27 Şubat 2011 Pazar

Yaşama, İlişkiye, Aşka ve Değişime Dair

Yaşama, İlişkiye, Aşka ve Değişime Dair

Gürcan Banger

İnsan yaşamı karşılaştırarak tanır, öğrenir ve bilir. Kendisini görüp bilmezse başkaları ile karşılaştırıp benzerlikler veya karşıtlıkları fark etmesi mümkün olmaz. Diğer yandan insanın kendisini yaşamın aynasında görebilmesi hiç kolay değil… Alışkanlıklarımız, sıradanlıklarımız, korkularımız zamanla öylesine sarıveriyor ki bizi; onları aşıp kendimizin ve çevremizin farkına varmak hiç kolay olmuyor.

Yaşamın benliğin aynasıdır
Bir gün bir işaret alıyoruz. Bazen bir dosttan kimi zaman bir rakipten geliyor bu işaret. Bazen sıradan bir konuşma içinde bir ifade dikkatimizi çekiveriyor. Görmeyen gözlerimiz açılıyor, yaşamın aynasını fark ediveriyoruz. Yaşamın aynasına bu denli yakın olduğumuzu o an görüyoruz. Bizi uyaran o işarete kadar neden fark edemediğimize hayret ediyoruz.

Yaşamın o kimi zaman acımasız aynasında kendi ruhumuzu, davranış modelimizi tüm çıplaklığıyla görüvermek de çok şaşırtıcı. Kendimizi aynanın karşısında her buluşumuzda dudaklarımızdan dökülen “Bu, ben miyim?” sözcükleri bir çığlığa dönüşüverir.

Başkalarına göre yaşamak
“Bu, ben miyim?” sorusu ile başlayan uyanışın ilk türü, kendimizi başkalarının kurallarına göre ne denli fazla düzenlediğimizi fark edişimizdir. Kendimizinkini yaşamak yerine başkalarının yaşamına payanda olduğumuzu fark etmek, kendini sorgulamanın birinci aşamasıdır. Kimi zaman bu durum, başkalarının kuralları ile yaşamak biçiminde ortaya çıkar.

Böyle bir durumda yaşamımızı yöneten hep başkalarıdır. Asla seçimlerimiz olamaz. Sadece kurallar ve korkular vardır. Yaşamın aynasında da kimi zaman ürkmüş, çoğu zaman sevincini yitirmiş bir insanın yüzü vardır. Aynada yalnız “sen” vardır; “ben”, cesaret edip aynada görüntü veremez.

Bir ikinci biçim daha var. Bu durumda aynada yalnız kendinizi görürsünüz. Yaşamın aynasındaki yansınız o denli büyümüştür ki, ayna yüzeyinin başka insanları görüntülemesine izin vermez. Bir başka deyişle; aynada “ben”den başkasına yer yoktur.

Değişim mümkün mü?
Gerçekten bize ait olan tek şey kendi yaşamımız… Yaptığımız ve yapmadığımız her şey, öncelikle ve doğrudan kendimizi etkiliyor. Bu yaşamı kullanarak kendimize ve çevremize anlamlar veriyor ve değerler katıyoruz.

Başka insanlar da kendileri ile ilgili olarak aynı işlevleri yerine getiriyorlar. Anlaşılıyor ki yaşam, bir anlam ve değerler alışverişi. Başka insanları anlamlandırırsak yaşamımızı zenginleştiriyor, karşılığında anlamlar ediniyoruz. Değer verip değer alıyoruz. Böyle olduğunda da sen veya ben olmaktan kurtulup biz olmaya başlıyoruz.

Karşılıklı emek
İki insan arasındaki aşk temelli ilişkinin can kaynağı, birbirine emek vermektir. Emek vermeye birbirini tanımaya çalışarak başlamalı. Anlamayı denemeli. Kadınlar ve erkekler, birbirlerine göre farklı özelliklere sahiptir. Bu nedenle bir karşı cinsi anlarken kendi cinsimizden bir arkadaşımıza yönelttiğimiz bakıştan farklısına sahip olmamız gerekir.

İlişkinin taraflarından birisi olarak kendimizi tanımak da önemlidir. Karşımızdaki insan kadar kendi özellik ve davranışlarımızın farkında olabilmek sağlıklı bir ilişki için vazgeçilmezdir. Hem birey olarak hem de diğer insanla birlikte bir bütün olabilmeyi başarmak gerekir. Bu bağlamda bireysellik kadar birliktelik, özsaygı kadar beraberliğin yarattığı hukuk önemlidir.

Bir insanın kendisini tanımaması kadar talihsiz bir durum olamaz. Hoşlandıklarımız, sevmediklerimiz ve bunların ilişkimizi nasıl yansıdığı önemlidir. Kendi huy ve alışkanlıklarımızı dayatmamamız gerekir. Ama bir ilişkide kendimiz olmaktan da vazgeçmemeliyiz.

Bir ilişkinin insanları değiştirdiği doğrudur. Değiştirmesi de beklenen, hatta istenen bir gelişmedir. Ama her bir bireyin kendisi olmaya devam etmesi de önemlidir. Bu, aşırı bireysellik veya bencillik değildir. Pek çok ilişkide aşırı açıklığın karşılıklı ilgi kaybına neden olduğu gözlenmiştir. Aşkın biraz da gizem olduğunu, karşılıklı olarak gizemlerin keşfedilmesinin aşkta sürekliliği sağladığına eminim.

