30 Mart 2011 Çarşamba

Çatışma Yönetilebilir ve Çözülebilir

Çatışma Yönetilebilir ve Çözülebilir

Gürcan Banger

Şikâyet etmek, sorun yönetme ve çözme becerisi düşük toplum ve bireylerin en yaygın özelliklerinden birisidir. Özellikle bireyi kul kabul edilip yurttaş yerine koymayan kafaların yaşadığı bir ülkede istediklerini elde etmenin tek yolu haline gelir. Bu yönelimi, türkülerinden halk öykülerine, siyasi konuşmalardan aile içi sohbetlere kadar her yerde bulmak mümkündür. Müziğimizin neredeyse tamamen ağlama ve sızlanma terennümlerinden ibaret olmasının belirgin nedenlerinden birisi budur.

Bizim kültürümüzde dertleşmek, şikâyet etmektir. Sadece ve sadece bir şeylerden şikâyet edebilmek için yakın dostlarımızı aradığımız zamanlar vardır. Öyle şikâyetlerimiz vardır ki, anlatılsa roman olur. Şikâyet sürecinde kendini acındırarak konuları bir trajedi düzeyine getirmekte üstümüze yoktur. Hatta karşımızdakinin dinleme yoğunluğunun düştüğünü hissedersek, onu konunun içine geri çekmek için acındırmadan fiziksel zorlamaya kadar her yola başvurduğumuz olur.

Çoğu zaman bencil bir ruh haliyle bizi dinlemeye mecbur bıraktığımız kişinin durumunu hiç düşünmeyiz. Onu bu talihsiz anı yaşamaya mahkûm ettiğimizi aklımıza bile getirmeyiz. Arkadaş dediğimiz insana çoğu zaman bir duygusal terör uyduladığımızı hissetmeyiz.

Bir başkası, iç karartıcı şikâyetlerini ve sizi hiç de ilgilendirmeyen sıkıntılarını size aktardığında kendinizi nasıl hissedersiniz! Muhtemelen iç karartıcı bir durum. İki arkadaşın birbirlerinin sorunlarını paylaşmaları kadar doğal bir şey olamaz. Ama konu, sadece sıradan ah-vah ve ağlanma, sızlanma düzeyinde kalırsa, kişiden kişiye sadece negatif enerji aktarılmış olur. Karşılıklı olarak moral bozukluğu ve kötü ruh hali paylaşılır. Dolayısıyla özellikle yaşama olumlu bakmaya çalışan insanlar, çevrelerinde sürekli şikâyet eden insanların bulunmasını istemezler.

Sürekli şikâyet hali, muhtemelen bir bozuk ruhsal yapının ya da ruhsal hastalığın işaretidir. Bir uzmanın yardımının alınması gereken durumdur. Fakat şikâyet alışkanlığı edinmiş her kişinin halinin bir hastalık olarak algılanmaması gerekir. Kimi zaman bu tür durumlar, aile içinde edinilen kültürün bir parçasıdır. Çalışan sayısının fazla olduğu işyerlerinde de buna benzer durumlar gözlenir.

Her zaman, kişinin öncelikli doktoru kendisidir. Eğer insan, kendini bir karakter aynasında görebilmeyi başarırsa, kendisiyle ilgili gerekli değişim ve dönüşümü de sağlayabilir. İşte; iyi bir arkadaşa, bilgece özellikleri olan bir dosta bu gibi durumlarda ihtiyaç duyulur. Tarafsız bir gözle, tatlı ve acı yönlerinizi size aktarabilen bir tanışa ihtiyaç olan durum, sizin kendinizi objektif olarak görüp, değiştirmeyi istediğiniz andır.

Hiç kimsenin yaşamı sonuna kadar kötü değildir. Yaşam, en ağır koşullarda bile devam ediyor. Şikâyet ettiğiniz durumdan kurtulmanın ilk adımı, yaşamınızda iyi olan konuları hatırlayıp güç ve enerji kazanmaktır. Yukarıda sözünü ettiğim gibi iyimser ve içten bir arkadaşın görüşleri de size yardımcı olacaktır. Eğer kendinizi iyileştirmek konusunda ısrarlı ve değişimde kararlı iseniz sağlamanız gereken bir koşul daha var: O da kendinize karşı objektif olabilmek… En azından; hangi konularda objektif olamayacağınızı bilmek bile çok yararlıdır.

Gerçekten sahip olduğumuz tek bir varlığımız var. O da; kendi yaşamımız. İyi ve doğru yaptıklarımız, yaşamımızı renklendirip can katarken; olumsuzluklar bu değerli varlığı an be an yitirmemize neden oluyor. Kendi yaşamını zenginleştirip geliştirmek için çaba göstermeyen kişi, başkaları için de fazla yararlı olamaz. Özetle; şikâyet etmekten vazgeçip sorunlarımızı nasıl ve ne vadede çözebileceğimiz konusunda akılcı planlar yapmak, muhtemelen bizi daha mutlu edecektir.

Çatışma yönetilebilir
Çok özel durumlar dışında başka kişi ve kuruluşlarla sürekli ilişkiler içindeyiz. Pek çoğumuzun yaşamı, bir ilişkiler yumağından oluşuyor. İlişkilerin büyükçe bir kısmı ise çıkarlar, beklentiler ve bilgi veya talimat akışları üzerine kurulmuş. Böyle bir ortamda kişiler arasında uzlaşmazlıkların, çatışmaların olması son derece olağan.

Çatışma olağan ama çatışmaya sağlıklı bir çözüm bulabilmek her zaman olağan değil. Hatta çoğu zaman çatışmayı çözmeyi -ki buna çatışmayı yönetmek diyebiliriz- kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyoruz. Duygular akla egemen oluyor. Muhtemelen duyguları ve aklı yanlış mekânlarda yanlış zamanlarda kullanıyoruz.

Çatışmaların içinde yer aldığımızda genelde insanlar olarak birbirimize benzer tepkiler gösteriyoruz. Adeta öğrenilmiş ama çoğu zaman bilincinde olmadığımız klasik davranış modellerimiz var. Muhtemelen bu davranış biçimlerinin önemli bir bölümünü çocukluğumuzdan başlayarak yaşamın içinde öğreniyoruz.

Çatışmadan kurtulmak için en iyi bilinen pasifist davranışlar arasında çatışmayı küçük görmek, önemsememek veya küçük görmek gelir. Bu durum, kimi zaman devekuşu gibi başını kuma gömmek olarak ifade edilen tarzdır. Çatışmaya karşı umursamaz bir tavırla kendini belli eder. Bu tür davranışlar sonunda çatışmanın çözülmüş gibi göründüğü de olur. Ama muhtemelen çatışmanın nedenleri derinlere inmiş ve kronikleşmiştir. İlerleyen zamanlarda çok daha ciddi boyutlarda kendini tekrar gösterecektir. Çatışmayı önemsememek, bazı durumlarda çatışmayı yönetmek için doğru yöntem olabilir ama sözünü ettiğim ciddi tehlikeyi de içinde taşır.

Eğer çatışmanın sonucunda sorumluluktan kaynaklanan bir cezalandırma varsa, bu durumda çatışmayı çözme davranışı, karşı tarafı suçlamak biçiminde ortaya çıkabilir. Genelde aynı işyerinde çalışan eşdeğer rütbedeki kişiler veya aynı ailenin bireyleri arasında sık görülen bir durumdur. İlginç bir biçimde; çoğu zaman otoriter aile yapısında öğrenilmiş bir karakter özelliğidir. Çocuklukta başlayan başkalarını suçlama eğilimi, ilerleyen yaşlarda iş ve evlilik yaşamının önemli bir parçası haline gelir. Bu tür davranan kişi, elinde ne tür silah varsa kullanmaktan çekinmez; sonucun nereye varacağı konusunda saygılı ve düşünceli olamaz.

İyi bilinen çatışma çözüm yollarından bir diğeri, korkutma esaslı olarak aşırı sinirlenmek ve hatta kabalaşmaktır. Böylece çatışmanın karşı tarafı, korku yaratılarak susturulmuş olur. Genelde baskı altında yetişmiş kişiler üzerinde etkili sonuçlar verdiğini gözlemiştim. Çatışmayı böyle çözme eğiliminde olan kişiler, adeta sinik insanların kokusunu alırlar ve korkutarak çatışmanın kendi lehlerine çözülmesini sağlarlar. Buradaki can alıcı nokta, saldıran tarafın karşısındakinin zayıf noktalarını iyi tespit etmesidir.

İlişkilerde karşılıklı güven önemlidir. Bu nedenle karşımızdaki insana tüm verilerimizi açmadan önce onun güvenilir ve içten olduğundan emin olmalıyız. Çünkü olası bir çatışma durumunda kendisine ilettiğimiz özel bilgilerin, bize karşı kullanılmayacağından emin olamayız. Geçmişi ve özel bilgileri kullanmak, çatışma yönetiminin haksız ve adaletsiz yollarından birisi olarak bilinir. “Cepteki kara kaplı defter” olarak ifade edilen sırların, çatışmanın hangi aşamasında bir tehdit aracı olarak karşımıza çıkacağı hiç belli olmaz. Belleğimizi biraz zorladığımızda kendi yaşamımızda da, geçmişteki dostlarımızın özel olması gereken konuları nasıl kullandıklarını hatırlayabiliriz.

Yaşamımızda anlaşmalar ve uzlaşmalar kadar çatışmaların da bulunması olağandır. Önemli olan, bu çatışmalara nasıl yaklaştığımızdır. İyimser ve çözüme yönelmeye çalışan bir bakışla barışsever çatışma yönetimini öğrenip uyguladığımızda bundan ilk yararlanan, hiç kuşkusuz kendimiz olacağız. Yaşamımız, olumluluk ekseni üzerinde güzelleşecektir.

http://www.duyguguncesi.net
http://www.gurcanbanger.com

29 Mart 2011 Salı

Sorun Çözmede İletişim

Sorun Çözmede İletişim

Gürcan Banger

Bir işe başlarken dikkat etmemiz gereken bazı noktalar var. Bu işe başka kişi veya kuruluşlarla birlikte giriyorsak o zaman bunların önemi daha da artar. Yapılacak iş konusunda karanlıkta göz kırpmamak için yapacağımız işin açıklıkla ortaya konmuş bir ifadesi olmalıdır. Kişisel ve kurumsal gelişim uzmanları bu tür netlikleri sağlamak için bazı teknikler önerirler. Örneğin yapılacak işin tanımını ve neden başarıya ulaşacağını bir dosya kâğıdına yazmakla başlayabilirsiniz. Yazarak ve çizerek çalışmak, her zaman yaratıcılığın önünü açıcı etkiler yapar.

Daha sonra bu başarı tanım belgesini farklı yaş dilimlerinde veya sosyal kategorilerde insanlara okutarak devam edebilirsiniz. Farklı özellikteki kişilerden alacağınız tepkiler, işin yeterince açık ve doğru tanımlandığı konusunda size ipuçları verecektir. Eğer yazdıklarınız, sizin anlatmak istediğiniz biçimde anlaşılıyorsa sorun yok demektir. Ama farklı yorumlar varsa, bu durumda işin (projenin) öncelikle sizin için yeterince açık, kesin ve anlaşılır olup olmadığı konusunda yeniden düşünmenizde yarar vardır. İyi ifade edememek, bir işin başarısızlığa uğramasındaki tanıdık nedenlerden birisidir.

Her işin veya projenin paydaşları vardır. Paydaşlar; o işi yürüten, o işten yararlanan veya o işten olumlu ya da olumsuz etkilenen kişi ve kuruluşlardır. Eğer ticari veya sınai bir iş yapıyorsanız, bugünün en önemli paydaşları arasında müşteriler yer alır. Bu durumda yapıalacak iş ile müşterilerin paydaşların uygunluğu konusunda emin olmak gerekir. İş, doğru seçilmiş ve tanımlanmış olsa bile müşteri seçimi (işe göre) doğru değilse başarısızlık yine kaçınılmaz olacaktır.

İş tanımı ve paydaş seçimi arasındaki ilişkiyi sosyal projelerde de öngörebiliriz. Bir sivil veya sosyal projenin tanımıyla o projeden yararlanacak olan paydaşlar arasında da doğru bir ilişki olmalıdır.

Kötü alışkanlıklarımızdan önemli bir tanesi, hesaptan hoşlanmamamızdır. Bir işe veya projeye başlarken işin gelir ve giderleri konusunda açık ve kesin olmayı başardığımız söylenemez. Halbuki ister ekonomik ister sivil her işin maliyeti ve getirileri konusunda sıkı çalışmalar yapmak gerekir. İş yaparken bütçe yapmayı ve izlemeyi yaşamımızın bir parçası haline getirmek başarının vazgeçilmez koşullarından birisidir.

Siyasette en belirgin özelliklerimizden birisi, Dünya’yı tek hareketle kurtarma merakımızdır. Bir başka deyişle; ilgilendiğimiz işin boyutları konusunda fazla gerçekçi olamıyoruz. Ekonomik bir iş yaparken kuruluşun insan kaynaklarından tutun da, hitap etmeye çalıştığımız pazarın büyüklüğüne kadar herşeyi belirsiz bırakmayı tercih ediyoruz. Ölçeklerin bilinmesi, doğru öngörülmesi önemlidir. Örneğin yanlış ölçeklenmiş bir Pazar üzerine kurulmuş bir ekonomik işin başarı şansı yüksek değildir.

Türü ne olursa olsun bir projenin başarısının ardındaki faktörlerden bir diğeri, sürekliliktir. İşi veya projeyi tanımlayan doğru göstergelerin düzenli biçimde izlenmesi gerekir. Hangi göstergelerin izleneceği ise içinde bulunulan ekonomik veya sosyal koşullara göre değişebilir. Gösterge değerlerine göre işte uygulanan politikaların değişmesi gerektiğini de unutmamak gerekir.

Bir işin başarısı için sinerji yaratmak üzere duygular önemlidir. Ama projenin uzun dönemli başarısı, o süreçte aklın ne kadar etkili ve yoğun kullanıldığına fazlasıyla bağlıdır.

Sorun çözerken
Toplum olarak sorunun kendini ortaya koymaya başladığı andaki belirtileri pek dikkate almayız. Sorun oluştuktan sonra üstüne gitmekten çekiniriz. Çözüm için ilk aklımıza geldiği biçimde davranırız. Çözüme yönelik davranışımızın sonuçlarını saptamak üzere bir kâr-zarar analizi yapmayız. Sonunda da kendimize toz kondurmamak için sorun çözmede duygusal olduğumuzu söyleyerek konuyu bağlarız.

İnsan-makine sorunlarının ilginç bir yönü vardır. Eğer sorun, makine tarafında ise bu çözümü kolay bir problemdir. Makineyi onarırsınız; bu, mümkün değilse değiştirirsiniz. Çoğunlukla olduğu gibi sorun, sistemin insan tarafından ise çözüm, muhtemelen daha zor olacaktır. Çünkü insanın geliştirilmesi için çok daha fazla kaynağa ihtiyaç olacaktır.

İçinde insanın asal unsur olarak bulunduğu bir sorunun çözümünde birinci aşama, dinleme olmalıdır. Eğer soruna taraf olan çok sayıda kişi varsa tüm farklı bakış açılarını tarafsız bir anlayışla öğrenmek yararlıdır. Anlaşılanın, karşı sorularla doğrulanması gerekebilir. Özetle; iyi dinleme olmadan soruna doğru yaklaşmak mümkün değildir.

Her sorunun yapısında onu oluşturan bileşenler ve ilişkiler bulunur. Bu nedenle sorunu oluşturan parçaları ve bu parçalar arasındaki ilişkilerin iyi anlaşılması gerekir. Bu aşamaya araştırma veya analiz diyebiliriz.

