31 Ağustos 2010 Salı

Referandumun Sonucu Ne Olur? - 2

Referandumun Sonucu Ne Olur? - 2

Gürcan Banger

Konsensus Araştırma firmasının Haziran 2011 içinde yaptığı referandum anketi sonuçları, o anki durumun yüzde 54 “Hayır”, yüzde 46 “Evet” dolayında olduğunu gösteriyordu. Sonar Araştırma’nın Ağustos 2011 soruşturması ise durumu yüzde 51 “Hayır” ve yüzde 49 “Evet” olarak veriyor. Hiç kuşkusuz; oy oranlarında genel başkanların meydan konuşmaları, medyadaki açıklamaları ve ‘ağızdan kaçıveren’ cümleleri etkili oluyor.

Şimdiye kadar olan gelişmeler, (“Hayır” ihtimali daha yüksek olmakla birlikte) dağılımın yüzde 45 - 55 aralığında “Evet” ya da “Hayır” lehine olacağını gösteriyor. Bu durumun açıklaması, referandum sonuçlarının siyasal iktidarın tutum ve davranışlarını ve siyasal tercihlerini fazlaca etkilemeyecek şeklinde olabilir. Özetle; eğer oy oranları yüzde 45 – 55 aralığında oluşursa, referandum sonucu ne olursa olsun iktidar politikalarında ciddi bir değişim görmek mümkün olmaz.

Siyasal duruma bir de genel seçim oy tercihleri açısından bakalım. Sonar’ın Mayıs 2011 araştırması ile ilgili en ilginç durumun; oyların AkParti, CHP ve MHP’de kümeleşmesi olduğunu belirtmiştim. Mayıs’ta üç partinin oy oranı yüzde 82 dolayında idi. Konsensus’un Haziran 2011 sonuçları üç partinin toplamının yüzde 83 olduğunu gösteriyordu. Son olarak Sonar’ın Ağustos 2011 sonuçları ise AkParti, CHP ve MHP toplamının yüzde 82 olduğunu söylüyor. Dolayısıyla (yüzde 4-5 oy oranında kalması beklenen BDP’yi bir yana koyarsak) yakın ve orta vadede ülkenin geleceğini bu üç partinin belirlemeye devam edeceğini söyleyebiliriz.

Sonar’ın Ağustos 2011 anketine göre; ham sonuçlar AkParti’nin yüzde 33, CHP’nin yüzde 28, MHP’nin yüzde 12 dolayında olduğunu gösteriyor. Kararsızlar ve görüş belirtmeyenler dağıtıldığında ise AkParti yüzde 37, CHP yüzde 31, MHP yüzde 14 dolayında oy alacak şeklinde görünüyor. Sonar’ın Mayıs ayı ile karşılaştırıldığında; AkParti’nin yüzde 5 dolayında yükseldiğini, CHP’nin yerinde kaldığını, MHP’nin ise yüzde 5’lik bir kayba uğradığını görüyoruz. (Bu arada karşılaştırma olması açısından 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde il genel meclisi oylarının AkParti yüzde 38, CHP yüzde 23, MHP yüzde 16, DTP yüzde 6, SP yüzde 5 şeklinde olduğunu belirteyim.)

Bu sonuçlar ile Sonar Araştırma uzmanlarının yaptığı yorum raporda (aynen) şöyle verilmiş: “AKP’nin %37 oranının, yaklaşık 16 puanı Kürt kökenli vatandaşlarımızdan geliyor. Bu durumda, Türk seçmenden %20 alması, AKP’nin birinci parti olmasına yetiyor. CHP’nin güçlenmesi ve referandum süreci, bir kısım MHP ve SP seçmeninin AKP’ye kaymasına neden olmuştur.”

Sonar Ağustos 2011 kamuoyu soruşturmasının diğer partilerle ilgili yorumları ise şu şekilde verilmiş: “Az da olsa, MHP seçmeninin bir bölümünün, AKP’ye yöneldiği gözlenmiştir. CHP, 2 aydır ulaştığı oy oranını korumuş, ancak birinciliği AKP’ye kaptırmıştır. CHP’nin yeni lideri ile uzlaşamayan bir grup sosyal demokrat, seçmen ve parti örgütü DSP’nin oyunu yüzde 3’lerde korumaktadır. BDP’de oy kaybı gözlenmektedir. Partinin kongre süreci ve CHP’nin güçlenmesi, (bir süre önce %5’lere ulaşan) SP seçmeninin yarısını AKP’ye yönlendirmiştir. Bir süredir %2’lerde seyreden DP, bu kez %3 oy oranına çıkmıştır.)”

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanı olduğu sıralarda yapılan anketler 2011 genel seçim sonuçları açısından bir CHP + MHP koalisyonunu işaret ediyor gibiydi. Ağostos’ta ulaştığımız nokta ise AKP’nin tek başına hükümet olmaya devam etme ihtimalini güçlendirmiş görünüyor. Diğer yandan her ne kadar yüzde 45 – 55 aralığında bitebilecek referandum oylaması siyasal iktidarı fazlaca etkilemeyecek olsa da; yeni bir siyasal konjonktürün oluşması daima mümkündür. Zayıf siyasal hafızalı toplumlarda her an yeni gündemlerin oluşması ve seçmenlerin bir uçtan diğerine savrulması beklenen bir durumdur.

“Referandumun Sonucu Ne Olur?” diye başlarken şunları yazmıştım: “Memlekette iki tür kaygı ve merak var. Bir grup günlük iaşesini elde edip evlad-ü ayale ekmek götürme derdinde. Bir diğer grup ise ‘İktidarı nasıl olur da ele geçiririz?’ derdinde… Gerçekte bir üçüncü grup daha var. Ekmek derdini önüne koyanlar dışında kalan ‘siyaset saflarına’ doğrudan müdahil olmayan bir başka bölüm ise ‘Memleket elden gidiyor’ ya da ‘Din elden gidiyor’ vaveylalarının peşine takılmış siyasal rantçıların dümen suyunda debeleniyor.”

Ülkenin gerçeklerini ifade eden ipuçları da anketin sonuçları arasında yer almış. Ankete katılanlara en önemli sorunlarının ne olduğu sorulduğunda verdikleri cevaplar şöyle: İşsizlik ve istihdam yüzde 74, Ekonomik sorunlar ve pahalılık yüzde 65, terör olayları yüzde 63… Siyaset erbabı ise birinin boyu, diğerinin soyu ile uğraşıyor. Millet ekmek derdinde; siyasetin ise keyfi yerinde… Gerçekten insanlar layık oldukları şekilde mi yönetiliyorlar?

Referandumun Sonucu Ne Olur?

Referandumun Sonucu Ne Olur?

Gürcan Banger

Memlekette iki tür kaygı ve merak var. Bir grup günlük iaşesini elde edip evlad-ü ayale ekmek götürme derdinde. Bir diğer grup ise “İktidarı nasıl olur da ele geçiririz?” derdinde… Gerçekte bir üçüncü grup daha var. Ekmek derdini önüne koyanlar dışında kalan ‘siyaset saflarına’ doğrudan müdahil olmayan bir başka bölüm ise “Memleket elden gidiyor” ya da “Din elden gidiyor” vaveylalarının peşine takılmış siyasal rantçıların dümen suyunda debeleniyor.

İşin özeti şu ki; çirkin, yararsız ve verimsiz siyaset, memleketin ve halkın gündemini rant ve çıkar arayışına eklemlediği kendi yarattığı sorunlarla işgal edip duruyor. Doğrusu; medya da kendi tiraj ve reyting beklentileriyle bu çirkin sürece çanak tutmaya devam ediyor.

Arka plan ne olursa olsun; karşımızda bir gerçek durum var. 12 Eylül’de Anayasa değişikliklerini konu alan bir referandum yapılacak. “Evet” ya da “Hayır” oylarının durumuna göre ülkenin hal ve gidişinde değişiklikler olabilir.

Referandum sonuçlarına iki ayrı noktadan bakmak gerekli: Birincisi, sonucun “Evet” veya “Hayır” çıkması; ikincisi ise oyların dağılımı… Bu iki sonuç hem iktidarın hem de muhalefetin davranış modelini kaçınılmaz biçimde etkileyecek.

Hiç kuşkusuz; referandumun nasıl sonuçlanacağı konusunda sosyal algılarımız önemli. Ama sonucun kestirilmesi hususunda en önemli veriyi, konuyla ilgili olarak ciddi araştırma kuruluşlarının yaptığı kamuoyu soruşturmalarından alıyoruz. Özellikle düzenli tekrarlanan kamuoyu anketleri, kişisel izlenim ve algılarımızla birleşince önemli öngörülere vesile olabiliyor.

Referandum ile siyasal eğilimler ve beklentiler konusunda düzenli kamuoyu soruşturmaları yapan kuruluşlardan birisi Sonar Araştırma. Haziran 2011 içinde yayınlanan yazılarımdan birisinde Sonar’ın Mayıs 2011 anketini ele almıştım. Bu kuruluşun Ağustos 2011 araştırması, Mayıs’ta yapılmış olana göre değişen ipuçları veriyor. Araştırmanın sonuç raporunu incelemekte yarar var.

Anket, aralarında Eskişehir’in de yer aldığı 25 ilde yapılmış. Ankete katılımcı seçiminde kırsal alanlara (ilçe, belde ve köylere) yüzde 20 dolayında pay ayrılmış. 1-9 Ağustos 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilen çalışmada 4000 kişiye yüzyüze sorular sorulmuş.

Anketin genel sonuçlarına bakıldığında; “Hayır” diyenlerin oranı yüzde 51, “Evet” diyenlerin oranı ise yüzde 49 olarak sınırda bir durum görülüyor. Erkeklerin yüzde 53’ü, kadınların ise yüzde 45’i “Evet” şeklinde cevap vermişler. Dolayısıyla erkeklerin yüzde 47’si, kadınların yüzde 55’i “Hayır” cevabı vermiş.

“Hayır” oranı büyükten küçüğe doğru; Mersin, Muğla, Denizli, Balıkesir, İzmir, Aydın, Tekirdağ, Adana, Antalya, Ankara, Eskişehir ve Manisa’da “Hayır” oranı “Evet” oranından daha yüksek. Bu illerde referandum sorusu “Hayır” cevabı almış görünüyor.

Diğer yandan “Evet” oranı büyükten küçüğe doğru; K.Maraş, Ş.Urfa, Gaziantep, Erzurum, Trabzon, Konya, Diyarbakır, Kayseri, Hatay, Kocaeli, Samsun, İstanbul, Bursa’da “Evet” oranı “Hayır” oranından yüksek. Bu illerde (anket sonuçlarının doğruluğu ölçüsünde) vatandaşın tercihinin “Evet” yönünde olduğu izleniyor. Mevcut iktidarın nimetlerinden bol miktarda yararlanan Konya ile Kayseri’nin (hatta Gaziantep’in) “Evet” grubunda yer alması hiç şaşırtıcı bir sonuç değil.

Anket için seçilen 25 il içerisinde “Evet” oylarının en yüksek olduğu ile yüzde 84 ile K.Maraş ve en düşük olduğu il ise yüzde 25 ile İçel… Dolayısıyla “Hayır” oranı İçel’de yüzde 75’e ulaşırken K.Maraş’ta ancak yüzde 16’da kalıyor.

Eskişehir’i merak edenler için biraz ayrıntı vereyim. Ankette Eskişehir’i temsilen yaklaşık yüzde 2 dolayında katılımcı seçilmiş. Eskişehir’den katılanların yüzde 61’i “Hayır”, yüzde 49’u ise “Evet” demiş. Eskişehir’i sosyal ve siyasal olarak tanıyanlar için kolay bir sonuç olarak Eskişehir’in referanduma “Hayır” diyeceğini öngörmek hatalı olmaz.

Referanduma verilen cevaplar için yaz dilimi dağılımlarına da bakmakta yarar var. 18-24 yaş dilimi yüzde 46 oranında “Evet”, yüzde 54 oranında “Hayır” öngörüsünde bulunmuş. Arada ciddi bir fark olmasa da gençler “Hayır” deme eğiliminde gibi görülüyorlar. 25-34 ile 45-54 yaş dilimlerinde “Evet” ve “Hayır” oyları yüzde 50’de eşit gözleniyor. 35-44 yaş dilimi yüzde 55 ile “Evet” derken 55-64 ve 65 yaş üstü dilimlerle “Hayır” oyları yüzde 56-57 gibi oy oranları ile “Evet” tercihlerini geçiyor. Özetle; orta yaş “Evet” oyuna yakınken genç ve ileri yaş dilimleri “Hayır” tercihine daha yakın görülüyor.

Partiler açısından bakıldığında; “Evet” oylarının AkParti seçmeni ile CHP’nin yüzde 7’si, SP’nin tamamına yakını, MHP’nin yüzde 25’i ve BBP’nin çoğunluğundan oluştuğu görülüyor.

2011’de (belki de daha erken bir tarihte) önümüzde bir erken seçim var. Referandum süreci de genel seçimin gidişatını ve sonucunu etkileyecek. Durumun genel seçim açısından nasıl göründüğünü yarınki yazımda ele alacağım.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Müzikte Frig İzleri

Müzikte Frig İzleri

Gürcan Banger

Frigya, Eskişehir, Kütahya ve Afyonkarahisar’ı içine alıp Denizli’ye kadar uzanan toprakların antik çağlardaki ismidir. Bölge, eski çağlarda Sakarya Irmağı’ndan Büyük Menderes Irmağı’nın yukarı çığırları arasında kalan topraklar olarak tanımlanmıştır. Bu bölgeye Frigya adının verilmesi ise MÖ 1200’lerde Trakya ve Boğazlar üzerinden Anadolu’ya giren Frigler nedeniyledir.

Önce Bursa – Zonguldak arasındaki antik Bitinya bölgesine yerleşen Frigler, MÖ 750 yılları dolayında Frigya’ya doğru hareket etmişler ve MÖ 300’e kadar bu bölgede yerleşik kalmışlardır. Eskişehir – Kütahya – Afyonkarahisar illerinin çevrelediği Türkmen Dağı eteklerinde Friglerden kalma çok sayıda anıta ve kaya mezarına rastlamak mümkündür.

Özellikle son yıllarda turizmdeki gelişmeye bağlı olarak Frig kültürünün tanınmasında bir merak ve ilgi oluşmaya başladı. Başta Yazılıkaya olmak üzere anıt ve mezarların yer aldığı Frig vadilerine geziler düzenleniyor. Her ne kadar bilgilenme yönü eksik kalsa da; bu toprakların geçmişinin bilinmesi yönünde bir eğilim yaygınlaşmaya başladı.

Ama ne yazık ki; antik kültürün oyulmuş taşlardan ve kaya mezarlarından oluştuğu gibi yanlış bir izlenim de kendiliğinden gelişiyor. Dağlık arazide gördüklerimizi geçmiş kültürün tamamı sanıyoruz. Bir dönemin ve halkın kültürünü kaya anıtlarına ve mezarlara kolayca indirgiyoruz.

Frigler tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir halktı. Büyük sürüler besleyip at yetiştiriciliği ile uğraşırlardı. Yazılı antik eserlerde bağ ve bahçelerinin zenginliği ile verimliliğinden söz edilmektedir. Anadolu’da bir karayolu ağı kurup Asur ve Luvi devletleri yanında Ege kıyılarında yer alan antik çağ toplumları ile ticaret yapmışlardı.

Frig sanatı, kendilerinden önce yaşamış veya çağdaşları olan Hititler, Urartular, Asurlular veya antik Egeliler gibi uygarlıkların sanatsal izlerini taşır. Etkilenmenin karşılıklı ve çift yönlü olduğunu söylemek daha doğrudur. Geliştirdikleri mimari ve mühendislik yaklaşımları (hem yapı hem de süsleme olarak) önemli Frig yerleşimlerinde (kalıntı halinde bile olsa) izlenebilir.

Frig yapılarında çakıl taşı mozaik döşemeciliği dikkati çeker. Bezemeci döşeme yetkinliklerinin yanında maden ve ağaç işlemeciliğinde hayli ileri idiler. Kazılarda bulunan tabaklar ve kazanlar bunu doğrulamaktadır. Diğer yandan değerli madenlerden yapılmış çengelli iğneler, kemer tokaları ve heykelcikler uygarlığın vardığı düzeyi belirtmesi açısından önemlidir. Frig dokumacılığının izleri bugünün Anadolu kilim motiflerine kadar uzanmıştır.