Ortak ilgi konularına sahip olmak, ilişkiyi eğlenceli ve paylaşılır hale getirir. Ama ayrı ilgilerin sürdürülmemesi durumunda bir sıradanlık ve yavanlığın oluşacağı da unutulmamalıdır. Bir ilişkinin taraflarının her biri, kendi yaşamını zenginleştirmek için kendine emek vermeyi asla akıldan çıkarmamalıdır. Çünkü ayrı ve yeni ilgiler, yeni yaşam zenginlikleri getirir. İlerleyen zamanda bunların paylaşılması ilişkiyi zenginleştirir.

Tekdüzelik
Bir ilişkiyi tekdüze hale getirmenin iki garantili yolu vardır. Bunlardan birincisi tarafların kendilerini sıradanlığa bırakıvermesidir. Böylece bireyler yaşamlarında sıra dışı bir gelişmenin oluşmasına izin vermeksizin adeta bir “tahliye beklentisi” içine girerler. Bu da sonun başlangıcıdır.

Bir ilişkiyi tekdüze hale getirmek için ikinci yol, olağandışılığa izin vermemek için aşırı denetimli ve gergin olmaktır. Bu modelde bireyler sadece dışımızdaki faktörlere göre yaşarlar. “Ayıp olmasın”, “Sonra ne derler?” gibi çevreyi gereğinden fazla dikkate alan tavır ve davranışlar, bir aşk ilişkisinin adeta yavan ve heyecansız hale getirmek için “ideal” bir yoldur.

Aşk, bir avuç kum gibidir. Kaybetmemek için sıktıkça elinden daha çok kayar gider. Sıkmadığında ise tek tek taneleri rüzgâr savurur. Onu koruyup kollamanın, geliştirmenin sağlıklı yolları için emek vermek gerekir. Ama “Ben senden daha fazla emek veriyorum” tuzağına düşmeden…

Yönlendiriliyor muyuz?
Yaşam yönümüzün belirlenmesinde çevre faktörlerinin önemli etkileri var. Kimi zaman bu etkenlerin ağırlığı, yaşamsal amaçlarımızın önüne geçebiliyor. Öyle zamanlar oluyor ki, kısıtlarımın mı amaçların mı daha önemli olduğunu gözden kaçırıyoruz.

Sevdiğim bir yaklaşım var. Önce yapmak istediklerimizi bir kâğıda yazıyorsunuz. 1-2 saat ya da birkaç gün sonra bir başka kâğıda sizi engelleyenleri not alıyorsunuz. İlk yazdıklarınız sizin içinizdeki çocuğu (yaşamsal amacınızı), ikinci yazdıklarınız ise içinizdeki ana-babayı (kısıtlarınızı) ifade ediyor. Beklentilerimizi, isteklerimizi ve bizi engelleyen kısıtları ayrı ayrı not almanın ve sonra bunlar üzerinde düşünmenin yararlarına her zaman inanırım. Esasen strateji kavramının özü de budur. “Artılarım ve eksilerim nelerdir?” biçiminde başlayan bir düşünce süreci sorunların aşılmasında önemli bir başlangıçtır.

Bu konuyu açmamın nedeni iş yaşamında stratejinin öneminden söz etmek değil. Dış yaşamdaki faktörlerin duygusal yaşamımızı nasıl etkilediğini dile getirmek istiyorum. Sanırım, aile içinde yaratıcı ve girişken amaçlardan daha çok kendimizi kısıtlamayı öğreniyoruz. Anne ve babamız, çoğu zaman yaratıcı ve girişken olmaktan çok, neleri yapmamamız konusunda bizi eğitiyorlar. Ayıplarla, yasaklarla, “Kim ne der?” korkularıyla yetiştiriliyoruz. Kurallarla çatışmamak adına güzellikleri, tatlı heyecanları, muhtemelen başarılı bir geleceği kaybediyoruz.

Yaşam akıp gidiyor
Yaşam hızla değişiyor. Değişen sadece yaşamın fiziksel görünümü değil. Sosyal kabuller, alışkanlıklar, özetle kültürün tamamı değişiyor. Bir kültürle yetişmiş insanların bu değişime ayak uydurması kolay değil. Özellikle sosyal ve kültürel yaşama açık olmayan aile büyüklerinin bu değişimi yakalaması zor oluyor. Dolayısıyla genç insanların yeni yaşama dair özlemleriyle aile büyüklerinin onlara koyduğu geleneksel kısıtlamaların yarattığı bir çatışma doğuyor. Kuşak farkı deyip geçiverdiğimiz bu farklılığın kaçırılan fırsatlarla bazen yaşamlara mal olduğunu görmek mümkün.

Yaşamda kazancın kaynağı risktir. Risk ise girişim ve değişim demektir. Yaşamımızı sürekli kısıtları gözeterek sürdürürsek ne değişimi yakalayabiliriz ne de olası yeni nimetleri... Yaşam sürecimiz amaçların ve kısıtların bir dengesi olmak orundadır. Sadece amaçlarını gözeten bir insan, marjinal olma, yaşamın kıyılarına düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Biteviye kısıtları gözeterek yaşayan bir insanı ise tarihin not bile düşmeyeceği bir yanda bizzat kendisinin de Dünya Nimetleri’nden herhangi bir tat alamayacağı ortadadır.

Hukuktan, töreden, sosyal koşullardan, kültürel sorunlardan kaynaklanan kısıtlarımız olduğunu inkâr edecek değilim; ama bazen kısıtları amaçlarımızdan, yaşam sevincimizden daha öne koyduğumuz kuşkusuna düşüyorum. Tatsız ve keyifsiz bir ömür yaşanmış sayılabilir mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder