30 Eylül 2010 Perşembe

Büyükle Küçüğün Perakende Savaşı

Büyükle Küçüğün Perakende Savaşı

Gürcan Banger

Bir ara veren alışveriş merkezleri (AVM’ler) yeniden çoğalma ve büyüme sürecine girdi. 2008-2009 krizinde değişim ve ayıklanma süreci yaşayan AVM’ler yeniden hız kazandı. Sonuçta; büyük alışveriş merkezleri ile organize perakendecilik akımı, küçük tüccarın ve esnafın sosyal ve ekonomik pozisyonlarını her geçen gün daha fazla zorluyor.

Küçük perakendeci için var olma savaşı haline dönüşen bu sürecin altında bazı nedenler var. Doğal olarak ilk elde küçük satıcının finans problemlerini saymak gerekir. Yıllardır bu sektörde yer alan firmaların, giderek borçla borç kapatır hale geldiklerini gözlüyoruz. Diğer yandan; esnafa kredi veren kooperatif, sandık ve birlik gibi mekanizmalarla kamu bankaları ve kamu kuruluşlarının bu konuda yeterli olamadığı ortada. Genel anlamda ‘kendi derdine düşmüş olan’ devletin de esnafın sorunlarına yeterli yakınlığı gösterdiğini söylemek zordur.

Geleneksel perakendecinin ana sorunu, kendisini dönüştürecek bilgi birikimine ve deneyime sahip olmaması olarak görünüyor. Bugüne kadar ne akademik kuruluşların ne de meslek odalarının küçük perakende ticaret işletmelerine yeterince yardımcı olamadıklarını izliyoruz. Küçük perakendeci; düzensiz, plansız ve tesadüflere bağlı olarak piyasadan pay almaya çalışmaktadır. Merkezî bir planlamaya bağlı olarak çalışmayan (bir zincir veya franchise sistemi dışındaki) tüm küçük ticaret işletmelerinde personel eğitimi, stok ve satış yönetimi, bütçeleme, reyon düzenleme ve tanıtım gibi konularda ciddi sorunlar olduğunu biliyoruz.

Ticaret ve sanayi sektörlerindeki deneyimim, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin pazarlama ve satış fonksiyonları açısından hayli geri olduğunu gösteriyor. Üretime, kaliteye ve mekân düzenlemesine önem veren pek çok firmanın pazarlama ve satış konularında aynı derecede bilinçli, özenli ve gayretli olamadığını görüyorum.

Bugün perakendeciliğin en yakıcı sorun alanlarının başında, eğitimli personel sağlanmasındaki zorluklar gelir. Hangi küçük ticaret işletmesinin patronuna sorsanız, nitelikli satış elemanı veya yöneticisi bulunamadığından şikâyet eder. Ama ne yazık ki; meslek odaları, üniversiteler, halk eğitim merkezleri veya danışmanlık şirketleri tarafından açılan perakendecilik kursları ise yeterli ilgiyi bir türlü göremez. İşin en ilginç yanlarından birisi, alışveriş merkezlerinde çok büyük paralar yatırılarak kurulan mağazalarda da durumun aynı olmasıdır. Sanırım; satıcılığın ciddi bir iş ve satıcının önemli bir personel olduğunun anlaşılması için hem iş sahipleri hem de çalışanlar açısından biraz daha zamana ve eğitime ihtiyaç var.

Hızla gelişen organize perakendecilik karşısında küçük tüccar ve esnafın paniğe kapılması gerekir mi? Kendini gerekli değişim ve dönüşüm için istekli ve hazır hissetmeyen işletmeler için bu sorunun cevabı, kuşkusuz “Evet” olacaktır. Yeni koşulları anlayıp gerekli önlemleri almayan küçük işletmeler gerçekten bir felaket ile karşılaşabilirler. Ama bir de madalyonun diğer yüzü var.

Büyük perakende ticaret merkezlerinin geliştiği şehirlerde küçük ticaret için yeni fırsatlar doğduğu da gözleniyor. İnsanlar, nedenlerle büyük alışveriş merkezlerini tercih ederken, yine başka bazı nedenlerle küçük perakendeciden alışveriş yapmayı istemektedirler. Genelde ‘Al-Çık’ kolaylığında, belli kategoriden mallara hedeflenmiş küçük perakendecilerin ayakta kaldıkları ve gelişmelerini sürdürdükleri gözlenmiş. Yine kendine farklılık yaratan özel bir alan bulmuş küçük üretici ve perakendecilerin de başarılı olmaya devam ettikleri bilinmekte. Bunlara örnek olarak çerez, peynir, eko tarım ürünleri gibi ‘özel tatların’ pazarlamasını küçük perakendecileri sayabilirim.

Bir diğer önemli nokta, sağlam müşteri ilişkileri olan (ciddi bir müşteri ilişkileri sistemine - CRM - sahip) ve satış sonrası destek verebilen küçük perakendecilerin de ciddi avantajları olduğu bilinmektedir. Aynı kalemden olarak; sevgisizliğin giderek yaygınlaştığı bir dünyada pek çok müşteri güleryüz ve ilgi görebilecekleri mekânlardan alışveriş yapmak istemektedirler.

Büyük alışveriş merkezleri karşısında küçük tüccar ve esnafın pek çok dezavantajı olduğu ortadadır. Ama ayakta kalmak ve varlığını sürdürmek isteyen küçük işletmeler, müşterilere sunacakları farklılıkları düşünüp üretmek zorundalar.

Gerçek şu: İş yaşamı, her geçen gün zorlaşıyor. Bu süreçte iş dünyamızın deneyimsizliği olumsuz etki yaparken, yeni fırsatlar da oluşuyor. Farkındalığı yakalayıp toplumun ihtiyaçlarını okuyabilen işletmeler (değişimi içsel bir süreç haline getirmek koşuluyla) –deyim yerindeyse- başarılı bir ‘seri’ yakalayabilirler.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Üretmek İyi, Satabilmek Şahane…

Üretmek İyi, Satabilmek Şahane…

Gürcan Banger

İş dünyamızın yaşı, genç Türkiye Cumhuriyeti’ninkinden daha küçük… Bir de; buna uzunca bir dönem içe kapalı kaldığımız gerçeği eklenince bir iş kültürü ve iş geleneğinin henüz yeterli olgunluğa erişmemiş olmasını kavramak daha kolay oluyor. Küresel ve bölgesel rekabet adına işletmelerimizin üretimden yönetime, finansmandan pazarlamaya kadar kendilerini geliştirmeleri gereken pek çok yön var.

Ekonomimizin mal ve hizmet üretimine yönelik olan ve reel sektör ismi verilen kesiminin kronik sorunları arasında ilk sırayı pazarlama alır. Futbol sektörümüzde başarı ‘topun bizi sevip sevmediği ve önümüzdeki maça bakacağımız’ türünde yaklaşımlarla ele alınır. Benzer biçimde işletmelerimizde de pazarlama konusu bir ‘şans, kader, kısmet’ işi olarak algılanır. Genelde pazarlama fonksiyonu satışla eşdeğer tutulur. Hâlbuki satış bugünkü (o anki) müşteriyi, pazarlama ise geleceği hedefler. Geleceği öngörüp hazırlanmayan bir firmanın geleceğinin olacağı da şüphelidir.

Marka yönetimi ve pazarlama planlaması, bir bütün olarak ve değer katan bir etkinlik biçiminde düşünülmez. Genelde satış ve pazarlama kavramları birbirine karıştırılır. Sonuç olarak mal ve hizmet satabilmek, müşterinin firmaya ulaşmadaki tesadüfiliğine bağlı kalır.

Marka yönetimine, pazarlama planlamasına ve satış stratejilerine duyarsız kalan işletmelerin krizin etkilerinden kurtulmaları zordur. Bunlar için çoğu zaman krizi anlamak bile imkân dâhilinde değildir. Saydığım bu alanlarda gerekli yapılaşmayı tasarlayıp uygulamış ve iş modellerini geliştirmiş firmalar, kriz karşısında gerekli hazırlığı önceden yapmış sayılırlar. Belki küçük ama hızlı bir kriz planı ile sıkıntılı dönemi kolayca aşarlar.

Bu çerçeve, krize giren ekonomiden önce, asla kriz potansiyelinden kurtulamamış olan ve bu çağda hâlâ karakucak iş yapmaya çalışan işletmelerimizin yapısal sorunlarını ifade eder. İşletmelerimizin; bulundukları sektörün ortalamanın üzerinde kârlı olması, devlet teşvikleri veya patronların ‘Allah vergisi’ girişimcilik becerileri nedeniyle ekonomik olarak hızla büyürken; yönetim aklı ve modeli olarak gelişemediklerini görmek lazım. Bu nedenle çoğu aile işletmesi olan firmalarımız, birinci veya ikinci nesilden sonra ayakta kalmayı beceremiyor. Örgütsel aklın yeterince gelişemediğine işaret eden bu durum, aynı zamanda gelecekteki tehdit ve tehlikeleri de gözler önüne seriyor.

Türkiye’deki örneklere baktığımızda; birkaç nadir örnek dışında üçüncü kuşak veya ötesine kalabilen firmaların ancak küçük geleneksel işletmeler olabildiğini görüyoruz. Ekonomideki emtialaşma eğilimi ile fiyatların düşmesi ve birim ürünün içindeki katma değerin azalması sonucu aşırı kârlılığın ortadan kalkması sürecine baktığımızda; patron ve yöneticilerinin ‘eski kafalı’ kalmakta ısrar etmesiyle kimi yaygın tanınan firmalarımızın aynı sona mahkûm olacaklarını kestirmek zor olmuyor.

Bir işletme, bir kriz karşısında kendini şoka girmiş gibi hissediyorsa, öncelikle kendi geçmişinde ve mevcut durumunda neyi yapmadığı ve hangi yanlış tutum ve davranışlara odaklandığı konusuna yönelmek zorundadır. Geçmişin muhtemelen aşırı kârlı dönemlerindeki büyümeye bakarak “Ah, biz eskiden ne iyiydik! Ne güzel günlerdi onlar…” hayıflanmaları ile sorunlara çözüm bulmak mümkün olmaz.

Bugün hâlâ 2008-2009 küresel krizinin etkileri tam olarak atlatılmış değil. Krizin etkilerinin geçeceği günlerin beklentileri içinde olmak, eski güzel günlerin hayalinden başka bir şey olamaz. 1970’li yıllardan bu yana işletmeler için iş yapmanın özü ve biçimi de değişti. Bu yeni iş düzenine ayak uydurmak lazım. Diğer yandan önümüzdeki 1-2 yıllık dönemde özellikle AB bölgesinde (sisteme çeki düzen vermek adına) kamu harcamalarının azalacağı izlenimi, dış talebin daralacağı yönünde işaretler veriyor.

Bugünün iş dünyasının ve piyasa yapısının en önemli özelliklerinden birisi, ‘sadık müşteri’ kavramının ortadan kalkmış olmasıdır. Artık müşterilerin sadık olması beklentisi yerine firmaların müşterilere yönelik sadakat stratejileri geliştirmeleri gerekiyor. Yoksa ‘dünkü sadık müşterinin’ neden bizden alışveriş etmediğini ve başka üretici veya satıcılara yöneldiğini anlamak bir hayal olur.