Friglerin önemli sanat alanlarından bir diğeri müzikti. Bu konuda yetkinlikleri ile eski Yunan müziğini ciddi biçimde etkilediler. Bugün başta caz olmak üzere müziğin önemli unsurlarından birisi olarak dikkati çeken “Frig makamı (Phrygian mode)” veya “Frig gamı (Phrygian scale)” antik çağlardan günümüze uzanan tarihsel ve kültürel mirasın çok değerli bir parçasıdır. Bu izler, caz bir yana kendilerine “Heavy Metal” müzik türünde bile yer bulmaktadır. Örneğin Metallica isimli grubun “Whenever I May Roam”, Megadeth’in “Symphony of Destruction” ve Iron Maiden’ın “Remember Tomorrow” isimli şarkıları Frig makamı (Frig tarzı) ile yazılmış “Heavy Metal” türünde şarkılardır. Keza geçmişin iyi tanınan gruplarından Jefferson Airplane isimli grubun “White Rabbit” isimli parçasını da çağdaş müzikte Frig gamı örneklerinden birisi olarak sayabiliriz. Bu arada ünlü “Baba” filminin bazı şarkılarının yazımında Frig gamından yararlanıldığını da eklemeliyim. Bu saydıklarıma (klasik müzikten Çigan müziğine kadar) değişik müzik türleri arasından çok sayıda örnek ilave edilebilir.

Frig gamı müzikte farklı tarihsel dönemlerde ve değişen kategorilerde çalışılmıştır. Bunlar arasında Frig ve antik Yunan, Ortaçağ ve Rönesans, caz ve pop ile çağdaş müzik yaklaşımlarını sayabiliriz. Çağdaş Frig temel gamı do sesinden başlatıldığında do, re bemol, mi bemol, fa, sol, la bemol, si bemol ve do sesleri şeklinde oluşur.

Frig müziğinin bilim ve sanat derinliklerini uzmanlara bırakarak burada noktayı koyalım. Ortadoğu müzik kültürünü de ciddi biçimde etkilemiş olan Frig müziği, bize kültürün ve sanatın köklerinin nice derinliklere uzanabildiği konusunda değerli ipuçları veriyor.

Dışımızdaki Dünya - 3

Dışımızdaki Dünya - 3

Gürcan Banger

Dünyayı modeller ile anlıyor, açıklıyor veya öngörüyoruz. Kimi zaman gerçekle modeli karıştırdığımız oluyor. Dünyanın, insanların modellere göre davranmadığında şaşkınlık geçiriyoruz. Hâlbuki modeller, gerçek dünyanın bizim basitleştirdiğimiz hallerinden başka şeyler değil.

Bir mimari proje veya bir yapının maketi, ilgili yapının modelidir. Örneğin “Herkes parayı sever” dediğimizde insanlar hakkında gene bir model önermiş oluruz. Tüm bilim dalları ve disiplinler modellerden yararlanır. Modeller kâğıt üzerinden bilgisayar ortamına kadar çok değişik biçim ve içeriklerde geliştirilebilir. Bu tür çalışmaların amacı dünyayı açıklayabilmek ve gelecek konusunda bazı öngörülerde bulunabilmektir.

Karmaşık olan yaşamı kavramak için yaşamımızdaki sistemlerin temsili gösterimleri olan modelleri kullandığımızdan söz etmiştim. Örneğin bir hidrolik santralin bilgisayar ortamında yazılım aracılığı ile bir modelini üretebiliriz. Bu bilgisayar programını depremsellik, yakıt yeterliliği, elektrik şebekesinin enerji ihtiyacı veya nitelikli insan ihtiyacının karşılanıp karşılanamadığı gibi bazı verilerle besleyerek henüz inşa etmeden santralin gerçek yaşam sorunları karşısında nasıl davranacağı üzerine bilgiler edinebiliriz.

Eğer yaptığımız bu model, gerçek sisteme yeterli yakınlıkta ve istenen duyarlılıkta ise, gerçekten çok yararlı bilgiler verebilecektir. Örneğin bölgenin depremsellik özelliklerini dikkate almayan bir model, bu konuyla ilgili bir öngörüde bulunamaz. Dolayısıyla depremselliği bir faktör olarak modele katmadığımızda ciddi bir eksiklik yapmış oluruz.

Geçtiğimiz yüzyılda gerek teknolojik altyapının yetersizliğinden gerekse anlaşılma kolaylığı sağlamak için daha basit modeller kurmayı tercih ediyorduk. Bugün küreselleşme denilen ve yaşamı gerçekten zorlaştıran bir süreci yaşıyoruz. Küreselleşme ile birlikte işletmeyi etkisi altında tutan pek çok yeni faktör gündemimizi işgal ediyor. Bu nedenle çağın iş modelleri de çok daha karmaşık ve ayrıntılı olmak zorunda.

Geçtiğimiz dönemlerde işletmeler, birbirinden bağımsız bölüm ve birimlerden oluşuyordu. Örneğin personel, satış, muhasebe veya depo gibi birimlerin kendi içlerine kapalı bir yaşamları vardı. Hâlbuki yaşadığımız zaman diliminde tüm bölümler birbirleri ile bağlantılı ve iletişim içinde olmak zorunda. Bu zorunluluk, hem işlerin karmaşıklaşmasından hem de işletmede tüm çalışanların karar süreçlerine katılma gereğinden kaynaklanıyor. Böyle karmaşık ilişikler sisteminin, firmanın iş modelini hantallaştırmaması için de ‘çevik şirket’ hızlılığına sahip olmak gerekiyor.

İşletmedeki her birimin diğerleri ile iletişim içinde olabilmesi için geliştirilmiş pek çok yeni yöntem var. Örneğin şirket içinde elektronik posta kullanımının getirdiği bazı yararlar olduğu kuşku götürmez. Pek çok büyük firma, kendi sahip, yönetici ve çalışanlarının kullanımına yönelik olarak Internet -veya kuruluş içinde intranet- ortamında haber ve iletişim portalları geliştiriyor. Firma mensupları burada genel kararları okuyabilirken, şirketteki gelişmeleri anında izleyebiliyor veya resmî kayıt-kuyut işlerini buradan yapabiliyorlar. İyi uygulanmış bir firma portalı ile katılımcı kararlar alabilmek için anketler veya referandumlar yapmak, demokratik bir yönetim ve iş modeli geliştirmek mümkün.

Hızlı ve çevik bir firma olabilmek için sadece piyasadaki değişimleri izlemek yetmez. Özgün ve firma için yerelleştirilmiş eğitimler kaçınılmazdır. Eğitim çalışmaları ile kısa vadede bazı sorunlara çözüm bulunamazsa da, uzun dönemde sorunların kalıcı çözümü için eğitim vazgeçilmez önemdedir.

Bugünün iş modelindeki önemli kavramlardan birisi, farklılık yaratmaktır. Pek çok firma, ürün ve hizmetlerinde değişiklik yaparak bir farklılık yaptığı inancına sahiptir. Genelde iş yapma biçimlerinin de –yani iş modellerinin de- bir farklılık yaratması ve hatta bir marka olması gereğini unutur.

İş yapmanın kolay ve rahat olduğu o eski güzel ‘konformist’ günler çok gerilerde kaldı. Şimdi her an farkında, çevik, yenilikçi ve bir davranış geliştirmeye hazır olmak gerekiyor. Önceden gerekli hazırlıkları yapmayanlar, riskler ve krizler kapıyı çaldığında çaresiz kalıyorlar. ‘Batan günün ufkunda’ olmamak için şartlara uygun hazırlıkta ve donanımda olmak gerekiyor.

Modeller gerçeklerin iyi ya da kötü taklitleridir. Dünyayı daha kolay anlamamızı, açıklamamızı ve öngörmemizi sağlıyorlar. Onlar bizim için kolaylık sağlayıcı araçlardan başka şeyler değiller. Ama kendi yarattığımız putlara ve idollere bağlanıp kaldığımız gibi modelleri de haddini aşar biçimde abarttığımız oluyor. Bu noktada uyanık ve bilinçli olmak lazım…

27 Ağustos 2010 Cuma

Dışımızdaki Dünya - 2

Dışımızdaki Dünya - 2

Gürcan Banger

20’nci yüzyılın son çeyreğinde başlayan dönemin gizemli sözcüklerinden birisi değişimdir. 1970’li yıllardan başlayarak ivmelenen değişim, yalnız bilim ve teknoloji alanına sıkışıp kalmadı. Sosyal bilimlerde, bu arada işletmecilik alanında da ardı ardına değişim rüzgârları esmeye başladı. İş dünyasının bugün yapabileceği en ciddi hataların başında işletme politika ve kurallarının değişmediği kabulüdür. Hele dünyanın bu denli hızlı değiştiği bir dönemde düne ait yönetim ve iş anlayışı ile sürdürmeye çalışmak, en kısa vadede karanlık bir sona sürüklenmek için ‘yeterli’ bir vesiledir.

Bu dönemin iş dünyasının öncelikle dikkate alması gereken konu iş odağıdır. İşin odağının nerede oluştuğudur. 20’nci yüzyılın son çeyreği öncesinde iş modellerinin odak noktası, işletmenin içinde (özellikle üretimde) oluşuyordu. Bunun temel nedeni ise kitlesel üretimdeki ciddi sorunların henüz çözülememiş ve teknolojik zorlukların aşılamamış olmasıydı. Bu nedenle işletmenin temel amacı, içerideki sorunları çözebilmekti. (Bu sorunların, dünyanın geldiği ilerleme aşamasına rağmen ülkemizde pek çok dal ve firmada çözülememiş olması, bir başka acı gerçek olarak karşımızda duruyor.)

1970’lerde başlayan süreçte elektronik, mekanik, bilişim ve iletişim teknolojileri ile lojistikteki ciddi değişim, sınaî üretimin önündeki engelleri önemli ölçüde ortadan kaldırdı. (Ne yazık ki ülkemizde üretim verimliliği konusundaki sıkıntılar sürüyor.) Son dönemde kitlesel üretim yanında daha küçük partiler halinde hızlı ve farklılık yaratan üretimin önü açıldı. Ulaşılan bu nokta ile iş modellerinin odağı da işletmenin içinden, onu çevreleyen dış dünyaya kaydı. Dış dünyada ise ilk dikkati çeken müşteri olgusu idi. Aynı şekilde tedarikçilerle ilişkiler önem kazandı. Rakiplere bakışta ise farklılıklar oluştu.

Buradan çıkarmamız gereken bir ders var. Bir iş modeline -iş politikalarına ve kurallarına- temel olan unsurlar zaman içinde değişebilir. Yaşanan çağın ve işletmenin durumuna göre iş modelinin kurulmasında yer değiştiren odak noktaları oluşabilir. Bu nedenle; bir işletmenin kendi iş modelini kurma sürecinde kuruluşun iç ve dış çevresini anlama, algılama ve modelleme konusunda yetkinlikler geliştirmiş olması gerekir.

Bazı kuruluşlar, gelecekteki iş modellerini oluşturmak üzere kurumsal danışmanlık kuruluşları ile çalışıyorlar. Bu tür kuruluşlar olarak benzeri işlerde çalıştıkları için bir uzmanlık geliştirmiş oluyorlar. Bu deneyim ve uzmanlık birikimlerinden yararlanarak yeni iş modelinin kurulması çalışmasını yapıyorlar. Ama bir işletmeye balık tutmayı öğretmek yerine balık vermek şekline dönüşürse, çok da yararlı olmuyor. Yeni iş modeli, bir kurumsal danışman ile birlikte kurgulanabilir ama içselleşmesi ihtiyacı ve zorunluluğu gözden kaçırılmamalıdır.

Günümüzde işletmenin / firmanın dış çevresinde var olan müşteriler, tedarikçiler, rakipler ve diğer etkileyici unsurlar dün olduğundan daha önemli… Müşterilerin ihtiyaç, istek ve beklentilerini dikkate alıp istenenleri yerine getirebilen işletmeler daha başarılı oluyorlar. Tedarikçilerle uzun vadeli kazan-kazan ilişkisi geliştirebilen firmaların pazarda kalıcı olduğunu görüyoruz. Yine rakiplerin iş modelleri ve davranışları hakkında bilgi sahibi olmadan rekabet üstünlüğünü kalıcılaştırmak mümkün olmuyor.

Bir noktayı önemsemek gerekiyor. Bu da işletmenin, kendi temel yetkinliklerinin farkında olmasıdır. Bu konu, işletmenin iş deneyim birikiminden nitelikli insan yapısına, sermaye gücünden elindeki altyapı olanaklarına kadar geniş bir yelpazeden oluşur. Bir işletmenin temel yetenekleri, o firmanın dış çevredeki müşterilerin hangi ihtiyaçlarını karşılayabileceği konusunda önemli bir veridir. Rekabette kalıcı olmak isteyen firma, öncelikle kendi temel yetenek ve yetkinliklerinin farkında olmalıdır. ‘Deneyim inovasyonu’ olarak ifade edilen yaklaşım bu farkındalıktan başlıyor.

Bir işletmenin temel yeteneklerini bulup listelemek yeterli olmaz. Bu yetenek portföyünün, aynı zamanda rakiplerden daha ucuza mal edilmesi ve çeviklik açısından rakiplerden daha hızlı olması gerekir. Çevik bir şirket, öncelikle hızlı işleyen bir dünya görüşüne sahip olan işletmedir. Çevik bir şirket, hızlı düşünebilmeyi, hızlı planlamayı ve bütçelemeyi, dolayısıyla davranabilmeyi kendi içsel özelliklerinden birisi haline getirmelidir.

İş dünyasının şartları giderek ağırlaşıyor. Daha da olumsuz olan, geçmişte tembellik ve kolaycılıkla idare ettiğimiz ‘eski güzel günlerin’ geri dönmeyecek olmasıdır. İş dünyası daha zor olmaya devam edecek. İhtiyaçları, gerekleri ve değişimi doğru anlayıp faaliyette bulunabilen firmalar diğerlerine oranla daha kalıcı ve sürdürülebilir olacaklar.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Dışımızdaki Dünya

Dışımızdaki Dünya

Gürcan Banger

Bizim dışımızda (düşünce ve duygularımızdan bağımsız) bir evren mevcut. Dünyada bizim sübjektif niyet ve isteklerimizin dışında objektif olgular ve kurumlar var. Bunlar bizim beklentilerimizin veya özel niyetimizin farkında bile olmadan, yaşamın akışı içinde gelişiyor. Piyasa da böyledir. (Bu arada dünya ekonomik sisteminin yeni ürün geliştirmede ve tüketimi canlı tutmada beklentilerimize bakışının değiştiğini de not etmek lazım.)

Piyasa değişik unsurların bir araya geldiği bir sistemdir. Üreticiler, satıcılar, alıcılar ve mekânlar gibi unsurlar bu sistemin öğelerini oluştururlar. Piyasada mevcut öğeler arasında müşteri ile satıcı arasındaki alışveriş gibi çeşitli ilişkiler vardır. Piyasanın amacı ise kısaca bu sisteme katılanların ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Aralarında bir ilişkiler kümesi olan, karşılıklı etkileşim içinde belli bir amaca yönelmiş öğeler topluluğuna ‘sistem’ denir. Bir sistemde öğeler, bunlar arasındaki ilişkiler, en az bir amaç ve tüm bu saydıklarımın bir bütün oluşturması olgusu bulunur. Bu koşulları yerine getiren tüm topluluklara ‘sistem’ diyebiliriz.

Çok değişik sistem türlerinden söz edebiliriz. Canlı - cansız, soyut – somut, doğal veya insan yapısı, hareketli - hareketsiz, uyumlu – uyumsuz sistemlerden söz edebiliriz. Gerçek yaşamın kendisi çok karmaşıktır. Bu nedenle evreni anlamaya çalışırken, gerçek durumu temsil eden örnekler kullanırız. Bunlara ‘model’ denir. Gerçek, dışımızda var olandır; model ise aklımızdaki ve algımızdaki görünümü…

Model, duruma göre karmaşık olabilen gerçek dünyanın daha anlaşılabilir bir resmidir. Bir başka deyişle; model, bir gösterimdir. Örneğin bir organizasyon şeması, bir şirketin modelidir. Bir plan veya maket ise bir yapının modelidir. Örneğin “Bir direnç üzerindeki elektriksel gerilim, direncin değeri ile akımın çarpımına eşittir” dediğimizde bir elektrik sistemi konusunda sözel modelleme yapmış oluruz. Kadınların ve erkeklerin algı biçimlerinin farklı olduğunu söylediğimizde de; kaba hatlarıyla dile getirdiğimiz konu, bir sözel modeldir.