Araştırmanın önemi şu gerçekten kaynaklanır. Sorunların nedenleri olarak iki ayrı kategori görülür: Görünür nedenler ve kaynak nedenler. Görünür nedenler üzerinde kalem oynatarak ana sorunu ortadan kaldırmak mümkün değildir. Araştırmanın hedefi, sorunu oluşturan kaynak nedenleri bulmak olmalıdır. Ancak kaynak nedenlerin bulunup önem sırasına dizilmesinden sonra çözüme yönelmek gerekir.

Her sorunun paydaşları vardır. Bir sorun karşısında paydaşlar; sorunun çözümüne katılacak olanlar, sorunun çözümünden olumlu veya olumsuz etkilenenler olarak söylenebilir. Dolayısıyla yukarıda belirlenen kaynak nedenlerden hangilerine müdahale edileceği, paydaşların bu çözümden etkilenmeleri konusundaki kararla yakından ilgilidir. Örneğin motivasyon eksikliği nedeniyle başarılı olamayan bir personele bu sorununu aşması için izin vermek, onu olumlu yönde etkilerken başka çalışanlar tarafından hoşnutsuzlukla karşılanabilir.

Her çözümün bir maliyeti olduğunu unutmamak gerekir. Bu maliyet, parasal olduğu gibi zaman veya insan kaynağı olarak da ödenebilir. Çözümün bu maliyete katlanmaya değer olup olmadığına karar verebilmek önemlidir.

Bir soruna sistematik yaklaşmanın ilkelerinden birisi, çözümden önce ve sonra gelişmeleri izlemektir. Çözümün beklenen biçimde oluştuğunu gözlemek, amaçlar gerçekleşmiyorsa gerekli düzeltmeleri yapmak gerekir. Her çözümün yeni sorunlara yol açabileceği düşünülürse, süreci izlemenin önemi kendiliğinden ortaya çıkar.

Genel olarak söylenirse; insanın yaşam içinde karşılaştığı sorunların sadece giysileri birbirinden farklıdır. Farklı görünürler ama içsel olarak yapıları ve özellikleri birbirine benzer. Bu nedenle bir sorunun çözümünde edinilen deneyim, muhtemelen başka problemlerin çözümünde de yararlı olacaktır.

28 Mart 2011 Pazartesi

Murat Kâhyaoğlu’nun Anıları

Murat Kâhyaoğlu’nun Anıları

Gürcan Banger

Geçtiğimiz Cumartesi günü Eskişehir eski milletvekili, emekli öğretmen ve deneyimli siyasetçi Murat Kâhyaoğlu’nun “Öğretmen Örgütlenmesinde Eskişehir Örneği” isimli kitabının imza günü vardı. Saat 14:00’da Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin Taşbaşı’ndaki toplantı salonunda yapılan imza gününde yoğun bir kalabalık vardı. Topluluğun neredeyse tamamı toplantıyı sonuna kadar izledi.

Eskişehir yerel tarihi yazma geleneğine sahip sayılmaz. Benim gibi belge meraklılarının bile zorlukla ulaştığı az sayıda kaynak var. Bu nedenle Kâhyaoğlu’nun bir döneme tanıklık eden bu kitabı büyük önem taşıyor. Zaman zaman uzun sohbetler yaptığımızdan olsa gerek yazdıklarını okurken onun sesi kulaklarımdaydı sanki. Kendisini kutlamanın ötesinde olayları yaşamış veya bunları gözlemiş olan diğer kişilerin de yazmasını beklemekteyiz.

Kâhyaoğlu’nun kitapta anlattıklarını yaşadığı dönemde Ankara’daydım. Bu nedenle o süreci ancak sonradan anlatılanlarla biliyorum. Ama onun kitaba hâkim olan ruh durumunu oldukça iyi anlıyorum. O da özellikleri olan pek çok insan gibi bu ülkenin zorluklarını, hasetliğin ağırlığını ve çekiştirilmenin acılarını yaşamış. Dilerim; bu ağır sıkıntılar ve acıların ancak anılarında kalmasını ve bundan sonraki yaşamını sağlıkla ve huzurla geçirmesini dilerim.

Kitapta yer alan olayları okuyanlar bilecekler. Kendi açımdan kitabın en çok haksızlıklara isyan eden üslubunu sevdim. Bu toplumda her şart altında isyan edebilmesini başaran insan sayısı az değil. Dolayısıyla Kâhyaoğlu kendi yaşamında zorlardan birini başarmış. Bu yönden de kutlamak lazım onu.

Değişik ortam ve iklimlerde geçen yaşamım olayların birden fazla yüzü olabileceğini gösterdi. Kâhyaoğlu’nun satırlarını okurken başka yüzleri düşünmeye çalıştım. Kâhyaoğlu bilebildiği çirkin yüzleri yazmış; kim bilir daha nice karanlıkta kalmış olaylar var? Belki onları da başka anılarda okuyabiliriz.

Kitabında (kendi yazdığı veya belki de Rüştü Bozkurt’un kaleme aldığı) kendisi ile ilgili bir paragrafta şunları söylüyor: “Sakin güç olarak bilinir. İlkeli, Kararlı ve mücadelecidir. Başarının örgütlenmede ve iletişimde saklı olduğuna inanır. Örgütsüz insanın yalnız ve güçsüz olduğunu sık sık vurgular.” Kâhyaoğlu, burada yazıldığı gibidir. Belki bir nokta atlanmış olabilir; tamamlayayım: Yerel siyasetin sözle alışkanlıklarına karşın Kâhyaoğlu, yazılı kültürün değerine inanır.

Okumuş kılığında çirkin yüzler
Kâhyaoğlu siyaseti iyi ve kötü yüzlerinden, cehalet eksenli sözel siyasetin hangi olumsuzluklara neden olduğundan söz ediyor. Cahil insanı açıklamak için her zaman cehalet gibi iyi bir neden bulmak mümkün… Ama (kendini aydın sayan) okumuşla ne denebilir ki? Bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. ‘Nev’i şahsına münhasır’, ‘kerameti kendinden menkul’ büyüklerimizden söz ediyoruz. Hani şu okumaz – yazmaz olanlardan… Dünya bilgeliğini üzerlerine nereden geldiği bilinmeyen bir elbise gibi giyivermiş zevattan… Akşam yatıp sabah bilinmeyeni hissi kablelvuku ile bilinir yapıveren aklı evvellerden… Malumatfuruş olmak için okumaya, danışmaya, tavsiye almaya ve başkaları ile birlikte istişare etmeye ihtiyacı olmayanlardan…

İnsanlarla birlikteliklerimiz çeşitli amaçlara yönelik olarak değişik biçimlerde gerçekleşebilir. Bir ekonomik amaca yönelik olarak birlikte çalıştıklarımız, bir sivil toplum hedefini veya siyasal vizyonu gerçekleştirmek üzere paylaştığımız kişiler olabilir. Bazı insanlar ise çok yakından mesafeliye doğru değişik düzeylerde arkadaşlarımızdır.

Tüm bu ilişki türlerinde bir noktayı önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle bir kişinin kendisini değişime ve gelişime açık hale getirmesi gerekli… Değişmemeyi (kendiyle yetinmeyi veya ataleti) bir davranış modeli haline getirmiş bir kişinin, türü ne olursa olsun bir ortak yaşamda veya birlikte çalışmada başarılı olmayacağı inancındayım.

Kişisel değişim ve gelişim, öncelikle bir niyettir. Hatta iyi niyettir. Ama niyet, işin başlangıcından öteye gitmez. Değişim için bilinçle ve farkındalıkla zaman, emek ve kaynak harcamak gerekir. Olumluluk da kaçınılmazdır. Okumak, dinlemek, önyargısızca tartışmak, tarafsız olarak görmeye - algılamaya çalışmak ve dersler çıkarmak gereklidir. Bilinçli emek olmadan kişi, olsa olsa ‘kerameti kendinden menkul bir lafazan’ olur.

Birlikte çalışmayı düşündüğüm kişilerde ilk gözlediğim unsur, kendini değiştirmeye ve geliştirmeye eğilimli ve istekli olup olmadığıdır. İnsan kendisiyle barışık ve kendi başına mutlu olabilir. Bunu saygı ile karşılarım. Ama kişi kendini dışarıya kapatarak yeterli buluyorsa veya kişisel değişim ve gelişim ihtiyacının yaşamsal sürekliliğinin farkında değilse, buna onay veremem. Böyle kapalı ve içe dönük, değişim ve gelişim ihtiyacı duymayan (kendi ataletinden fazlasıyla memnun) bir kişi ile birlikte çalışmak istemem.

Hani bir söz vardır; “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” der. Bu söyleyişten kasıt, aynı konuda veya aynı bakış açısında takılıp kalmış olanların durumunun vurgulanmasıdır. Sıklıkla söylediğim gibi; kişi, siyahı ve beyazı birlikte kavrar. Çünkü insanın öğrenme modeli, karşılaştırmalar üzerine kurulmuştur. Sadece belli bir konuya sıkışıp kalmış veya belli bir dünya görüşünün dışındaki fikirlerin öğrenilmesine kendisini kapatmış kişilerdeki yüzeyselliği ve sığlığı bilirsiniz.

Herkesin farklı bir dünya görüşü olabilir. Bu farklı görüşlerin öğrenilmesi, kişinin bakışını veya vizyonunu değiştirmesi anlamına gelmez. Önemli olan, insanın öğrenme modeline uygun bir biçimde karşılaştırmalar yapabilecek verilere sahip olması ve bu yönlü yeteneğini geliştirmesidir. Bu yeteneğin kişisel düzeyde gelişimi; bireyin katılım, paylaşım, farklı kültür ve kimliklere saygı ve demokratiklik özelliklerini de geliştirecektir. Kişinin kendisini belli bir görüşün içine hapsetmesi, yukarıdaki nitelikleri edinmemesi için yeterli bir nedendir.

Kişisel değişim ve gelişimden söz ettiğimde; piyasada sıklıkla bulunan kitaplardan veya bazı metafizik yöntemler uygulamaya çalışan ‘çağdaş şeyhlerle papazlardan’ söz etmiyorum. Batı kaynaklı bazı yazar ve uygulamacılarının insanı bir makine gibi algılarken, metafizik yönelimli olanların ise gerçek dünyaya yabancılaşma yarattıklarını farkındayım. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kişisel gelişimin bu köklerden kaynaklanan ciddi sorunları var. Çünkü kişisel değişim ve gelişim sadece bireysel bir konu değil. Hegel’in dediği gibi “Her insan, kendi çağının çocuğudur.”

Doğayı Zorlamak ve Kent

Doğayı Zorlamak ve Kent

Gürcan Banger

Eskişehir Odunpazarı’ndaki geleneksel yerleşimin seçimi ile ilgili bir hikâye anlatılır. Yerleşmek üzere bu yöreye gelenler Odunpazarı’na ve Porsuk kıyısına ağaç dalına birer kaz asarlar. Odunpazarı’ndaki kazın daha geç çürümesi üzerine bu bölgeye yerleşmeye karar verilir.

Bizim yerleşim geleneğimizde daha çok kendiliğindenlik eğilimi hâkimdir. Çoğu örnekte; kent kendi halinde büyür. Kentsel dönüşüm veya yeniden yapılanma ise ancak doğal afetlerle veya savaşların yıkıcı sonuçları ile gerçekleşir. Anadolu’daki pek çok kentin dönüşüm hikâyesinin ardında depremler, yangınlar, sel felaketleri veya savaşın getirdiği yıkım vardır.

Kadercilik özelliğimiz, sadece kentleşme ve kentsel dönüşüm konusunda değil. İnşaat kalitesini de doğal afetlerle test ediyoruz. Yıkılmazsa kaliteli, yıkılırsa bozuk ve çürük… İhaleyle yapılan kamu yapıları bunun en belirgin örneklerini oluşturur. Özetle; felaketlere endeksli bir yaşam modelimiz var. Bir felaket oluşmadan doğru yolu bulmamız mümkün olamıyor. Krizlerin ülke üzerindeki etkilerini hatırlarsanız, ekonomi alanında da benzer bir davranış gösteriyoruz.

Sözün kısası kentleşme anlayışımız bunca yıldır sel, yangın, deprem ve savaş gibi doğal ve sosyal felaketlere göre yön bulmuş. Kentleşme deyince, bundan sadece yapıları değil; aynı zamanda alt yapı sistemlerini de kastediyorum: Su şebekeleri, elektrik dağıtımı, doğal gaz sistemleri, karayolları ve diğerleri…

Kentleşme konusunda ikinci büyük geleneksel engelimiz, daima kötü yerel yönetimlerin yapılanması olmuş. Pek çok dönemde yerel yönetimlerdeki zayıflıklar doğrudan kentin yapılanmasına ve dönüşümüne yansımış. Yerel yönetimlerin siyasetten ve rantiye ilişkilerden etkilenmesi kurumsallaşmasını önlemiş. Her gelen kendi döneminde kendi yandaş ve paydaşlarına bazı avantajlar dağıtmış, belediyeler her dönem seçimi kazanan parti ve grubun çıkarlarına göre yönlenmiş; sonuçta söz konusu kent de plansız, programsız bir yönelimle büyümüş.

Her dönemde kâğıt üzerinde plan adı altında yazı ve çiziye dökülmüş dokümanlar vardır. Tabii ki plan içeriği ve kalitesi tartışılabilir. Ama sonuçta uygulamanın kimin yararına işlediğine dikkat etmek gerekir. Yerel yönetimin kurumsal tutarlılık ve kalite unsurlarına bakmak gerekir.

Geleneksel Mimari
Anadolu-Türk mimarisinin ilginç örneklerinden olan yapıları görmek üzere Odunpazarı semtini her gezişimde dikkatimi çeken bir başka özellik olur. Eskişehir’de hemen hemen her yıl 4 büyüklüğü dolayında, 1956’da olduğu gibi 6,4 büyüklüğüne ulaşabilen depremler olmasına rağmen Odunpazarı Evleri inatla ayakta durmaya devam etmektedir.

Elimdeki son yüzyılın sayısal değerlerine göre 1901, 1905, 1928, 1948, 1956, 1961 yıllarında 5 dolayımda veya daha büyük depremler olmuştur. Geleneksel Odunpazarı Evleri’nin bu depremlere karşı direnmesinin muhtemel nedenlerinden birisi bu semtteki zemin ile ilgili olmalı.

Zemin özellikleri dışında aklıma gelen faktörlerden birisi, Odunpazarı ev yapma tekniğini de içine alan geleneksel Anadolu-Türk mimarisi yaklaşımıdır. Acaba Odunpazarı Evleri’nin depremler karşısında direngenliğinin mimari geleneği ile ilişkisi olabilir mi?

Gerek 1766 İstanbul Depremi, gerekse 1688 İzmir Depremi sonrasındaki yazılı belgeler incelendiğinde geleneksel tekniklere dayalı yapılaşma yönelim olduğu anlaşılıyor. Daha sonraki depremlere ilişkin sonuçlara bakıldığında ahşap iskelete dayalı geleneksel mimarinin depreme karşı dayanmakta başarılı olduğu görülüyor.

Eski ve yeni yaklaşımlar
Bugün betonarme ve benzeri yaklaşımlar kullanıldığından ahşaba dayalı geleneksel mimarinin bazı özellikleri unutulmuş görünüyor. Anadolu-Türk mimarisi konusunda ciddi çalışmalar yapan uzmanlar bu tarzdan alınabilecek önemli dersler olduğunu ifade etmektedirler.

