebiliriz: İç ve dış dinamikler. Canlı, etkili ve verimli iç dinamiklere sahip olan bir toplum kendi değişim ve dönüşümünü bu iç dinamiklerin (yetkinlik ve yeteneklerin) etkisiyle yapar. Örneğin açık bir ekonomide sermaye, insan kaynakları ve girişimci akıldan oluşan iç dinamikler etkili ise orada yüksek katma değerli, sürdürülebilir rekabetçi ve yenilikçi bir ekonomik gelişimi izlemek mümkün olur.

İç dinamiklerin atıl ve pasif olduğu ekonomiler için iki seçenek söyleyebiliriz. Birincisi; o ekonomi hızla bir tüketim endeksli hale gelerek dış dinamiklerin etkisi altında kan kaybetmeye başlar. Giderek sönümlenmekte olan kent ekonomileri bu olumsuz duruma örnek olarak verilebilir.

İç dinamikleri zayıf bir ekonomi için diğer seçenek ise bu atalet halini yerel liderlik ile vizyona ve canlılığa dönüştürmektir. Ülkemizde (atıl iç dinamiklere rağmen) başarılı liderlik örneklerinin başarılı ekonomilere yol açmasının arkasındaki neden budur. Zayıf iç dinamiklere sahip toplumlar (ya da kurum ve kuruluşlar), eğer başarılı yerel liderlere sahip iseler, bu durumda atıl duran enerjilerini girişimciliğe ve başarılı sonuçlara dönüştürebilirler.

Eskişehir ekonomisini değişik boyutlarıyla bir analize tabi tuttuğumuzda; kentsel iç dinamiklerin yeterince aktif ve canlı olmadığını görürüz. İç dinamikleri zayıf bir topluluk işbirliği, karşılıklı güven, sermaye yoğunlaşması, işletme ölçeği gibi göstergelerde de olumlu (yüksek) değerlere sahip olmaz. Bu tür yapılarda ekonomik büyümenin de hızlı olmadığını görmek şaşırtıcı değildir.

Eskişehir ekonomisi gibi (gizil kaynak birikimine rağmen) zayıf iç dinamiklere sahip durumlarda kentin aktörlerinin ‘kolaylaştırıcılık’ görevi önem kazanır. Bu bağlamda kentin ilk elde sayılabilecek aktörlerinin merkezî idarenin yerel temsilcileri, yerel yönetimler, üniversiteler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, ar-ge ve danışmanlık merkezleri, iş geliştirme kuruluşları olduğunu söyleyebilirim.

Anadolu’nun en büyük 1000 kuruluşunu incelediğimizde; bu listeye Eskişehir’den sadece 9 firmanın girebildiğini görüyoruz. Bu 9 firmanın da birkaçının diğerlerinin filyalleri (bağlı şirketleri) olduğunu hatırladığımızda; atalet ve küçük ölçek sorununu daha iyi kavrarız.

Bu ilde konuşlanmış firmaların bazı olumsuz özelliklerini kısaca özetlemek isterim. Firmaların tasarım yönü yeterince gelişmemiştir. Yenilikçilik, içsel işletme fonksiyonlarından birisi değildir. Tasarım yeteneği, büyümek isteyen bir ekonominin ihtiyacı olan ölçüde değildir. 1-2 firmayı saymazsak marka yönetimi anlayışı henüz emekleme çağındadır. Kalıcı, rekabetçi ve sürdürülebilir katma değer elde etmek isteyen kurum ve kuruluşlar için bu saydıklarımın ciddi eksiklikler olduğuna kuşku yoktur.

Çözüm adına birkaç örnek uygulama saymak isterim. Eğer herhangi bir sektörde satılabilir son ürünü olan bir firma kendi başına bir marka oluşturma gücünde değilse, o sektördeki firmalar bir araya gelerek ortak bir marka çatısında birleşebilirler. Bir diğer örnek, ortak tasarım ofisleri olabilir. Dünyada ‘kâr amaçsız (non-profit)’ olarak çalışan bu tür yapılanmaların varlığını biliyoruz. Benzer şekilde yenilikçi (inovatif) ürün çalışması yapan yine ‘kâr amaçsız’ olarak işleyen ‘ortak yenilikçilik ofisleri’ kurulabilir. Bu yapıların kurulmasında öncülük görevini meslek odalarının ya da sanayi bölgesi yönetimlerinin yapacağını öngörebiliriz. Bu örnekleri ‘ortak kurulum-bakım-onarım servisleri’ ya da ‘ortak tedarik kuruluşları’ gibi değişik başlıklar altında çoğaltabiliriz. (Kâr amaçsız kuruluş ifadesi; sektörel bir ortaklık olarak kurulan, verdiği hizmetler karşılığında gelir elde eden, giderlerini kendi gelirleri ile karşılayan ama kâr payı dağıtmayan bir işletme yapısını tanımlamaktadır.)

Hiç kuşkusuz; yukarıda örneklerini saydığım uygulamaların yapılabilmesi için öncelikle doğru vizyoner liderlik ve stratejik planlama gereklidir. Bu amaçla değişik kademelerde ‘kolaylaştırıcı kurullar’ oluşturulmasında yarar var. İlgili kent aktörlerini içine alabilecek bu tür kurulların özellikle kent ekonomisinin makro (kent) veya mikro (işletme) ölçeklerinde yönlendirici olabileceğini düşünüyorum. Bu ‘kolaylaştırıcı kurulların’ yapacağı analiz, envanter, planlama ve tanıtım çalışmaları kent ekonomisinin sinerji yaratmasına ciddi katkı yapacaktır.