Gerçek yaşamın karmaşıklığı, sosyal ve fiziksel bilim dallarında modelleri sıklıkla kullanmamıza neden olur. ‘Arz-talep yasası’ olarak bilinen önerme, iktisat alanında yaygın olarak bilinen modellerden birisidir. Bu yasaya göre; bir malın arzı arttığında fiyatı düzer; arz miktarı azaldığında ise fiyatı yükselir. Diğer yandan bir mala talep arttığında fiyatı yükselir; talep azaldığında ise fiyatı düşer. Arz ve talebin birbirine eşit olduğu durumda oluşan fiyata ‘denge fiyatı’ denir.

Modelleri belli başlı iki amaçla oluştururuz. Birincisi; modeller, karmaşık dünyayı (doğru veya yanlış) anlamak için kolaylaştırma görevini yerine getirirler. Model üzerinde çalışarak adeta ‘dünyanın kendi gerçekleri konusunda deneyler yapmış’ oluruz. Ama üretilen modelin gerçeğe ne kadar yakın olduğu, elde edilen sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Konuyu daha anlaşılır kılmak için modeli daha sade / basit yapmaya çalışmak, bazı unsurların gözden kaçması sonucunu getirebilir. Bu nedenle modelin karmaşıklığı amaca uygun olmalıdır. Basit bir model iş görmüyorsa, ihmal edilen unsurlar ilave edilerek daha karmaşık bir yapıya geçilmelidir.

Gerçek sistemi açıklama amacıyla yapılmış modeller, gerçek yaşamda işlerin modelde olduğu gibi gideceğini garanti etmez. Örneğin ‘arz-talep yasası’ piyasa davranışları hakkında bize bilgi vermesine rağmen, insanların bu yasaya göre hareket edecekleri garantisini vermez. Gerçekten yaşamda öyle durumlar vardır ki, tüketiciler ekonomik olarak bu modelin öngörülerinden farklı davranırlar. Özetle; modelin kısıtlılığı ve sınırlılığının farkında olarak gerçek yaşam ile modeli ‘kesinlikle’ karıştırmamak gerekir. Model üzerinde yapılan çalışmalardan gerçek yaşama indirgemeler yaparken temkini elden bırakmamak önemlidir.

Bir diğer model türü, geleceği öngörmek üzere hazırlanır. Bu tür bir modele belli senaryolar beslenerek, bunlar karşısında ele alınan sistemin nasıl davranacağı anlaşılmaya çalışır. Bu tür bir çalışmada da yaratılan modelin kısıtları ve sınırları, sonuçta oluşan öngörülerin gerçeğe uygunluğu açısından önemlidir.

Yaşamımızı anlamaya, öngörmeye ve yönetmeye çalışırken sistem teorisini ve modellemeyi kullanma tercihine ‘sistem yaklaşımı’ denir. Bu tür bir yaklaşım, ele aldığımız sistemin, çevresi ile birlikte bir bütün olarak algılanmasını zorunlu kılar. Günümüzde iş dünyası için öngörülen tüm yönetim anlayışlarının altında sistem yaklaşımının değişik görünümleri yer alır.

Bugün başta yönetim bilimi olmak üzere sosyal bilimler dallarında en az ‘klasik’ bilim veya mühendislik dallarındaki çalışmalar kadar yeni çalışma üretiliyor. Özellikle son 50 yılda yönetim bilimi, giderek daha fazla ilgi gören bir dal haline geldi. Yeni yönetim modellerini anlamak için ise mutlaka sistem yaklaşımı hakkında bilgili olmak gerekiyor. Örneğin biz stratejik yönetimi yeni öğrenmeye başlarken, gelişmiş toplumlar bu modelin katılımcı türlerini geliştirmeye yöneldiler. (Devamı yarın…)

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Yönetimde Hata Yapmak - 2

Yönetimde Hata Yapmak - 2

Gürcan Banger

Bir kitabın iyi düşünülmüş reklâmı: Bir İngiliz roman yazarı, romanının daha fazla satması için hiçbir tanıtım çalışması yapmadan gazeteye ilan verir: “XXX isimli romanda tasvir edilen Miss Sarah’a benzeyen bir kadınla evleneceğim. Lütfen mektupla başvurun. İmza: Lord XYZ”

İş yaşamındaki pek çok soruna kökten çözümler getirmek mümkündür. Fakat çözümlerin bazıları, uygulamanın devamında yeni sorunlar yaratır. İyi yönetici, her çözümde sürdürülebilirliği ve paydaşların durumunu dikkate alır. Kötü yönetici, sadece malum sorunu çözmeye çalışır.

İyi yönetici için sorun, öncelikle bir analiz konusudur. İyi yönetici, bir sorunun acil ve kendi başına çözümünün, daha ciddi yeni sorunlar yaratacağını bilir. İyi yönetici için sorunun çözümü, aynı zamanda doğru zaman, doğru mekân ve doğru yöntem demektir.

Kimi zaman bir sorunun çözümü için pek çok deneme yapmak gerekir. Sonuçta sorun çözülemese bile; yönetici, sorun analizi ve çözüm sentezi konusunda yetkinlik geliştirir. Bu kapsamda başka sorunların çözümü üzerinde de çalışılmış olur.

Daha iyi hapishaneler yaparak trafik suçlarını azaltamazsınız. Bazen sorunun çözümü, sorunun görüldüğü yerde değildir. Uygulanan çözümlerin görünür olanla mı, yoksa sorunun kaynak nedeni ile mi ilgili olduğunu fark etmek gerekir.

Bazen çözüm, sorunun içinde olabilir. Sistemin değerler zinciri incelenerek uygun düzenlemeler ile çözümler bulunabilir. İyi yönetici, kendi değerler zincirini iyi tanıyan yöneticidir. Kötü yönetici, ya ağaçları görmez ya da ormanı.

Kötü yönetici, varsayımlarına sadık kalmayı tercih eden yöneticidir. İyi yönetici için varsayımlar, zaman zaman sorgulanması gereken konulardır. İyi yönetici, zaman içinde (veya koşulların değişimine bağlı olarak) kabullerin geçersiz kalabileceği fikrini benimser.

En iyi bildiğimizi sandığımız şeyler, pekâlâ yanlış olabilir. (Örneğin: Peter Senge, Beşinci Disiplin ve Fast Company Dergisi ve kurbağa deneyi + yavaş değişim) Bu yanlış bilgiler üzerine kurguladığımız diğer bilgilerin de yanlış olma ihtimali var. İyi yönetici, özellikle piyasa hakkındaki yanlış genellemelerden sakınır.

Kötü yönetici, başarılı bir örneğin kendi sorunlarına tek çözüm olduğu saplantısı içindedir. Malum örneğin özgün koşullarını anlamayı reddeder. Bu hata, gerçekte tek doğru cevaba kilitlenmeye şartlandıran eğitim sisteminin yarattığı bir sorundur.

Yöneticiler, operasyonlardan sorumlu kişilerdir. Dünün isteklerini bugünün operasyonları ile karşılamaya çalışırlar. Girişimciler ise fırsatlarla ilgilenirler. Bugünün ihtiyaçlarından yola çıkarak yarının isteklerini yaratırlar. Girişimciler için en büyük hata, yönetici olmaya soyunmaktır.

Girişimcilik ve yöneticilik için farklı yetkinlik ve beceriler gerekir. İşin başlangıcında yönetici olmak durumunda kalan girişimci, ilk uygun fırsatta bu pozisyonu bir profesyonele bırakmayı tercih etmelidir. Israr, onarılmaz hatalara yol açabilir.

Bir işletmenin çalışanları, yeni iş ve iyileştirme fırsatları konusunda iyi bir kaynaktır. İyi ve kötü yönetici arasındaki farklardan birisi, işletmedeki insan kaynağından yenilikçilik anlamında yararlanma düzeyidir.

Bir şirket ortağı şöyle diyor: “Ortaklar olmasaydı, ne kadar kolay olurdu şu ortaklık?”
Okullar olmadan Milli Eğitim’i yönetmek gibi bir şey… Başarılı işletmeler için iyi yöneticiler gerekli.

24 Ağustos 2010 Salı

Yönetimde Hata Yapmak

Yönetimde Hata Yapmak

Gürcan Banger

1868-1951 yılları arasında yaşamış olan Fransız düşünür Alain diyor ki: “Hata işlemenin şaşılacak bir tarafı yoktur. Hata, her türlü bilginin ilk şeklinden başka bir şey değildir.” 1879-1955 yılları arasında yaşamış ünlü fizikçi Albert Einstein diyor ki: “Hata yapmayan insan yoktur. Kişinin insanlıktaki derecesi, hatalarını kabul edip düzeltmek için gösterdiği gayret ve titizlikle ölçülmelidir.”

Bir yöneticiyi hataya mahkûm edebilecek ilk unsur, kavramın cazibesidir. Örneğin performans değerleme, böyle heyecanlandıran kavramlardan birisidir. Yönetici, tanımını veya gerçekten ihtiyacı olup olmadığını bilmediği cazibelere ‘kurban’ olur.

Her gün yapageldiğimiz işleri sorgulamaz oluruz. Ezelden ebede aynı şekilde devam edecekmiş gibi gelir bize. Böylece fırsatları kaçırırken, yaklaşan tehditleri göremeyecek kadar körleşiriz. Zaman zaman rutinleşmiş olanı sormak gerekir.

İnsan zihni, soru sormayı unuttuğunda tembelleşmeye başlar. Çevresinde (ve tabii işletmede) olup bitenleri kayıtsız ve ilgisiz olarak izlemeye başlar. Farkındalıkla, yaşamın genellemelerinden ve basitleştirmelerinden zihnimizi kurtarmak zorundayız.

Yöneticinin başına gelebilecek en önemli tehditlerden birisi, kendi düşüncesine kilitlenmiş kalmaktır. Bu durumda ışık ile gölge, siyah ile beyaz, ses ile suskunluk arasındaki fark izlenemez olmaya başlar. Her taraf monoton bir renksizliğe bürünür.

Eğer ölçmüyorsanız, önce farkında olamazsınız, sonra yönetemezsiniz. Doğru değişkenleri ve kriterleri kullanarak ölçümler yapmayan bir yönetici, bir süre sonra oluşan ciddi değişimin nedenlerini anlamakta zorlanır.

Yaşam, sadece duygulardan veya akıldan ibaret değildir. İş yaşamında başarı aklın gücü kadar duyguların sürükleyiciliğini de gerektirir. Doğru karışımı bulmak lazım… Duygusal girişim gücü, aklın yönetim yetkinliği ile dengelenmeli.

Size 10 tane topu aynı anda atsam muhtemelen hiçbirini tutamazsınız. Ama bir ya da iki top atsam, bir tane tutabilme olasılığınız yükselir. Akıllı yönetici, işletmesinin “çekirdek işinin” farkındadır. Kendi işinde de delege etmeyi doğru biçimde kullanır.

Her başarılı işletmenin mantık çerçevesinde bir alanda uzmanlık üst düzeyinde olmak var. Kendi işinde uzmanlığı yakalayan işletme, kendi farklılığını yaratacak yetkinliğe de ulaşıyor. Başarılı yönetici, şirketin dikkatinin dağılmasına izin verecek hatalar yapmaz.

Pek çok yönetici, performans değerleme konusunda başarısız çalışanlara yoğunlaşmıştır. Bunları nasıl ayıklayabileceği konusunda ciddi anlamda zaman harcar. Hâlbuki yüzde 90 gibi bir orana sahip olan ortalama personelin performansının artırılmasına daha fazla zaman ayırsa elde edecekleri çok daha büyüktür.

Bir işletmede her zaman sorun vardır. Önemli olan, sorunları bulup ortaya çıkaracak sistematiği kurabilmektir. Kötü yönetici sorundan kaçınır; iyi yönetici sorunu bulup çıkarmaya ve çözmeye çalışır.

İyi yönetici, bir çözüm üretirken; bunun aynı zamanda yeni fırsatlar yaratmasına dikkat eder. Bu nedenle bir çözüm üzerinde çalışırken, alternatif çözümlere kafa yorar. Kötü yönetici için ise önemli olan sorunun bir an önce göz önünden kalkmasıdır.

Yönetirken çok sayıda hata yapabiliyoruz. Kimi zaman alışkanlıklarımız ve kötü huylarımız, bazen korkularımız, çoğu zamanda özensizliğimiz ve dikkatsizliğimiz bu hataların kaynağını oluşturuyor. Belki yeterince yaratıcı ve yenilikçi olmaya da çalışmıyoruz. İyi yönetici olmak, kişinin kendisinin ve kurumunun misyonunu ve vizyonunu iyi anlamasıyla yakından ilgili… Aynı zamanda kendi görev tanımını iyi bilmesiyle de… (Devamı yarın)

Siyasetçi Nasıl Olmalı?

Siyasetçi Nasıl Olmalı?

Gürcan Banger

Anayasa, temsilde adalet ilkesini gözettiğinden olmalı, ilkokul mezunu olan (bir anlamda okuma yazma bilen) herkesi milletvekili olmasına olanak tanıyor. Suç işlemiş olmak ve yaşla ilgili birkaç kısıtlama dışında vekil olmak isteyenin önünü açıyor.

Yerele geldiğimizde; her seçim döneminde farklı milletvekili adayı tanımlamaları yapılıyor. Hemşehri olmasını isteyenler var. Kadın hakları savunucuları, toplumsal cinsiyet bağlamında temsilde adalet istiyorlar. Yerelin alacağı hizmeti sağlamada başarılı olmak için gerekli becerileri öne sürenler de var.

Şimdiye kadar gördüğümüz milletvekili örneklerini de göz önünde bulundurarak bir vekilde bulunması gereken özelliklere göz atalım. Bugünün dünyasında bir şehri ve orada yaşayanları yeterli ölçüde temsil etmek için kişinin iyi (yeterli) eğitimli, sorunlar ve çözümler açısından deneyimli ve kültürel olarak birikimli olması gerekir. Dolayısıyla okur-yazar olmak, günümüz dünyasında bir halkı temsil etmek için yeterli olamaz. Okul sonrasında bir kitabın kapağını açmamış, kendini geliştirmek için parmağını bile kıpırdatmamış bir vekilden ne ülkeye ne de şehre hayır gelir.

Seçim kampanyalarını elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum. Adayların bir bölümü, oy alabilmek için zoraki bir sevimlilik içine girmiş görünüyorlar. Bundan öncekilerde olduğu gibi seçildikleri takdirde eski duyarsız ve iletişimsiz hallerine geri döneceklerine dair işaretleri şimdiden veriyorlar. Hâlbuki bir vekilin öncelikle kişiler, gruplar ve kuruluşlarla gerçek ‘iyi’ ilişkiler kurma özelliğine sahip olması gerekir. Daha seçim kampanyasında açık, saydam ve girişimci bir iletişim yönünde işaret vermeyen adayların sonrasını düşünmek bile istemiyorum. Bildiğiniz gibi; önce verilen cep telefon numaraları kapattırılıyor; ikametgâh, büyük kentlerden birisine taşınıyor ve bir sonraki seçime kadar seçmenler akla bile gelmiyor.

Artık siyaset, küreselleşmenin etkilerinin yaşandığı alanlardan birisidir. Uygulanan politikalar ne olursa olsun, dış ilişkiler eskiye oranla yüksek önem kazanmıştır. Bu nedenle bir vekilin mutlaka ve en az bir yabancı dil bilmesi gerekir. Yabancı dil temelli olarak yapılan toplantı ve görüşmelerde bir çevirmene bağlı kalarak siyaset yapmak mümkün değildir. Dolayısıyla yabancı dil bilgisi olmayan (veya yok sayılabilecek düzeyde olan) bir vekilin başarılı bir Meclis yaşamı geçirmesini hayal etmemek gerekir.

İnsanların diplomaları, yaşamsal başarılarının tek göstergesi değildir. Her birey, kendi yaşamında üstün başarılara imza atmış olabilir. Ama siyaset, bir sosyal iştir. Bu nedenle milletvekili adaylarının, geçmiş yaşamlarında sosyal başarıları olması önemli bir ehliyet göstergesidir. Ama bir noktada yanılmamak gerekir. Ülkemizde makam sahibi olmak, her zaman başarılı bir geçmişle eşdeğer değildir. Bir kuruluşun başkanı olmak, o kuruluşta başkan olmayı hak ettirecek işler yapıldığını da göstermez. Bilindiği gibi; üst düzey makamların ele geçirilmesinin başkaca yolları vardır.