Bugünün ekonomisinde en önemli farklılıklar arasında iş modellerinin dinamik olarak değişmesi gelir. Bu bağlamda da müşterinin, pazarın ve rakiplerin izlenmesi ve doğru kavranması özel bir önem taşır. Bu gerçek, öncelikle geçmişte olduğu gibi ‘ne satsan para kazanılan dönemin artık mazide kalan bir tatlı hatıra’ olduğuna işaret ediyor.

İyi zamanda çağın gerektirdiği önlemleri almayan, kazandığı paranın albenisine kapılıp kendisini çok başarılı sayan ve işletmede gerekli değişim ile dönüşümü sağlamayan patron ve yöneticilerin, kriz geldiğinde ağlayıp sızlanmaları özel bir durum değildir. Bataklığa giden yol, bu yanlışları yapanların isimlerinin yazılı olduğu taşlarla örülü... Muhtemelen yolun sonunda da yanlış yapanların arkalarından ağlayanları pek fazla olmadı, olmayacak…

Bugün dedelerimizin, babalarımızın dönemine oranla küresel anlamda hayli yeni bir iş dünyası ve iş kültürü var. Bu değişim üretimden pazarlamaya, planlamadan teslimata kadar genel iş akışının pek çok noktasını doğrudan etkiledi, etkilemeye devam edecek. Yeni şartlarda kalıcı ve sürdürülebilir iş yapabilmek, oyunun kurallarına uygun değişimi işletmelerimizde yapılandırmaktan geçiyor.

28 Eylül 2010 Salı

Emtialaşma, Farklılaşma, Aynılaşma ve Biz

Emtialaşma, Farklılaşma, Aynılaşma ve Biz

Gürcan Banger

Elimde Arman Kırım’ın Sistem Yayıncılıktan çıkmış yeni kitabı var: “Bana Bi Akıl Ver Hocam!” Eğer daha önce yazarın kitaplarından birini okudu iseniz, ‘anlatım tarzı ve üslubu’ hakkında bilgi sahibi olmuşsunuz demektir. Ama kitabın değerlendirmesini bir başka vesileye bırakalım.

Kırım, kitabına emtialaşma olgusu ile başlıyor. Ardından farklılaşma ve aynılaşma süreci ile devam ediyor ki; bunlar, iş dünyası üzerine çalışan pek çok başka insan gibi benim de üzerine vurgu yapmaya çalıştığım noktalar…

20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar hüküm süren Sanayi Toplumu’nda iş dünyasında kârın ana kaynağı emek idi. Bunu günümüzde bile işgücü yoğun sektörlerde görmeye devam ediyoruz. Her dönemde üretimin faktörleri arasında sermaye, toprak ve emek sayılmakla birlikte; Sanayi Toplumu’ndaki ana birikim kaynağı, işgücünün yarattığı artı değer idi. Buradan sağlanan getirinin bir bölümü sermaye birikimini sağlıyor ve değişik amaçlarla tekrar yatırıma dönüyordu.

Sanayi Toplumu’nun birincil sorunu, üretimin artırılması idi. Üretim, özellikle yetersiz teknolojik altyapı nedeniyle kısıtlamalara uğrayabiliyordu. 20’nci yüzyılın son çeyreği; başta bilişim, iletişim ve lojistik alanlarında olmak üzere bilim ve teknolojideki gelişmelerle daha fazla üretimin önünü kesen engelleri ciddi anlamda aştı. Böylece tek kutuplu dünya ekonomisinin sorunu, üretim olmaktan çıkarak satmak ve tüketilmesini sağlamak haline dönüştü. Bu olguyu, kapitalizmin bu çağda sadece miktarsal anlamda mal ve hizmet değil; aynı zamanda ‘yeni ihtiyaçlar da ürettiği’ şeklinde nitel olarak da tanımlıyorum.

Bu süreçte; birim ürün veya hizmette emek oranı düşerken, metanın içerdiği bilgi ve teknoloji faktörü oranı artmaya başladı. Böylece teknolojinin getirdiği kolaylıklar sayesinde artan ve yaygınlaşan üretime bağlı olarak mal ve hizmet fiyatları aşağı inerken, emeğin azalması nedeniyle işletmenin elde ettiği katma değer de azaldı. İş sahibi, eskiye oranla aynı kârı elde etmek için daha fazla ürün satmak zorunda kalmaya başladı. Ayrıca bütünleşen pazar nedeniyle küresel rekabetin olumsuz etkilerine de maruz kaldı. Bu durum, kapitalizmin ‘daha çok kâr için daha çok üretim’ çılgınlığını yeni bir boyuta taşıdı.

Artan üretim karşısında tüketimi aynı düzeyde artırmak her zaman mümkün değildi. Tüketimin artmayışının ana nedenleri arasında ise adaletsiz gelir dağılımı ve dünya zenginliklerinin giderek daha küçülen bir azınlığın eline geçmesi gibi unsurlar etkili oldu. Özetle; birim üretimde emeğin azalması ile bilginin, teknoloji kullanımının oranının artması ve bunun ürün fiyatını düşürücü etki yapması, kapitalizmin 1970’li yılların sonları ile birlikte yaşamaya başladığı yeni bir durum olarak ortaya çıktı.

Her ne kadar farklılık yaratmanın gereklerinden söz edilse de; öyle görünüyor ki, dünyanın genel gidişi tercihini aynılaşmadan yana kullanıyor. Aynılaşmanın etkilerini sınai üretimden kültüre kadar pek çok alanda gözlemek mümkün. Bu sürecin taşıyıcısının; yeni bilişim, iletişim ve lojistik teknolojileri olduğuna kuşku yok.

Mal ve hizmet üretimi konusunda dünyanın her noktasında kıyasıya bir yarış var. Bilginin de hızlı dolaşımı nedeniyle mal ve hizmet üretimi için kullanılan yöntem ve teknikler de aynılaşıyor. Dolayısıyla Güney Doğu Asya’da, Ortadoğu’da, Kuzey Amerika’da ya da Avrupa’da aynı özelliklere sahip benzer kalitelerde ürünleri bulmak mümkün. Ürün benzer olunca geriye sadece fiyatta farklılık yaratma şansı kalıyor. Tüketici açısından fiyat dışında bir farklılaşma imkânının kalmadığı bu duruma ‘emtialaşma’ adı veriliyor.

Emtialaşmanın sanayici açısından önemi, biteviye maliyetleri düşürme zorunluluğu… Maliyetleri, düşen piyasa fiyatlarından daha hızlı düşüremediği durumda ise kârlılığı da kaybetmek durumunda kalıyor. Giderek sıfıra yakın kâr oranlarına razı olan işletmeler ise bir kârsızlık bataklığına doğru savruluyorlar. İşletme ve yönetim kültürü konusunda yetkinlikleri olmayan kuruluşların hızla yok olmalarında bu olgu, yüksek etkili bir faktör oluyor.

Dünya ekonomisini ve iş çevrelerini gözünüzün önüne getirin. Dergilere, ürün kataloglarına ve Internet’e göz atın. Dünyanın hemen hemen her noktasında aynı özellik ve kaliteye sahip ürünler var. Kârlar düşüyor. Düşen kârlara karşı işletmelerin yapabileceği tek şey, daha fazla mal satmak… Bu durum ise pazarın ve müşterinin göreceli değerini artırıyor.

Daha hızlı, çevik ve yenilikçi olabilen, pazarlama yeteneklerini geliştirmiş ve dış ticarette yetkinleşmiş işletmeler dışında kalıcı olan ve büyüyebilen yok. Ayrıca durum gereği müşteri sadakati de kalmamış. Bu durumda gelen dünya finansal krizi ise açık yaranın üzerine tuz basıyor. Kriz ile birlikte oluşan talep daralması, zaten değerli olan müşteriyi adeta karaborsaya düşürüyor. Sonucu görüyoruz; başta KOBİ’ler olmak üzere işletmelerimiz can derdine düşmüş durumda.

Ne yapmalı? İlk akla gelen, iş ve pazar bulmak oluyor. Basit gibi görünse de; tatmin edilmesi gereken ihtiyaç budur. Ne yazık ki; dünya üretiminin uğradığı dönüşüm nedeniyle fiyat açısından rekabet etmemiz giderek zorlaşıyor. Özellikle işgücü, enerji ve devlet destekleri açısından (Çin gibi) bizden daha avantajlı başka ekonomiler var.

Fiyat dışında farklılaşma imkânının kalmadığı durumlarda belli başlı iki çözümden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi markalaşmak, ikincisi ise yenilikçiliktir –inovasyondur. Küresel markalar yaratmanın kolay olmadığı ortada. Yurtdışında iş yapan veya başka ülkelere mal satan firmalarımız olmakla birlikte küresel marka olabilen örnek bulmak kolay değil. Kendilerini dünya markası ilan eden bazı kuruluşlarımızın bu iddiaları, ulusal pazar dışında fazla bir anlam ifade etmiyor. Yurt dışında mal satmak ile küresel marka olmak arasında dağlar kadar fark var.

Geriye; önemli bir felsefe ve enstrüman olarak inovasyon kalıyor. Maliyetleri düşürmekten yeni ürün geliştirmeye, yeni pazarlar bulmaktan daha verimli çalışma yöntem ve tekniklerine kadar işin sırrı yenilikçi olabilmekte. Yenilikçilik dediğimde ise bir yandan da yeni iş modellerinden, iş yapma biçimlerinden söz ediyorum. Alışkanlıklarla, geçmişten kalan usullerle ve ‘kurucu aile büyüklerimizin’ işletme kültürü üzerine bize miras bıraktıkları ile iş dünyasının bu zor çağında kalıcı olmak, büyümeyi sürdürmek ve geleceği yakalamak mümkün değil.

Son olarak bir olumsuz gerçek var: Henüz iş dünyamız emtialaşma ve buna karşı geliştirilecek yaklaşım ve araçların yeterince farkında değil. Bu sorunu özellikle yan sanayi olarak çalışan işletmelerde görüyoruz. Kendine özgü ürünü olanlar da bu farkındasızlığın takipçisi olmaya devam ediyorlar. Bugün iş dünyasında yaşadığımız olumsuzlukların pek çoğu, sanıldığı gibi Küresel Kriz’den değil; hâlâ ‘kurucu aile büyüklerimizin’ yaklaşım, yöntem ve teknikleri (ya da yönetimsizlikleri) ile iş yapmaya çalışmamızdan kaynaklanıyor.

Düşünsel Derinlik ve Çeşitlilik Olmazsa…

Düşünsel Derinlik ve Çeşitlilik Olmazsa…

Gürcan Banger

Ekonomi ve dünyasını yakından izleyenlerin tanıdığı bir isimdir Rüştü Bozkurt. Kuruluşundan beri Dünya Gazetesi’nde köşe yazıları yazar. Onu Anadolu’nun herhangi bir köşesinde iş dünyası ile ilgili bir toplantıda konuşmacı ya da kolaylaştırıcı olarak görebilirsiniz.