Tabii ki, geleneksel mimarinin üstün özelliklerinden söz etmek bugün kullanılan çağdaş yaklaşımlardan vazgeçilmesi anlamına gelmez. Belki eski tarz ile yeni tarz arasında kaynaştırmalar yapılarak yeni yaklaşımlar üretilebilir.

Odunpazarı’nı da kapsayan geleneksel mimari tarzı ile ilgili bazı sonuçları dikkatinize sunmak istiyorum. Birincisi; geleneksel yapılar, çağdaş yapılara oranla depreme daha dayanıklıdırlar. İkincisi; bu dayanıklılığın nedeni, geleneksel yapıların deprem kuvvetleri karşısında (teknik deyimle) “çalışabilir” olmasıdır. Üçüncüsü; uygun tekniklerle geleneksel ahşap mimarisi, depreme dayanıklı çok katlı yapılar üretmekte de kullanılabilir. Dördüncüsü; geleneksel yapı kültüründen edinebileceğimiz çok sayıda ders vardır ve bu konuda yeni çalışmalara vesile olmamız gerekir.

Odunpazarı Evleri’ne yalnız kültürel zenginlik olarak bakmak en ciddi yanılgıların başında gelir. Odunpazarı Evleri, deprem de dâhil olmak üzere bir tümleşik yaşam biçimidir. Bölge insanının yüzyıllara dayanan geleneksel birikiminden öğreneceğimiz çok fazla deneyim vardır.

Geçtiğimiz günlerde İnternet’te ve diğer medyada yaygın olarak yer alan bir haber, bu tespiti doğrular nitelikteydi: “Anadolu yapı medeniyetini araştıran arkeologlar, binlerce yıldır ayakta kalan tarihi yapıların temellerinde deprem sönümleme sistemlerinin uygulandığını belirledi. İlk uygulaması M.Ö. 1900'lü yıllara dayanan ve uygulandığı yapıların geçmişten bugüne hala ayakta kaldığı deprem izolatör sistemi ‘Orthostat’ 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi'nin 11. sayısında tüm yönleriyle ele alındı. Jeoloji uzmanı Ali Bayraktar tarafından kaleme alınan ‘Tarihi Yapı Temellerinde Uygulanan Deprem Sönümleme Sistemleri’ başlıklı yazıda, Kâbe, Augustus Tapınağı, Ayasofya ve Süleymaniye Camisi'nin temellerinde de aynı sistemin kullanıldığı belirtiliyor. Yazıda, Anadolu yapı medeniyetlerini araştıran arkeologların araştırmaları çerçevesinde, ‘tarihi yapılarda, taşıyıcı beden duvarlarının altına isabet eden temel duvar kısımların tabaka tabaka, harç kullanılmadan kırık taşlarla örüldüğünü, böylelikle tabandan gelen deprem yüklerinin, yapının üst katmanlarına geçmesine engel olan sisteminin keşfedildiğini’ belirledikleri kaydedildi.”

Sanırım; bu durum, doğal yaşam çevresine uyum sağlamakla yapay bir çevre yaratma arasındaki farktan kaynaklanıyor. Doğayı kendi şartları dışına zorladıkça kaybeden biz oluyoruz.

26 Mart 2011 Cumartesi

Toplum, Birey ve Siyaset

Toplum, Birey ve Siyaset

Gürcan Banger

Son 200 küsur yıldır Batı kültürünün etkilerini toplumsal yaşamımızda yoğun olarak hissediyoruz. Özellikle son 30-35 yılda medya, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmenin katkılarıyla bu etkileşim yüksek düzeylere ulaştı. Geleneksel kültür ile yoğurup benimsemeden oluşan bu kültür alışverişi, garip bir paradigma (anlama ve algılama biçimi) oluşturdu. Kendini Batı’ya katı bir şekilde kapamış olanlar dışında; pek çok kişi, kendi sosyal yaşamımızı ve değerlerimizi Batı kalıplarına göre anlamaya ve algılamaya başladı.

Batı ile Doğu arasında dinsel içerik ve tarzdan başlayarak kültürel değerlere kadar pek çok sosyal alanda önemli farklar var. Bunlar arasında yönetme modelinin önemli bir yeri bulunmakta. Her ne kadar aksini iddia etsek de; bizim de aralarında bulunduğumuz Doğu toplumlarında merkezci bir yönetim modeli süregelmiş yıllardır. Devletin büyük, kul olan vatandaşın küçük olduğu bu egemenlik, yönetim ve hatta meşruiyet modelini Doğu Roma’dan başlayarak Bizans’ta, Selçuklu’da, Osmanlı’da ve son olarak Cumhuriyet’te görüyoruz. Bu nedenle; merkezci geleneğe ve tarihe sahip toplumlarda birey kimliğinin ve hukukunun yeterince gelişmemiş olması olağandır. Ülkemizde görülen durum da budur.

Birey kimliğinin -bir başka deyişle; birey olabilme güven ve cesaretinin- yeterince gelişmediği toplumlarda birey hukukuna dayalı mekanizmaların da işlemeyeceği ortadadır. Nedir bu mekanizmalar? Örneğin temsil sistemi… Seçerek Ankara’ya gönderdiğimiz temsilcilerimizi göz önüne getirin. Bu kişiler, Ankara’da yani merkezde kimin temsilcisi gibi davranmaktadırlar? Daha seçilir seçilmez; yerelin temsilcileri olduklarını unutup merkezin adamları olmamışlar mıdır? (Aslına bakarsanız; sistemin gerçek özüne göre zaten bu temsilciler, merkezin yerelden gelen kadrolarıdır ya da hızla böyle olmaya dönüşürler: Başkanın adamları…)

Bir başka örnek vereyim. Örneğin devletle bir sorun konusunda karşı karşıya geldiğiniz durumu düşünün. Sizin bir vatandaş, devletin ise devlet olması nedeniyle zaten yarışa geride başlıyorsunuz ve muhtemelen ilgili iddianızda da daha baştan kaybetmeye adaysınız. Çünkü O, devlettir; ne olması gerekirse ona sizin adınıza karar verir ve gereğini yapar. Hangi isimleri alıp alamayacağınıza; din ve mezhebinizin, etnik kimliğinizin ve hatta cinsiyetinizin ne olduğuna da…

Bu sözünü ettiklerim, devlet karşıtı bir söylem değildir. Devlet ile vatandaşın birbirlerine karşı olan pozisyonlarının gözden geçirilmesi ihtiyacının ifadesidir. Bu ihtiyacın gereği olan değişim ise AB gibi dış odakların zorlaması ile değil, kendi iç dinamiklerimizle gelişmek zorundadır.

Batı’nın sivil topluma ve bireye bakışı ile toplumumuzun ihtiyacı olan yaklaşım arasındaki temel fark buradadır. Bize özgü sivil toplum anlayışı, geleneksel devlet karşısında yurttaş olan bireyin pozisyonunun güçlendirilmesidir. Birey hukukunun, cesur olmaya ihtiyaç duymadan herkesin sadece yurttaş olduğu için yararlanabildiği bir hukuk olmasına çalışmaktır. Özetle; toplumumuzun ihtiyacı, hak ve özgürlüklerini kolaylıkla kullanabilen, yurttaş olmanın bilincinde ve ülkeyi tehdit eden sorunların kendi sorunları olduğunu bilen, sorumlu ve katılımcı bireyin geliştirilmesidir.

Medya ve siyaset
Günlük basına göz attığımızda siyasetin, iktidar için bir çekişme olduğundan başka bir şey gelmiyor aklımıza. Bu denli kavga gürültü olduğuna bakılırsa siyaset kıymetli bir şey olmalı diyoruz kendimize. Demek ki siyasette katılan herkesin kendince elde etmek istediği bir getiri var.

Siyasetin ne olduğunu kavramak için karışık tanımlara gerek yok. Zaten siyaseti okulsuz öğrendiğimiz için de bellemesi zor açıklamalar pek bize göre değil.

Yurttaşın ihtiyaçları
Latife bir yana; kendi bildiğimizce dile getirelim. Öncelikle siyasetin öznesi insandır. Siyaset insan için vardır. Yurttaş için vardır. Siyasetin başarısı, yurttaş ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Siyaset, duruma göre kısa, orta ve uzun vadede yurttaş ihtiyaçlarını karşılayarak başarılı olur. Eğer sonuçta yurttaşın ortalama olarak elde ettiği sosyal veya ekonomik getiriler yoksa siyaset başarılı sayılmaz.

Siyasetin odağında yurttaş durduğuna göre; siyasete giriş noktası, ülkede yaşayan insanların her şeyin en iyisine layık olduklarına inanmak olmalıdır. Siyaset alanında yer alan bir kişi, kendi insanının değerinin farkında ve bilincinde değilse o kişinin yapacağı siyasetin sonucu bambaşka yerlere gidecektir.

Kamu kaynakları
Nedir başka yerler? Siyasetin görevlerinden bir tanesi, kamu kaynaklarını yönetmektir. Kamu kaynakları aynı zamanda rant kaynaklarıdır. Eğer siyaset, siyasetçinin kamu kaynaklarını kendi yakın ve yandaşları arasında paylaştırmak üzerine kurulursa, o zaman siyaset, bir kavgalı gürültülü paylaşım alanı haline dönüşür.

Özetle; siyasetin ilk ilkesi, halkın gerçek ihtiyaçlarının anlaşılması olmalıdır. Yurttaşın reel ihtiyaçları -ki bu ihtiyaçlar, her zaman taleplerle çakışmayabilir- doğru anlaşılmadan siyasetin doğru çözüm yollarını üretmesi mümkün değildir. Günümüzde de pek çok kamu tutum ve davranışının altındaki hatalar manzumesi, halkın doğru anlaşılmamasından kaynaklanır.

Aile ortamı
Siyaset, bir aile ortamı olmalıdır. “Siyasetçinin ailesinin ortamı” değil tabii ki… Dolayısıyla siyasetçi ile yurttaş, aile ortamının yakınlığı içinde iletişim kurabilmelidirler. Böylece aile içinde işbirliği, dışarıda rekabet olanağı doğacaktır. Aile içindeki etik kurallar çerçevesinde de herkes emeği karşılığı hak ettiğini alacaktır.

Saygı, hoşgörü, empati
Yaşamda önemsediğim birkaç ilke var: Sevgi, saygı, hoşgörü, empati gibi… İnsanlar birbirlerini sevmek zorunda değiller diyebilirsiniz. Buna fazlaca itirazım da olmaz. Ama siyasetin gerektirdiği bazı ilkeler var ki, onlardan vazgeçmek mümkün değil.

Örneğin siyaset, saygı koşulları üzerine kurulmalıdır. Ancak bu durumda insanlar birbirlerini doğru anlayabilirler. Saygı çerçevesinde bir başbakan ile bir vatandaş arasındaki makamdan kaynaklanan kategoriler ortadan kalkar. Saygı olmadan insanca iletişim olmaz.

Hoşgörü de önemli… Hele ki; sosyal eve ekonomik zorluklar içinde çırpınan, eğitim zorlukları yaşayan bir ülkede hoşgörünün kolay öğrenilmediğini düşünürsek… Özetle; siyaset, tarafların birbirini anladığı ve doğru iletişimin kurulabildiği bir alan olmalıdır. Başarı, ancak bu gerek şartın ardından gelecektir.

25 Mart 2011 Cuma

Havamızı Değiştiren Siyaset

Havamızı Değiştiren Siyaset

Gürcan Banger

Genel seçim yaklaşırken medya manşetlerinde ağırlıklı yer alan temalardan birisi bir kez daha siyaset oldu. Politikaya ilgi duyanlar veya seçimden beklentileri olanlar bu başlıklara yoğunlaşırken toplumun önemli bir kesimi için fazlaca anlam taşımıyor. Medyaya yansıyan siyaset, değişik parti veya lobilere dâhil kişilerin sıradan polemiklerinden başka bir şey değildir. Çoğu zaman bir parti başkanları çekişmesidir. Siyaset aracılığı ile rant ve makam beklentisi olanlar da ara sıra bu sanal meydanda yerlerini alırlar. Siyasetin, halkın sorunlarına yönelik olmaktan çok, bir günlük çekişme alanı olmasının nedenleri arasında siyasetin yapısal sorunları başta gelir.

Her yerleşimimizde çok sayıda siyasi partinin yerel örgütünün bulunduğunu görürüz. Her birinin belde, ilçe ve il düzeyinde yönetim örgütlenmeleri vardır. Bu yapılarda yer alabilmek için çoğu zaman kıyasıya bir mücadele verilir. Ama seçilme mücadelesi bittiğinde bu yönetim örgütlenmelerinin görevleri de biter. Mücadele süreci, ancak seçilinceye kadardır. Bu nedenle siyasi partilerin örgütsel yapılarının yeterli düzeyde tanımlı olmadığını söylemek mümkündür.

Bir siyasi partinin yönetim kurullarının hangi fonksiyonları yerine getirdiğini kendinize sorabilirsiniz. Ama bir vatandaş olarak size yansıyan yönler açısından bunu tespit etmeniz neredeyse mümkün değildir. Örneğin yazılı ve görsel basında genelde siyasi partinin il veya ilçe yönetim kurulu başkanı yer alır. Onun dile getirdiği konular da ancak ulusal düzeyde konuşulan, tartışılan konuların yerelde dillendirilmesidir. Yerel konularda yapılan tartışmalar ise söz cambazlığından öteye geçmez.

Yerel sorunlara çözüm, siyasi partilerin ancak seçim zamanlarında hatırladığı ve çala kalem yazıştırılan içeriği boş önerilerdir. Çünkü sistem tamamen oy almak ve sonra da oy karşılığı verilen sözleri unutmak üzerine kurulmuştur. Eğer bunun aksi bir durum olsaydı, siyasi partilerin yerel örgütlerinin halkın sorunlarıyla ilgili çalışmaları hakkında bilgilenirdik.

ABD’deki siyasi partilerin, Avrupa’dakilere oranla ilginç bir özelliği vardır. Bu ülkede partiler, seçim dönemlerinde somut bir varlık haline dönüşürler; diğer zamanlarda ise parlamento dışında fiilen gözden kaybolurlar. Avrupa partileri ise sosyal ve siyasal yaşamda süreklilik gösterirler. Bizdeki partiler, dış görünümleri açısından Avrupa’daki partilere benzerler.

Diğer yandan bu benzemenin önemli bir farkı olduğunu söylemeliyim. Bizdeki siyasi partiler tüm zamanlarda sosyal gündemde olmalarına karşın içi boş bir görünüm sunarlar. Çünkü bizim partilerimiz de sürekli gündemde kalmalarına rağmen (genel başkanların görüntüleri dışında) seçim dönemi partileridir. Seçim zamanı dışında vatandaşı hatırlamak, yoksul halk için çözümler üretmek gündemlerinde bulunmaz. Bu amaçla çalışmalar yapmazlar, etkinliklerde bulunmazlar.

Zaman zaman muhalefet partilerinin seçim dışı zamanlarda da halkın arasına karışmaya çalıştıklarını gözlemleriz. Bu yüz yüze gelişlerde ana fikir, bir sonraki seçim için ön hazırlık yapmaktır. Örneğin siyasi kadroların halkın sorunlarını saptamak, bunlar için müstakbel çözümler geliştirmek nadiren bile olsa akıllarına gelmez.

Siyaset nedir? Siyaset, vatandaşın ihtiyaç ve taleplerinin karşılanması çalışmasıdır. Siyaset, vatandaş tatmininin sağlanması için bir siyasal örgütün topyekün yönlendirilmesidir.