Siyasetin vazgeçilmez unsurlarından birisi, ahlâk (özellikle siyasal etik) olmak zorundadır. Siyasetçinin (bu bağlamda vekil adayının) temel yaşam ilkelerinden birisi ahlâk olmadığı sürece, siyasal rant kavgasının dışında kalması beklenemez. Ahlâklı siyasetçi yalan söylemez. Ahlâklı siyasetçi sözünde durur. Ahlâklı siyasetçi boş vaatlerde bulunmaz. Ahlâklı siyasetçi olduğundan farklı görünmeye çalışmaz. Ahlâklı siyasetçi, çevresinde seçkin insanî özellikleri ile bilinir ve tanınır. Ahlâklı siyasetçi, genel başkan veya parti hegemonyası altına da girmez. İnandığı, doğru bildiği yolu izler.

Ne yazık ki, milletvekilini tanımlayan bu özellikleri yasalarda görmüyoruz. Oraya yazsak da gelişmeler beklediğimiz gibi olmuyor. Muhtemelen kabahatin çoğu bizde…

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Kent ve Edebiyat

Kent ve Edebiyat

Gürcan Banger

Bu yılın (2010’un) Temmuz ayının sonlarına doğru yazılı medyada satır aralarına sıkışmış bir haber yer aldı. Muhtemelen dikkatimizi çekmemiş olabilir. Ama “Avrupa kenti”, “Dünya kenti” gibi kavramların fütursuzca ve kolaylıkla kullanıldığı bir ortamda gözden kaçırmamamız gereken bir haberdi:

“Edinburg, Melbourne ve Iowa City'nin ardından, UNESCO'nun seçtiği 4'üncü edebiyat kenti olan Dublin için başvuru, geçen yılın sonunda Dublin Belediyesi kütüphane biriminin öncülüğünde yapılmıştı.

İrlanda Kültür, Turizm ve Spor Bakanı Mary Hanafin, bu unvanın, zengin edebiyat geçmişi ve çağdaş edebiyattaki başarılarıyla adından söz ettiren Dublin'e verilmesinden büyük memnuniyet duyduklarını belirterek, dünya çapında UNESCO tarafından ‘edebiyat kenti’ seçilme başarısını elde eden 4 kentten biri olmanın, Dublin'deki kültür turizmine canlılık getireceğini söyledi.

Haber, Dublin'deki edebiyat çevrelerince de büyük sevinçle karşılandı.

James Joyce, Oscar Wilde, William Butler Yeats, George Bernard Shaw, Samuel Beckett ve Seamus Heaney gibi dünyaca ünlü edebiyatçıların doğup büyüdüğü İrlanda'daki yazar müzeleri ve edebiyat festivalleri, denizaşırı ülkelerden de yoğun ilgi görüyor.

Dublin'in UNESCO tarafından ‘edebiyat kenti’ seçilmesinin, edebiyat etkinliklerinin sayısını ve İrlanda'nın bu alandaki şöhretini daha da artıracağına inanılıyor.”

Haberden ilk anladığımız şu ki; övünülecek bir kente sahip olmak için orada sanatın ve özel olarak edebiyatın da yer bulması gerekli. Buradan hareketle ‘edebiyat kenti’ konusunda bir tanıma ulaşmak için önce edebiyatı hatırlamak lazım. “Olay, düşünce, duygu ve hayallerin dil aracılığıyla sözlü veya yazılı olarak biçimlendirilmesi sanatına” edebiyat deniyor. Düşünce ve duyguları güzel etkin ve kolayca dile getirme sanatı olarak da isimlendirilir. Edebiyatın amacı okuyucuya estetik bir haz edindirmektir. Bu başlık altında şiir, öykü, roman, deneme, tiyatro oyunu, masal, destan, ağıt gibi çeşitli alanlar yer alır.

Kolayca indirgeyebiliriz ki; bir kentin bu alanlarda öncü veya bilinir olması için edebiyatın ustalarını yetiştirmiş, daha doğrusu bünyesinde barındırıyor olması gerekir. Tohumun kök salıp gelişebileceği bir toprak ve iklim olması beklenen bir durumdur. Bir kentte de edebiyatın gelişmesi için ortamın bu gelişime uygun olması ve kentli vatandaşları bu yönde motive etmesi akla gelen ilk ihtimaldir.

Bu durumda yaşadığımız kent için şunu sormalıyız: Bu kentte yılda kaç tane edebiyat eseri basılıp yayınlanıyor? Bu kentin yerel, bölgesel, ulusal veya uluslararası düzeyde okunma fırsatını yakalamış kaç tane edebiyatçısı var? Bu kentte şiir yazmanın ötesine geçebilmiş, eserleri kitapçı raflarında yer alabilmiş kaç tane edip yaşamaktadır? Bu kentin kaç tane sanat veya özelde edebiyat dergisi var? Bu kentin insanları tarafından kurulmuş ve yönetilmekte olan kaç tane edebiyat içerikli İnternet sitesi var? Bu kentte yaşayan ediplerden kaç tanesi ulusal veya küresel düzeyde gerçekten anlamı olan ödül almış? Bu kentte yılda kaç tane edebiyat, kongresi, sempozyumu, atölyesi veya yarışması yapılıyor? Bu kentin yerel gazetelerinin ve dergilerinin kaç tanesinde sanat ve edebiyat köşesi mevcut?

Bir kentin her geçen gün daha fazla tüketim mekânları toplamına dönüşmesi, o yerleşimi bilinmeyen bir açmaza sürükleyen bir sarhoşluk gibidir. Ancak acı sona ulaşıldığında geri dönülmezliğin farkına varılır. Bir kent önce üretim mekânları, insanları ve örgütleri toplamı olmalıdır. Üretim anlayışı sanayiden sanata, hizmetlerden yerel potansiyelin etkin ve verimli değerlendirilmesine kadar uzanmalıdır. Edebiyat da bu üretim sürecinde yerini almak zorundadır.

Bir kentin edebiyat alanında nasıl gelişme sağlayabileceğine dair bir örnek vereyim. Kısa adı NanoWriMo olan “Ulusal Roman Yazma Ayı (National Novel Writing Month)”, ABD’de kâr amaçsız bir kuruluş tarafından sürdürülen bir projedir. Her katılımcı bir ay içinde en az 50.000 sözcükten oluşan bir roman yazmaya çalışır. Bu yarışmaya 2007 yılında 101.767 kişi (roman yazma meraklısı) katılmış; 15.335 kişi etkinliği başarı ile bitirmiş. 1999 Temmuzunda 21 katılımcı ile başlayan etkinlik başarı ile sürdürülüyor. Buna benzer (NaNoFiMo gibi) başka sürekli etkinlikler de var. Bunlara ilişkin ayrıntıları İnternet ortamında kolayca bulmak mümkün…

Sözün özü şu ki; bir kentin ‘iyi’ kabul edilmesi için o yerleşimin sanat ve edebiyat alanında da gelişmeler yaşaması ve yaşatması gerekli. Bunun için de kendi yenilikçi yol, yöntem ve tekniklerini bulmalı. Çünkü sanat ve edebiyat, bir kenti kent yapan önemli unsurlardan birisi…

22 Ağustos 2010 Pazar

Arabeskin Kültür Oluşu

Arabeskin Kültür Oluşu

Gürcan Banger

Geçmişin bazı tartışmaları, günün hay huyu içinde gündemimizden çıkıveriyor. Alışıyoruz o tartışma konularının varlığına… Sonunda tartışmaktan vazgeçip içimizden bir şeyler oluveriyor.

Toplumun görünümlerini ifade eden öyle kavramlar var ki, bunlar birer resim olmaktan daha çok resim çerçevesine benziyor. Farklı toplum ve tarih dönemlerinde farklı içerikler taşıyabiliyor – bir çerçevenin farklı resimler taşıyabildiği gibi. Popüler kültür ve onun bir alt birimi olarak arabesk de bu tür kavramlar arasında.

Sözcük anlamı olarak arabesk, Doğu ile Batının (deyim yerindeyse) sentezi demek… Türkiye’de 1950’lerden sonra etkinleşen kırdan kente göçün yarattığı değişimin bir kısmını ifade ediyor. Özellikle müzikte başlayan, ardından büyük kentlerin varoşlarında gelişen bir yaşam tarzını ve dünya görüşünü sergileyen bir alt kültür… 1980’lerde yaşanan askeri darbenin yarattığı baskı ortamı, genel anlamda toplumun yoksullaşması ve sorunlarını çözemez hale gelişi ile başta siyaset olmak üzere siyasal yozlaşmanın bir sonu olarak yaygınlaştı ve kitle tabanı buldu.

Örneğin arabesk müzik ve yaşam tarzının kalkışa geçtiği 1960 sonrasındaki on yılda arabesk, bir ayrılık ve hasret şarkısı idi. Bu dönem 1950’lerde başlayan kırdan kente sosyal göçün de başlangıcıydı. Batı ile Doğu müziği ve türkü karışımı, düşük müzikal niteliğe sahip arabesk, ayrılmak zorunda kalınan ‘memlekete’ olan özlemi ifade ettiği kadar bireyleri göçe zorlayan yoksulluk ve ‘bozuk düzene’ karşı başkaldırmayı ifade etmekteydi.

Bu döneme ait sözlü arabesk müzik örneklerini incelediğimizde, kırdan ayrılarak ulaşılan kentte yeni bir yaşam biçimi, güvenli bir ortam, yeni bir kimlik ve etiket arayışının izlerini görmek mümkün olacaktır. Ama tüm isyan içeriğine rağmen 1960-70 dönemine ait arabeskin kurgulanmamış, önceden hazırlanmamış bir “kendiliğinden” hali var. Bu naiflik ve kendiliğindenlik, sadece arabesk severlere ait değil; devletin arabeske karşı koyduğu kısıtlar bir yana, bu dönemde arabesk karşıtlarının da ‘kendiliğinden’ halleri var.

1980’li yıllarda çerçevedeki arabesk resim değişti. Bu dönemde kırdan gelenler, yavaş yavaş kentte etkili olmaya başladılar. Örneğin kırdan gelerek Ankara’nın Çankaya’sında kamu ve özel arazilere gecekondu yapanlar bu derme çatma binalar için tapu aldılar. Zamanla siyasi partilerde etkin konumlara ulaştılar; iktidara ulaşmanın yollarını öğrenip denemeye başladılar.

Arabeskin bu yeni tırmanışında 12 Eylül darbesi sürecinin, önceki dönemlere ait kent kültürünü ve bu kültüre sahip insan kaynaklarını önemle ölçüde yok etmesinin etkilerinin olduğunu düşünüyorum. Tabii ki, bu durum glasnost ve perestroika öncesi dönemde SSCB’ne ve daha sonra Rusya Federasyonu’na karşı geliştirilen Amerikancı politikaların, arabeskin doğal yaşam ortamı olan bir iklimin yeşermesine imkân hazırladığını düşünüyorum. Bu iklim, feodal ve kapitalist toplum biçimleri arasında sıkışmış kent kaynaklarından rant beklentisi olan bir sosyal kesimi ifade etmekteydi.

Bu dönemde devletin arabeske bakışı yumuşadı. İktidardaki kesimlerin değişimi ile birlikte arabesk, devletin ‘resmî müziği’ haline dönüşmeye başladı. Daha önceleri Batı etkileriyle oluşan popüler kültürün yerini daha Doğulu olan bir Doğu - Batı sentezi popüler kültür aldı. Her geçen an Doğulu olan yönünde genişlemeler gözlendi.

Ve sonunda bazı kesimler, arabeskin ve popüler kültürün rant elde edilen bir sektör olduğunun farkına vardılar. Böylece bir ‘arabesk endüstrisi’ oluştu. Bu süreçte yoksulluğun beklentileri bu yeni endüstriye akmaya başladı. Spor Toto ile başlayan lotolar ile devam eden lotaryacılık ödüllü TV yarışmaları ile zirveye ulaştı. Artık iş, “Ben arabesk sevmem ya da severim” noktasının çok uzağında ve ciddi boyutlarda.

Arabesk, önceleri ‘minibüs (dolmuş) müziği’ idi. Sonları devletin medyasının yasakladığı ama kır göçmenlerinin dinlediği müzik olmaya devam etti. Bu ana kadar aydınlar ve okumuşlar, arabesk denen müziğin uzağında idiler. Şimdilerde ise arabesk, Orhan Gencebay ile başlayan Müslüm Gürses ile devam eden naifliğinin çok ötesine geçti. Arabesk söyleyip para kazanmaya veya imaj geliştirmeye çalışan sanatçılar arasında artık ‘entelektüel’ görünümlü ‘marka isimler’ de var. Artık solun başkan veya vekil adayı şarkıcıların, mini mini serçelerin ya da kadın / erkek gündem işgalcisi bilumum ses zanaatkârlarının (iş ve ruh olarak) arabesk olup olmadığını bile sorgulamaz oluyoruz.

Herkesin beğenisini karşılayan farklı sanat ve müzik türleri olabilir. Değişik toplum kesimlerinin tükettiği farklı kültür formları da bulunabilir. Ama bu değişim, ulusun dilinin yozlaşmasına neden oluyorsa, ulusal eğitim / öğretim sistemi nitelikli olanı değil, yozlaşmanın yeni söylem ve kadrolarını üretiyorsa o zaman hem popüler kültürün hem de onun bir alt cümlesi olarak popüler kültürün ve arabeskin üzerinde ciddiyetle durmamız gereği bir kez daha ortaya çıkar. Müzik, toplumun ne olduğunun yansısıdır.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Depremi Hatırladık…

Depremi Hatırladık…

Gürcan Banger

Geçmişi anmayı, geleceği kurmaktan daha çok seviyoruz. Geçtiğimiz birkaç gün gene depremlerin acısına ağlamakla geçti. Diğer yandan Kocaeli ve Düzce Depremleri, toplum olarak bize inşaat kalitesi konusunu öğretti. Pek çok can ve mal kaybına neden olan bu depremler sayesinde işin ciddiyetini az da olsa kavrayarak bazı mevzuatı ve uygulamaları değiştirdik. İyi yapı ile kötü yapı arasındaki dayanıklılık ve güvenilirlik ayrımını fark ettik. Afetlere karşı dayanabilmek için önlemler almak gerektiğini kavradık.

Ekonomik krizler de doğal afetler gibidir. Kriz öncesine kadar öğrenilememiş olanı, kriz dönemi işletmelere sert bir üslupla öğretir. Ama ne yazık ki, depremde kötü yapıların yıkıldığı gibi, krizlerde de zayıf yapılanmış işletmeler zarar görür veya yok olurlar.

Deprem sonrası, bir dayanışma dönemidir. Bu afetin yaşandığı ortamda vatandaşlar ve kuruluşların birbirlerine destek olması ve yardım etmesi beklenir. Gerçekten Kocaeli ve Düzce Depremleri sonrasında –devletin başarısız olduğu konular olsa da– böylesine bir toplumsal dayanışmanın iyi örneklerini gözledik. Benzeri dayanışma örneklerinin ekonomik kriz döneminde ve hemen sonrasında da oluşması beklenir. Özellikle yerel ve bölgesel düzeylerde kurum ve kuruluşların birbirlerine ekonomik yönden destek olmaları beklenir. Bu konuda ilk ve birincil destek görevi kamuya aittir. Yerel veya merkeze bağlı kamu birimleri (daha doğrusu; kamusal özellikli birimler), bulundukları yerleşime ve çevresine gerekli desteği sağlamak zorundadırlar.

Gelelim depremin özeline…
Yapıların deprem yer kabuğuna bağlı gibi doğal afetler karşısında ayakta kalabilmesi açısından yerleşim yerinin zemin özellikleri önemlidir. Özellikle yapı temelinin de yer aldığı ilk 10 metre gibi bir kalınlığın özelliklerinin ayrı bir önemi vardır.