Bozkurt’un Ağustos 2010’da SomKitap Yayınları altında TOBB’un Ekonomik Forum Dergisi’nde yer almış yazılarından bir bölümünü derleyen bir kitabı çıktı. Yazar, kitabın başlığını kendi ilgi alanlarına işaret eder biçimde “Ekonominin Binbir Yüzü” olarak belirlemiş.

İlgi ile okunan yazılarının bir tanesi oldukça ilginç: “Sektör entelektüelinin yararlarını hiç düşündünüz mü?” Bozkurt, makalesinde değişik kesimlerde görev yapmış kişilerin izlenimlerine de yer vererek “entelektüel eksikliğe” dikkat çekiyor. Bir anlamda Osmanlı’da bir dönem “kaht-ı rical” olarak isimlendirilen sorunun yaşanmaya devam ettiğine işaret ediyor.

Kitabın bütününün okunmasını ilgilenenlere bırakarak “sektör entelektüelleri” ile ilgili yazıdan birkaç cümle aktarmak istiyorum: “Çok sık kendime şu soruyu yöneltiyorum: ‘Bir üretim alanında, uzun dönemli geleceği güven altına almada, entelektüellerin varlığı mı daha önemli yoksa ilerleme stratejilerinin önemli araçlarından biri olduğu kabul edilen maliyetleri düşüren teşvikler mi?’ Soruya, zihnime en küçük tereddüdün gölgesini düşürmeden, ‘…evet üretim alanlarında entelektüellerin varlığı enerji teşviklerinden, ucuz arsa temininden, işgücü maliyetleri üzerindeki yüklerin kaldırılmasından daha önemli’ diyebiliyorum.”

Düşünsel Derinlik ve Çeşitlilik
Şimdi bakış açımızı, ekonomik sektörlerden toplumun tamamını çerçeveleyecek biçimde genişletelim. Toplumda oluşan maddi değişiklikler, hiç kuşkusuz oradaki sosyal, siyasal ve sivil düşünce yapılarını şekillendirir. Örneğin kentte fiziksel mekân kullanımında farklılıklar, şehrin ekonomisindeki değişim veya kentte farklılaşan nüfus yapısı o yerleşimin düşünsel yapısında da farklılıklar yaratır. Ama bunun tersinin de doğru olduğu durumlar var. Kentin geçmişini ve geleceğini doğru kavrayan vizyoner liderler veya ufka bakabilen sağlıklı düşünce akımları, ilgili yerleşimin geleceğinin oluşmasında ciddi katkılar yaparlar.

Eğer bir yerleşimde düşünsel derinliği yaratacak farklı söylem grupları, dergiler, gazeteler ve radikal faaliyetler yoksa bu durumda başta siyaset olmak üzere tüm zihinsel süreçler yerini sıradan bir iktidar mücadelesine bırakır. Düşünsel derinliği ve çeşitliliği olmayan bir iktidar mücadelesi ise önce bağırtı – çağırtı ve karalama, ardından fiziksel güç kullanımı şeklini alır.

Bir kentteki düşünsel açılım, sadece o kentte yaşayan aydınların kendilerine ve yakın çevrelerine ‘bakmaları’ ile oluşmaz. Evrensel düşüncenin bir kente yansıları olmadan o yerleşimde ihtiyaç duyulan düşünsel açılımların olmasını bekleyemeyiz. Ne yazık ki; düşünsel ve vizyoner sığlığın, bu toplumda zihnimize kodlanmış bir nitelik gösterdiğini gözlüyoruz. Düşünsel zenginlik fikrini, güncel kent yaşamımızla bütünleştiremediğimizde; sonuç olarak kendimizi bir siyasal itiş-kakış içinde buluyoruz.

Çevrenizdeki siyasi - sivil topluluğun yetkinlik düzeyi ve kalitesi hakkında bir ölçüm yapmak isterseniz; örneğin bu topluluğun insan hakları, ayırımcılık, toplumsal cinsiyet ve çevre gibi konulardaki yaklaşımlarını değerlendirin. Ayırımcılığın her türü, kentte yaşayan toplulukların kalitesi hakkında önemli ipuçları veren göstergelerden birisidir. Demokrasi çığlıkları atan bir kişinin veya grubun; sosyal, sivil, etnik veya kültürel anlamda kendilerinden farklı olanları nasıl da dışlama eğilimleri içinde olduklarını şaşırarak göreceksiniz. Siyasal anlamda ‘aşırı milliyetçilik’ olarak algılanan görünümlerin, sosyal ve sivil ayırımcılığın ufkunda pek çok değişik türü olduğunu hayretle göreceksiniz. Ve yine hayret edeceksiniz ki; ayırımcılığın ciddi bir oranı, demokrat veya yenilikçi olduğunu söyleyen birileri tarafından üretilmektedir.

Kent yaşamının düşünsel kalitesini sorgularken, faaliyetlerle düşünce çeşitliliğini ve zenginliğini karıştırmamak gerekir. O yerleşimde çok sayıda sosyal veya kültürel etkinlik yapılıyor olması, oranın bir düşünsel zenginliğe, çeşitliliğe ve derinliğe sahip olduğu anlamına gelmez.

Bu konuda size örnekler verebilirim. Örneğin çevrenizdeki sivil toplum kuruluşlarını, temel çalışma alanlarına göre tasnif edin. Kaç farklı alan oluştuğu, bu alanlarda kaçar tane kuruluş bulunduğu, bu kuruluşların üye – gönüllü sayısı açısından güçleri size önemli veriler sağlayacaktır. Yine; Dünyada son dönemde gelişmekte olan anti-kapitalist hareketler, çevreci yaklaşımlar, sade yaşam anlayışları, doğayı ve canlıları koruma eylemciliği açılarından yaşam bölgenizi inceleyin. Ortaya çıkan tek veya çok renklilik size nerede yaşadığınız konusunda ipuçları sağlayacaktır.

Özetlersem; eğer yaşadığınız kent, size düşünsel bir çeşitlilik ve zenginlik sağlamıyorsa, sıradan sivil, sosyal ve kültürel faaliyetler de bir birikim sağlamadan sabun köpüğü gibi önce uçacak, sonra sönüp gidecektir.

Yeni kültür
Yukarıda sözünü ettiğim çerçevede sorumluluk duyanlar ile toplumun aydınlarına bazı zorunlu görevler düşüyor. Yukarıda yeni kitabındaki bir yazısından söz ettiğim Rüştü Bozkurt şunları söylüyor: “Entelektüel olmanın özü, ayrıntı bilgisi ile genel doğr arasında dengeleri kurabilme ve ‘eleştiri’ yapabilmedir.” Devamla; 2010 yılının Ocak ayında ölen tarihçi, sol-kanat eylemcisi, yazar, aydın Howard Zinn’den bir alıntı yapıyor: “…evet, muhalefet ve protesto bölücüdür ama iyi bir bölücülüktür bu; çünkü toplumdaki gerçek bölünmeleri tam olarak yansıtır. Muhalefet olsun, olmasın bu bölünmeler vardır, zenginler ve yoksullar olarak. Fakat muhalefet yoksa değişim de olmaz. Muhalefet sadece toplumdaki bölünmeyi sona erdirme değil, bölünmenin gerçekliğini değiştirme ihtimalini de içerir. Güç dengesini yoksulların ve ezilenlerin lehine değiştirme ihtimalidir.”

Gene Bozkurt’un sözleriyle bitireyim: “Yeni kültürün özü, en şeffaf ortamlarda bildiklerimizle söylediklerimiz arasındaki makasın kapatılmasına dayanıyor. Toplumumuzun bütün karar ve kurumlarında, özgür tartışmayı başaramadan, rekabetçi kaynak kullanımına erişilemiyor.”

Özetle; ülkenin, toplumun, ekonominin ya da kentin geleceği ile ilgili sorumluluk duyanların ve durumdan vazife çıkaranların öncelikli sorunu aydın olabilmeyi başarmak olmalı…

Eskişehir’i Yatırımcıya Tanıtmak…

Eskişehir’i Yatırımcıya Tanıtmak…

Gürcan Banger

Ülkemiz sanayi ve ticaretinin genel özellikleri arasında sermaye ve girişim yetersizliği ilk sıralarda yer alır. Ne eğitim sistemimiz, ne de geleneksel kültürümüz girişimciliğe ve yatırımcılığa uygun değildir. “Aman; çocuğum, bir devlet kapısına memur olsun” diye hayaller kurarak gün dolduran ebeveynlerin çocuklarının girişimci olmasını beklemek de hayalden öteye geçmez.

Bir de; bir girişim geliştirebilmiş olanlara göz atalım. Ekonomik işletmelerimize baktığımızda; sermayeden kurumsallaşmaya pek çok sorunları olduğunu görürüz. Ama bunların neredeyse tamamında tanıtım ve pazarlama konularında ciddi eksiklik ve zafiyet var. Farklı ve nitelikli bir ürün veya deneyim biriktirebilen bir işletme, nedense bunları tanıtıp pazarlamakta aynı başarıyı gösteremez. Çoğu zaman reklâm yapmak, tanıtım ve pazarlama ile eşdeğer tutulur. Reklâm için tüketilen kaynaklar, çoğu zaman beklenen getiriyi sağlamaz.

Günümüzde şehirler de ekonomik işletmelere dönüşmüşlerdir. Kentlerin birbiriyle yarışmaya başlaması, küresel ve ulusal pastadan daha fazla pay alma çabasından başka bir şey değildir. Eğer şehir, potansiyelini kullanarak daha fazla kişi ve kuruluşu cezp eder ve daha fazla gelir sağlarsa; hiç kuşkusuz, o şehirdeki işletmelerin getirisi de buna paralel olarak artacaktır.

Bir şehrin gelişmesi, nüfus olarak büyümesi değildir. Kentsel gelişim, öncelikle orada yaşayan yurttaşların daha yüksek ve adaletli dağılmış gelire ve bireysel – çevresel olarak daha iyi yaşam koşullarına sahip olmaları demektir. Özellikle girişim ve sermaye yetersizliği çeken bölgelerde bu olumlu koşulların sağlanma yollarından birisi, yatırım yapacak kişi ve kuruluşlar için şehrin cazip hale getirilmesidir.

Yatırımcı, “Bizden iyisi yok” gibi içeriksiz bir söyleme gelmez. Yatırımcı, ciddi veri envanterine sahip olmadığı yöreye de gelmez. Ve yatırımcı, kendisine pek çok açıdan cazip koşullar sunmayan bir kente yatırımını getirmez. Demek ki; şehri uygun verilerle donatılmış bir çerçeve içerisinde tanıtmak ve pazarlamak son derece önemlidir.

Ne yapmalı? Her faaliyet, iki önemli unsuru içermek zorundadır. Eskişehir’i yatırımcıya tanıtma faaliyeti bir ‘örgütlenme modeli’ ve bir ‘iş-zaman planı’ içermek zorundadır. Bu bağlamda örneğin Valilik koordinasyonunda bir “Eskişehir’i Yatırımcıya Tanıtım Kurulu” oluşturulabilir. Bu kurulda İl Genel Meclisi’nden belediyelere, meslek odalarından özel sektöre, konuyla ilgili sivil toplum kuruluşlarından uzmanlara kadar değişik kesimlerden kişi ve kuruluşlar bulunabilir. Böyle bir kurul, ilk hedef olarak bir “Eskişehir’i Yatırımcıya Tanıtım Planı” üzerinde çalışabilir.

Yine böyle bir heyetle veya başka bir mekanizma aracılığı ile “Eskişehir Yatırım Kılavuzu” türünde (Türkçe ve İngilizce olmak üzere en az iki dilde) bir kapsamlı doküman hazırlanarak bunun ilgili noktalara (yatırımcı odaklara veya potansiyel girişimcilere) ulaştırılması sağlanabilir. Bu çalışmalar kapsamında olmak üzere yatırımcıya ulaşım noktalarında yukarıdaki çerçeveyi tanıtacak konferanslar, paneller ve sergiler düzenlenebilir, uygun fuarlara katılım sağlanabilir. Bir başka faaliyet türü olarak, örneğin gelecek yıl, “Eskişehir Yatırımcıya Tanıtım Yılı” ilan edilerek bu çerçevede şehrin ekonomik ve sosyal aktörlerinin bir dizi etkinlik içinde bulunması önerilebilir.

Ne yazık ki, Eskişehir, ülkemizde birlikte iş yapmasını yeterince bilmeyen kentsel örneklerden birisini oluşturmaktadır. Çekişmeler, çoğu zaman işbirliklerinin önünü tıkamaktadır. Bu nedenle böyle bir süreçte başta Vali Kadir Çalışıcı olmak üzere Valilik’in etkin koordinasyonu önemlidir.

Eskişehir ekonomisi ve sosyal yaşamı, kendini dünyaya ve ülkeye daha fazla fark ettirmek zorundadır. Bu ise tanıtım ve pazarlama için örgütlü, planlı ve bütçeli organizasyonlar olmadan gerçekleşemez. Tekil yurt içi – dışı ziyaretlerle veya plansız randevularla başarıya ulaşılacağı kanaatinde değilim.

Müşteri Merkezli İş

Müşteri Merkezli İş

Gürcan Banger

Sıklıkla ifade ettiğim gibi; iş dünyası açısından 1970’li yılların sonları bir kırılma noktası oldu. 20’nci yüzyılın son çeyreğine kadar Dünya, üreticilerin ve satıcıların (bir başka deyişle arz edenlerin) dünyasıydı. Bu kırılma noktasından başlayarak önem sırası açısından talep, arzın önünde yer almaya başladı. Üretim teknolojilerindeki darboğazların aşılması ile piyasalar, birbirleri ile rekabet etmeye aday mal ve hizmetlerle doldu, taştı. Satmak, üretmekten daha önemli hale geldi. Kısaca; müşteri kavramı, iş dünyasının merkezine yerleşti.

1980 sonrasının ‘her an daha çok tüketim’ esaslı dünyasında başarıya temel olan faktörler de değişti. Yeni iş dünyasında başarılı olan firmalar, iş önceliklerini müşteri öncelikleri ile çakıştıranlar arasından çıktı. Müşteri önceliklerine uygun iş tasarımlarını kurabilen işletmelerin diğerleri arasında sıyrılarak başarıyı yakaladığını gözledik.

‘Müşteri merkezli iş’ kavramını doğru kavramak için, ürün değeri ve müşteri önceliği ile kast edilen unsurların neler olduğunu anlamak gerekir. Müşteri önceliği, müşterinin ortalama fiyata göre bir ek meblağ ödemeye razı olacağı (ödemeyi isteyeceği) bir ‘niteliktir’. Eğer müşteri, bu ‘niteliği’ bulamazsa üreticisini / markasını / satıcısını değiştirmeyi göze alır. Bu ‘niteliğin’ ürünün bir özelliği olması gerekmez. Bu ‘nitelik’, üründen elde edilen tatmin olabildiği gibi bazen ambalaj, bazen reklâm, kimi zaman ise ürünün yaratacağı saygınlık olabilir.

Müşterinin bir ürüne talip olması, onun değeri ile ilgilidir. Sürekli ve yoğun tüketim dünyasında bir ürün veya hizmetin değeri ise (o ürün veya hizmetin) müşteri önceliklerini karşılayabilme yeteneği ve kapasitesidir. İşte bu nedenle; bugünün iş dünyasında işletmelerin anlaması gereken önemli kavramlardan iki tanesi, ürün değeri ve müşteri öncelikleridir.

Müşteri önceliklerini karşılamak için öncelikle bunları algılayıp kavramak gerekir. Müşteri önceliklerinin gizemi ise işletmede masa başında oturarak ya da içe dönük yönetici toplantıları yapılarak çözülemez. Müşterinin önceliklerine ilişkin bilgi, piyasanın içindedir ve onu ‘orada’ yakalamak gerekir. Müşterinin öncelik, ihtiyaç ve beklentileri çarşıda, pazarda, onun işyerinde veya fabrikasında aranmalıdır.

Bu gerçeğe karşın işletmelerimizi yakından incelediğimizde; garip bir gerçekle karşılaşıyoruz. İlginç bir şekilde firmalarımızdaki üst düzey yöneticiler zamanlarının yaklaşık yüzde 70 gibi bir oranını hâlâ ‘iç dünyalarına’ yoğunlaşarak geçiriyorlar. Birim toplantıları, kırtasiye işler veya sıradan faaliyetler, iş zamanının önemli bir kısmını yiyip bitiriyor.

Yöneticilerin müşterilerle daha fazla zaman geçirmeleri veya onların nabzını elde tutmaya çalışmaları konusunda söylemem gereken bir kaç nokta var. Birincisi; müşteri çalışmasını çok sayıda piyasa araştırması içinde sayılar ve grafikler arasında kaybolmak olarak anlamamak gerekir. Bu tür araştırma raporları müşteri önceliklerini anlamak için her zaman yeterli olmaz.

İkincisi; piyasa araştırma çalışmaları, genelde geçmiş durumu (bir önceki müşteri profilini) verir. Hâlbuki önemli olan müşteri gözüyle ‘yarını’ görebilmektir. Çünkü yapılan çalışmalar, geleceğe yönelik stratejiler üzerine kurgulanacağından müşteri önceliklerinin yarınını anlamak ve saptamak önemlidir.

Bir üçüncü nokta şudur. Yöneticiler genelde iyi ve memnun müşteriler ile sohbet etmeyi severler. Hâlbuki bu, yanıltıcı bir tercihtir. Bir firmanın bilgisine ihtiyacı olan kişi ve firmalar arasında ‘zor müşterilerin’ özel bir önemi vardır. Dolayısıyla bize gelecek hakkında önemli ipucu verebilecek, piyasanın geleceğine ışık tutabilecek zor müşteriler her zaman özel değere sahiptir.

Çağın sert rekabet koşulları altında, tüketim özellikleri giderek etkileşen bir dünyada firmalar açısından başarıya giden yol, müşteri merkezli iş tasarımlarından geçiyor. Ama böyle bir kültüre ulaşmak, iş sahiplerinin veya yöneticilerin sadece iş konularına yoğunlaşarak edinilebilecekleri bir yetkinlik değil. Yeni iş tasarımları hakkında uzmanlık bilgisi ihtiyacı, firmalar için olmazsa olmaz bir noktaya ulaştı. Gelecekte ayakta kalmak ve büyümek isteyen işletmelerin bu konuya özel önem vermeleri gerekiyor.

26 Eylül 2010 Pazar

Eskişehir’de Termal Turizm Mümkün mü?

Eskişehir’de Termal Turizm Mümkün mü?

Gürcan Banger

Facebook'ta paylaş
Twitter'da paylaş
Duygu Güncesi *** YENi ***

Son zamanlarda Eskişehir’in termal su zenginliği gene gündemi kaybetmiş gibi görünüyor. Termal zenginlikler açısından iyi tanınan bazı bölge ve yöreler kadar çeşitliliğe sahip olmasa da; Eskişehir, Dünyanın içinden bir akarsu geçen ve merkezinde termal kaynak bulunan nadir kentlerinden birisidir. Dolayısıyla Eskişehir’in turizm karmasının unsurlarından birisi termal zenginlik olmak durumundadır. Zengin var olmasına var ama değerlendirilmesinde “Su akar, Türk bakar” mantığı sürüp gidiyor.

Ulusal ve bölgesel ölçekte termal kaynakları ve kullanımını hatırlayarak başlayalım. Türkiye’de turizm sektörü, önemli ölçüde kıyı ve ören yeri turizmi üzerine kurulmuştur. Alternatif turizm türlerini içine alan ürün ve hizmet karmaları oldukça yenidir. Diğer yandan; şifalı sıcak ve soğuk maden suyu tedavilerini de içine alan sağlık turizmi son yılların yükselen değerleri arasına girmiş durumda. Bu nedenle; termal maden sularının iyileştirici ve düzenleyici etkileri konusunda giderek daha çok bilimsel araştırma yapılırken turizmin bu sektörü, girişimci ve yatırımcıların ilgisini çekiyor.

Türkiye’nin bir deprem kuşağı üzerinde olması, termal su kaynakları yönünden zengin olmasını sağlıyor. Bu nedenle ülkemizde pek çok yöre yer altı ve yer üstü su zenginlikleri ile bir ‘su kenti’ özelliğine sahip. Yörelerimiz insan sağlığı yanında iç ve dış turizm faktörleri açısından su kenti olma özelliklerini ekonomik, turistik, çevresel ve toplumsal olarak değerlendirmeli.

Gözlemler ve sorunlar
Yerel termal su kaynaklarımızla ilgili değerlendirme önerilerine geçmeden önce; Türkiye’de genel olarak ilgi ve çözüm bekleyen bazı gözlem ve sorunlardan söz edelim:

Termal su kaynaklarımızın pek çoğunda bilimsel ve teknik çalışmaların yapılmış olmasına rağmen koruma yönlü çalışmalarda eksiklikler ve zaaflar bulunmakta. Pek çok yörede analiz çalışmalarının yenilenmesi gerekiyor. Kaplıca / hamam vb biçimlerde değerlendirilen termal kaynakların bir bölümünde hijyen önlemleri yeterli değil. Tıbbi denetimlerin yeterli ve sürekli gerçekleştirilmesinde sorunlar ve zaaflar var. Var olan termal su tesislerinde tıbbi donanım ve kolaylıklar yönünden eksiklikler bulunmakta. Söz konusu tesislerin pek çoğunda uzman doktor ve tıp personeli ile uygun destek elemanı (tıbbi ekoloji uzmanı, hidroklimatoloji uzamanı, diyetisyen, psikolog, hemşire vb) eksiği var. Sağlık (balneoterapi) uygulamalarında çeşit ve kür yönünden eksiklikler bulunuyor. Hastalığın, doğru termal kaynak ile buluşturulmasında zayıflıklar bulunmakta. Hastalar, doğru kaynağı uzman önerileri ile değil, kulaktan dolma bilgilerle bulmaya çalışıyorlar. Kür uygulama sürelerinde uygunsuzluklar bulunmakta. Kür uygulamalarında çağdaş yöntemler yerine geleneksel yaklaşımlar kullanılıyor. Termalizmin diğer kültürel ve sosyal unsurlarla birleşmesinde sorunlar var.