Bizde yapılan siyaset nedir? Bizde siyaset, “Oyu ver, gerisini merak etme sen” nakaratının seçim dönemlerinde yüksek sesle söylenmesidir. Bu yöntemle gidildiği sürece vatandaş merak etse de, değişen bir şey olmayacaktır.

Projesiz siyaset
Günlük yerel basını izlediğimde; siyaset haber ve yorumlarının bir ortak yanı dikkatimi çekiyor. Başta yerel siyasetçiler olmak üzere pek çok unsur, sadece güncel olayların rüzgârında bir sağa, bir sola savruluyor. Kimin yarattığı belli olmayan bir gündem, yerel siyaset ortamını uzunca sürelerle işgal ediyor.

Siyaset dışında da pek çok başka yapay gündem konusu yerel basını işgal ediyor. Bu işgalin faturasını doğrudan yerel basına kesmek haksızlık olur. Çünkü bu durumun gerçek sahipleri, güncel gündem sayesinde siyasi pozisyon ve güç arayan birtakım çevrelerdir.

Konuyu daha kolay anlatabilmek için şöyle bir örnek vereyim. Örneğin bir ticarethaneniz var ve bir mal satıyorsunuz. Malın pazarlaması sırasında iki farklı yol izleyebilirsiniz. Birincisi; kendi malınızın, müşterinin ihtiyacını nasıl karşılayacağından, kalitesinin yüksekliğinden, garantisinin sağlamlığından, satış sonrası servis kolaylığından söz edebilirsiniz. Bu, olumlayan bir yaklaşım tarzıdır. İkincisi; rakip malları ve satıcıları kötüleyerek müşterinin kendi malınızı tercih etmesini sağlamaya çalışırsınız. Bu ise olumsuzlayan bir yaklaşım tarzıdır.

Bugün başta yerel siyaset olmak üzere siyasal gündem; yeni yaklaşımlar, çözüm yolları ve projeler üretmek ve bunları halka tanıtmak yerine, rakipleri karalayarak başarıya ulaşmak üzerine kurulmuştur. Bunun birkaç basit nedenini sayabiliriz. Örneğin yerel siyaset kurumları, nitelikli çözümler ve projeler üretecek biçimde donanımlı ve birikimli değildir. Kendi çözüm yolunu veya projesini tanıtmak yerine olur olmaz nedenlerle rakipleri karalamak çok daha kolay ve birikim gerektirmeyen bir propaganda tarzıdır. Yereli iyi tanıyan, yeterli deneyim ve birikime sahip insanların siyaset içinde yer almadıkları, bu nedenle daha kolayca yapılabilen karalama tarzının tercih edildiği bir başka gerçektir.

Güncel siyasette muhalefet yöntem ve taktiklerinin var olması son derece olağandır. Muhalefetin görevlerinden birisi, yönetimde bulunan kesim ve düşünceleri, yaptıkları yanlış davranışlar karşısında eleştirmeleridir. Ama bu eleştirilerin arkasında hangi haklı nedenlerin bulunduğunu halkın iyi bilmesi, halkın bu konuda bilgilendirilmesi gerekir. Aksi durumda; bir sonraki dönemde iktidar olan siyasal düşünce veya parti de aynı haksız eleştiri ve saldırılarla karşı karşıya kalacaktır.

Bugün ulusal ve yerel düzeylerde siyaset alanımıza hâkim olan ruh durumu, karşıtlık üzerine kurulmuş, negatifleri öne çıkaran bir siyaset tarzıdır. Yıkıcılık, daima yapıcılığın önündedir. Siyaset, halkın sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılanması yerine iktidarın her ne pahasına elde edilmesi üzerine kurulmuştur. Çünkü Kuzey Amerika’da yoksul zenci yurttaşlar için basketbol nasıl bir hızlı çıkış rüyası ise, Güney Amerika’da futbol nasıl varlıksız insanların zenginlik hayalleri ise; Türkiye’de de siyaset, kısa vadede köşeyi dönmenin en etkin, en çabuk yolu ve aracıdır. Siyasette erki elde etmenin hızlandırılmış yöntemi ise rakipleri eleştirip karalayarak öne çıkmaktır. Ve son olarak; iktidarı ele geçirmek için seçilmek gereklidir; bu da bir erken seçim havası yaratmak için gerekli ve yeterli bir nedendir.

Halkın geçim sıkıntılarını umursamayan güncel siyasetin arkasındaki mantık işte budur. Uygulanan siyaset tarzının, halk açısından işe yarar, elle tutulur bir yanı yoktur. Yoksul halk, kendi sorunlarını kendi bildiği yollarla karınca kararınca çözmeye çalışmaya devam etmektedir. Anlaşılan; halkın ihtiyaçları ile siyasetin yaklaşımı arasındaki bu ilgisizlik, bilinmeyen uzunlukta bir süre için devam edip gidecektir. Ta ki birileri “Dur!” diyene kadar…

24 Mart 2011 Perşembe

Medya ve Tarihin Bozulması

Medya ve Tarihin Bozulması

Gürcan Banger

TV kanallarında izlenen, mafyayı ve derin devleti konu eden dizilerin gördüğü yoğun ilginin arkasında tarihi ve sosyolojik bir geçmiş var. Daha öncesi konusunda ipuçları yakalamak zor olsa da; Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükselme Devri sonrasına kadar uzatmak mümkün bu geçmişi…

Osmanlı’nın bozulma göstergelerinden olan Celali İsyanları’nı da bu tarihi ve sosyal geçmişle ilişkilendirebiliriz. Gerçekten Osmanlı merkezi yönetiminin zayıflık sıkıntıları yaşamaya başladığı bir dönemde yerel yöneticilerin asker, yüksek memur ve şehir eşkiyası ile başlattığı bu ruh, mafya başta olmak bugünkü yasadışı örgütlenmelerin de geleneğini oluşturur. Osmanlı Devleti’nin büyük uğraşılar sonunda önünü alabildiği Celali örgütlenmesi, değişik türlerden sosyal ve ekonomik eşkiya geleneğini miras bırakmıştır.

Merkezi devletin içinde veya dışında yaşanan gizli örgütlenmelerin çıkış geleneğini, sadece sokak yapılanmalarına bağlamak ciddi eksiklik ve yanlışlık olur. Bu tür yapıların başka iç ve dış nedenleri de vardır. Örneğin bir dönem yurt içinde açık cirit atan yabancı servislerin bu işte parmağı olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Diğer yandan Soğuk Savaş döneminde devletin resmi güçleri yanında komünizm karşıtı eylemlerde bulunan derin devlet örgütlenmeleri artık açıkça konuşulup yazılmaktadır. Geçmişin SSCB yayılması tehdidine karşı ABD odaklı Yeşil Kuşak programının bu süreçte etkin rolü olduğu bilinmektedir.

Özetle; demokratik işleyişin ve hukukun dışında bir dönem devlet içi ve dışı yapılanmaların toplumsal yaşamı ciddi şekilde etkilediğinin bilgisi artık toplumda bilinir hale gelmiştir.

Diğer yandan toplumu yakından incelediğimizde başka göstergeler de görmekteyiz. 1990’lı yılların ortalarından bu yana 5-6 kişiye yasal ve yasal olmayan biçimde bir silah düştüğünü bilmekteyiz. Dünkü at merakı yerini bugünkü özel araba merakına bırakırken, kişisel silah edinme ruhu giderek büyümektedir. Bunun nedeninin, kişilerin güvenlik ve adaleti kendi bildiği feodal yollarla gerçekleştirmek olup olmadığı sorusunu ister istemez soruyoruz.

Neden mafya ve sokak dizileri böyle bir yoğun ilgi görmüştür? Sanırım; öncelikle toplum, kendi bilgisi dışında olup bitenleri görüp bilmek istemektedir. Belki de tüm bu üstü örtülü eylemlerin nasıl olup da kendi bilgisi dışında gerçekleşebildiğine hayret etmektedir.

Bir dönem yaygın olarak tartışılan işkence iddialarını bile bazı “zararlı ideoloji fanatikleri” tarafından ortaya sürüldüğüne inanacak kadar mafyatik işlerin dışında olan toplumumuzun şaşkınlıkla dizilere sürmüş olan ilgisini olağan karşılamak gerekir.

Bu tür yasadışı örgütlerin ülkenin geleceğini çalıp çırptığını öğrenecek başka mekanizmalar kalmayınca gerçeği öğrenmek için dizilerden ve sinema filmlerinden başka araç kalmıyor mu?

Medya
Sözcük anlamı farklı olmasına rağmen medya sözcüğü ile günlük konuşmada görsel ve yazılı basın kastediliyor. Ülkemizde medyanın etki alanı giderek büyüyor. Özellikle özel TV ve radyoların çıktığı dönem hatırlanırsa; toplumumuzun medya baskınına sosyal ve kültürel yönlerden hazırlıksız yakalandığı da söylenebilir.

Türkiye, 20’nci Yüzyılın ortalarında başlayan sosyal göç ile birlikte bir kimlik değiştirme dönemine girdi. Kentli kimlik tam olarak oluşamadan dışa açılma ile birlikte toplum, medyanın etki alanına girdi. Eğitim gibi süreçlerin bireyler üzerinde etkisi azalırken medya, toplum açısından adeta (etkileri tartışılabilir) bir okul oldu.

Sonuçta medya da gördüğü ilginin verdiği cesaretle haber alma ve iletme görevlerinin ötesine geçerek yargı ve yürütmenin bir parçası gibi davranmaya başladı. Reality show gibi programların, gazetelerde yer alan dosyaların arkasındaki mantık budur. Medyanın bir okul gibi halkı etkilemesinin doğrulandığı alanlardan bir diğeri de bu sektörde yer alan farklı kimliklerdeki isimlerin terörün hedefi haline gelmeleridir.

Sosyal göçün özellikle hızlandığı son 30-35 yıldaki manzaraya bakarsak; medyanın güçlenmesi yanında Cumhuriyet’in resmi ideolojisinden uzaklaşılması, eğitim sisteminin çökmesi, geleneksel aile sisteminin bozulmaya başlaması gibi gözlemleri yapabiliriz. Yine bu dönem küreselleşmenin yarattığı yüksek tüketim eğilimi gibi etkilerin yükseldiği bir zaman dilimine denk düşer.

Kentlerde rantın artması, sistemi hukuku uygulamakta zorlanması aynı dönemde adaletin uygulanması ve bölüşüm açılarından yeni yapıların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu, sosyal sistemin mafyalaşmasıdır. Bu dönemde kamunun kendi iç işleyişi de dahil olmak üzere mafyatik kurumların ve ilişkilerin, kayıt dışı yaşamın arttığını görüyoruz.

Yine bu dönemde medya-mafya işbirliği olasılıkları ve dayanışmasının etki alanlarının giderek büyüdüğünü gözlüyoruz. Büyüyen bu güç, devlete karşı çekim gücü yüksek yeni bir güç odağı ve yeni bir yaşam alternatifi oluşturuyor. Bu gücün etkisiyle TV’de mafya ve yasadışı yaşamı anlatan dizilerinin özendiriciliği de artıyor.

Bu savın örneklerini ihalelerden spor faaliyetlerine kadar pek çok alanda görüyoruz. Sahte içkiden spor üzerine kurgulanmış bahis oyunlarına kadar kolay para kazanılabilecek her alanda bu tezin doğrulandığını görüyoruz. Ülkede çıkınını çuval dolusu zenginlik yapabilenler, sosyal yaşamın yüksek kademelerinde de dikkati çekiyor.

Ne yazık ki; bu hukuk dışı unsur ve faaliyetlerle mücadele edebilmek için henüz demokrasi geleneği yeterince yerleşik değil. Sivil toplum güçleri henüz çok zayıf… Çoğu zaman da yanlış yönlendiriliyor. Siyaset, rant beklentileri ve sel önünden odun kapmak yarışı haline dönmüş. Topluma öncülük etmesi gereken güçler de ya çok zayıf ya da yeterli birikime sahip değiller.

Medya ile başlamıştım. Onunla bitireyim. Hukuk sisteminden yeterli özveriyi göremeyen toplum, sorunlarının çözülmesinde medyanın katkı koyabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla medya hukukun ve insan haklarının savunucusu imiş gibi bir yanılsama yaratıyor. Aslında medyanın arkasındaki güçlerin önce reyting sonra da rant dışında bir bekledikleri yok. Demokratik özellikleri ve birey kimliği yeterince gelişmemiş bir toplumda medyayı kayıtsız şartsız demokrat kabul etmek, yapılabilecek en ciddi hatalardan birisidir.

23 Mart 2011 Çarşamba

İşte ve Siyasette Farklılık Yaratmak

İşte ve Siyasette Farklılık Yaratmak

Gürcan Banger

Bugün hem mal ve hizmetlerde hem de iş yapma modelinde kalite, şirketlerin doğal bir parçası sayılıyor. Giderek kalite konusunda artan tüketici bilinci, kalitesiz mal ve hizmetlere piyasada yer bırakmıyor. Her firma kaliteli olmak zorunda…

Küreselleşmenin ve iletişimin etkileriyle ürünler daha kolay ulaşılır hale geldi. Ürün bilgisi, hem tüketiciler hem de firmalar için elinin altında denebilecek bir yakınlıkta... Bu durum, ürünler konusunda Dünya ölçeğinde bir aynılaşma yarattı. Aynı özellikte aynı kalitede ürünü değişik ülkelerde veya değişik kentlerde çok sayıda firmada bulabiliyorsunuz.

Aynılaşmanın yarattığı etkiyle daha fazla müşteriye ulaşmak isteyen firmalar, çılgın bir fiyat indirme yarışına girdiler. Bu yönelim bazı firmaların sonu oldu. Gerçekten bugünkü dünyada sürekli fiyat indirerek ayakta kalmak mümkün değil.

Uzmanlar, sertleşen rekabet ortamında ayakta kalabilmek için her firmanın kendi farklılığını yaratması gerektiğini ifade ediyorlar. Ürününde, iş yapma modelinde farklılık yaratabilen ayakta kalıyor.

İşletmelerimize baktığımızda farklılaşma konusunda çok olumlu bir manzara görmüyoruz. Firmalarımız yakın zamana kadar kendi farklılıklarını yaratmak için ciddi arayış çabaları içinde değildi. Bu gerçeğin giderek daha çok farkına varıyorlar.

Bugüne kadar yüksek enflasyon olgusu ve sektörde rakibin olmaması nedeniyle çok sayıda firma, keyfi yerinde olarak tembelliğe alıştı. Şimdi rekabetin uluslarası düzeye çıkması yanında tüm sektörlere yeni rakipler girmesi herkesi rahatsız etti. Firmalar, artan rekabet koşulları yanında düşen kâr marjları ile baş edebilmek için sıkı çalışmak zorundalar.

Türkiye’de farklılaşmak denince; genelde firma imajı konusunda “bir şeyler yapmak” anlaşılıyor. Bu da reklam ve promosyon çalışmalarına bağlanıyor. Bu tür çalışmaların firmaların piyasa konumlarında iyileşmeler yarattığına hiç kuşku yok. Ama uzun vadeli başarılar getirmesinin beklediğimiz çözüm bu değil.

Bugün farklılaşmanın ana noktasını, ürün veya iş yapma modelinde marka olmak oluşturuyor. Herkesin ürettiğini üreterek ve satabilmek için biteviye indirim yaparak varılabilecek sağlıklı bir nokta yok.

Aslına bakarsanız, indirim üzerine kurulmuş ciro yükseltme yaklaşımı, müşteride de ilginç bir eğilim geliştirdi. Tüketiciler artık sürekli indirimler bekliyorlar. İndirim olmadığında söz konusu mal veya hizmetten uzak duruyorlar. Bir anlamda sürekli indirim, yeni indirim taleplerini oluşturuyor. Bu da firmaların soluk almasını zorlaştırıyor.