Eskişehir’de yerleşim zemininin büyük bir bölümü ilk 10 metreye kadar kum, silt ve kil karışımlarından oluşur. Birkaç mahallede ise zeminin killi kum ve çakıldan oluştuğu gözlenmiştir. Bu tür bir zemin oluşumu, bu zemin üzerinde yapılaşma açısından (deprem yönünden) riskler taşımaktadır. Özellikle Eskişehir Ovası açısından bakıldığında Eskişehir’de genelde sağlam sayılabilecek tabakalar ancak 20-50 metre arasında derinlikte bulunabilmektedir.

Yer altı suyu
Yapılaşmayı etkileyen zemin özellikleri ve deprem riski açısından dikkate alınması gereken faktörlerden birisi de Eskişehir’deki yer altı suyudur. Daha doğrusu yer altı suyu seviyesinin yüksek olması, bir başka deyişle yüzeye olmasıdır.

Sıklıkla duyduğumuz ‘zemin sıvılaşması riski’ kavramının altındaki oluşturucu faktör Eskişehir yer altı suyunun bu özelliğidir. Bu konuda edindiğim bilgilere göre (Eskişehir’de olduğu gibi) yüzeye yakın bölgelerde düzgün kalın kum tabakalarının suya doymuş olması durumunda zeminin taşıma gücü azalmaktadır. Böylece depremin yarattığı fiziksel etkiler zeminin üzerindeki yapıların yıkılmasına neden olabilmektedir.

Kentin yer aldığı zeminde yaklaşık 3-6 metre arasında yer altı suyu bulmak mümkün olmaktadır. Yine kentin merkezinde (özellikle Çarşı Camii bölgesinde) sıcak su kaynaklarının bulunması zemin koşullarını (üzerindeki yapılaşmayı) taşıma açısından olumsuz etkilemektedir.

Hasar nedenleri
Riskli zeminin depremde yapıların hasara uğramasında ciddi bir faktör olduğundan yukarıda söz ettim. Şimdi bir depremde çok sayıda ölüm ve yaralanmaya neden olan betonarme yapı hasarlarının nedenlerine değinmek istiyorum. 1999 yılında Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın batı bölümünde gerçekleşen depremlerin incelenmesi aşağıda sayacağım nedenlerin dikkate alınması gerektiği sonucunu vermiştir.

Hasarların ilk nedeni, çerçeve sistemlerde (düşeyde) zayıf kolonların, (yatayda) güçlü kirişlerin bulunması olarak tespit edilmiştir. Bir diğer neden, büyük yer değiştirmeler gösteren asmolen denilen dolgu döşemelerin yarattığı kolon – kiriş sorunlarıdır. Yine kolon ve kirişlere ilişkin donatı sorunları bir başka neden olarak belirlenmiştir. Kalitesiz beton veya kalitesiz çelik kullanımı olarak özetlenebilecek kötü malzeme kullanımı nedenlerden bir diğeridir. İlk katların dayanıksız üretilmesi yapıların hasar görmesinden sorunlardan bir diğeri olarak gözlenmiştir. Özetle uzun kolon kullanımından kaynaklanan hasar nedenleri saptanmıştır. Son olarak düğüm noktalarındaki yetersizlik ve eksikliklerin hasar nedenleri arasında yer aldığı anlaşılmıştır. Eskişehir’de 1999’daki dizi depremlerden etkilenen toplam 111 ağır hasarlı, 116 orta hasarlı, 431 hafif hasarlı binanın incelenmesinde benzer nedenler gözlenmiştir.

Deprem karşı mücadele edilebilir…
Depreme karşı mücadeleyi öğrenme süreçlerini kolaylaştırmamız gerekiyor. Genelde doğal afetlere karşı mücadele yöntemlerinin eğitim yaşamımızın bir parçası haline dönüştürülmesi zorunlu.

Hatta daha ileri boyutta değerlendirmek gerekirse; depremler nedeniyle ülkemizde kazanılan tecrübe ve bilgi birikimi olarak farklı temalarda diğer ülkelerle paylaşılmasının gereğine inanıyorum. Hele ki ülke nüfusumuzun yüzde 75’inin kentlerimizde toplandığı ve bu alanlarda büyük risk havuzlarının oluştuğu göz önüne alınınca afet yönetimi konusunda da yaşadığımız örneklerle zarar azaltma işlevi göreceğimizi düşünüyorum.

Depremlerin etkisini üzerimizde yoğunca hissetmeden önce de ülkemizdeki bazı akademik çevreler deprem konusunda yaptıkları önemli çalışmalarla uluslararası literatürde yerlerini almışlardı. Ancak, son yıllarda yaşanan depremler ve depremler sonucunda yaşanan maddi ve manevi kayıpların boyutu neredeyse bir magazin havasında kamuoyunun ilgisini çekmeye başlamış, bu da medyada bir başka anarşi türü oluşturmuştur.

Yurttaşlar olarak doğru bilgiler edinmek istiyoruz. Doğru ve düzgün yapılaşmaya uygun kent planlaması ve uygulaması görmeyi arzuluyoruz. Uygun kent planları ve inşaat kalitesiyle depremlerin yarattığı tehlikelerin ve korkuların azalacağının bilincindeyiz.

20 Ağustos 2010 Cuma

Alla Turca - 2

Alla Turca - 2

Gürcan Banger

Hatalara karşı düzeltici ve önleyici bir tutum yerine savunmacı bir yaklaşım içinde direnç gösteriyoruz. Öğrenmeyi okulla sınırlı görüyoruz. Yaşam boyu eğitimin henüz bilincine varamadık. Zamanımızı organize edemiyor ve organize olamıyoruz. Yaratıcı, buluşçu ve yenilikçi düşünce yönünde atılgan değiliz. İzlemeyi ve taklit etmeyi tercih ediyoruz. Lider olmak yerine geriden izlemeyi güvenli buluyoruz. İşi tartışmak yerine kişileri tartışmayı yeğliyoruz. Özgüven konusunda ciddi eksikliklerimiz var.

Hatalarda bir ‘günah keçisi’ arıyoruz. Doğru veya yanlış bir sorumlu buluyor ve yargısız infaz ediyoruz. Yaratıcı, yenilikçi düşünceyi yeterince desteklemiyor ve olanak yaratmıyoruz. Bardağın boş tarafını görmeyi yeğliyoruz. Olumludan çok, olumsuza odaklanıyoruz. Katılımcılık ve paylaşımcılık yönümüz gelişmemiş. Gruplaşma ve hizipleşme yaygın. İnformel ilişkiler, formel olanların çok önünde. Takım çalışmasını bilmiyoruz. ‘Takım çatışmasında’ daha ustayız.

Stratejik düşünme, stratejik planlama ve stratejik yönetim konusunda bilgili değiliz. Geleceği planlamıyoruz. Bütçelerimiz de yok. Sadece günü kurtarmaya çalışıyoruz. Mazeret ve bahane üretmekte son derece başarılıyız. Planlı ve sistemli çalışmaya alışık değiliz. Yöntemli çalışmaya inanmıyor ve güvenmiyoruz. İster olumsuz, ister olumlu; yaşadıklarımızdan ders almayı bilmiyoruz. Her zaman baş olma çabasındayız. Apoletsiz bir yaşam tarzını öğrenemedik.

Farklılıklara ve çeşitliliğe sıcak bakmıyoruz. Kendi farklılığımızı yaratma konusunda istekli değiliz. Risk almaktan korkuyoruz. Kazancın kaynağının risk olduğunun farkında değiliz. Kaderci ve kederciyiz. Olur olmaz herşeyi, “inşallah” ve “maşallah”a havale ediyoruz.

Başarıya odaklanma ve rotada kalma konularında zayıflıklarımız var. Küçük düşünüyor, azla yetiniyor ve vizyoner olamıyoruz. Yetki, sorumluluk ve kaynakların hepsini kendimizde toplamayı seviyoruz. Bunları paylaşmayı sevmiyoruz. İşletmelerimizin ilk elde ihtiyacı olan yönetici türünün liderler olduğunun farkında değiliz. Çevremizde düşünen insanlar ve işletmemizde liderler olmasından mutlu olmuyoruz. Tepkici özelliklere sahibiz. Düşünmeden abartılı tepki verme alışkanlığımız var.

Konuları ayrıntılı araştırmıyoruz. Yüzeyseliz. Bir buzdağı ile karşı karşıya olabileceğimiz ihtimalini dikkate almıyoruz. Her zaman otorite arayışı içindeyiz. İnisiyatif kullanma konusunda çekingeniz. Sistemsizliğin ‘sistem’ haline geldiği yapılar oluşturuyoruz. Kurtarıcılarla yaşamaya çalışıyoruz. Her zaman bizim dışımızda bir kurtarıcı arıyoruz. Başkalarının bizi yönlendirmesine ve ölçeklemesine ihtiyaç duyuyor ve bekliyoruz. Her konuda moda yönelimli olduk. Modaya abartarak yönleniyoruz. İleriyi değil geriyi; geleceği değil geçmişi düşünme eğilimindeyiz.

Bir işe başlıyor ama sürekliliğini nasıl sağlayacağımızı bilmiyoruz. Başarısız olan her proje, bizi daha atıl hale getiriyor. Her sorunu acil hale geldiğinde fark ediyoruz. Acil sınıfına sokana dek her soruna kayıtsız davranıyoruz. Başarılı olduğumuzda bununla yetiniyor; başarısızlıkta ise yakıp yıkıyoruz. Sürece ve sisteme değil; sadece sonuçlara odaklıyız. Önce yapıyor, sonra düşünüyoruz. Önce başlayıp sora para bulmaya çalışıyoruz. Önce başlayıp sonra sorunları öğrenmeyi deniyoruz.

İyiyi hedefliyoruz. Ama kriterlerimiz olmadığından ilerlemeyi ölçemiyoruz. Sonuçta vasatla yetiniyoruz. Kolay ve önceden denenmiş yolları tercih ediyoruz. Koşulların değişmiş olmasının çözümleri de değiştirmeyi gerektireceğini düşünmüyoruz. Zor olanın gerektiği zamanlarda bile ucuz ve kolay olanın peşindeyiz.

Rekabeti sevmiyoruz. Rekabetin anlamını, “Biz kazanalım, onlar kaybetsin” şeklinde anlıyoruz. İyileştirme konusunda bilinçli değiliz. Tümden atıp yenisini alma eğilimi içindeyiz. Kökten değişimin yarattığı erozyonunun bilincine varamadık. Doğrunun birden fazla olabileceğini ve başkalarının da doğruları olabileceğini bilmiyoruz.

Kendi isteklerimizin yapılmasında bağnaz bir ısrarcılık içindeyiz. Başkalarına yaşam hakkı vermiyoruz. İyi örneği oluşturamıyoruz. “Dediğimi yap, yaptığımı yapma” gibi yanlış bir tutum içindeyiz. Hazır reçeteler önem veriyoruz. Kendi özgün çözümümüz konusunda çalışkan ve girişken değiliz.

İlkelerimiz olmadığından kuralları sık ve kolayca esnetiyoruz. Bu arada ilkesizliğe savrulduğumuzun farkında değiliz. Kendimizi küçümsüyor, başkalarını büyütüyoruz. Kendi dışımızda oluşan fikirleri zor kabulleniyoruz.

Konulara, olaylara ve sorunlara objektif değil; subjektif yaklaşıyoruz. Yetkinlik algımız yok. Çok konuşanı, çok biliyor sanıyoruz. Bilgi ve uzmanlık ile belagati birbirine karıştırıyoruz.

Acil olanı, en önce yapmak gibi bir saplantımız var. Kaynak sorun ile görünür sorunu birbirine karıştırıyoruz. Kazan-Kazan anlayışında olmadığımızdan, eğer kazanamıyorsak taviz vererek idare etmeye çalışırız. Nedir bunlar? Bu olumsuz özelliklerimizin bazıları neden bazıları ise sonuç… Ama her durumda işletmelerimizin başarısını olumsuz şekilde etkiliyor. Eğer bunlar neden ise ortadan kaldırmamız gerekiyor. Eğer sonuç ise bunlara yol açan nedenleri bulup gerekli önlemleri almamız zorunlu.

Tüm bu olumsuz özelliklerimize rağmen eğer bir şeye karar verirsek ve buna inanırsak olağanüstü bir enerji ve sinerji yaratıyoruz. Zaman zaman sorunlar yaratsa da; önemsenmesi gereken bir esnekliğimiz var. Kazanma ve başarma konusunda hırsımızın olumlu sonuçlarını alabiliyoruz.

Uyarlama ve uyum sağlama konusunda yetenekli olduğumuza hiç kuşku yok. Değişime direnmekten vazgeçtiğimizde hızlı bir uyum süreci ile başarıya ulaşabiliyoruz. Yapmamız gereken, yüreğimizin sıcaklığına aklın gücünü eklemek olmalıdır.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Alla Turca

Alla Turca

Gürcan Banger

İşletmelerde ilgilendiğimiz işler, genel olarak insan-makine sistemleridir. Bu tür sistemlerin en sorunlu olan bölümü, insan unsurudur. Bu nedenle; işletmenin önemi iyi anlaşılması gereken unsuru da insandır.

İnsan unsuru ile yaşadığımız sorun, yönetim aşamasına geldiğimizde birkaç kat daha önemli hale gelir. Bu nedenle işletmemizdeki insan olgusunu doğru kavramak ve gerekirse önlemleri buna göre almak zorundayız.

İşletme, sadece makineler ve o ortamda çalışan insanlardan oluşmaz. Eğer bir sistemde insanlar varsa; onlarla ilgili alışkanlıklar, korkular, inanışlar, velhasıl bir kültür demeti var demektir.

Bir işletmede insanların taşıdığı kültür ise doğrudan içinde yaşanılan toplumla ilgilidir.
Dolayısıyla bir işletmedeki yöneticilerin öncelikle bu sosyal kültüre ilişkin bazı özellikleri iyi bilmesi gerekir.

Alaturka, İtalyanca kökenli bir sözcüktür. Eski Türk gelenek, görenek, töre ve yaşamına uygun olan anlamına kullanılır. Bu topraklarda yaşayan insanlar olarak bizim yaşam, düşünce ve davranış modelimizi ifade eder.

Alaturka sözcüğü, zaman içinde çıkış anlamını yitirerek “düzensiz ve yöntemsiz” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Doğu toplumlarına özgü yönetim anlayışı ile yönetici tipini ifade etmek üzere kullanılır olmuştur.

İş ve sosyal yaşamımızda alaturkalık; plansızlık, gelecek tasarımı eksikliği, günlük aşama, kolaycılık, taklitçilik, laubalilik, disiplinsizlik, rasgele davranma ve gereksiz duygusallık olarak yer etmiştir.

Az gelişmiş ülke toplumlarını incelediğimizde; az sonra sayacağımız özelliklerin pek çoğunu gözlüyoruz. Haksızlık etmemek adına; önemli sosyal ve ekonomik değişiklikler gösterdiğimizi söyleyebiliriz. Ama kodlanmış gibi değişmeyen yanlar da var.

İşte alaturka yönlerimiz… Hızlı başlayıp, daha sonra işi yavaşlatma eğilimindeyiz. Statükocuyuz. Değişime ve yeniliğe direniyoruz. Değişimi sevmiyor, çekiniyor, hatta korkuyoruz. Amaç ve hedeflerimiz ya yok ya da yeterli açıklık ve netlikte değil.

Eleştirmeyi, suçlamayı, hatta karalamayı seviyoruz. Sık sık eleştirdiğimiz halde eleştirilmeyi hiç mi hiç sevmiyoruz. Kısa vadeli yaklaşım ve çözümleri tercih ediyoruz. Günü kurtarmaya çalışırken, uzun vadede daha büyük sorunlar yaratıyoruz.

Teorik düşünmeyi ve teorik eğitim almayı sevmiyoruz. İşin esası ile ilgili olmayan pratik çözümler bulmaya çalışıp kolaycılığa yöneliyoruz. Uzmanlık bilgisine yeterli önemi ve değeri vermiyoruz. Çevremizdekilere önem verip kulaktan dolma bilgilerle iş yapıyoruz.

Merkeziyetçi ve mevzuatçıyız. Delege etmekten, yetki + sorumluluk + kaynak vermekten hoşlanmıyoruz. Çekingeniz. Girişimci yönelimlerimiz düşük. İki kulağımız ve bir ağzımız olduğunu unutmuş görünüyoruz. Dinlemiyoruz. İletişimi sadece konuşmak olarak anlıyoruz.

Yanlış veya eksik anlatmış olduğumuz aklımıza gelmiyor. Daima anlaşılmadığımız kanaatindeyiz. Bizi anlamadıkları gibi bir saplantımız var. Pek azımızın kitabında azim diye bir sözcük var. Çabuk ve kolay vazgeçiyoruz.