Ne yapılmalı?
Termal bölgelerimizin, dolayısıyla Eskişehir’in şifalı su zenginliğini değerlendirmek üzere geliştirilen bazı etkinlik, girişim ve yatırım önerileri ile bazı iş fikirleri tartışılıp geliştirilebilir:

Eskişehir’de termal su projelerini de içeren bilgi-proje birikimi ile bilim-iş örgütlenmesini hızlandırmak üzere üniversiteler ve kamu katılımı ile sivil bir “ekonomik sosyal araştırmalar merkezi” kurulmalı. Bu merkezde il yüzeyine yayılmış termal suları da içerecek biçimde envanter çalışmalarının yapılması sağlanmalı, yeni çalışmalar teşvik edilmeli ve yapılmış çalışmaların yayınlanması imkânı yaratılmalı.

Yörelerde, yerinde ve/veya taşınarak daha iyi değerlendirilebilmesi için yeni imar planı da dikkate alınarak yüksek nitelikli ve konaklama olanakları ile donanmış termal tesis projelerinin gerçekleştirilmesi koşulları zorlanmalı. Girişimci, yatırımcı ve mülk sahiplerinin bu konuda bilgilendirilmesi, özendirilmesi sağlanmalı. Termal proje yatırımında bulunabilecek hedef girişimci ve yatırımcılara yönelik (tanıtım, bilgilendirme, yönlendirme türünde) paket ve nokta programlar uygulanmalı.

Yurt içi ve yurt dışı danışmanlık kuruluşlarından termal projelendirme konularında destek ve danışmanlık hizmeti alınmalı. İl/yöre yüzeyine yayılmış olarak bulunan termal maden sularının önem ve öncelik sırası da dikkate alınarak yeniden fiziksel, kimyasal analiz ve tıbbi değerlendirmelerinin yapılması, böylece (yer altı hareketleri nedeniyle değişmiş olabilecek) envantere ilişkin bilgilerin yenilenmesi sağlanmalı.

Yörelerde yeni termal kaynaklar bulunması, var olanların debi ve kalitelerinin iyileştirilmesi için arama, inceleme ve araştırma çalışmaları yapılmalı. Bu konuda başta valilikler olmak üzere yerel yönetimler ve ilgili sivil kuruluşlar seferber olmalı. MTA, yerel su kanalizasyon idareleri, üniversitelerin ilgili bölümleri gibi kuruluşların bu yönlü hareketlenmeleri için çalışmalar yapılmalı. Yeni deprem haritaları uyarınca; sıcak su kaynaklarının aktif faylar ve yer üstü suları ile ilişkileri dikkate alınarak yeni sondaj çalışmaları yapılmalı. Diğer yandan Kızılinler’de yapılan başarılı olmuş kaynak bulma çalışmalarını hızla yatırımla buluşturmak gerekiyor. Bu ihtiyaç, Eskişehir’in bir ‘sağlık kenti’ olma vizyonuna da uyuyor.

Genelde “kent turizmi” kavramına uygun olarak yöre turizminin, özelde sağlık turizminin özendirme, yönlendirme ve eşgüdümünü sağlamak üzere il temelinde “Tanıtım Konseyi” oluşturulmalı. Turizm işletmeci ve girişimcilerinin yasal mevzuat, kredi imkânları ve değerlendirilebilecek termal turizm potansiyeli konularında bilgilenmeleri sağlanmalı. İlgili resmi mevzuatın derli toplu basımı sağlanmalı; girişimci ve yatırımcı olmaya aday kişi ve firmalara adı geçen konularda eğitim alma olanakları yaratılmalı.

Termalizm vizyonuna ışık tutacak biçimde seminer, konferans ve panel türünde çalışmalar yapılmalı. Yerel seminerlere bilim, tıp ve iş dünyasının katılımı ile önce ulusal, daha sonra uluslar arası boyutlara ulaşması sağlanmalı. Yerel tıp fakülteleri ve sayıları giderek artan hastanelerin desteği ve katkılarıyla sağlık turizmi ve termal sıcak sularla tedavi konusunda ulusal ve uluslar arası atölye çalışmaları yapılmalı.

Turizm acentaları ile turist rehberlerinin söz konusu yörenin şifalı sıcak suları konusunda bilgilenmeleri yönünde çalışmalar yapılmalı. Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü, Milli Eğitim Müdürlüğü, yerel yönetimler ve üniversitelerin katkılarıyla konu olarak sıcak su zenginliklerini de içerecek biçimde turizme yönelik kurs, sertifika programı ve eğitimler düzenlenmeli; basılı ve görsel yayınlar üretilmeli.

İlköğretim okullarından başlamak üzere söz konusu yörenin termal olanaklarının öğrenciler tarafından bilinmesi sağlanmalı. Okullarda termal kaynakları değerlendirmeye yönelik yaklaşımları hedefleyen kompozisyon, makale ve resim yarışmaları açılabilir. Yerel kültür-sanat festivalleri bağlamında termal turizm fikrinin de işlenmesi ve tanıtılması gündeme alınabilir.

Eğer bölgenin bilimsel / teknolojik / akademik / tıp potansiyeli uygunsa (-ki Eskişehir bu açıdan uygundur) kongre turizmi fikrinin, sağlık turizmi ile birleştirilebilmesi için var olan termal tesislerin kullanılma yolları araştırılmalı. Sivil toplum kuruluşları söz konusu potansiyel ve tesisleri üyelerine tanıtmak üzere kongre, konferans ve festival türü etkinliklerini bu bölge ve tesislerde yapmaya özen göstermeli. Yerelde hazırlanıp yayımlanan Internet sitelerinde şifalı sıcak sular konusunun da yer alması sağlanmalı. Bu konuda adı geçen sitelerin yöneticileri ile iletişime geçilmeli; site geliştiricilerin ihtiyacı olan yazılı ve görsel malzeme ile desteklenmeleri sağlanmalı.

Bölgedeki termal potansiyelin ülke çapında ve uluslar arası düzeyde pazarlanabilmesi için uygun bir pazarlama programı belirlenip gerekli çalışmalar yapılmalı. Değişik talepleri olan turistik termal hizmet müşterilerinin ihtiyaçlarının karşılanması için termal ürün çeşitliliğini sağlayacak çalışmalar yapılmalı. Bu çalışmalardaki ürün ve hizmetlerin, “kent turizmi” bağlamında diğer turistik (tarihsel, kültürel vb) karmalar ile birlikte değerlendirilmesi göz önünde bulundurulmalı. Termal turizm hizmetlerinin spor, dinlenme, eğlence ve kültürel etkinlikler gibi diğer rekreasyon öğeleri ile birleştirilerek yeni hizmetler üretilmesi konusunda çalışmalar yapılmalı. Eskişehir termal potansiyeline uygun kür / tedavi türleri araştırılmalı ve modellenmeli.

Termal turizm işletmesinin öğeleri olan reklam, satış geliştirme ve halkla ilişkiler konusunda programlı çalışmalar yapılmalı. Bu konularda turizm işletmelerinin yeni eğitimler almaları teşvik edilmeli. Başta termalizm olmak üzere Eskişehir-Afyon-Kütahya gibi illere yayılmış olan yerel potansiyel bir yarışma öğesi olmaktan çok, bir ortaklık konusu olarak değerlendirilmeli. Bölgesel alan (havza) fikrini geliştirmelidir. Eskişehir olarak diğer illerle birlikte termalizmi de içeren bölgesel proje ve programlar geliştirebilir. Bu bağlamda illerdeki resmi ve sivil kuruluşlar (meslek odaları) bölgesel koordinasyon amacıyla bir araya gelmeyi düşünmeli.

İş çok…
Yapılacak çok iş var. Ama önce plan, sonra örgütlenme, ardından program ve bütçe, devamla uygulama ve izleme gerekiyor.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Nereden Nereye?

Nereden Nereye?

Gürcan Banger

Aşağıda okuyacağınız satırların önemli bir bölümünü 2000’li yılların başında yazmıştım. Dünü okumak ve bugünle karşılaştırmak, gerçekten yararlı oluyor. Dünyanın, ülkemizin, toplumumuzun ve ekonomimizin nereden nereye geldiğini karşılaştırarak görme fırsatı veriyor. Tabii ki; bunda çevremizdeki değişim kadar bizim algı modelimizin değişmesinin de etkisi var.

Yaklaşık 25 yıl kadar önce Anadolu Üniversitesi’nde bir öğrencinin proje çalışması olarak düzenlediği bilgisayarın eğitimde kullanılmasına ilişkin bir tartışma oturumuna katılmıştım. Düzenleyiciler beni bilgisayar uzmanı olarak çağırmışlardı. Toplantıya giderken zor soru ve tartışma savlarıyla karşılaşabileceğimi düşünmüş; itiraf etmek gerekirse doğru cevapları verip veremeyeceğimden emin olamamıştım.

O sıralarda bilgisayar destekli eğitim çalışmaları henüz başlamamıştı. Ben de henüz üniversitede ders vermeye başlamamıştım. Tartışmada başta öğretmenler olmak üzere eğitimciler, değişik alanlarda uzmanlar ve öğrenciler vardı. Sanırım belirsizlik ve bilgi eksikliğinden kaynaklanan nedenlerle bilgisayarın öğretmenin yerini alacağı (veya almaması gerektiği) fikri değişik konuşmalara neden olmuştu. Konuşmalarımın uzunca bir bölümünde eğitimde bilgisayar kullanma fikrinin, bilgisayar ile öğretmeni ikame etmek olmadığını anlatmaya çalışmıştım. O gün yenileşme ve değişimin yarattığı ürküntüye karşı bilgisayarı savunmak önemli ölçüde bana düşmüştü. Birkaç ay sonra bilgisayar karşıtı görüşleri savunan eğitimcilerden birisini bilgisayar salonunda bilgisayar başında görünce hayli sevinmiştim.

Aradan uzun zaman geçti. Bilgisayar alanında çok önemli gelişmeler oldu. Benzer gelişmeleri iletişim alanında da gözledik. İletişim ve bilişim alanları birbiri içine geçti. Bu arada bilgisayar alanındaki bilgi birikimimde mesleğim ve ilgi alanlarımdan birisi olması nedeniyle artış oldu. Uzun süredir bilgisayar ve ilgili konularda üniversite düzeyinde öğretim görevim var. Ama yukarıda anlattığım olayı hatırladığımda, şimdi farklı düşüncelerle beslenmiş farklı duygular içinde olduğumu hissediyorum. Dün (o tartışmada) sorgusuz olarak savunduğum bilgisayar konusunda artık benim de o tartışmada bulunan bazı eğitimciler gibi, ama öncelikle kendime sorduğum bazı sorular var.