Farklılaşma, ne yazık ki çoğu zaman bir reklam kampanyasında olduğu gibi anlık bir davranış olarak anlaşılıyor. Firmalarımız farklılaşmayı yaratacak değişimin, işletmenin yapısında ve iş yapma modelinde oluşması gerektiğini henüz yeterince kavrayamıyor.

Firmaların kendi alanlarında yaratacakları farklılaşma, müşterilerin onların farkına varıp onların mal ve hizmetlerini tercih etmelerini sağlayacak, bunu da uzun soluklu olarak yapacak bir içerikte olmalı. Kalanı bir rüzgâr gibi eser geçer. Sonunda yel gider, muhtemelen ne kum ne de firma kalır…

Siyasette farklılık yaratmak
Bugün ekonomi dünyasının temel şartlarından birisi kalite… Olmazsa olmaz bir ön koşul. Siyaset alanına dönüp baktığımızda ise kalitenin adı bile anılmıyor. Siyasetin ne içeriği ne de yapılma biçimleri açısından kalite vurgularını yakalamak mümkün değil.

Bilişim, Internet ve iletişim teknolojileri sayesinde tüm Dünya’yı daha yakından izler olduk. Artık ülkemizin ve toplumumuzun sınırlarının ötesini kolaylıkla izleyip fikir edinebiliyoruz. Dünya küçüldü, bu arada sosyal ve siyasal bilgi de daha akışkan ve erişilebilir hale geldi.

12 Eylül öncesinde radikal görüşlerin kendisini ifade etmesine izin verilmediğinden bu görevi, o yıllarda demokratik kitle örgütü adı verilen dernekler yerine getiriyordu. O dönemde her ne kadar çok başarılı olamasa da örgütlerin kitlesel olmasına önem veriliyordu. 12 Eylül sonrasında sivil örgütler ikincil siyasal örgüt olma özelliğini kaybetti. Bugünün sivil toplum kuruluşlarının siyaset alanında fazlaca yer alabildiğini söylemek mümkün değil.

Süreç içinde sivil örgütler siyasal misyon ve güçlerini kaybederken, siyasal partilerde de bir sıradanlaşma süreci başladı. Sağdan sola kadar incelediğinizde değişik kanatlara ait partiler arasında ciddi farklar göremiyorsunuz. Parti programlarının neredeyse tamamının içeriği birbirinin aynı… Siyaset yapma tarzlarında da bir farklılık yok. Özetle; siyasetin aktörleri büyük bir hızla aynılaştı. Bu süreçte bir değişim yaşanacağına dair izlenimler de edinmiyorum.

Şirketler aynılaşan ürün ve hizmetlerini daha çok satabilmek için yokuş aşağı hızlanan bir fiyat indirme yarışına girdiler. Benzer bir süreç siyasette de yaşandı, yaşanıyor. Ekonomideki fiyat kırma yarışı gibi siyasette de seçmene boş ve tutarsız vaatler dönemi başladı. Amerikancı politikaları eleştirerek siyasete girenler, bir süre sonra en sıkı Amerikancı oldular. Yoksulluğu yok edeceği iddiasında olanlar, iktidar koltuğuna oturup gerçek durumu fark edince enkaz edebiyatına başladılar. Uluslararası fonların, reyting kuruluşlarının, büyük devletlerin sömürgeci politikalarının oyuncağı haline geldiler. Bu söylediklerimi, sadece mevcut iktidara yöneltilmiş eleştiriler olarak almayın. Son çeyrek yüzyılda Türkiye’deki siyasette olup biten bu…

Siyaset, seçim döneminde seçmenin oyunu alabilmek için her türlü reklam, promosyon ve propagandanın yapıldığı, sonra da halkın yakıcı sorunlarının akla bile gelmediği bir sürece dönüştü. Dünya devlerinin isteklerini yerine getirmek, yoksul halkın isteklerinin önüne geçti. Bunu değiştireceğini iddia eden bir siyaset anlayışını görmek adeta hayal oldu.

Bugün kısa, orta ve uzun vadede halkın taleplerini iyi anlamış, vizyonunu ve programlarını buna göre düzenlemiş, çağa uygun bir örgütlenme anlayışı geliştirmiş yeni türden siyasete gerek var.

22 Mart 2011 Salı

Kentte Suç, Aile ve Çocuk

Kentte Suç, Aile ve Çocuk

Gürcan Banger

Sosyal olayların temelinde iki farklı türden neden bulunur. Birincisi görünür nedenler, ikincisi ana nedenlerdir. Eğer sadece görünür olanın üzerine yoğunlaşırsanız, gerçeği yakalamakta zorlanırsınız; önlemleriniz sonuç vermez. Örneğin sadece trafik cezalarını artırarak trafik suçlarının önüne geçemezsiniz; çünkü trafik suçlarının altındaki ana neden eğitimle ilgilidir. Ancak eğitim sorunlarını gidererek trafikteki sorunlarınızı kalıcı olarak çözebilirsiniz.

Çocukların işlediği suçların ana kaynaklarının başında aile yapıları gelir. Suça yönelen çocukların pek çoğundaki ortak özellik, ekonomik ve sosyal yönlerden yetersiz olan ailelere sahip olmalarıdır. Görünen odur ki, maddi ve manevi olarak yetersizlikleri olan ailelerin çocukları, sokağa ve suça yönelme konusunda görece daha yüksek potansiyele sahiptir. Yapılan istatistik çalışmaları bunu doğrulamaktadır.

Yapılan çalışmalar, annenin genelde işsiz olduğu, babanın ise son derece düşük gelir düzeyindeki işlerde çalıştığını sergilemektedir. Evin annesinin eğitimsizliği öncelikle göze çarpan bir diğer önemli özelliktir. Gerçekleştirilen alan çalışmalarında; bu tür ailelerin sosyal ilişkiler yönünden son derece zayıf oldukları, akraba ve komşuluk ilişkilerinin dahi yeterince gelişmediği gözlenmiştir. Özetle bulgular; ekonomik, sosyal ve kültürel yetersizliklerin bulunduğu ailelerde çocukların suç işlemeye yönelten bir ruhla yetiştikleri gerçeğini doğrulamaktadır.

Anne ve babanın eğitim durumları incelendiğinde; ebeveyn eğitimsizliğinin çocuk suçluluğu ile doğrudan ve çok sıkı bir ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Suç işleyen çocukların tek tek durumları incelendiğinde, çocuğun eğitim durumunun da suçla doğrudan ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Kısaca ailenin ve çocuğun eğitimsizliği, çocuk suçluluğunun birincil nedenleri arasında yer almaktadır.

Ülkemiz açısından bakıldığında; her ne kadar eğitim almış olmak, bir iş sahibi olmak için yeterli değilse de; eğitimin ekonomik yönden olabildiğince güçlülüğün araçlarından birisi olduğu ortadadır. Eğitimsiz ailelerin ekonomik ve sosyal problemlerini çözmekte daha büyük engelleri oluşmaktadır.

Diğer yandan eğitimin, problem çözme performansı ile yakın ilintisi bilinir. Eğitimsiz ailelerde düşük öğrenme düzeyindeki çocukların iyi düşünme ve doğru karar verme yetenekleri gelişmemektedir. Bu da suça yönelmek veya sokak ilişkileri içinde suça yöneltilmek için son derece uygun koşullar oluşturmaktadır.

Dolayısıyla çocuk suçluluğu, güvenlik güçlerinden önce, devletin ve sivil toplumun sorunu olarak gözükmektedir. Kendi sosyal çevremizde yoksulluk ile mücadele, çocuk suçları ile mücadelenin birincil yöntemidir. Bu amaçlı sosyal mekanizmalar geliştirmemiz gerekir. Benzer biçimde; yoksul ailelerin eğitim sorunlarını çözmek için sivil toplum olarak yeni yol ve yordamlar üretmeliyiz. Özetle; yerelde yoksullukla mücadele için (önce makro ve ardından) yerel mikro politika ve yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Suçun aile ilişkisi
Boşanma, ayrı yaşama veya ölüm gibi nedenlerle oluşan parçalanmış aile yapılarının, çocuk suçluluğu için bir diğer etkili faktör olduğu anlaşılıyor. Suçlu çocuklar arasında yapılan alan araştırmaları bu gerçeği doğruluyor. Bu arada ülkemizin Doğusunda ve kırsal alanlarında yaygın olan ailenin babasının, çocukların annesi üzerine kuma getirmesinin de çocukların önce sokağa ve ardından suça yönlenmesinde etkili olduğu görülüyor. Parçalanmış ailelerde ekonomik yetersizliklerin çocuk suçluluğu üzerinde destekleyici etkileri olduğu da bilinmekte.

Öyle anlaşılıyor ki, sosyal göçün ve bozuk kentleşmenin etkileriyle düzensizleşen aile kurumunun rehabilite edilmesi için sosyal ve sivil çalışmalara ihtiyaç var. Bu konuda yerel yönetimlerin etkin çalışmaları yanında sivil toplum kuruluşlarının da ciddi projeleri olmalı.

Suç işlemenin yasa ve kurallara aykırı olduğu gerçeğinin etkisini yitirdiği ailelerde suça yönelim daha kolay olmaktadır. Bir anlamda bu tür ailelerde suç işlemek, adeta bir meslek gibi meşruiyet kazanmış gibidir. Dolayısıyla suç işlemiş büyüklerin bulunduğu ailelerde çocukların sokağa ve suça yönlenmeleri çok daha kolay ve hızlı gerçekleşmektedir. Bu etki, daha önce sözünü ettiğim diğer faktörlerle birleşince çocukların yasa dışılığı için güçlü bir zemin ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla suç işlemiş bireylerin, topluma kazandırılması, bunların aile içinde düzgün örnekler olmalarını sağlayacaktır. Yine bu bağlamda devlete ve sivil topluma düşen görevler bulunmaktadır.

Madde kullanımı
Çocukların suça yönelmesinde hızlandırıcı etki yapan araçlardan birisi, bağımlılık yapan madde ve alkol kullanımıdır. Eğer ailede uyuşturucu bağımlısı veya yüksek düzeyde alkol kullanan bireyler varsa çocukların suç işleme zeminlerine savrulmaları kolaylaşmaktadır.

Bağımlılık yapan maddelerle savaş, çocuk suçluluğu ile mücadeleden ayrı tutulamaz. Bu konuda görev, devletin güvenlik güçlerinden başlayarak kentte yaşayan herkese düşmektedir. Bu sorumluluk, sadece ülkenin genç insan kaynaklarını yitirmesi gibi genel görünümlü bir durumla ilişkilendirilerek düşünülemez. Çocuk suçluluğu, giderek sokak sistemi ile bağlantı kurarak kent ekonomisini ve sosyal yaşamını zora soktuğunda; bundan tüccarlar, sanayiciler başta olmak üzere herkes zarar görecektir. Bağımlılık yapan maddelerle savaş, herkesin kendi payına düşen sorumluluğu üstüne alması gereken bir konudur.

Suçun önünü almanın yolu, tek başına cezadan geçmemektedir. Özellikle konu, çocuklar olunca bu insan kaynağının topluma geri kazanılması daha önemli olmaktadır. Önce çocukların suç ortamları ile bağlantılarını kesmeli; buna rağmen suça itilmişlerse onları eğitim ve iş merkezlerinde topluma geri kazandıracak yolları bulmalıyız.

Suçla mücadele
Günümüzde kentlerimizin birincil sorunları arasında sosyal göç yer alıyor. Göç veren iller hızla insan ve finans kaynaklarını yitirirken, göç alan kentler ise bu göçü sindiremediklerinde ciddi ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Kentlerimizin göç öncesinde de sorunlu olduklarını hatırlayınca, göçün ağırlığı altında nasıl ezildiklerini hayal etmek zor olmaz.

Suç işlemiş çocuklar arasında yapılan araştırmalarda bu çocukların ciddi bir bölümünün göç etmiş ailelerin bireyleri oldukları görülmüştür. Anlaşılan odur ki; göç ile gelinen güvencesiz ortamda yaşama sarılma ihtiyacı, çocukları sokağa ve suça itiyor. Bu nedenle göçün önüne geçmek için kırsal alanlardaki koşulların iyileştirilmesi, çocuk suçluluğu ile mücadelenin araçlarından birisi oluyor.

Kentlerimizi etkileyen bir diğer sorun, açık ve gizli işsizliktir. Aile bireylerinin bir işte istihdam edilmeleri, ekonomik yönden güçlenmelerini ve toplum içinde daha prestijli bir yer edinmelerini sağlamaktadır. Bu durum da daha iyi bir aile ortamında bulunmaları nedeniyle çocukların suça yönelme ihtimalini düşürmektedir.

Aile yapısının çocuk suçluluğu ile çok yakın bir ilgisi var. Son yıllarda değişik ekonomik ve sosyal faktörlerin etkisiyle aile yapısının bozulması, çocukların suça yönelmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. Bu nedenle aile yapısı konusunda iyileştirici çalışmalar yapmak üzere devletin ve sivil toplumun birlikte hareket etmesi gerekmektedir. Kamu kurumları, meslek odaları, sendikalar ve sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek oluşturabilecekleri aile destek merkezlerinin bu konuda yararlı çalışmalar yapabileceğini söyleyebiliriz.

Ekonomik zorluklar ve aile sorunları yanında çocuğu suça iten en önemli etken, ailenin ve çocuğun eğitimsizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle suçlu çocukların uygun eğitim - öğretim ortamlarında rehabilite edilmeleri beklenir. Bu çocukların özel ve yoğun rehberlik hizmetlerinden yararlanmalarının önemli katkıları olur. Eğer çocukların bilgi birikimi, yetenekleri ve yaş durumları uygunsa rehabilitasyona imkân veren ortamlarda istihdam edilmeleri son derece etkili sonuçlar verir.

Suç olgusu olunca, ister istemez konuya güvenlik güçleri müdahil oluyor. Günümüzde polislerin eğitim düzeylerinin giderek yükseldiği, bunun hizmet içi eğitim mekanizmaları ile yükseltildiği biliniyor. Ama polisin çocuk ve suç konusunda artması gereken uzmanlığı da bu işin çözümüne giden önemli katkılar arasındadır.

Lütfen çevrenize dikkatle bakınız. Toplum olarak çocuk suçluluğu konusundaki genel duyarsızlığımızı hemen gözleyeceksiniz. Sokaklarda bağımlılık yapan madde kullanıcısı çocukları gördüğünüzde, oradan acilen uzaklaşmak dışında ne yapıyoruz? Çoğu zaman “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” fikrinin bir adım ötesine geçemiyoruz. Yarın çocuk suçluluğu, bir çığ gibi büyüyüp hepimize zarar vermeye başladığında çok geç olabileceğini aklımıza bile getirmiyoruz. O çocukların bu ülkenin, bu toplumun zenginlikleri olduğunu ve onları kaybetmekle geleceği kaybettiğimizi anlamıyoruz.

21 Mart 2011 Pazartesi

Modernlik, Din, İslam ve Sol

Modernlik, Din, İslam ve Sol

Gürcan Banger

Günlük dilde modernlik, eski toplum biçiminden bugünün toplum biçimine doğru değişim anlamına geliyor. Çoğu zaman tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüşüm olarak algılanır. Modernizmi eleştirerek bir sonraki dönem için seçenekler üretme anlayışına ise “post-modernizm” adı veriliyor. İnsanlığın tarih ekseninde yerine konursa; Batı’nın Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde geliştirilmiş değerlerin ve sosyal ilişkilerin devamı olarak ortaya çıkan yaşam biçimine “modernite” deniyor. Modernite yaklaşımı, Batı’yı işaret ediyor. Bir anlamda gelenekçiliğin ve yerelliğin karşıtı, bir başka deyişle anti tezi olarak kullanılıyor.