Uzlaşmayı yeterince aramıyoruz. Çekişmeyi ve itişip kakışmayı seviyoruz. Soru sormayı ve soru sorulmasını sevmiyoruz. Sorgulayıcı değiliz. Atılgan olmamız ve hakkımızı aramamız gereken pek çok durumda pasif kalıyoruz.

İş yaşamı ile sosyal yaşamın sürdürülebilirliği açısından kurallar olması gereğini (hukukun üstünlüğünü) içimize sindiremedik. Yaşamı kurallara göre oynamak yerine, her birimiz kuralları kendimize uydurmaya çalışıyoruz.

Ne kişisel düzeyde ne firma ölçeğinde ilke ve değerlerimiz yok. İlke ve değerlere önem vermek yerine tutarsızlığı ve ilkesizliği benimsiyoruz. İşbirliğine ve ortak çalışmaya yatkınlığımız yok. İşbirlikleri konusunda yeterince açık ve istekli değiliz.

Birbirimizi ve başkasının başarısını çekemiyoruz. “Küçük olsun, benim olsun” veya “Ben de olmayan komşuda da olmasın” zihniyetini aşamadık. Söylemiyor, söyleniyoruz. Dedikodu yapmayı seviyoruz.

Amaçlarımız ve hedeflerimiz yok. Bu nedenle amaçlarla araçları birbirine karıştırıyoruz. Duygusal bir topluma mensubuz. Ama duygularımızı yönetmeyi bilmiyoruz. Bu nedenle sıklıkla istismar ediliyoruz.

“Biz” olmayı başaramıyoruz. “Biz” yerine “Ben”leri daha öne çıkarıyoruz. “Nasıl olur?” şeklinde iyi niyet ifade etmek ve olumlu düşünmek yerine, “Neden olmaz?” sorusuna cevaplar arıyoruz.

Paylaşımcı değiliz. Bilgiyi saklıyor ve paylaşmaya yanaşmıyoruz. Makamla onurlanma çabasındayız. Unvanımıza, makamımıza güç katmak yerine, makamın gücünün arkasına saklanıyoruz. Unvana, pozisyona, rütbeye ve diplomaya gereğinden fazla önem veriyoruz. (Alla Turca’nın devamı yarın…)

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Yaratıcı Kent

Yaratıcı Kent

Gürcan Banger

Bir süredir “kentte sanat” konulu bir yazı yazmak istiyordum. Biraz daha odaklanırsam, sanatın her alanı üzerine görüş belirtmekten daha çok edebiyat üzerine odaklanmayı düşünüyordum. Kentimizde sanat ve kültür odaklı bazı sivil toplum kuruluşları var. Yerel yönetimler de sürdürülebilir biçimde olmasa da; edebiyat ile sanatın diğer dallarına ilgi göstermeye gayret ediyorlar. Özellikle edebiyatın bazı alanlarında eserler üretme çabası içinde olan sanatçılar var.

Sanırım; şiir, edebiyat dalları arasında özel bir ilgi görüyor. Az sayıda da olsa öykücüler ile roman yazarları da kentimizde yaşıyor. Böyle bir yazı kurmaya çalışırken, aklımda olanlardan birisi, hızlı bir gelişim gösteren bu kentin sanat ve edebiyat alanında biraz düşük tempolu ilerlediği yönü idi. Kentin sanat ve edebiyat yaşamının nasıl geliştirilebileceği konusunda kendime sorular sormaktaydım.

Sorularımın odak noktasını, tek tek bireylerin kendi düşük tempolu sanat yapma gayretlerini sistemli bir üretime dönüştürme fikri üzerine kurgulamıştım. Sıradan şiir veya öykü okuma günleri ya da ünlü kabul edilen kişinin konuşmaya çağrılmasının ötesinde yapılabilecekler olmalıydı. Böyle bir süreci düşünmeye çalışırken Charles Landry ile karşılaştım.

Charles Landry, 1948 yılında doğmuş; İngiltere, Almanya ve İtalya’da eğitim görmüş. İsminin bilinmesi ise özellikle “Yaratıcı Kent: Kentsel Yenilikçiler İçin Araş Kiti (Creative City: A Tookit for Urban Innovators)” isimli ve 2000’de basılan kitabından kaynaklanıyor. Yaptığım küçük araştırmada kitabın Türkçe basımını bulamadım. Basıldıysa da bilgisine erişememiş olabilirim. 2001’de basılmış “Dönüm Noktasında Kültür (culture@the crossroads)”, 2004’te basılmış “Hızlı Sularda Gitme: Karmaşık Bir Çağda Kentsel Yaşam (Riding The Tides: Urban Life in an Age of Complexity)” ve 2006’da basılmış “Kent Yaratma Sanatı (The Art of City Making)” gibi başka kitapları da var.

1978 yılında yaratıcılık, kültür ve kentsel değişim konusunda çalışmalar yapan Comedia isimli düşünce birimini (think tank) kurmuş. Landry, ‘yaratıcı kent’ kavramını 1980’li yıllarda kurgulamaya başlamış. O dönemde dikkati çeken önemli ekonomik ve sosyal değişimler Landry’de yaratıcı kent fikrini oluşturmuş.

2010’nun Nisanında bir konferans vermek üzere Türkiye’ye (İstanbul’a) gelen Landry için yapılan takdimden bir alıntı yapmak isterim: “Son 20 yılda kentler ve bölgeler önemli ölçüde değişim gösterdi. Barselona, Melbourne, Chicago veya İstanbul'un yeniden yaratımları bu değişimi sembolize etmekte. Dünyanın her yerinde değişik büyüklükteki kentler, küreselleşmenin şiddeti ve kentsel hiyerarşideki değişimler nedeniyle derin bir dönüşüm süreciyle karşı karşıyalar. Her kentsel-bölge ekonomisini bilgi yoğun bir zemine taşımak ve kendisini küresel alanda merkeze yerleştirmek için, amacını ve rolünü gözden geçirmek, bu yeni yapılanmada kaynaklarını yeniden tanımlamak zorunda. Bu süreçte kaynaklar-başta kültür, yetenek ve yaratıcılık olmak üzere- yeniden değerlendirilmekte. Bu bağlamda, bir zamanlar çelik, kömür veya sınaî yetkinlik nasıl geçer akçe idiyse, yaratıcılık kaynakları da bugün aynı rolü oynamakta.“

“Landry, 'Kentlerin geleceğinde yaratıcılığın, kültürün, kültürel mirasın, sanatın, tasarımın veya kültür altyapılarının değeri nedir?' sorusunun geçerliliğini yitirdiğine dikkat çekmekte. Şimdi sorulması gereken şudur: 'Kültürü, tasarımı, kültürel mirası, sanatı veya kültürel altyapıyı düşünmemenin bedeli nedir?'”

“Sanayi kenti, donanıma odaklanan bir düşünce sisteminin ve 'mühendislik kültürünün’ ürünüdür. Buna karşıt olarak bir 'yaratıcı kent' meydana getirmek; her türlü somut ve somut olmayan değeri tanımlama, kullanma ve öne çıkarmaya odaklanmakta, kenti bu değerler sayesinde kalkındırmaya çalışırken aynı zamanda kentlilerin refahını yükseltmeyi amaçlamaktadır.”

“Charles Landry, kentlerin hayal güçlerini ve düşüncelerini tetikleyerek, potansiyellerini ortaya çıkarmalarına yardımcı olacak çalışmalar yapmaktadır. Karar mercileri ve yerel yöneticilerle yakından çalışarak ve bu süreçte 'önemli bir arkadaş' rolüne bürünerek, şehirlerin daha iyiye dönüşebilmeleri için ilham verir ve yardım eder. Yenilikçiliğin ve geleneğin harmanlanması, refahı ve toplumsal kaynaşmayı ya da yerel özgünlükler ile küresel uyumu dengelemek gibi aşılması zor kentsel ikilemlere orijinal çözümler üretmek konusunda yardımcı olur. Yaratıcı gelişim ve kentlerin geleceği konusunda uluslararası bir otorite olarak görülen Landry, özellikle yerin kültürünün -benliğinin ve özgüveninin- artırılması ile ekonomiyi nasıl canlandıracağı ve güçlendireceği konusunda uzmandır. 1978 senesinde kurduğu 'Comedia', Avrupa'da yaratıcılık, kültürel ve şehir değişiklikleri konusunda yüksek derecede saygı duyulan bir danışmanlık şirketi olarak bilinmektedir. Comedia ile beraber yüzlerce projede çalışmış olup, Arnavutluk’tan Yemen'e kadar 45'i aşkın ülkede konferans vermiştir. 200'e yakın devlet ve özel sektör projelerini başarı ile tamamlamıştır.”

Yazıya sanat ve edebiyat kaygısı ile başlamıştım. Yaz aylarındayız. Buna Ramazan ayının durgunluğu da eklendi. Eylül – Ekim aylarında kentin kültürel yaşamı tekrar eski canlılığını bulur. Bu süreçte özellikle edebiyat alanında çalışanların birlikteliğini ve yaratacakları sinerjiyi görmek isterim. Kentimizin edebiyat alanında alması gereken yol olduğu kanaatindeyim. ‘Avrupa Kenti’ iddiası olan bu kentte gerçek anlamda bir edebiyat çevresi var mı? Varsa daha etkin ve verimli olması gerekmez mi?

17 Ağustos 2010 Salı

Devlet, Toplum, Anayasa ve Değişim

Devlet, Toplum, Anayasa ve Değişim

Gürcan Banger

Neredeyse tüm kurum ve kavramları değişime zorlayan bir çağda yaşıyoruz. Bir yandan yepyeni mekanizma, yaklaşım ve yöntemler gelişirken diğer yandan da mevcut olanlar değişime uğruyor. İçinde yaşarken bu değişimi yeterince net biçimde göremiyoruz. Ancak kendimizi biraz dışarı doğru çekip ne olup bittiğine baktığımızda değişimin daha iyi farkına varıyoruz.

Değişim sadece ülke ve toplum içinde olan bitenden ibaret değil. Bugünün bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişime rağmen entelektüel farklılıkların tümünü özümseyebildiğimizi söyleyemeyiz. Bu olumsuzluk, kimi zaman bizi saran kültür ve yasal mevzuattan, bazen kamunun yarattığı hukuk dışı uygulamalardan, bazı durumlarda ise yurttaşlar olarak bizim ilgisizliğimiz veya kayıtsızlığımızdan kaynaklanıyor.

Dünya 1970’li yıllardan başlayarak ciddi biçimde değişti. Farklılaşma özellikle gelişmiş ülkelerde kök buldu. Biz ise o yıllarda kendi içe dönüklüğümüz yanında 12 Eylül Darbesinin kapalılığı ile uğraşıyorduk. 20’inci yüzyılın son 30 yılında küreselleşme olgusu ile birlikte bir zamanlar demir perde gibi duran ülke sınırları, giderek tül perdelere dönüştü. Ama ulus devlet genelde var olmaya devam ettiğine göre; hâlâ belli sınırlar içinde yaşayan insan topluluklarından söz etmeye devam edeceğiz.

Belli sınırlar içinde yaşayan ve temel çıkarlarını işbirliği ile gerçekleştiren topluluklara toplum adını veriyoruz. Toplumun yaşadığı çevreyi bir kavanoza benzetirsek; toplum, bu kabın içinde yalnız başına durmuyor. Kendini yönetmek ve denetlemek için örgütlediği devletle birlikte yer alıyor. Dolayısıyla toplumun bir parçasını devlet oluşturuyor. Kimi örneklerde devlet öyle büyük oluyor ki; toplumun geriye kalan kısmının kavanozda nefes alacak yeri kalmıyor. Hele kavanozun kapağının dış dünyaya kapalı tutulmaya çalışıldığı düşünülürse…

Tarihi doğru okumak pek çok gerçeği öğrenmemize vesile oluyor. Bizim toplumsal geleneğimiz, büyük devletin merkez alınması üzerine kurulmuş. Her şey ona (devlete) göre tanımlanıyor. Bütün soruların cevapları onda... O hem şoför hem de trafik polisi… Gerektiğinde fahri ve sivil trafik müfettişi bile oluyor. Gereğinde yaya olabiliyor. O hem özne, hem ayna hem de aynadaki yansı… Vatandaşa soluk alma fırsatı tanımazken kendini sınırlamayı ‘kamusal aklına’ bile getirmiyor.

Bizansı, Selçukluyu, Osmanlıyı ve Cumhuriyeti inceleyebilirsiniz. Bu topraklar üstünde devlet daima en büyük olmuş. Vatandaş ise daima kul ya da zoraki vekâlet veren… Kimi zaman ‘nezaket gereği’ kamu dediğimiz devlet, neredeyse tüm alan ve kurumları denetlemiş. Kendi yapmadığını veya yapamadığını, kendisine sadakatle bağlı olanın yapmasına özen göstermiş. Geleneğimizde ve tarihimizde sivil toplum örneklerini bulmak için daima çok zorlanıyoruz. Genelde sivil örnekler olarak gösterilen loncaların ve dinî cemaatlerin de sivil toplum tanımına ne denli uyduğu kuşkulu.

Osmanlı tipi bir devlet ve yönetim modeli, teknik olarak ‘patrimonyal’ olarak isimlendiriliyor. Cumhuriyet ile birlikte patrimonyal sistemin padişahlık bölümü tedavülden kalkmakla birlikte, asker ve bürokrat kesimler açısından devletin toplum üzerindeki benzer ‘tanımlayıcı, yönetici, denetleyici’ tavrı sürmüş.

Tarihimizde devlet nezdinde değer görmeyen kesimler arasında sadece ‘sivil toplum kuruluşları’ yer almıyor. Ekonomik işletmeler de gerekli teveccühe mazhar olmamışlar ya da desteğe ihtiyaç olduğunda hatırlanmışlar. Onlar da gelişmek için gerekli teşviki bulmak bir yana; gayet kısıtlı koşullar altında yaşamak zorunda kalmışlar. Ticaret ve sanayi kesiminin devletin ilgisine mazhar olmaya başladığı zaman dilimi, ancak Cumhuriyet dönemine denk düşer.

Osmanlı’nın meslek kuruluşları olan loncalar, devletin tarım ve ticaret kesimine egemen olma araçlarından birisidir. Cumhuriyet döneminde ise bu yaklaşım meslek odaları ile devam eder. Bu nedenle bürokrasinin, bugünün loncaları olan meslek odalarına daha sıcak bir yaklaşımı var. Muhtemelen odaları genetik olarak kendinden saydığından…

Kanunla kurulmuş meslek odaları dışında sivil toplum kuruluşları, henüz devlet gözünde makbul bir düzeye ulaşamadı. Örneğin bir ilin üst düzey bürokratları o kentteki bir ticaret veya sanayi odası tarafından yapılan etkinliğe katılmayı bir devlet görevi olarak kabul ederken, aynı ilginin sivil toplum etkinliklerine gösterildiğini söyleyemeyiz. Hatta küçük bir ticarethanenin açılış töreni bile, bir sivil toplum kuruluşu faaliyetinden daha fazla bürokratik ilgiye mazhar olur.

Bugün devlet ve sivil toplum bağlamında bir ayırım noktasına doğru yürüyoruz. Artık sosyal tasnif, kişinin veya kuruluşun merkeze kimi (devleti mi yoksa sivil toplumu mu) aldığına göre değişiyor. Hızla kurgulanan yeni gelecek, bu ayırımı doğru yapamayanları kendi acımasız kurallarına göre elbette tasnif edecektir. Anayasanın değiştirilmesi sürecinde yaşananlar bana bunları hatırlatıyor. Referandumun sonucu (“Evet” ya da “Hayır”) ne olursa olsun; daha uzun bir süre değişik bir sosyal iklim göreceğimizi de sanmıyorum. Yasalar genelde iktidarın, bürokrasinin, genelde güçlü olanın işine yaradığı zaman uygulanabiliyor. Kalanı hikâye…

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Demokrasiyi Sömürgeleştirmek

Demokrasiyi Sömürgeleştirmek

Gürcan Banger

Her şeyin siyaset adına kurban edildiği bir döneme adım attık. Önce referandum, ardından genel seçim toplumun ortak değerlerini hızla erozyona uğratmaya başladı. Bir yazımda bu tehdidi öngörerek “Herkesin kendi sivil toplumu var” demiştim. Ama iş, bundan da ibaret değil. Herkes demokrasiyi sadece kendisi için istiyor. “Ancak ben iktidarda olursam …” diye başlayan bir mantık, toplumu ve ülkenin geleceğini nereye götürecek? Bu zihniyet, toplumun değerleri yanında insan hakları, demokrasi, sivil toplum gibi kavramları da alıp bataklığın dibine gömmeye hazırlanıyor.