Bilgisayar sektörünün bazı özellikleri var. Bunlar arasında giderek belirginleşen bir tanesi, arz-talep ilişkisidir. Pek çok alandan farklı olarak bilgisayar sektörü, arz güdümlü (arz tarafından yönetilen) özellik göstermektedir. Bu nedenle pazar, tüketicilerin neyi almak istediklerine göre değil, üreticilerin (genelde Intel, Microsoft, IBM, Sun vb gibi pazar denetimini elinde tutan büyük şirketlerin) neyi satmak istediklerine göre oluşmaktadır. 1980’li yılların sonlarında bilgisayar satıcıları “Herkes bilgisayar aldığında biz ne alıp satacağız?” diye kendi aralarında espri yaparken bugün 3 yıl önceki bilgisayar modellerini ve özelliklerini hiç kimse hatırlamamaktadır. Her yıl aynı ürün en az 1-2 kez özellik (sürüm) değiştirmektedir. Bilgisayar programları (yazılım) alanında da durum aynıdır. Yaklaşık her 10-12 ayda büyük miktarda paralar ödenerek alınan ürünün yenisi pazara sürülmektedir.

Bilgisayar alanındaki bu arz güdümlü değişim, başta KOBİ’lerin işletme (giderek yatırım) giderlerinin önemli ölçüde yeni kalemlerle kabarmasına neden olmaktadır. Artık ev bilgisayarlarının da 1-2 yılda bir değiştiğini dikkate alırsak ev tüketicileri açısından da yeni masraf kalemlerinin gündemde olduğunu fark ederiz. Sektörün önemli ölçüde ithalata dayalı olması, bu konuda (hem yerel hem de ulusal olarak) neler yapılabileceğini düşünmemiz gerektiğini tekrar hatırlatmaktadır.

Bilgisayar ile ilgili olarak kendime sorduğum sorulardan bir diğerini ise bilgisayar fetişizmi olarak isimlendirebilirim. Ticari pazarı hızla büyüyen sanallaşma ile insan-makine arayüzündeki baskınlık eğiliminin bilgisayar lehine gelişmekte olduğunu düşünüyorum. Bir araç olması gereken bilgisayar, sanki hızla bir amaç olmaya doğru yol alıyor. Merkezden olması gereken insan, dışa doğru savrulurken (ticari pazar zorlamalarıyla) merkeze bilgisayar yerleşiyor. Bir tür yabancılaşma. Bunda eğitim sistemimizdeki zafiyet ve eksikliklerin etkili olduğunu düşünüyorum. Bir dönem el telsizleri, şimdi cep telefonları ile yaşanan sosyal olumsuzluklar şimdi bilgisayar ile yaşanıyor gibi... Teknolojinin insan malzemesi ile yoğrulmasında ve doğru sosyal ilerleme yolunun saptanmasında önümüzde ciddi görevler duruyor.

Avrupa Birliği’ne katılmamız konusunda olumlu görüş bildiren yazar-çizer aydınlarımızdan önemli bir bölümünün, bu taleplerinin altında Batı’dan Türkiye’ye doğru özgürlük, demokrasi rüzgârlarının esmesi olduğunu bilirsiniz. Ülkede bu zafiyet eksiklikleri giderecek iç dinamiklerin olması (geliştirilmesi) gerektiği unutulur nedense... Bilgisayar ve Internet konusunda da bu tür eksikli düşüncelerle sıklıkla karşılaşıyoruz. Bilgisayarlı donanım aracılığı ile ulaşılan Internet, bir iletişim ve paylaşım ortamıdır. Yaşam süresi açısından oldukça yenidir. Yukarıda sözünü ettiğim bilgisayar alanının arz güdümlü niteliğinin bu ortama giderek daha çok yansıması beklenmelidir. Önümüzdeki dönemde (gerçek veya sanal) paranız oranında iletişim yapıp paylaşabileceğiniz bir ortam olması çok muhtemeldir. Dolayısıyla KOBİ’leri ve ev tüketicilerini etkiyecek yeni masraf kalemleri beklenmelidir.

Yukarıda sözünü ettiklerim, 1980’li yılların ilk yarısında yaşadığım gibi bir bilgisayar karşıtlığı değil. Bir düşünsel gezinti... Sıklıkla bilişim alanının psikolojik, sosyal, düşünsel sözün kısası insani olan yönlerini gözden kaçırdığımızı düşünüyorum. Bunu tek tek bireyler ve toplum olarak hatırlamamız gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Artık bilişim, kendi kendine spontane emeklemeye, yürümeye, gelişmeye çalışan bir alan olmaktan kurtulmalı.

24 Eylül 2010 Cuma

Siyaset Kalmadı, Gömlek Verelim…

Siyaset Kalmadı, Gömlek Verelim…

Gürcan Banger

Referandum sonrasında siyaset gündemini gene tuhaf tartışmalar işgal etti. Tuhaf deyişimin nedeni ünlü fil hikâyesidir. Hani yaşamı boyunca fili tanımamış olan gözleri görmez bir kişi fili bacağını tutmuş da “Fil, kalın bir ağaç gövdesidir” demiş; bir başkası ise kulağını tutup “Fil, dev bir yelpazedir” diye benzetmiş. İşte; mevcut siyasetin tartışılması da bu fil hikâyesine benziyor. Ortada koskoca bir fil var ama tartışma çok başka yönlerde sürüyor.

Tuhaflığın bir örneğini Saadet Partisi’nin ele geçirilme sürecinde kayyuma devredilmesiyle, bir başkasını MHP’nin kayıplarının açıklanma tarzıyla, bir diğerini ise CHP’de bir süredir uyuyakalmış olan hizipçiliğin tekrar kendine gelmesiyle görüyoruz. Yaklaşık son 30 yılda siyasetin içini boşaltarak bugünkü siyasetsiz siyaset (içeriksiz siyaset) mertebesinin yaratıcısı olanlar şimdilerde zeminin ayaklarının altından çekilmesinden şikâyetçiler…

Siyasetsiz siyaset…
Siyasette süreğen rant kavgasının, siyasal örgütü götüreceği yer siyasetsizliktir. Bu süreçte iktidar erki hevesi, siyasal söylemi aktarma heyecanının yerini alır. Giderek siyasal partinin ideolojik içeriği boşalır; tüm çalışma, her ne pahasına oy alma yarışına döner.

Şimdi dönüp ülkede olup bitene bakalım. Sosyal göç ve bunun toplumsal etkileri, 1950’ler sonrasında yeni bir siyaset zemini hazırladı. Başını ABD’nin çektiği, çok ortaklı bir ittifak, bölgemizde uyguladığı Yeşil Kuşak hareketi ile birlikte, siyasal İslam’ın bu zeminde yeşermesini sağladı. Bu yeni iklimin Türkiye’deki adı 12 Eylül darbesi idi. Yabancı unsurların da etkisiyle ülkede yaratılan kaos ve terör ortamı, 12 Eylül ile noktalandı. İşte bu anda gündeme gelen “dört eğilimi birleştirme” anlayışı, Türkiye’de yeni bir tarz-ı siyasetin filizlenmesine neden oldu. Bu noktadan sonra siyasi söylemin fazla önemi yoktu; asıl olan, merkezde birleşmek oldu. Bir başka deyişle; 1980 sonrasında belirginleşen çizgilerden birisi, silikleşen siyasi farklılıklar idi.

Reel Sosyalist Blok’un dağılması ve Dünya’da liberal rüzgarların sert esmeye başlaması, 12 Eylül darbesi ile yakın zamanlara rastlar. Bu nedenle; Türkiye’de yaşanan sosyal “değişimin” nedenlerinin doğru algılanmasını zorlaştırır. Sonuçlar açısından bakarsak; oluşan durum şudur: a- Siyasal İslam, 12 Eylül öncesine göre yaygınlaşmış ve kitlesellemiştir; b- Buna karşılık (başta sol olmak üzere neredeyse tüm) siyasal ideolojiler silikleşmiştir; c- Sol, kendini yenileyememiş; darbe sürecinde yitirdiği kadrolarını geri kazanamamıştır; d- Sol söylem olarak ifade edilen düşünce tarzı, liberal ideolojilerin sert etkileriyle özgün yanını yitirmeye başlamıştır.

12 Eylül’e kadar olan süreçte Türkiye ‘merkez solu’, söylemini Kemalizm, devletçilik ve ulusalcılık üzerine kurmuştu. Solun, tüm Dünya’daki ilkeler manzumesi olan bazı evrensel değerlerin hayli dışında kaldığını söylemek yanlış olmaz. 12 Eylül sonrasında liberal özentili iktidarlar, Türkiye ekonomisinin devletçilikten uzaklaşmasına vesile oldular. Bir özelleştirme histerisi ile kamu kaynakları dağıtıldı. Söylem düzeyinde ise devletçilik ciddi darbeler aldı.

Siyasal İslam’ın yükseldiği 1980 sonrası dönemde gözlenen olgulardan bir diğeri, devletin Kemalist ideolojisinden uzaklaşması oldu. Ulusal eğitimin içinde Atatürkçü veya demokrat unsurlar birer birer ayıklandı. Resmi ideoloji, okullarda ulusal marşı bie öğretemeyecek bir geri noktaya düştü. Kamu alanları, siyasi kavga arenaları haline dönüştü.

1980 sonrası ekonominin başıboş biçimde dışa açılması sonucunda, krizlerin sık yaşandığı bir dönem oldu. Tarım kesimindeki nüfusun, kentlere akması ile görünmez haldeki gizli işsizlik, görünür haldeki açık işsizliğe dönüştü. Hizmetler sektörü, gizli işsizliği saklayan bir kara kuyu haline geldi. Bölüşümdeki adaletsizlik nedeniyle toplumun bir kesimi hızla zenginleşirken, halkın ciddi bir bölümü yoksulluk ve açlık sınırları içinde kaldı. Bu tür durumlarda siyaset, oy almak için kolaylıkla, hızla ve ‘heyecanla’ rant dağıtma sistemine dönüşür. Türkiye’de de bu olgu gerçekleşti. Seçmen oyunu vermek için rant istedi; politikacı da oy alabilecek kadarını verdi, veremediği zaman da yalan söyledi. Giderek siyasetin içi boşaldı; konu, rant ve oy alışverişi haline dönüştü.

Şimdi bir siyaset boşluğu var. Söylemi ve kadrosu ile bu boşluğu doldurabilecek etik değerleri konusunda sağlam ve güvenilir bir (ya da birkaç) siyasal parti aranıyor. Henüz bir gelecek tasarımı olan ve heyecan verebilen bir örnek yok.

Muhalefetsizlik
Son yıllarda gerçekleşen sosyal değişimler, çok yoğun bir görüntü veriyor. Hukuk değişiyor. Ekonomi çok hızlı bir dönüşüm içinde. Küreselleşmenin net etkileri yanında ülke içinde pek çok değer, hızlı bir başkalaşma sürecine girdi. Değişenler arasında, iyi olarak kabul edilebilecekler de var; kafamızda soru işareti yaratanlar da...