Türkiye’de genel anlamda moderniteyi, siyasetin sol ve liberal kanatları temsil ediyor. Bu tespiti, Türkiye solu için kesin olarak yapabilmekle birlikte liberaller konusunda çok net olamıyoruz. Öncelikle; yaşanan İslam ile siyasal İslam’ı sıkı sıkıya ayırdığı belirteyim. Devamla; liberal kanat içerisinde modernliği ve geleneği çok iyi biçimde içine sindirmiş olanlar yanında, modernizmden siyasal İslam’ın yüksek sesten takdirkârlığına terfi etmiş yandaşların olduğunu da söylemeliyim. Liberal kesimin her iki grubuna dâhil edebileceğimiz örneklerin ciddi bir bölümü bugün hâlâ AKP liberal kanadı içinde içinde yer alıyor.

Milliyetçi kesimin üyelerini, bazı modernist yaklaşımlara sahip olmalarına rağmen tam olarak modernite içinde kabul etmek mümkün değil. Diğer yandan Dünya’nın değişen durumu karşısında milliyetçilerin nasıl bir değişim süreci geçireceklerini kestirmek de pek mümkün görülmüyor. Onlar da genel hatlarıyla solun önemli bir bölümü gibi söylemin eski ifade biçimlerini kullanmaya devam ediyorlar. Milliyetçi kanatta da yeni açılımlar fazlaca dikkat çekmiyor. Çoğu zaman milliyetçi açılımlar adına tümüyle başka yaklaşımlardan söz ediliyor.

1990’lı yıllara kadar Türkiye’de modernizmin en net ifade biçimi Kemalizm oldu. Kemalizmin sol düşünce ile içiçe geçtiği dönemlerde Türkiye solunun genel görünümünde Kemalizm’in izleri çok belirgindi. 1990’lar sonrasında resmi ideolojinin etkilerinin azalması ile birlikte sol, bir anlamda üvey evlat gibi kaldı. Belki de solun resmi ideolojinin etkisinden objektif olarak uzak kaldığı bu dönem, küresel ve bölgesel kriz şartları da dikkate alındığında yeni bir solun tanımlanması için uygun dönem olabilir.

Bugün Türkiye’de siyaseti, yakından etkileyen iki temel çizgi var. Bunların birincisi, sosyal göç olgusudur. Kırdan kente, karadan denize, Doğudan Batıya doğru gerçekleşen sosyal göç, getirdiği kentleşme sorunları ile birlikte henüz adı konmamış bir ideolojinin de temellerini atıyor. Ne yazık ki Türkiye siyaseti, sağdan sola kadar bu değişimi gözlemekte ve anlamlandırmakta çok başarılı değil. Kendini yenilemeyen, okumayan, okuduğunu anlamayan bir toplumun, geleceği konusunda başarılı kestirimlerde bulunmasını beklemek de biraz hayal oluyor.

Siyaseti etkileyen ikinci temel çizgi ise küreselleşme nedeniyle dışarıdan yansıyan yeni açılımlar. Örneğin gerek islam’ın gerekse siyasal İslam’ın modernite ile karşılaşmasının en belirgin örnekleri Avrupa’da yaşanıyor. Hıristiyan / Haçlı / Batılı ruhunun, bizzat Avrupa’nın içinde İslam ile karşılaşmasından yeni bir hukuk doğacağı izlenimi var. Bu karşılaşma, Anadolu tarihinde yaşanmış olan yüzyüze gelişlerden hayli farklı gelişiyor.

Evrensellik, Gelenek, Din ve Sol
Basit olarak; Dünya ideoloji literatüründe sol düşünce evrenselcilik, sağ düşünce ise gelenekçilik ve yerelcilik üzerine kurgulanır. Bu yaklaşım, bizim siyasi kültürümüzde ise bir kolaycılık haline dönüşür. Evrensel olma iddiasında olan reel sol düşünce, bu ülkenin geleneksel ve yerel değerleri ile oy beklentisinin ötesinde ilgilenmez. Sol düşüncenin ülkede bugün fiziksel olarak geldiği düşük potansiyel noktasının gerçek açıklamalarından birisi budur. (Bir noktaya açıklık getirmeliyim. Bu yazıda “sol” tanımlamasını kullanırken, siyasal eksenin merkezine yakın pozisyon alan ve iktidar alternatifi olmaya çalışan -örneğin sosyal demokrat olma iddiasında bulunan- siyasal odaklanmalardan söz ediyorum. Burada dile getirdiğim “sol”; bilimsel sosyalizm, Marksizm veya eşdeğer öğreti ve söylemler değildir.)

Geleneği bu bağlamda İslam’ı ve milliyetçiliği algılayamamış ve anlamamış olan reel sol düşünce, sanki bir Avrupa ülkesinde yaşarmışçasına kendini toplumun dışında bir yerde tanımlamıştır. Kötü yorumlanmış Kemalist düşüncenin 1940’lar sonrasında sol düşünceye entegre olmasıyla birlikte adeta dindar ve/veya milliyetçi insanların dışında bir sol lobi oluşturulmuştur. Bu nedenle gelenekçiler solcuları “dinsiz”, solcular da dindarları “şeriatçı” ve milliyetçileri “faşist” olarak bilmişlerdir. Özellikle sol olarak tanımlanan kesime dair ön yargıların sürdüğünü, AKP’ye yönelen destek oylarının ciddi bir bölümünün arkasında bu şartlanmanın varlığını söyleyebiliriz.

Yukarıdaki gergin görüntünün nedenlerinden birisi, reel solun Batı’ya aşırı angaje bakışı nedeniyle İslam ve siyasal İslam arasındaki farkı yeterince anlamamış ve içine sindirememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bugün ciddi tartışmalara neden olan türban konusunda da bu karışıklık devam etmektedir. Bir yanıyla siyasal İslam’ın bir politik isyan simgesi, diğer yanıyla Müslüman kadının demokratik talebi olan türban konusunda da sol, yeterli ve ikna edici bir cevap verememektedir. Solun cevapsızlığının ardında tabii ki, türbanın ikili yapısının anlaşılmamış olması yatmaktadır. Eğer insanların din konusundaki seçimleri bireysel olacak ise, Müslüman kadının türban seçimini bunun dışında anlamak mümkün müdür? Siyaset yelpazesi içinde taraflı ve tavırlı siyasi mücadele ile sivil toplum alanında herkesi kapsaması gereken demokrasi mücadelesinin farkını doğru kavramak gerekmez mi?

Ne yazık ki, bugüne kadar sol düşünce, (içinde Doğulu feodal unsurlar da taşımakla birlikte) genel hatlarıyla ülkemizde Batılı, daha doğrusu Batıcı bir düşünce olagelmiştir. Sol bakış, çoğu zaman kendi değerlerine yeterli önemi vermeyerek ülkenin tarihini, kültürünü, geleneğini ve inançlarını değişik türden sağ düşüncelere bırakmıştır. Bu ülkenin sınırları içinde farklılıklarıyla birlikte çoğunluğu Müslüman olan, milli kaygılar taşıyan, Doğulu özellikleri olan bir toplumun sol düşüncesi olmayı aklına getirememiş ve gerekli süreçleri gerçekleştirmemiştir. Çoğu zaman sağı bağnazlık ve gericilik ile suçlarken, solun ülkenin değerlerini anlaması gerektiğini ifade eden kesimleri de liberallikle itham etme fanatizmine düşmüştür.

Özetleyeyim. Eğer sol düşünce, örneğin yeni bir vizyon ile bu ülkede başarılı olmak istiyorsa, öncelikle sadece kendine bakmaktan vazgeçmeli. Yeni sol, öncelikle içinde yaşadığı bu ülkenin geleneksel değerleri karşısında kendini konumlandırmalı ve kendini yeniden tanımlamalıdır. Bunu yapmadığı sürece toplum açısından iktidara gelebilecek ilgi ve desteği görmeyen “öteki” olmaya devam edecektir.

20 Mart 2011 Pazar

Değişim ve Ar-Ge

Değişim ve Ar-Ge

Gürcan Banger

Değişmeyen tek şey, değişimin kendisi... Bu nedenle çağlar boyu çocuklar, anne ve babaları ile anlaşmakta zorluk çekmişlerdir. Konuşmalarda bizim zamanımızda diye başlayan cümleleri iyi bilirsiniz. Dikkatli baktığımızda; dünyanın sadece değişmediğini, değişimin hızının da arttığını gözlüyoruz. Yaşınız 40 veya daha yukarıda ise değişimin ivmeli hızı konusunda şu örneği haklı bulacaksınız: “Çocuklarımzla olan kuşak farkımız, anne babamızla olandan çok daha büyük.”

Son 30-35 yılın ayırt edici ekonomik farklılıklarından birisi artan rekabet. İş ortamları, hiçbir dönemde rekabetin bu denli arttığı bir zaman dilimi yaşamamıştı. Rekabetin giderek daha da keskinleşmesini bekliyoruz. Yüksek rekabet ortamlarında iş yapma model ve kurallarındaki hızlı değişim de, sanayi ve ticaret mensuplarını adeta şaşkına çeviriyor.

Bir de; küreselleşme konusu var. Küreselleşmeyi sosyal ilerlemenin bir olağan durumu olarak değil de; farklı ideolojik algı dayanaklarıyla anlayanlar, bu olguya salt ideolojik açıdan bakıyorlar. Küreselleşmenin siyasi ve ideolojik boyutlarının olması, bu gerçeği anlayıp bu bağlamdaki fırsatlardan yararlanıp tehditlere karşı mücadele etmemiz gereğini ortadan kaldırmıyor. Küreselleşmeyi tümüyle ABD’nin hegemonya siyasetinin bir yönelimi olmaya indirgeyenleri, yakın geçmişte insanlık tarihinin doğal bir buluşu olan pazar ekonomisi olgusunu kabul etmemekte direnen radikal siyasetçilere benzetiyorum. Reel durum ile ideolojik beklentileri karıştırmak sıklıkla yaşadığımız bir durum… Özetle; iş dünyasını sert sarsan gelişmelerden bir diğerinin, fiziksel ve mekansal kısıt ve sınırların ortadan kalkarak piyasaların global hale gelmesi olduğunu belirteyim.

Piyasalar açısından bakıldığında daha ilginç görünümler de var. Geçmişte örneğin pazarlamacı ve satıcılar tarafından teknololojik ürün pazarını tanımlarken şöyle söylenirdi: “Biz, ne satarsak müşteriler tarafından o talep edilir.” Bugün durum değişti. Dün satıcı yönetimli olan piyasalar, bugün müşteri yönetimli hale geldi. Artık pazar koşullarını müşteriler belirliyor. Bunun nedenleri arasında artan rekabet ve başta bilişim ve iletişim olmak üzere gelişen teknolojiler nedeniyle müşterilerin mal ve hizmetlere hem fiyat, hem kalite olarak daha kolay erişmeleri yer aldı. Aynı ihtiyaca hizmet eden bir malı değişik markalar altında eşdeğer kalitede kolaylıkla daha ucuza alma imkanları doğdu.

İletişimin her anlamda gelişmesi yanında keskinleşen rekabet koşulları, hem Dünya boyutunda hem de ülke sınırları içinde küreselleşmenin beklenen sonuçlarından birisini oluşturdu. Ürün ve hizmetlerde aynılaşma başladı. Piyasalar benzer mal ve hizmetlerle doldu. Örneğin bir mağazanın önünde vitrine baktığınızda reklam yazıları ve etiketler olmasa; hangi firmaya ait bir ürünü izlediğinizi bile kestirmeniz mümkün olmuyor. Gerçekten üretilen mal ve hizmetlerin nitelikleri yanında firmaların performansları ve iş yapma modelleri de birbirini andırmaya başladı. Adeta klonlanmış (kopyalanmış) mal ve hizmetlerle çepeçevre sarıldık.

Mal ve hizmetlerin aynılaşması ise sanayi ve ticarette yeni bir yönelime neden oldu. Birbirinin aynı olan mal ve hizmetlerle piyasada var olma savaşı, firmaların fiyat kırma yarışına döndü. Çoğu zaman da işletmeler fiyat kırarak rekabet etmeye mahkûm edildiler. İşte zaman zaman “kârsız bölge” veya “sıfır kâr” olgusu olarak sözünü ettiğimiz değişimin arkasında bu macera var.

Yukarıda ekonomi için sıraladığım değişimler, insanın başka yaşam alanlarında da pek farklı gelişmedi. Aynılaşma ve rutinleşme, tüm Dünya’yı büyük bir hızla sarıyor. İşletmeler de ellerindeki “satabilmek” için yaşamın her alanında çılgınca “fiyat kırmaya” devam ediyorlar. Sanırım; bu sarmaldan kurtulmanın çaresi, herkesin kendi farklılığını yaratmayı düşünmeye başlaması...

Ar-Ge Proje Pazarı
Aynılaşma ve fiyat rekabeti sarmalı nedeniyle kârsızlık bataklığına savrulmamanın önünü açan iki sihirli sözcük var: İnovasyon (yenilik) ve ar-ge (araştırma – geliştirme). İşletmeler ya bu iki unsuru kendi yapılarının bir parçası yapacaklar ya da bunlardan yararlanmak için başka kurum ve kuruluşlardan destek alacaklar.

Bu konuda üzerine düşen görevin farkında olan Eskişehir Sanayi Odası (ESO), 10-11 Mayıs 2011 tarihlerinde Esinkap 3. Ar-Ge Proje Pazarı’nı düzenliyor. İki günlük etkinliğin ilk gününde iş dünyasının önemli isimleri ve başarılı akademisyenler tematik konuşmalar yapacaklar. Genel başlığı “Bölgesel Sanayide İnovasyon ve Ar-Ge Kapasitesini Geliştirmek” olan etkinliğin diğer oturumları “Bölgesel Sanayide İnovasyon ve Ar-Ge Kapasitesini Geliştirmek”, “Bölgesel Sanayide Yeni İş Kolları ve Yeni İş Modelleri” ve “Bölgesel Sanayide Açık İnovasyon, İşbirliği, Ortak Çalışma ve Kümelenme Kapasitesini Geliştirmek” şeklinde düzenlenmiş.

ESO’nun Bursa – Eskişehir – Bilecik Kalkınma Ajansı’nın (BEBKA) ortaklaşa düzenlediği etkinliğe Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV) ve Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) destek veriyor. Eksinliğin ikinci gününde akademisyenler, sanayiciler ve ar-ge ile ilgili olan diğer kurum, kuruluş ve kişiler farklı oturumlar halinde projelerini sunacaklar. Etkinliğin bu bölümü, proje sahipleri ile sanayicileri ve iş dünyasını bir araya getirmeyi hedefliyor. Böylece işletmelerimizin inovasyon ve ar-ge konusunda desteklenmeleri için bir ortak hazırlanmış olacak. Yürütücülüğü Sanayi Geliştirme Merkezi (SANGEM) tarafından yapılan Ar-Ge Proje Pazarı’na proje sunumları ile katılmak isteyenler http://www.esinkap.net İnternet adresinden gerekli bilgiyi alabilir, oradaki formu doldurarak başvuru yapabilirler.