Sosyal kavramların, yaşanan çağa bağlı olarak anlam ve içerikleri değişebiliyor. Örneğin ‘sivil toplum’ böyle bir kavram... Biz toplum olarak sivil toplum terimini yeni duysak da; kavramın geçmişi antik çağlara kadar uzanıyor. Sivil toplum kavramı kentlerin oluşmaya başladığı ve devletin ortaya çıktığı çağlardan başlayarak kullanılmasına rağmen örneğin Platon, Aristo, Jean Bodin, Hegel, Marx veya Gramsci gibi düşünürler tarafından farklı anlamlarda kullanılmış. (Aslına bakarsanız, bugün de sivil toplumu çok farklı anlamlara gelecek biçimde kullananlar var.)

Daha sonraki dönemler için bu saydıklarıma Hobbes, Locke, Rousseau, Burke veya Fichte gibi değişik düşünürleri de ekleyebiliriz. Bu düşünürlerin tümü sivil toplum kavramını kullanmış olmakla birlikte ona yükledikleri değer ve anlamlar açısından ayrılıyorlar. Günümüzde kullanılan tanımlardan önemli bir tanesi şudur: “Sivil toplum; örgütlü sosyal yaşamın gönüllü, kendi kendini üreten, kendi kendini destekleyen, devletten özerk olup bir yasal düzen veya ortak kurallarla bağlı alanıdır. Sivil toplu, özel yaşam ile devlet arasında duran aracı bir varlıktır.”

Sivil toplum gibi zaman içinde yeniden tanımlanma ihtiyacı ortaya çıkan bir diğer kavram da demokrasidir. Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan sivil toplum ve demokrasi kavramlarının birlikte değişim geçirmelerini olağan karşılamak gerekir. Demokrasinin tanımının değişime uğradığını söylemekle yetinmek bu alanın emekçilerine haksızlık olur. Toplum olarak her ne kadar haberdar olmasak da; demokrasi kavramı, üzerinde en çok çalışma yapılan, teorik ve pratik katkı üretilen alanlardan birisidir. Bu konuda Türkçe dışındaki yaygın dillerde küçük bir araştırma yapmak yeterlidir. Ne yazık ki; bizde bu alanda yeterli çalışma yapılmadığı gibi ya yabancı eserler Türkçeye kazandırılmıyor ya da yayını ve basımı ile ilgili (kötü çeviri, kötü baskı ve düşük basım sayısı vb gibi ) problemler oluşuyor.

En sıradan tanımıyla; demokrasi, halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimidir. Demokrasi, halkın kendi kendisini yönetmesidir. (Tanımı böyledir de; uygulanması böyle midir, o biraz kuşkulu…) İlk çağların küçük kent devletlerinde yurttaşlar kent meydanında toplanarak ortak meseleleri konuşur ve karara bağlarlarmış. O zamanın demokrasi anlayışı ve uygulaması bu şekilde yapılıyormuş. Herkesin kendi oyunu kullandığı (ve günümüzde türlü bahanelerle önünü tıkadığımız) bu yaklaşıma ‘doğrudan demokrasi’ adı veriliyor.

Ölçeği büyümüş ülke ve kentlerde bu yolu kullanmak mümkün olmadığından yurttaşlar, kendi görüşlerini temsil etmek üzere temsilciler seçmişler. Bu seçilmiş temsilciler (halkın ‘vekilleri’) halk adına karara ve yönetime katılmışlar. Böylece demokrasi kavramı, temsilcilerle (vekiller aracılığı ile ve vekillerin kalitesine bağlı olarak) kullanılan egemenlik biçimine dönüşmüş. Bugün bu anlayışa ‘temsili demokrasi’ diyoruz. Günümüzde demokrasi dendiğinde çoğunlukla kast edilen, temsili demokrasi anlayışıdır. Yaşadığımız demokrasinin temel sorunu da bu temsil tercihinden (hadi, iyimser olalım; temsil sisteminin iyi işlemeyişinden) kaynaklanmaktadır.

Çağımızda doğrudan demokrasi anlayışına dönme yönünde bir eğilim (daha doğrusu özlem) var. Ama fizikî, ekonomik ve sosyal koşullar şimdilik buna imkân vermiyor gibi… İktidarı elinde tutanlar da çıkarlarına uygun olarak vekâlet sisteminden vazgeçmek niyetinde değiller. Belki bilişim – iletişim ağlarının, bilgi güvenliğinin ve kimlik tanımanın çok gelişmesi ile bulunduğumuz yerden egemenlik hakkını kullanabileceğimiz yeni bir dönem ihtimal dâhilindedir. Bugün için ilke elde söyleyebileceğimiz, demokrasi diye kendi kendimizi kandırdığımız temsili demokrasinin artık yurttaşları ve kuruluşları tatmin etmediğidir.

Yukarıda isimlerini saydığım dönem ve düşünürlerin tanımlarına oranla demokrasi alanında çok yeni yaklaşımlar, tanımlamalar ve denemeler var. Ne yazık ki; pek azından küçük bir camia olarak haberdarız. Kişisel ve grupsal çıkar beklentilerimiz demokrasiyi geliştirmenin ve yaymanın önünde engeller olarak durmaya devam ediyor. Siyasetin sivil toplumu teslim alma ve sömürgeleştirme eğilimi, şu sıralar bunun en açık örneklerinden birisini oluşturuyor.

Günümüzde temsili demokrasinin kısıtlamalarını aşarak doğrudan demokrasiye yaklaşabilmek için ‘katılımcı demokrasi, çoğulcu demokrasi ve yönetişim’ gibi bazı kavramlardan söz ediyor ve bunları yaşamda gerçekleştirmek üzere yol ve yordamlar arıyoruz. Bu arayışların temelinde temsilciler aracılığı ile uygulanmaya çalışılan temsili demokrasinin, oy çokluğu nedeniyle belli bir grubun hegemonyasına dönüşmesi riski yüzündendir. Her şey kolaylıkla siyasal erk ve rant adına kolayca siyasete feda edilebiliyor.

Değişen demokrasi anlayışı; katılımcı demokrasi yaklaşımı ile toplumda var olan çeşitliliklerin yönetime ve kararlara yansımasını esas almaktadır. Bir yandan kararın üretilmesi için katılımın çoğaltılmasını hedeflerken, diğer yandan da tek doğru çözüm yerine birden fazla uygun (doğru) çözümün olabileceği fikrini içermektedir.

Kültürel ve siyasal çoğulculuk temalarını içeren çoğulcu demokrasi açılımı ise toplumda mevcut olan farklılıkların kendi varlıklarını sürdürebilme hukukunu ifade etmektedir. Son olarak yönetişim kavramı ile devletin ve toplumdaki diğer kişi ve kuruluşların etkileşimli bir yönetim anlayışı içinde olmaları anlatılmaktadır.

Aynen sivil toplum konusunda olduğu gibi; katılımcı demokrasi, çoğulcu demokrasi ve yönetişim kavramları üzerine de farklı ideolojik bakışların değişik spekülasyonları olabiliyor. Bazı eleştiri ve karalamaların körü körüne peşine takılmak yerine; olgu düzeyine erişmiş bu kavramların toplumumuzun demokratik açılımları açısından ne anlama geldiği üzerine kafa yormak lazım. Bundan öte; ortak ve evrensel değerler ve anlamlar için savaşmak gerekiyor.

15 Ağustos 2010 Pazar

Kişisel Gelişimin Sınırları

Kişisel Gelişimin Sınırları

Gürcan Banger

Bir kitapçıya gittiğinizde kişisel gelişim kitaplarının birkaç raf doldurduğunu göreceksiniz. Bu konuda öğütler ve örnekler veren sayısız Internet sitesi var. Bu konuda danışmanlık ve ruhsal sağlık hizmetleri giderek yaygınlaşıyor. Tüm bu envanterin hedefi, insana daha sağlam, sağlıklı, mutlu ve hatalardan arınmış bir yaşam önerebilmek…

Yapısında insan olan her sistemde hata ihtimali var. Latince bir atasözü, “Hata insanlar içindir” der. Özellikle gerçek yaşam konuları olan insan – makine sistemlerinde zor olan, insanla ilgili sorunları aşabilmektir. Teknik kişilerin (ya da teknik olmayı sorunların çözümü sanan bireylerin) fazlasıyla gözden kaçırdıkları unsurların başında gelir insan faktörü… Bazı kişiler sistemin içindeki insanı dikkate almayı unuturken, pek çoğu da insanla ilgili konuları gereğinden fazlaca abartırlar.

Bir sistemde insan varsa, insanlar arası ilişkiler varsa; bu sistem, sadece bu özelliklerinin olmasından dolayı bazı zorluklar içerir. Bu nedenle insanlar arası ilişkiler söz konusu olduğunda, böyle bir iletişim sisteminde insan olmaktan kaynaklanan özel ve duyarlı noktalara özen göstermek gerekir.

Bugünün kişisel gelişim uzmanları, bazen ilgi alanlarını abartarak tümüyle bir mühendislik haline getirmeye çalışıyorlar. İnsanların makineler veya fizikî sistemler gibi istenilen biçimde düzenlenemeyeceği gerçeğini (hatta düzenlenmemesi gerektiğini) bilerek ya da farkında olmadan gözden kaçırıyorlar. Bugünün kişisel gelişim, danışmanlık ve eğitim uzmanlarının yaptıkları en temel hatalardan birisi budur.

“İnsan mühendisliği” diyebileceğimiz bir dal, bize birtakım kolaylaştırıcı gelişim araçları sunabilir. Bunları kullanarak yaratıcılığın bazı sorunlarını aşabilir, eğitimde iyileşmeler sağlayabilir ve bazı problemlerimize daha kolay çözümler bulabiliriz. Ama insan mühendisliği, insanın bir bilgisayar gibi programlanması anlayışına dönüşmemeli. Çünkü kişisel gelişim alanında pek çok durumda insanlar için bir bardak su ile yutulabilecek basitlikte ilaçlar üretmek mümkün değildir. Bana sorarsanız doğru da değildir. İnsan makineleşmemeli; insan, kendisini farklılaştıran kimi gizemli özelliklerini yitirmemeli.

İnsanlar için tek ve standart çözümler olduğuna inanmıyorum. Bir toplum içinde yaşamanın aynılaştırıcı kuralları olmakla birlikte, her insanın kendi farklı doğruları olduğu kanaatindeyim. Bu doğrular, bir anlamda da onun farklılığının kanıtlarını oluşturuyor. Dolayısıyla seçilmiş bir insanla ilişkin konularla ilgilenirken, bir örnek olayın incelenmekte olduğumuz ayrıntısı gözden kaçırılmamalıdır. Özeli genelleştirmemek gerekir.

Nasıl ki, her birimizin farklı fiziksel ve ruhsal özellikleri var; benzer biçimde hepimizin kendine özgü bir yaşam biçimi var. Yanlışlar ve doğrular konusunda başka insanlara nasihat verebildiğimiz halde, sözü edilen hataları kendi yaşamımızda tümüyle sonlandıramıyoruz. Bunu söylerken sadece hepimizin kendimize özgü hatalarımız olabileceğini ve bunlara ilişkin farkındalık geliştirebileceğimizi, ama çözmenin hiç de söylendiği kadar kolay olmadığını vurgulamak istiyorum. Terzinin kendi söküğünü dikemediği gibi; başka insanlara yönelttiğimiz öğütlere karşın, kendi sorunlarımızla ‘gayet iyi ilişkiler içinde’ yaşamayı sürdürebiliyoruz. Böyle durumlarda öğütçülerin de başka öğütçülere ihtiyacı olabiliyor demek ki…

Her insan, bir ‘yaşam birikimi ve deneyimi’ hazinesidir. Olumlu veya olumsuz her deneyim, bizim için ışık veren, aydınlatıcı bir rehber olur. Önemli olan, kendi yaşadıklarımızdan deneyimlerimizden doğru dersleri kendimizin çıkarabilmesi ve bu dersin değişime neden olabilmesidir. Eğer hocamızın söyledikleri, bizim daha iyi bir yaşama doğru yürümemiz için yardımcı oluyorsa, biz de onun hatalarını işaret edebilir ve ona katkı koyabiliriz. Labor omnia vincit (Israrlı çalışma, bütün güçlükleri yener).

Kişisel gelişim yaklaşımlarının yukarıda özetlediğim tüm kısıtlılıklarına rağmen bunların sağlıklı ve mutlu insan yaşamına katkıları olduğunu inkâr edemeyiz. Kişisel gelişim yöntem ve teknikleri, özellikle insana olumsuz etkiler yapan dış faktörlerin doğru kavranıp iyi bir davranış modeli geliştirilmesinde yararlı oluyor. Fakat insanın iç dinamikleri için bu yarardan söz etmek kolay değil. Kişinin alışkanlıkları, korkuları ve asla vazgeçmediği ön kabulleri kişisel gelişimin ilerleyişinin önünü kesiyor. Kendini bilmeyen (kendi alışkanlık, korku ve takıntılarının bilincinde olmayan) kişi kendini değiştirmeyi ve geliştirmeyi ancak bir noktaya kadar başarabiliyor. İlerleme; korku, alışkanlık ve takıntılarla yüzleştiğinde kişisel ilerleyişin duraksadığına, hatta geri dönmeye başladığına tanık olabiliyoruz. Gerçek değişim ve gelişim asla kolay değil.

13 Ağustos 2010 Cuma

Bilim, Teknoloji ve Gelişme

Bilim, Teknoloji ve Gelişme

Gürcan Banger

Bu hafta “Geleceğe Bakış” isimli köşemde; ülkemizde bilimin durumunu ele alan iki yazı yayınladım. Bir de; Dünyanın durumuna ve gelişimine göz atmakta yarar var. Masamızda duran bilgisayara bakıp Dünyanın eriştiği bilim ve teknoloji aşamasından memnun oluyoruz. Sinema filmlerini izlerken bu gelişmenin eriştiği boyutları biraz daha yakından izliyoruz. Fuarlarda veya bunlara ilişkin TV haberleri tüylerimizi ürpertecek biçimde olumlu veya olumsuz bizi etkiliyor. Kimi zaman bu bilimsel birikime, teknolojik deneyime kimin sahip olduğu, çoğu zaman bizim ancak ürünlerin ve hizmetlerin kullanıcısı olabildiğimiz gözden kaçıveriyor.

Eğer en hızlı ve gelişmiş otomobile sahip olan siz değilseniz, otomobil teknolojisinin geldiği üst düzey nokta konusunda fazla sevinmeniz biraz garip olur. Çünkü yüksek nitelikli otomobile sahip olan yarışta sizi geride bırakır gider. İşte; bilimsel ve teknolojik gelişme de buna benziyor. Parasını verip teknolojinin en son ürününü alabiliyorum diyebilirsiniz. Bu durum, bilime ve teknolojiye hakim olduğunuzu değil, sadece harcayacak çok fazla paranız olduğunu (ya da sonuçta hayli borçlu kalacağınızı) gösterir.

“Bu, harika bir dünya… İnsanlık, bilim ve teknoloji alanında dev adımlar atıyor” dediğinizde, kendinize dönüp “Yahu; gelişmiş ekonomiler önemli işler yaparken ben ne yapıyorum?” diye sormanız gerekir. Çünkü bilim ve teknolojide “gelişmiş dünya” diye söyleyebileceğimiz bir gerçekten daha çok, bu gücü, gelişimi ve birikimi elinde tutan gelişmiş ülkeler var. Eğer bilimsel ve teknolojik gelişme için ülke olarak gerekli vizyona ve yapılanmaya sahip değilsek; “Gelişiyor” dediğimiz ‘şey’, bizi gerilerde bırakmaya aday olan ‘şeydir’.