Her sosyal değişimden etkilenen paydaşlar var. Bunların bazıları söz konusu değişimden olumlu katkılar elde ederler. Doğal olarak kısa veya uzun vadede olumsuz etkilenenler de olur. Ama bu süreçte değişimin odağında ‘devlet politikaları’ aracılığı ile devletin bizzat kendisi oturuyor. 1980 öncesinde tercihlerini statükodan yana kullanan yöneticiler, şimdi ‘değişimi’ öne alıyorlar. Ülke yöneticilerinin bu “yeni” hallerinde; Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği gibi unsurların çok ciddi etkileri var.

Yukarıda değindiğim gibi; bu değişimden iyi veya kötü etkilenenler olmaması mümkün değil. Çünkü hukuktaki değişim ve kamusal uygulamalar, doğrudan doğruya toplumu etkiliyor. Ama toplumun davranış modeline baktığımızda, şaşırtıcı bir atalet, sessizlik ve durgunluk var. Ülke yöneticileri tarafından gerçekleştirilen uygulamalar, ne olumlu, ne de olumsuz tepki alıyor. Her uygulama, medya gündeminde kısa süreli olarak yer aldıktan sonra sessizce, ‘kabul edilmişlerin’ arasında kaybolup gidiyor. 1980 öncesi toplumsal muhalefeti yaşamış olan kişiler için hayli şaşırtıcı bir durum. Adeta Dünya’nın tek kutuplu hali, topluma atalet olarak yansımış durumda.

Ülkenin genelindeki durgunluk, yerelde de farklı değil. Yerel yöneticilerin ‘proje’ adıyla ortaya attıkları uygulamaları karşısında, toplumdan en küçük lehte veya aleyhte tepki yok. Halk, tepkili değil; gözlenen ufak tefek karşı çıkışlara da, yerel yöneticilerin kulakları tıkalı.

Şu soru sorulabilir. Tepkili bir toplum olmak zorunda mıyız? Bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz “Evet” olmalıdır. Belki de Cumhuriyet tarihinin tepkili olmamız gereken, en önemli dönemini yaşıyoruz. Hem ekonomik hem de politik olarak bu denli yoğun ulusal ve sosyal zorlanmalar altında yaşmamıştık hiç. Yapılanları, onaylasak veya onaylamasak; köklerimizden sökülüyor gibi hissetmemiz gereken, ‘geri dönüşü olmayan’ bir dönemi yaşıyoruz. Fakat toplum olarak bizde ‘çıt yok’.

Toplum olarak verilen kararlara ve gerçekleştirilen uygulamalara katılımımız hemen hemen sıfır düzeyinde. Toplum olarak bizim adımıza temsilcilerimiz ağır kararlar alıyor. Bun karşılık; siyaset alanında muhalefet, ‘kendini yok etmekten’ başka bir görevi yerine getiremiyor. Getirmek istese de; kendini kadro ve söylem olarak yenilemediğinden, bu şekliyle ona inanacak yurttaş sayısı gün be gün azalıyor. Siyasetin içeriğine boş verip sadece oy derdine düşmüş olanlara kimse inanmak istemiyor. Değişik kesimler tarafından yapılan kamuoyu anketleri de bunu doğruluyor.

Tut siyaseti; vur sivil topluma…
1980 öncesinde yasakçı yasalar nedeniyle ikincil siyasal örgütler olarak yer alan sivil toplum kuruluşları da tümüyle sosyal yorgunluk hastalığına kapılmış gibi. Bu kuruluşların kitleselleşmesi konusunda çok fazla kafa yoran yok. Zorlukla yaşayan az sayıdaki sivil toplum kuruluşu, bazı kariyerist (ben-bilirim’ci, ben-yaparım’cı, bensiz-olmaz’cı) kişilerin hegemonyasına girmiş halde. Sistemle uzlaşmayı ve kişisel tatmini önde tutan, sosyal vitrin meraklısı böylesi STK yöneticileri ile bir sosyal muhalefetin yükselmesi, zaten beklenemez.

Kanımca yaşadığımız muhalefetsizlik ataletinin baş sorumlusu, öncelikle siyasetin içini boşaltan siyasetçilerdir. Memleketin ekonomik, sosyal, fikirsel, kültürel ve eğitsel olarak giderek kalitesizleştiği böyle bir dönemde eski usullerle yeni muhalefetin yükselmesini beklemiyorum.

Küresel Çağ’a uygun bir söylem yok. Sadece ‘ağabey devletlerin’ talimatları ile yürüyoruz. Kurmaca başkalarına ait; bize sahnede bayrak tutan asker rolü düşüyor. Hâlâ Taş Devri’ndeki kadro anlayışı ile idare etmeye çalışıyoruz. Bir de gelecek beklentisi ve yaşam sevinci konusu var. Geleceğe dair umudu olan var mı? Sanırım; en kötüsü bu… İktidarın kendisi dışında gelecekten umudu olanların sayısı da hızla azalıyor gibi…

23 Eylül 2010 Perşembe

Magazinsiz Olamıyoruz

Magazinsiz Olamıyoruz

Gürcan Banger

Bir gazeteyi ya da dergiyi sayfa numaralarına kadar okuyan kişiler vardır. Bir ilgi türü ve bir tarz… İyi ya da kötü diyemem. Ben seçerek okurum. O sıra ilgimi çeken konular önceliği alır. İlla ki şunu okuyacağım diye bir tutkunluğum hiç olmamıştır.

Elime bir gazete aldığım zaman (ki bu sıra, pek çok gazete çok parçalı halde ekler veriyor), ilgilendiğim kısımlarına ilgi ve özen gösteririm. Geçtiğimiz günlerde nasılsa yaygın basının bir gazetesine sayfa numaralarına kadar göz atıverdim. Hem haber / konu başlıkları, hem de hangi konulara (yayını üretenlerin ve onu okuyanların) ilgi duyduğunu göstermesi açısından önemliydi.

Birkaç tane başlık sayayım isterseniz: “Obama’ya kampanya değiştiren Türk”… Buyurun bir tane daha: “Tam bir ruh hastasıyım”… Ya buna ne demeli: “Elimden gelse bütün personeli ya kadın yaparım ya da gay”… İşte bir başkası: “Belediyedeki hanımlara test ettirdim topuklu ayakkabıyla rahatlıkla yürünecek”… Ve sayfa başına yüksek yoğunlukta daha birçok magazin başlığı…

Gazetenin elimdeki parçasında bolca değişik giyinmişlik ölçülerinde kadın resmi konusu da ihmal edilmemiş. İster istemez aklıma kadınların katılımıyla düzenlenen güzellik yarışmalarını getirdi. Güzellik yarışmalarının bir endüstri haline geldiğini biliyorsunuz. Giyim konusundaki gelişmeler, modellik yarışmalarına da hız veriyor. İş, gazetenin tirajını veya TV kanalının izleyici sayısını artırmaya (ve dolayısıyla patrona hoş görünme meselesine) gelince, yarışmanın ve tuhaflığın bini bir para oluyor. Güzel çocuk yarışmalarından dansöz seçmelerine, bir kapalı mekânda birbirine tahammül etme yarışmasından şarkıcı seçme müsabakalarına kadar gösterinin her türlüsüne tanık oluyoruz.

Her yıl birkaç değişik yarışma ile yılın en iyi filmleri seçiliyor. Dünya ölçeğinde yerleşmiş yarışmalar var. Türkiye’de de film ve müzik yarışmalarına her yıl bir yenisi ekleniyor. Her yılın sonunda gazeteler, yılın sporcularını veya yılın iş insanlarını seçiyorlar.

Kimi zaman en uzun bıyık yarışması yapıldığı da oluyor. Sporu düşündüğümüzde ise bu sektörün kendisinin bir yarışma olduğunu hatırlıyoruz. İnsanlar koşuyor, atlar koşuyor, köpekler koşuyor. Bu koşuşturmanın adı bazen spor oluyor, kimi zaman ise kumar.

Bazı yarışmaların iyi ve olumlu katkıları var. Ödül alanlar yeni çalışmalar için teşvik ediliyor. Daha üstün başarılar elde etmeleri yönünde sırtları sıvazlanıyor. Kuruluşlar, bu yarışmaları kazanabilmek için organize oluyorlar. Örneğin çevre düzenleme veya kalite yarışmalarının böyle olumlu katkıları var.

Yarışmaların olumsuz ve sevimsiz etkileri de oluyor. Kazanamayanlar, ruhsal yönden olumsuz etkileniyorlar. Özellikle bu tür çekişmelerden çocukların olumsuz etkilendikleri biliniyor. Birkaç yarışmada alınan olumsuz sonuçlar, bireylerin yaşama karşı ürkek ve çekingen bir yaklaşım edinmelerine neden olabiliyor. Başta çocuklar olmak üzere bu tür yarışmaların bireyler üzerindeki olumsuz etkilerinin sorumluluğunun kime ait olduğu ise belli değil.

Her yıl gerçekleştirildiğini bildiğim yarışmalardan bir başkası, ‘kötü giyim’ konusunda yapılıyor. Dünyaca ünlü magazin dergi ve TV kanalları o yılın en kötü giyinen kadın ve erkeğini seçiyorlar. İlk bakışta olumsuzluk taşıyan bu yarışmanın, muhtemelen insanların iyi, güzel ve özenli giyime yönlendirilmeleri konusunda olumlu katkıları vardır.

Kötü giyinme yarışmalarında olduğu gibi bazı müsabakalar, içeriklerinin aksine olumlu gelişmelere de neden olabilir. Bazen bu özelliği dikkate alarak aklımdan yeni ve yaramaz yarışmalar geçiririm.

Örneğin -bir çocuk yaramazlığı içinde- dünyanın, ülkenin veya bölgenin en sevimsiz kişisi seçilse diye düşünürüm. Nasıl bir liste oluşurdu acaba! Kimi zaman aklımdan bir ‘nursuzluk yarışması’ düzenlemek geçer. ‘Nursuzluk’ diyorum çünkü bazı insanların içindeki kötülük, yeteneksizlik veya ruhsal sevimsizlik yüzlerindeki ışığa yansıyor. İşin garibi, bu ‘nursuzların’ bazıları şu veya bu nedenle bazı karar ve icra pozisyonlarını işgal edebiliyorlar da. Belki bu ‘nursuzlara’ böyle bir yarışmada ödül verilerek silkinip bir miktar kendilerine gelmeleri sağlanabilir. Sağlanabilir mi?

Kanımca bazı kişilerin arsızlık, şımarıklık ve dalkavukluk becerilerini ‘onurlandırmak’ için bir ‘yalakalık yarışması ve ödülü’ de son derece uygun olur. Benzer biçimde yılın ‘en yağcı kişi ödülü’ de çok anlamlı ve değerli olacaktır. Nasıl ifade edilir bilmem ama; ‘hak etmediği halde makam işgal etme ödülünün’ de çok büyük (!) sosyal yararları olacağı inancındayım.

Ben sadece haylaz zamanlarımda aklıma gelen birkaç ilginç yarışma veya ödül sıraladım size. İster benim önerdiklerim konusunda, ister sizin aklınıza gelen yeni alanlarda ödül almaya hak kazanmış birkaç isim hatırlayabilir misiniz?