Bu etkinlik; hem akademisyenler hem de başta sanayiciler olmak üzere iş dünyası mensupları için son derece yüksek önem taşıyor. Giderek ağırlaşan rekabet koşullarında pek çok işletme, böyle bir fırsatı değerlendirerek kendilerine hem yeni konular hem de yeni işbirlikleri bulabilirler. Bu bağlamda akademisyenlerin ve iş dünyasının (iş fikri düzeyinde, sürmekte olan veya tamamlanma aşamasına gelmiş) her aşamadaki ar-ge projeleri ile bu etkinlikte yer almaları tüm kesimler açısından gerekli ve yararlı olacaktır.

Hayaller, Duygular ve Tepkiler

Hayaller, Duygular ve Tepkiler
Gürcan Banger

Parayla mutluluğu satın alamazsın. Satın aldığın sadece seni mutlu edeceğini düşündüğün araçlardır. Maddi zenginlik, kimi örneklerle mutlu olabilmek için bir kolaylaştırıcı olabilir; ama maddiyatı, mutluluğun yeter şartı olarak kabul edemeyiz. Bu nedenle bazen maddi hayallerimizin, yaşamımımızda eksik kalan mutluluğu yaratacağı gibi yanlışlara düşmemeliyiz. Mutlu olmak hayal edilecekse bunu, maddiyata bağlamamalı derim.

Kültür ve bilgi de her zaman para ile satın alınamıyor. Eğitim sistemimiz ne denli dejenere olursa olsun, bir okulu bitirebilmek için paradan fazlasına ihtiyaç var. Para yoluyla kolaylaştırılmış diplomalar, bilgi ve görgüye eşdeğer değil. Bilgi konusundaki hayaller, olsa olsa bilgiye ulaşmak için bir motivasyon olabilir. Ağır maddi koşullarda bile bilgili, görgülü ve deneyimli bir insan olmamızda bu hayaller, bizi heyecanlandırır, yönlendirir, özendirir.

Maddi varlığa sahip olunduğunda; elde edileceği konusunda en fazla hayal kurulan olgulardan bir diğeri sevgidir. Sevgi ihtiyacı içinde olan insanların bir bölümü, bu eksikliğini maddi olarak güçsüz olmasına bağlar. Güzel bir arabası, iyi bir evi, nitelikli bir yazlığı olsa sevgililerin ve sevginin ona akacağını düşünenler vardır. Bu durum, genelde yazılı ve görsel medyanın, renkli basının bizde yarattığı bir yanılsamadır. Ünlü ve zengin insanların albenili yaşamlarının renkli ve gülümseyen yanları bize gösterilerek sevginin ve aşkın maddiyatla eşdeğer olduğu yanılsaması yaratılır. Çoğu zaman biz de bu tuzağa düşeriz. Aşkı hayal etmek yerine onunla sevgiyi yakalayacağımızı sandığımız maddiyatı hayal ederiz.

Hayal kurmak, bir tür gönül sarhoşluğudur. Hayal kurmanın da tembellik gibi insanı sarıcı, alıp götüren bir yanı vardır. Eğer hayalin sınırlarını biraz fazlaca genişletirseniz, sizi bir anlamsız ve verimsiz dünyanın eşiğine götüreceğinden emin olabilirsiniz. Hayal kurmak alışkanlık yapan yönüyle dönüşü olmayan yol gibidir. Diğer yandan; eğer hayal kurmayı, bir motivasyon ve yaratıcılık unsuru olarak kullanabilirsiniz bu kez de sizi göklere çıkaracak, canınıza can katacaktır.

Çözmekte zorlandığım bir sorunla karşı karşıya olduğumda hayal kurmak, benim için bir ağrı kesici gibidir. O sıra beynimi didikleyen bir olumsuz durumdan uzaklaşmak ve kendimi zihnen dinlendirmek istediğim zaman hayal kurmayı tercih ederim. Böylece beynim nadasa bırakılmış bir tarla gibi dinlenirken, ben de kendimi söz konusu sevimsiz durum hakkında sürekli olumsuz güdülemekten kurtulmuş olurum. Dolayısıyla benim için kimi zaman hayal kurmak, bilinçli olarak olumlu konular düşünmeye zorlamaktır. Ama hayalsiz de kalmamalı…

Eleştirinin hafifliği
Eğer yumurta küfesi sırtımızda değilse en kolay işlerden birisidir eleştirmek… Hele siyasi eleştiriler yapmanın keyfine diyecek yoktur. Genel olarak önce kişiler üzerine karar verir, sonra eleştirilerimizi sıralarız. Bir yerel yöneticiden hoşlanmıyorsak örneğin, ağzıyla kuş tutsa elimizden kurtulması mümkün değildir. Eleştir eleştirebildiğin kadar! Gözünün üstünde kaşı olması bile kabahat olur. Nedense yapıcı eleştirilerin, kişileri değil; davranışları ve eylemleri hedef alması gereğini sıklıkla unuturuz. Örneğin halkın seçtiği bir milletvekilini “Sadece bizimle aynı siyasi çizgiye sahip değil” diye eleştirme hakkına sahip olduğumuzu düşünürüz.

Eleştiri, öncelikle bilgilenme ve birikim işidir. Eleştirdiğimiz işi yapan kişi, hiç kuşkusuz bunu yapmak için belli donanıma ve otoriteye sahiptir. Olayı ilk gördüğümüz biçimiyle eleştirmek, yanıltıcı olabilir. Olaya dâhil tüm faktörler üzerine bilgi sahibi olmak, araştırmak ve gerekirse uzman kişi ve kuruluşlara danışmak gerekir. Doğru olan, sağlam gerekçeler ve kanıtlar üzerine kurulmuş eleştiridir. Eğer eylemler yerine önce kişiyi eleştirmeye ve hatta karalamaya karar verdiyseniz, burada daha baştan yanlış yapıyorsunuz demektir.

Özellikle sosyal önemi olan konular başta olmak üzere eleştirinin zamanı ve mekânı konusunda özenli olmak gerekir. Genel kural olarak bir fikrin doğruluğunu, zaman ve mekândan bağımsız olarak düşünmemeliyiz. Eleştiri için de böyledir. Eleştirinizde haklı olabilirsiniz; bulgularınız doğru olabilir; ama doğru zamanda yapılmamış bir eleştiri işlerin tamamen karışmasına neden olabilir. Eleştiri yaparken kendi duygularınızın etkisinde olmadığınız doğru zaman ve mekânı seçtiğinizden emin olmalısınız, derim.

Eleştirilerin sıklıkla yanlışa düştüğü noktalardan birisi, genellemeler yapmaktır. Yukarıda belirttiğim gibi bu genellemelerden birisi, örneğin farklı siyasi görüşteki bir kişiyi, “sadece bizden olmadığı” için eleştirmeye kalkmaktır. Eğer eşinize, arkadaşınıza bir eleştiri yöneltecekseniz, “Siz kadınlar / erkekler zaten hep böylesiniz” diye başlayan bir eleştiri, daha baştan yanlışa düşmüş demektir. Yaşamın beyazdan siyaha uzanan grilikleri içinde ne bir kişi ne de bir dünya görüşü baştan aşağıya yanlış olamaz. Unutmayın ki, durmuş bir saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir.

Eleştiri konusunda genellemeler gibi sıklıkla hata yaptığımız alanlardan bir diğeri de benzetmeler yapmak, uygunsuz örnekler vermektir. Bir başka yanlışı işaret ederek bir olayı veya bir kişiyi yargılamak ve hatta “infaz etmek” her zaman doğru olmayabilir. Eleştirirken verdiğimiz örneklerin sağlamlığından emin olmak zorundayız. Yerel basında “Filan kentte durum böyle iken neden bizde öyle değil?” şeklindeki eleştirileri sıklıkla okuduğunuzu hatırlayacaksınız. Bu eleştirilerde çoğunlukla her kentin kendisine özgü yönleri ve özellikleri olduğu unutuluverir.

Bir sosyal ortamda, bir sivil veya siyasi örgütte, bir işletmede öne çıkmanın, itibar kazanmanın bir yolu olarak kullanılır eleştiri çoğu zaman. Kimi kişiler, başkalarını eleştirip karalayarak pozisyon yükselmesi elde etmeye çalışırlar. Kurumsallaşma düzeyi düşük örgütlerde sık görülen bir durumdur bu. Eleştiri, kişilerin örgütte veya toplum önünde popülaritelerini artırmaya çalıştıkları bir araç olmamalıdır. Ne yazık ki, siyasi yaşamımız bu hastalıktan bir türlü kurtulamamaktadır.

Özetle; konusu, içeriği ve biçimi ne olursa olsun eleştiri, yapıcı olmalıdır. Bunun aksine davrananlar, aynı saldırılara kendilerinin de muhatap olabileceklerini unutmamalılar…

18 Mart 2011 Cuma

Yaşam Okulu

Yaşam Okulu

Gürcan Banger

Yaşamı değerlendirirken tarafsız olabilmeyi önemli bulurum. Eleştirmesine eleştiririm. Değerlendirmeler yaparım. Dersler çıkarırım. Ama söylemimi fazlaca şikâyetler üzerine kurmam. Başkalarından veya kendimden şikayet etmemin, yaşam koşullarım hakkında başkalarına sızlanmamın yararsız olduğuna inanırım. Sanırım; bir de, çok fazla sorunlarımı aktararak mutsuzluğu artırmaktan hoşlanmıyorum.

Yaşam, genelde bizim isteklerimize göre biçimlenmiyor. Yaşamımıza etki eden faktörlerin pek çoğu bizim dışımızda. Bu gerçeği kabul ederek, hayali beklentiler içinde olmak yerine daha gerçekçi uygulamalar peşinde koşmak kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlayabilir. Olumsuz bir olay karşısında “Neden ben?” veya “Farklı olamaz mıydı?” türünde sızlanmaların, beni doğru ve sağlıklı bir ruh haline götüreceği fikrinde değilim. Kader ve alınyazısına inanıyorsanız, onun bu sızlanmalarınızı haklı çıkaracak bir mantığı yok. Şikâyet ve sızlanmalarla değerli zamanınızı ve yaşam fırsatlarınızı harcamayın, derim.

Ben, Sen ve Biz
“Sen, ben ve biz” bakış açıları. “Sen” kalıbına uygun insanlar, fazlaca çevrelerine bağımlı olarak yaşarlar. Onlar için başkalarının ne diyeceği, kendilerinin ne düşündüğünden ve yapacağından daha önemlidir. Bir başka deyişle; kısıtlara ve sınırlara göre yaşar bu insanlar. Bunlara ortayolcu dendiği de olur. Kraldan fazla kralcı denen türde karakterler de bu gruptan çıkar genelde. Herşeyleri çevreye göre tanımlanmış olduğundan şikayet ve sızlanma da adeta karakterlerinin ana belirleyicisidir.

“Ben” kalıbını muhtemelen iyi tanırsınız. Yaşamlarında hak etmedikleri ölçüde, “ben” fikri öndedir. Ondan iyisi yoktur. O, en iyisini bilir. Asla yanlış yapmaz. Herkese ona göre davranmak zorundadır. Yaşamları “ben” sözcüğü ile başlar, “ben” sözcüğü ile biter. Bu tür kişiler, çevresel faktörleri dikkate almazlar. Diğer insanların ne düşündüklerinin ve bireysel beklentilerinin fazla değeri yoktur onlar için. Başkalarının yerine düşünme ve yapma alışkanlıkları gelişmiştir. Bağımsız olma hakkına sadece kendileri sahiptir, diğerleri zaten kaynağından köledirler.

Aslına bakarsanız; tanıdığım insanları düşündüğümde en fazla yanlışın, “biz” kalıbı konusunda yapıldığını görüyorum. “Biz” kalıbı, genel olarak iki insan arasındaki ilişki olarak anlaşılıyor. O ilişkide de bir tarafın diğerinin “tapusunu alma” girişimi, “biz olmak” veya “biz olmanın haklılığı” olarak anlaşılıp anlatılıyor.

“Biz” olmak önce çevrenin, koşulların ve özellikle başka insanların farkında olmak demektir. “Biz” olmak, insanlarımızla çevremizi sevmek ve onlara saygı duymak demektir. Bireyler olarak hoşgörüyü, yaşamımızın doğal unsurlarından birisi yapmadan “biz” olmamız mümkün değildir. Bir başka deyişle; “biz” bakışını yakalayabilmek için sevgi, saygı, hoşgörü ve empatiden kaynaklanan bağlılıkla birey olmaktan kaynaklanan bağımsızlığımızı bir hamur yapabilmiş olmalıyız. Siyah ve beyaz gibi; bağlılık ve bağımsızlık bir arada var olduğunda yaşamın renkleri belirmeye başlıyor.

Hayalimdeki ve gerçek yaşamdaki
Bazen merak ederim. Sevdiğimiz insan, gerçekte var olan kişi midir, yoksa o insanın fiziksel biçiminde bizim aklımızda yarattığımız “değişe uğramış” bir figür müdür? Çoğu zaman karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul etmek yerine genelde kafamızda, kimi zaman da zorlamalarımızla gerçek dünyada onu istediğimiz gibi oluşturmaya çalışırız. Bu nedenle sevdiğimiz, o gerçek insan mıdır, yoksa bizim kendi yarattığımız model midir; karışır gider. Eğer aklımızdakini seviyorsak bu, aslında bencilce kendimizi sevdiğimiz anlamına gelmez mi?

Eğer bir insanı değiştirerek sevmek istiyorsak, bu gibi durumlarda dürüst davranmamız da mümkün olmaz. Ona karşı şirin, sevimli ve uyumlu davranmaya çalışırken, kafamızda “tilkilerin kuyruklarını değdirmemek” için senaryolar kurarız. Onu kaybetmemek adına sözcükleri özenle seçer, anlamları bulanıklaştırır, açık konuşmalar yerine imaları çoğaltırız. Hatta gerçekler ve olayları, değiştirip saptırmasak bile karşımızdaki insana göre filtre eder; bazı yanları gözden kaçırır, üstünü örteriz.

Bir sevgi ilişkisinde doğru pozisyon bir kişi, ne kendisinden ne karşısındaki insanı kaybetmekten korkar. Baskı yaparak ya da yanıltarak kendi görüş ve yaklaşımını kabul ettirme çabasında da değildir. Sevgisini saygı ve empati ile ördüğü için kendi adımını atmakta da rahattır.

Kimdir bu insan?
Böyle bir doğru insanı tanımak çok zor değildir. Birey olabilmiş insan, kendisini pek çok biçimde açığa vurur. Öncelikle onu, yaşama olumlu bakışı ve dokunuşu ile tanıyabilirsiniz. Onun için yaşanan olumsuz olaylar, yaşamdan alınması gereken derslerdir. İlginç bir biçimde yalnız olumsuzlukları ders olarak algılamaz; iyi gelişmelerden de kendine ilkeler, yeni ve gelişmiş davranış biçimleri üretir.

Onu tanıtan özelliklerden bir diğeri, yaşam dediğimiz sistemin bir enerji kaynağı gibi davranmasıdır. Onunla geçirdiğiniz birkaç dakika içinde dahi kendinizi daha iyi hissedersiniz. Size ya neşe katar ya da yaşama sevincinizin artmasına neden olur. Kendinizi ilginç bir huzur hali içinde bulursunuz.

Nitelikli birey, yaşamı ve çevresini anlamlandıran kişidir. Onunla, o güne kadar fark etmediğiniz yeteneklerinizi, başarıyla yaptığınız halde takdir almamış işlerinizi kavrarsınız. “Neden ben?” diye soran olumsuz sorularınız, “İyi ki; ben!” diyen olumlu bir cümlelere dönüşür.

Gerçekten var mı?
Tüm bu söylediklerimden, birey olmayı becermiş insanın bir android (makina adam) ya da sibetron (bilgisayar adam) olması gerektiği yanlışına düşmeyin. Fiziksel yaşam varsa, bu yaşamda mutlaka eksikler, zayıflıklar ve hatalar vardır. Kimsenin kendini hatalardan sınırsız arındırmasını bekleyemeyiz.