Bilimsel ve teknolojik buluşlar, gelişmiş ülkeleri daha ilerilere götürürken, ekonomik gelişimini tamamlayamamış ülkelerin daha da geri kalmasına neden oluyor. Gelişmiş ekonomilerde bilime, teknolojiye, araştırma ve geliştirme ile yenilikçiliğe verilen değer, bu ülkelerin pek çok açıdan küresel gücü ellerinde tutmalarına neden oluyor. Geri kalmış olanlar ise ancak büyük bedeller ödeyerek bu gelişimin ürünlerini satın almak zorunda kalıyorlar. Gelişmişlerin geri kalmışlardan elde ettikleri artı değer ise yeni atılımlar için taze kaynak oluşturuyor. Bugün az gelişmiş ülkelerde zulmün arkasında, geri kalmışlığın bilim ve teknoloji alanında gerekli model ve söylemi oluşturamamış olması var.

Az gelişmiş (ya da gelişmekte zorlanan) ülkelerin en temel sorunlarından birisi sermaye birikimi konusundaki zafiyetidir. Sermaye birikimi sağlanamayınca veya sağlansa bile bu birikim gerekli hedefler için uygun kanallara akıtılamadıkça, geri kalmışlık sarmalını aşmak mümkün görülmüyor. Büyük oranda ithalata dayalı ekonomik yapılanmalara dayalı IMF ve Dünya Bankası politikaları ile az gelişmişliği kıracak gerekli kalkınma sürecinin sağlanamayacağı her gün bir kez daha kanıtlanıyor.

Gelişmiş ülkelerin katma değer yarattıkları sektörlere baktığımızda; genelde bunların arkasında bilim, teknoloji, yenilikçilik ile araştırma ve geliştirme gibi unsurların varlığı dikkati çekiyor. Bugüne kadar fasoncu işgücü, hammadde ve düşük teknoloji içeren malların ihracatı ile hiçbir ülkenin az gelişmişlik zincirlerini kıramadığını görüyoruz. Belli dönemlerde kısmî iyileşmeler sağlansa bile; ekonomik ve sosyal kalkınma, sürdürülebilirlik düzeyine erişemiyor.

Entelektüel bazı çevrelerde bilim ve teknolojik gelişimi alkışlamaya benzer bir diğer eğilim de ‘küreselleşmenin yüceltilmesi’ olarak görülüyor. Hâlbuki küreselleşmenin sonuçlarının farklı ekonomik kalkınma düzeyindeki ülkelere (olumlu veya olumsuz) farklı biçimlerde yansıdığını biliyoruz. Örneğin küreselleşme süreci ile birlikte ortaya çıkan küresel bütünleşme biçimleri, az gelişmiş ve geri kalmış ülkelerin dünya ekonomisi içindeki güç ve etkinliğini giderek azaltıyor. Bu durum, bir başka boyutta siyasal ve askersel alandaki güç ve etki kayıpları olarak yansıyor. Küreselleşmenin net ve objektif etkilerinden birisinin gelişmişler ve geride kalmışlar arasındaki uçurumun büyümesi olduğunu görmek gerekir.

Küreselleşme süreci, bir yönüyle gelişmiş ülkelerin taleplerinin her an daha fazla küresel bir nitelik almasına neden oluyor. Küreselleşme ile sınırlar belirsizleşirken, gelişmiş devletler başka ülkelerin sınırları içinde kalan her türden kaynak için daha fazla talepte bulunmaya başladılar. Örneğin Ortadoğu’nun petrol ve benzeri kaynakları üzerinde gözlediğimiz saldırgan ve sömürgen emeller bu olgunun örneklerinin başında geliyor. Benzeri uygulamaları Afrika’da da giderek daha sık ve yoğun biçimde izliyoruz.

IMF ve Dünya Bankası politikalarının hedefi, az gelişmiş (gelişmekte zorlanan ve istikrara ulaşamayan) ülkelerin dışarıdan daha fazla küresel kaynak sağlamaları gibi görünüyor ya da gösteriliyor. Hâlbuki bu politikaların uygulamasına finans sektörü ve dış ticaret açısından baktığımızda; az gelişmişlerden gelişmişlere doğru giden kaynak akışının, gelenden çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Özetle; bugün gelişmişlerin geri kalmışlardan beslenmesinin sadece farklı bir görünümünü yaşıyoruz. Çözüm şansı ve fırsatları var mı? Ne yazık ki; ülkenin bilim ve teknoloji alanındaki durumuna bakarak buna olumlu bir cevap vermek kolay değil.

Bilim ve teknolojinin ufku açısından olumlu cevaplar vermeye çalışabilmek için kamudan özel sektöre, yerel yönetimlerden sivil topluma, eğitim – öğretim kuruluşlarından vatandaşlara kadar özümsenmiş bir vizyon ve yönlenmenin oluşması gerekiyor.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Türkiye’de Bilimin Durumu - 2

Türkiye’de Bilimin Durumu - 2

Gürcan Banger

Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA’nın “Bilim Raporu 2009” başlıklı araştırmasında sözü edilen konulardan bir diğeri, üniversitelerimizin bilimsel açıdan Dünya ve Avrupa standartlarına ne derece uyabildikleri ile ilgili… Bu konuda kabul edilen standartlar çerçevelerinden birisi Avrupa Birliği’nin Bolonya Süreci veya Bolonya Sözleşmesi olarak anılan protokolüdür. Türkiye, bu sözleşmeyi kabul eden 47 ülkeden birisidir. Bolonya Süreci, Avrupa’da yüksek öğretim alanında akademik derece ve kalite güvence konularında standartlar koymayı hedeflemektedir.

Türkiye’nin uyum taahhüdüne rağmen TÜBA Raporu, üniversiteler düzeyinde bu sözleşmenin gereklerine ve kriterlerine çok az uyabilen ülkelerden birisi olduğumuzu tespit ediyor. Hiç kuşkusuz; bu ölçütleri yakalayamamanın nedenleri arasında ilk ve orta düzeyli eğitiminde kendi içlerinde çok ciddi sorunlarla boğuşuyor olmasının etkisi var.

TÜBA Raporu, Türk eğitim sisteminin üniversite öncesine dair bazı tespitler yapıp acıtan gerçekleri dillendiriyor: “ Dersane yoluyla, öğrenilmemiş hazır bilgi yüklenerek üniversiteye giren gençlerimizin bu eğitimin temelini oluşturacak matematik, fizik, kimya gibi alanlardaki yetersizliklerinin tamamlanma zorunluluğu, üniversite eğitiminin verimini düşürmektedir.” Üniversitelerimizin değişik bölümlerinde ders verdiğim yıllarda öğrencilerimden “benim dersimle ilgili daha önceden öğrendiklerini unutmalarını” ister ve beklerdim. Deneysel olarak; ezberlenmiş bilgiden çabuk kurtulan öğrencinin daha hızlı gelişim gösterdiğini gözlemiştim. Özetle; üniversiteye girmek için ezberlenen bilgi, üniversite öğretiminin başarısını olumsuz etkileyen bir sorun oluyor.

Raporun doğru tespit ettiği konulardan bir diğeri ise siyasal baskılar nedeniyle üniversitelerin yönetim uygulamalarında yapılan hatalar… Bu hataların üniversite yönetimlerini özgü olduğunu söylemek haksızlık olur. Genelde “yüksek öğretime dışarıdan müdahaleler, öğrenci affı, ard arda vize sınavı tekrarları” siyaset kesiminin olumsuz etkilerinden birisi olarak görünüyor. Sonuçta da üniversite eğitiminin kalitesini, verimliliğini ve ciddiyetini olumsuz etkiliyor.

Üniversitelerde bilime aktarılan kaynakların bir bölümünün amacına uygun kullanılamadığından söz ettim. Bu sorun, bir tercih, pay ayırma ve denetim konusu… Diğer yandan bilimsel çalışmalar ve araştırma ve geliştirme (ar-ge) için ayrılan kaynağın yetersiz olduğu da bir başka gerçek olarak karşımızda duruyor. Bilim, teknoloji geliştirme ve ar-ge için daha fazla kaynağın ayrılması ve bunların daha sağlam biçimde yönetilip denetlenmesi gerekiyor. Mevcut yönetim ve denetim sürecinde de çok ciddi sorunlar var.

Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA’nın “Bilim Raporu 2009” isimli çalışması, TÜBA’nın görünürlüğüne paralel biçimde az sayıda yaygın basın organında yer aldı. Bu haberlerde genelde konunun sansasyonel yönleri öne çıkarıldı. Buna rağmen “Acaba öyle mi?” diye kuşkuyla baktığımız konuların kamuoyu ile paylaşılması açısından yararlı olduğu kanaatindeyim. Bu özel noktalardan bazılarından söz etmek isterim.

Sıklıkla üniversitelerimizin ve bilim insanlarımızın bilime ‘teorik katkı’ yapıp yapmadıklarını merak etmişimdir. Örneğin sosyal bilimler alanında çok sayıda yabancı düşünür veya yazarın yepyeni konularda kitap veya makalesini okurken neden bunlar arasında yeterince TC vatandaşı yok diye merak ederim. Bu ve benzeri sorularımın bazılarına rapor cevap veriyor: “Doçentlikten profesörlüğe geçen bazı öğretim üyelerimiz, emekliliğe kadar uzanan bir dönemde konumunu garanti altına almış olarak; çalışmayı, bilimsel etkinliklerde bulunmayı, yayın yapmayı, kitap yazmayı artık gerekli görmemektedir. Derslere girmeyi dahi çoğunlukla asistanlara, doçentlere bırakmaktadır.”

Toplum olarak yönetim konusunda birkaç ‘garip’ özelliğimiz var. Örneğin yönetici isek bize rakip olabilecek bir ‘veliahdın’ bulunmasından memnun olmayız ve yerimize insan yetiştirmeyi sevmeyiz. Diğer yandan ceza vermek yönetim geleneğimizin bir parçasıdır ama ödüllendirmek aklımızı teğet bile geçmez. Ne yazık ki; bu saydıklarım ya da bunların benzeri olumsuz alışkanlıklarımız bilimsel çalışma alanlarına ve üniversitelerimize de yansıyor: “Araştırma heyecanını taşıyan genç kadrolar, tatmin edici olmayan ücretlere mahkûmdur ve araştırma yapmalarının önünde çeşitli engeller bulunmaktadır. Bu engeller yetersiz araştırma desteği kaynakları, başarılarının takdir edilmemesi, ödüllendirilmemesi, hatta ‘boynuz kulağı geçmiş’ yaklaşımıyla üstleri tarafından kınanmaları, kıskanılmaları, hor görülmeleridir.”

Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA’nın “Bilim Raporu 2009” isimli çalışması, TÜBA üyelerinin görüş ve saptamalarından yararlanılarak yazılmış. Bu raporda yer alanlara oranla farklı görüş ve yaklaşımlar olması muhtemeldir. Siyaset kurumunun unsurlarının (siyasal partilerin) konuya yaklaşımları nedir? Sivil toplum kuruluşları konuya nasıl yaklaşmaktadırlar? Üniversitelerimiz raporu nasıl okumaktalar? Raporda yazılanlara ilişkin yorum ve yaklaşımlar görebilecek miyiz? Yoksa bu raporda geçmiştekiler gibi raflarda tozlanmaya terk mi edilecektir?

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Türkiye’de Bilimin Durumu

Türkiye’de Bilimin Durumu

Gürcan Banger

Türkiye’de bilimsel alanın belli başlı kurumları üniversiteler, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu TÜBİTAK ve Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA’dır. Diğerlerine oranla kamuoyunda daha az bilinen TÜBA 1993 yılında 497 sayılı kanun hükmündeki kararname ile kurulmuştur. Başbakana bağlı, tüzel kişiliği olan, bilimsel, yönetsel, mali özerkliğe sahip bir kurumdur. Amacı ise Türkiye'de tüm bilim alanlarında; araştırmaları, bilimci kişiliğini, araştırıcılığı özendirmek, bu alanlarda emeği geçenleri onurlandırmak, gençleri, bilim ve araştırma alanına yöneltmek, Türkiye'deki bilimcilerin ve araştırmacıların toplumsal statülerinin yükseltilmesi ve korunmasına çalışmak, bilim ve araştırma standartlarının uluslararası düzeye çıkartılmasına yardım etmektir.

Türkiye Bilimler Akademisi TÜBA’dan bu ayrıntıda söz etmemin nedeni birinci basımı Mayıs 2010’da yapılmış bir rapordan dolayı… TÜBA, “Bilim Raporu 2009” ismini verdiği bir araştırmayı yayınladı. Çalışmada; TÜBA’nın kendisini ve TÜBİTAK’ı değerlendirmesinin yanında üniversitelerimiz ile ilgili önemli bulgular yer alıyor. Üniversitelerin; bilimi dışarıda bırakacak biçimde giderek daha fazla meslek sahibi olmakla ilişkilendirildiği bir dönemde bu raporu dikkatle okumak gerekiyor. Raporda yer alan bulgu ve tespitleri yorumlamak önümüzdeki dönemde Türkiye’de ve kentimizde bilimin ufku açısından ipuçları verecektir.

Raporun tespitlerinden birisi yeni üniversitelerin kurulması ile ilgili. Kuruluşlar kararlarının genelde siyasal kaygı ve taleplerle bilim insanlarının görüşlerinin alınmadan alındığını biliyoruz. Diğer yandan mevcut üniversitelerin performanslarının sağlam biçim izlendiği ve raporlandığını ise söylemek mümkün değil. Var olan üniversiteler; yüksek okul veya meslek yüksek okulu mantığı ile mesleğe yönelik kuruluşlar olarak algılanıyor. Öğrenciler üniversiteyi meslek sahibi olduklarını belirten diplomaya sahip olmak için istiyorlar; üniversite yönetimleri de öğrencinin talep ettiği diplomayı vererek bu ihtiyacı karşıladıkları düşüncesindeler. Dolayısıyla pek çok üniversitenin bilim içeriği boşatılmış, geriye sadece (diplomaya yönelik) tek yönlü bir öğretim yaklaşımı kalmış.

Özellikle mühendislik alanında sürüp giden “yetkin mühendislik” konusunu hatırlayacaksınız. “Yetkin mühendislik” kavramı, okuldan mezun olmanın mesleği yerine getirmek için yeterli olmadığını, okul eğitimini iş deneyimi ile pekiştirmek ve bunu bir sınav sistemi ile doğrulamak gerektiğini iddia ediyor. Pek çok üniversitenin yukarıda sözünü ettiği sorunları filen yaşadığı düşünülürse; ülkemizde “yetkin mühendislik” için yeni bir gerekçe daha meydana gelmiş oluyor.

Geçtiğimiz yıllarda orta öğrenim düzeyinde yaşadığım bir sorunu TÜBA Raporu’nda da gözlüyorum. Bilgisayarın ilk yaygınlaşmaya başladığı yıllarda başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere bazı kuruluşlar orta düzeyli okullarda bilgisayar laboratuarları kurmuşlardı. Bu merkezlerde yer alan bilgisayarların pek çoğu, kullanılamadan demode oldu. Çünkü bazı okul müdürleri bilgisayarların bozulma ihtimalini ve buna ilişkin sorumluluğu göze alamadıkları bilgisayarları kilit altında tutup hiçbir öğrenciye kullandırmadılar. Onlar için bilgisayarların bozulmadan kalması daha önemli oldu.

TÜBA Raporu’na dönelim. Anlaşıldığında göre; araştırmaya ayrılan bazı kaynaklar, üniversitelere ya da ilgili birimlerine yeterliliğe bakılmadan dağıtılmaktadır. Diğer yandan pahalı bilimsel araç gereç ve alt yapı öğeleri bunları kullanma becerisi olmayan birimlerde atıl beklemektedir. Hiç kuşkusuz; demode olma özelliği veya bakımları yapılmadığı için kullanılamaz hale gelme ihtimali bu donanım için de söz konusudur.

Üniversitelerin araştırma ve proje ile ilgili birimlerinde bulunan cihazların bir bölümü TÜBİTAK ve Devlet Planlama Teşkilatı DPT tarafından sağlanan kaynaklarla sağlanmıştır. Bu araç gereç ve altyapı malzemesinin orada bulunmasının gerekçesi, yürütülmesi beklenen bazı projelerde çalışmanın gereklerini yerine getirmek üzere kullanılmasıdır. TÜBA Raporu bu konuda “… pek çok değerli bilimsel araç, bazı üniversitelerin laboratuarlarında kilitli kalmakta ve ihtiyaç duyan başka araştırmacılarca kullanılamamakta, gerektiğinde bu cihazlar yeni projeler için yeniden talep edilebilmektedir” tespitini yapıyor. (Devam edeceğim.)