İyi insanların da zaman zaman yalpalaması olağandır. Burada önemli olan doğrultudur. En ağır koşullarda bile etik ve tutarlı davranabilen insan, farklı ve nitelikli olarak algılanmayı hak etmiş demektir.

Hem iyi bir öğrenci olmalı, hem de iyi bir usta bulmalı. Yaşam, birey olabilmek için bitmeyen bir okul gibi...

Rekabet, Ar-Ge ve Siyaset

Rekabet, Ar-Ge ve Siyaset

Gürcan Banger

Araştırma ve geliştirme kavramının kısa ifadesi olan ar-ge, yaşadığımız bilgi toplumunun önemli olgularından birisi. Sözcük, bir araştırma ve geliştirme ruhu yanında, örgütlerin bu yönünün geliştirilmesi amacıyla yapılmış yatırımları da ifade ediyor. Ar-ge kavramı, toplum ve devletten başlayıp ekonomik faaliyette bulunan firmalara ve sivil toplum kuruluşlarına kadar çok geniş bir tayfı içine alıyor. Son çeyrek yüzyılda teknolojideki önemli gelişmeler ar-genin önemini artırdı. Bu nedenle ar-ge kavramı, neredeyse günlük yaşamın unsurlarından birisi haline geldi.

Diğer yandan; bilişim ve iletişimde oluşan yüksek ivmeli gelişim sayesinde toplumsal aktörler arasındaki rekabet de son derece yüksek tempolara ve hacimlere ulaştı. Siyasal rekabet yanında sınai ve ticari firmaların birbirilerini dikkate alan koşusu neredeyse bir spor yarışması haline dönüştü. Özetle; ar-ge gibi rekabet de her gün artan oranda günlük iş ve sosyal yaşamımızın bir parçası olmaya devam ediyor.

İster bir firma ister bir sosyal örgüt açısından bakın; rekabet ve ar-ge arasında çok yakın bir ilgi olduğuna hiç kuşku yok. Yönetim uzmanları, bir kuruluşun kendi pazarındaki rekabet gücünü artırabilmesi için ar-ge yetenek ve kapasitesini artırması gereğinden söz ediyorlar.

Rekabet ve ar-ge arasındaki ilişkinin, bir anlamda yumurta-tavuk ilişkisine benzediği de unutulmamalı. Örneğin bir ekonomide pazarın rekabet koşullarında iyileştirmeler sağlanmadan o ekonomideki ar-ge ortamının gelişmeyeceği bir gerçektir. Çünkü ar-ge, uzun vadede dolaylı getirilerine rağmen masraflar bölümüne yazılan bir kalemdir. Özellikle kayıtdışı ekonominin yaygın olduğu durumlarda firmalar, rekabet şanslarını yükselen maliyetler nedeniyle yitirmemek için ar-ge yatırımlarına yönelmeyebilirler. Ar-ge yatırımlarındaki daralma ise toplumda ve ekonomide inovasyonun (yenilikçiliğin) güdük kalmasına neden olur. Pazarda rekabet koşullarının iyileştirilmesinin ve ar-ge faaliyetlerinin artırılmasının, ekonominin büyümesi ve istihdamın artırılması üzerinde olumlu katkıları olacağına hiç kuşku yok.

Rekabeti zora sokan unsurlar arasında çok ciddi bir sorun olan kayıtdışı ekonomi ile yeterli ölçüde mücadele etmeyen bir devlet yönetimi anlayışının, toplumda ve ekonomide yer alan aktörlerden ar-ge beklemeye de hakkı yok. Ülkenin bilimsel, teknolojik ve innovatif gelişiminin yolu, öncelikle kayıtdışı ile mücadele etmekten geçmektedir.

Özellikle ekonomide ar-ge etkinliklerinin artılmasının yollarından birisi, ekonomik işletmeler ile üniversitelerin etkileşimini ve birlikte iş yapma imkânlarını artırmaktır. Bu ortak platformlar için yaratıcı yol ve yöntemlere ihtiyacımız var. Bugüne kadar örneklerini gördüğümüz kuruluşlar arası protokollerin veya teknopark denemelerinin istenen ölçüde başarılı olamadığı ortadadır.

Dünya’da ekonomik savaş, giderek keskinleşmektedir. Gelişmişlerle daha az gelişmişler arasındaki uçurumun büyümesi tehdidini biz de giderek daha yakından hissetmekteyiz. Yeni çağı yakalamanın araçlarından birisi, toplumda ve ekonomide temiz rekabet koşullarında ar-ge ruhunu hızla geliştirmektir.

Siyasette rekabet ve ar-ge
Eğer farkında olmayı başarabilirsek yaşam, bize pek çok gerçeği öğretiyor. Bunu siyaset için de tekrar edebilirim. Dâhil olarak ya da dışarıdan izleyerek bazı siyasal partilerin neden başarılı oldukları, kimilerinin ise neden silinip yok oldukları konusunda ipuçlarını yakalayabiliriz.

Öncelikle; toplumda büyük etkiler yaratan sosyal göç olayından söz etmek gerekir. Kırdan kente göçün belli bir olgunluğa eriştiği bu dönemin getirdiği farklılıkları iyi okuyabilmek gerekir. 1970-1990 arasında kentin yeni göçmenleri olanlar, bugün ülke ve toplum şartlarına uygun biçimde kentlileştiler. Kentten, ekonomiden veya sosyal yaşamdan beklentileri ve yaşam biçimleri önemli ölçüde değişti. Bu durum, bugün kent nüfusunun büyük bölümünü oluşturan yeni kentlilere yönelik politikaların farklılaştırılmasını gerektiriyor. Önümüzdeki dönemde geleneksel içerik ve biçimlerle siyaset yapmanın alanı iyiden iyiye daralacak. Dolayısıyla siyasetçilerin acilen yeni yaklaşımlar üretmeleri gerekiyor.

Aynı nedenden dolayı eski siyasetçiler ve bürokratlar üzerine kurulmuş yeni siyasal oluşumlar, bir yandan geçmişin kişisel ve sosyal psikopatik sorunlarını yeni siyasete taşırken, diğer yandan yenileşmenin önünü de kesmiş oluyorlar. Bir başka deyişle; geçmişin cafcaflı bazı isimlerini yeni siyasal hareketlere taşımak yarar yerine zarar sağlıyor. Eğer siyasal partinin üst kadroları eski siyasetçiler ve bürokratlar ile doldurulursa, sonuçta komutanların çok, askerlerin az olduğu, yaş ortalaması yüksek ve atıl bir parti kadrosu oluşuyor.

Bizde siyaset alanının en az önem verilen alanlarının başında eğitim, kurumsallaşma ile araştırma ve geliştirme (ar-ge) gelir. Üyesi ya da yandaşı olunan partinin diğerlerine oranla hangi farklılıklara sahip olduğunu, partinin üst düzey yöneticileri bile iyi bilmezler. Partide paylaşılmış ve eğitimle yaygınlaştırılmış bir vizyon ve söylem birliği yoktur. Partinin en dinamik yandaşları bile parti söylemi konusunda had safhada bilgisizdirler.

Parti içinde ve dışında bir yarış ve rekabet olması, siyasetin doğasından kaynaklanır. Ama siyasal yarış; dedikodu, karalama ve haksız rekabet anlamına gelmez. Bir kuruluşta dedikodu türünde informel iletişimin engellenmesinin ilk ve vazgeçilmez yolu kurumsal bir yapı oluşturmaktır. Siyaset dünyamızı gözden geçirdiğimizde ise ne merkezde ne de yerel düzeylerde böyle yapılanmaların olmadığını görürüz. Dolayısıyla pek çok siyasal parti daha doğuşundan itibaren kan ve can kaybetmeye başlar.

Bizde ağzı biraz laf yapanın siyaset uygun olduğu gibi yanlış bir düşünce var. Hâlbuki siyaset, söylem ve örgütlenme gibi iki önemli boyutu olan ciddi bir kurum. Siyaseti söylem olarak bilmek yeterli olmadığı gibi sadece örgütlenme gereklerini yerine getirmek de kalıcılığı ve sürekliliği sağlamıyor.

“Bir partinin başarısı beni neden ilgilendirsin?” diyebilirsiniz. Öyle ya; kendi hata, zayıflık ve eksiklikleriyle bir parti başarısızlığa uğruyorsa bu, ona destek verenlerin dertleneceği bir konudur. Hayır; bu doğru değil. Her siyasal parti, toplum için bir umut olarak filizleniyor. Dolayısıyla her siyasal başarısızlık halkın yaşamından ve yaşam kaynaklarından bir bölümünü alıp götürüyor. Her başarısızlık, ekonomik ve sosyal yaşamdan kopup giden kaynaklar, fırsatlar ve umutlar anlamına geliyor. Bu nedenle ne biçimde yapılırsa yapılsın siyasetin kamusal bir yönü var. Siyaset alanına çıkan her aktörün bu gerçeğin farkında ve bilincinde olması gerekiyor.

İş Dünyası Konuları

İş Dünyası Konuları

Gürcan Banger

Özellikle 1990’lı yılların başından bu yana Dünya dış ticareti ve Türkiye’nin konumu ile ilgili önemli değişimler yaşanıyor. Bilindiği gibi; ülkemizin dış satımı genelde geleneksel ürünlerden oluşur. 1990’ların başında sermaye mallarının dış satımı, toplam ihracatın ancak yaklaşık yüzde 2’sini oluşturmaktaydı. 2000’li yıllara geldiğimizde ise sermaye malları ihracının toplan içindeki payının yüzde 10’ların üzerine yükselmiş olduğunu görüyoruz. Bu durum, Türk üretici ve dış satımcısının Dünya durumunun değişmeye başladığının önemli göstergelerinden birisidir.

Her ne kadar bazı sorunları gizli veya açık biçimde içerse de; Türkiye’nin yabancı sermayeyi cezbetmeye başlayan bir ülke olduğu bilinmektedir. Elektrik ve elektronik ile otomotiv sektörlerinde yabancı sermaye oranı giderek artmaktadır. Uzmanlar kimyasal madde üretimi konusunda da önümüzdeki dönemde yeni yabancı sermaye girişleri beklemektedirler. Bu bağlamda “endüstri içi ticaret oranları”, yeni dönemde özellikle sözünü ettiğimiz gelişme gösteren sınaî sektörler açısından daha dikkatle izlememiz gereken göstergelerden birisi olmaya devam edecektir. Bilindiği gibi; bir ülkenin aynı endüstriye ait bir bölümünün hem dış satım hem de dış alım yapabildiği uluslararası ticaret “endüstri içi ticaret” olarak isimlendirilmektedir.

1990’lı yılların ortalarından bu yana; Türkiye’nin durumunun rakip ülkelerle karşılaştırması, gelişen sektörler açısından Türkiye adına bazı fırsatlar ve rekabet avantajları doğurmaktadır. Diğer yandan Türkiye enerji fiyatları açısından OECD ülkeleri arasında en pahalı ülkelerden birisidir. Çin gibi gelişen ekonomilerle kıyaslandığında bu ciddi bir handikap olarak görünmektedir. Benzer şekilde işçilik ücretleri içinde kamu payının aşırı yüksekliği bir diğer önemli handikap olmaya devam etmektedir.

Benzer bir sorun, kurumlar vergisi alanında gözlenmektedir. Türkiye’nin AB dış pazarındaki rakipleri Rusya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Polonya ve Malezya gibi ülkelerdir. Bu ülkelerde kurumlar vergisi oranının daha düşük olması, Türk sanayici ve ihracatçıları açısından ağırlık yapan bir unsur olarak algılanmaktadır.

Sanayi ve dolayısıyla ekonomi, kendi ayakları üzerinde dikilip yürüyebilmelidir. Ama bir ülkenin ekonomisinin ilerlemesinin topyekün bir birliktelik olduğunu da unutmamak gerekir.

Kurumsal Sosyal Sorumluluk
Bu sıralar üzerinde çalıştığım yönetişim konusu nedeniyle sorumluluk ve hesap verebilirlik kavramlarını sıklıkla anıyorum. Sorumluluk konusu iki başlık altında ele alınıyor: Mali sorumluluk ve sosyal sorumluluk… Bu iki kavramdan birincisi topluma karşı mali açıklığı ve sorumluluk almayı, ikincisi ise siyasetin yaptıklarından dolayı topluma karşı sorumlu olmasını anlatıyordu. Bu kavramları isimlendirmeden de; çok önceden beri dürüst ve ahlaklı siyasetçiler olarak yaşamlarında bu ilkeleri uygulayan kişiler bulunduğundan eminim. Ama bir isim vererek o kavramı işaret ettiğinizde, daha farklı biçimde anlaşıldığı ve algılandığı da bir gerçek…

Son zamanlarda bu iki kavramdan sosyal sorumluluk ile ilgili olanı, başta şirketlerle ilgili olmak üzere kamu birimlerini ve sivil toplum kuruluşlarını içine alacak biçimde daha yaygın kullanılmaya başladı. Bu sıralar şirketleri kast eden her kavramda olduğu gibi, başına bir sözcük eklemesi ile “kurumsal sosyal sorumluluk (KSS)” adını aldı.

Kısaca tanımlamak gerekirse; kurumsal sosyal sorumluluk (KSS), şirketlerin daha iyi bir toplum ve yaşanabilir sağlıklı bir çevre için gönüllü olarak katkıda bulunmaları biçiminde anlaşılıyor. Çevre bilincinin yaygınlaşmaya başladığı 1980’li yılların başına ait “Kirleten öder” sloganının biraz daha geliştirilmiş şekli olarak da düşünebilirsiniz.

KSS kavramı, bir toplum içinde yaşayan şirketlerin de devlet ve bireyler gibi sorumlulukları olduğunu, sadece üretip satarak varlık nedenlerini yerine getirmiş olmayacaklarını ifade ediyor.

Çağdaş niteliklere sahip şirketlerin yerine getirmesi gereken belli başlı sorumluluklardan söz edebiliriz. Örneğin şirketler yaşayabilmek için verimli ve karlı olmak zorundadırlar; bu, onların birinci sorumluluğudur. İkincisi; devlet, şirketlerin yasalara uygun davranmasını ister. Yasalara uymak da şirketlerin sorumluluklarından birisidir. Üçüncüsü; çağdaş şirketler, yasalarla belirlenmemiş bile olsa toplumsal kalıp ve beklentilere uygun biçimde ahlaklı olmak zorundadırlar. Son olarak; şirketler, toplumsal sorunların çözümü için gönüllü katkıda bulunmak zorundadırlar. Bu son sorumluluk anlayışına “kurumsal sosyal sorumluluk (KSS)” adı veriliyor.

Dünya’da ilginç KSS örnekleri ile karşılaşılabiliyor. Kentlerimize dönüp baktığımızda; yerel KSS örnekleri bulmaya çalıştığımızda fazlaca yaratıcı uygulamalarla karşılaşmıyoruz. Yapılan uygulamaların pek çoğu, geleneksel hayırseverlik örneklerini aşamıyor. Zaman zaman çevrecilerin ve ilgili kamu birimlerinin zorlamasıyla bir miktar fidan diken şirketler oluyor. Liste kabarık olsun diye, spor kulüplerine destek veren az sayıdaki şirketi de sayalım bu arada. Bir de; iyi havalarda “şarkı-türkü belediyeciliğine” zoraki sponsor olan meçhul şirketler var. Tabii bu sponsorluk, kurumsal sosyal sorumluluk örneği sayılırsa…