Şu magazine gösterdiğimiz ilginin birazını bilime, teknolojiye, ar-ge’ye, düşünceye, sanata, edebiyata, katılımlı spora gösterebilsek… Ah, keşke…

22 Eylül 2010 Çarşamba

Akıl ve Fikirde Değişim

Akıl ve Fikirde Değişim

Gürcan Banger

Dünyayı magazin ve futboldaki işlerin ötesinde izlemek lazım. Bilimde, teknolojide, düşüncede, sanatta gelişen her türlü teorik ve pratik katkılar örneklerini yakından anlamak ve öğrenmek gerekli. Bu izlemeyi ve öğrenmeyi kurumsallaştırmak şart. Birtakım akil kişilerin gayretleri ülkenin zihinsel, düşünsel yükünü kaldırmak için yeterli değil.

20’nci yüzyılın son çeyreğinin (oluşumu ve etkileri hâlâ sürmekte olan) bir kırılma ile başladığı kanaatindeyim. Bu kırılmanın öncesi ve sonrası oldukça farklı özellikler taşıyor. Bu niteliklerin temel iki tanesi ‘küreselleşme ve yerelleşme’ eğilimleridir. Bu iki eğilim arasındaki karşılıklı etkileşimi ve doğurduğu sonuçları da unutmamak gerekir.

Kırılma sonrası ortaya çıkan sonuçlardan birisi, dünya ekonomisinde ulusların, ulus devletlerin, ulusal ekonomilerin görünürlüğünün silikleşmesi yanında kentlerin daha belirgin hale gelmesidir. Bir anlamda küresel rekabetin yeni boyutlarından birisi, kentler arası yarıştır. Küresel, ulusal veya bölgesel boyutlarda her kent, rakiplerinin önünde bir pozisyona sahip olabilmek için gayretli ve aceleci çalışmalar içindedir.

Eski çağlarda; Babil’in Asma Bahçeleri, İskenderiye Feneri, veya Rodos Heykeli gibi bazı yüksek nitelikli yapılardan (tarihçi Herodot’un bir fikri olarak) ‘Dünyanın Yedi Harikası’ biçiminde söz edildiğini bilirsiniz. Son yıllarda ise ‘Avrupa kenti’, ‘Dünya kenti’ veya ‘markalaşmış kent’ gibi kavramlardan sıklıkla söz ediliyor. Bu yeni söylem, kentlerin artan önemini ifade etmek için yeterli bir işarettir.

Bir kent, yükselişini kendi kendine gerçekleştiremez. Hiç kuşkusuz; kentler arası rekabet sürecinde geleceğini yaratmak üzere kendini uygun biçimde ‘yeniden organize’ etmelidir. Kentte yer alan ve değişime katkıda bulunacak olan tüm ekonomik, sosyal veya sivil aktörlerin birlikte ve uyumlu hareket etmesi gerekir. Yine yukarıda söz ettiğim kırılma noktasından başlayarak, ağ (kentsel ağ) kavramının ortaya çıkışındaki anafikir budur.

Bir kentsel ağ, konuya bağlı olarak o şehirdeki ekonomik, sosyal veya sivil aktörlerin kentin durum tespitini yapmak, geleceğini tasarlamak ve kentsel gidişatı denetlemek üzere bir araya geldikleri bir iletişim ve etkileşim (gerektiğinde ise çalışma) ortamıdır. Kentsel ağ, zorunlu olarak bir konsey veya platform olmak zorunda değildir. Kentte yapılan ve sonuçları açısından bir kentin geleceğini etkileyebilecek olan bir kongre veya sempozyum da (yarattığı iletişim ortamı açısından) bir ağ veya en azından bir ‘ağ başlangıcı’ sayılabilir.

Bazı bilimsel toplantılar vardır ki, sadece bu konuda uzman olan kişilere yöneliktir. Bu tür ortamlarda geniş ve yaygın katılımın gerçekleşmesi beklenmez. Ama bir kongre orada sunulan bilimsel bildirilerin ve yapılan tartışmaların uygulanması açısından bir kenti veya bir ekonomik sektörü etkileme ihtimalini içeriyorsa, o faaliyette kent yöneticilerinin, bürokratların ve en önemlisi iş insanlarının bulunması beklenir. Örneğin meslek odalarından ve sivil toplum kuruluşlarından yönetici ve üyelerin yaygın katılımı istenen özelliklerden bir tanesidir.

Ne yazık ki; ekonomik ve sosyal etkileri olabilecek bilimsel toplantılarda yukarıda sözünü ettiğim katılımı görmek de zorlanıyoruz. Sivil toplum çalışmalarında gördüğümüz katılım düşüklüğünün, bilimsel etkinliklere de yansıdığını görmek üzücü oluyor. Bilimsel ve teknolojik çalışmaların sonuçlarından yararlanmasını umduğumuz yatırımcı, girişimci ve iş sahiplerinin katılımda yerlerini alamadığını gözlüyoruz. Bu gerçek de ülkemizde ve kentlerimizde üniversiteler ile iş dünyasının birbirinden ne denli uzak olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Bu tespiti yaparken iş sahiplerinin kongre ve sempozyum türündeki faaliyetlere ilgisiz kaldığını söylemek haksızlık olur. Farklı kesimleri etkinliklere davet ve teşvik etmede de zafiyet ve eksiklikler var. Kentin ve bölgenin aktörlerinin bu tür etkinliklerdeki yerlerinin ancak ‘para babası’ (sponsor) olmaktan öte algılanmadığını itiraf etmek gerekir. Görüntü şudur: ‘Bilim erbabı’, (yayın yapma veya rekreasyon gibi) kendi ihtiyaçlarına yönelik olarak bir etkinlik düzenliyor ve bunun bedelini de sponsorlara ödetiyorlar. İşe ve uygulamaya yönelik karşılıklı iletişim ve etkileşim bunun ötesine geçmiyor. Bu anlayış da; yeni çağın rekabet koşullarına asla uygun değil. Bir kentte yer alan her aktörün, o kent ile ilgili kaçamayacağı sorumlulukları ve o kentte bulunmaktan kaynaklanan sosyal sorumluluk görevleri var.

Akıl ve fikirde gelişime, değişime, dönüşüme ve teşvike ihtiyacımız var. Ne zaman ki; bilimi, teknolojiyi, düşünceyi ve sanatı cebi doldurmanın, banal magazinin ve verimsiz temaşanın önüne koyabileceğiz, o zaman ülkenin geleceğe doğru adımlar attığını göreceğiz. İşin özü bu…

21 Eylül 2010 Salı

Yeni İş Dünyası ve İş Kültürü

Yeni İş Dünyası ve İş Kültürü

Gürcan Banger

Her geçen gün, iş dünyasının şartlarının daha zor hale geldiğini (bir şekilde) yaşayarak öğreniyoruz. Bu zorlukların kaynakları arasında gelişmiş ülkelerin agresif pazar arayışları kadar bizim iş dünyası veya girişimci olarak ataletimizin de etkisi var.

Uzak ve yakın çevremizde sayıları giderek artan yabancı ortaklı firmalar (özellikle organize perakendeciler) sayesinde hızlı ve sert rekabet dünyasını daha açık biçimde öğrenmeye başladık. Bazı büyük mağaza ve alışveriş merkezlerinde yapılan promosyonlu satışta yaşanan izdiham, hem rekabetin hem de tüketim anlayışının geldiği noktayı yeniden düşünmemize neden oluyor.

Yaşadığımız darboğazlar sadece bunlar değil. Hafif usul olsa da firmalarımızın günün ağır şartlarına ne kadar hazır olduklarını da sorgulamaya başladık. Küreselleşen rekabet koşullarında firmalarımızın yeni ekonomik konjonktüre uyum sağlayıp sağlayamayacağı, eğer uyum yönünde bir tercih yapılırsa, nasıl bir değişim – dönüşüm sürecinin gerekli olduğunu hafiften soruyoruz. Öyle ki; firma bazındaki ihtiyaçları, siyasal iktidar bile duydu ve bir mikroekonomi paketinden söz edilir oldu.

Günün iş dünyasında başarılı olmanın göstergelerinden birisinin firmaların kurumsallaşma düzeyi olduğuna hiç kuşku yok. Kurumsallaşma ve çağa uygun iş yapılanması açısından baktığımızda; firma düzeyinde hayli gerilerde olduğumuz ortada. Henüz firmalarımızın rekabet etmek için yeterli kârlılık düzeyinde, en-uygun ölçek büyüklüğünde ve verimli iş tasarımlarına sahip olduklarını söylemek mümkün değil.

Tabii ki; ticari ve sınai firmaların sorunları sadece kendilerinden kaynaklanmıyor. Başta kamu ve finans (bankacılık) sektörleri olmak üzere; yarattıkları sorunları, firmaların sırtına paylaştıranların önem ve ağırlığı da oldukça büyük…

Dün olduğu gibi bugün de firmalarımızın ilk sıralardaki sorunlarından birisi, finansman yetersizliği ile finansı yönetip denetlemedeki zafiyet ve eksikliklerdir. Firma ölçeği küçüldükçe finansman konusundaki sorunların firmayı etkileme düzeyi de artıyor.

Sanayide ya da ticarette firma ölçeğinin ortalama olarak çok küçük olması, finansal piyasalarda (borsada) yer alan şirket sayısının da düşük olmasına neden olmaktadır. Henüz çok ortaklılık, halka açılma gibi kavramlar firma kültürü içinde yeterince sindirilmiş değildir. Ülkemizde aile işletmesi oranının çok yüksek olmasına karşın, hâlâ aile anayasası kavramının bile anlaşılmamış olması, kurum kültürünün nerelerde süründüğünün net bir ifadesidir. Kurumsallaşma alanında firmalarımızın bilinçli ve girişken danışmanlık ve eğitim çalışmalarına ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Bu ihtiyacın farkına varılıp gerekli önlemler almadan çağın giderek vahşileşen iş koşullarında ayakta kalabilmek mümkün değil.

Firmalarımız konusunda yapılan çalışmalar, eldeki en önemli avantajların hâlâ ataerkil olmaya devam eden girişimcilik eğilimi ile halinden şikâyet etmeyen işgücü olduğu anlaşılıyor. Diğer yandan ortaklık kültürü, sermaye birleştirmeleri, kurumsal yönetim ve verimlilik konularında dedelerimizin liginde oynamaya devam ediyoruz.

Bir de; araştırma – geliştirme (ar-ge) ve inovasyon (yenilikçilik) konuları var ki; bu alanlara ayırdığımız son derece düşük bütçelerle kendimizi kandırmaya devam ediyoruz. Teknolojik gelişim ve ar-ge çalışmaları için ulusal gelirden yüzde 1’lik bir pay bile ayıramayan anlayışla bu çağı yakalamamızın kolay olmadığı anlaşılıyor.

Gelenekten gelen firmalarımızın bir bölümü, uygun fırsatları doğru kullanarak belli bir ekonomik ölçeğe ulaşıyorlar. Gördüğüm şudur ki; ekonomik büyüme ile yönetsel gelişim çoğu zaman paralel gitmiyor. Bir ticaret / sanayi devi kabul edilecek büyüklüğe ulaşmış bir firmaya baktığınızda; bir dev bedeninde adeta bir cüce kafası görüyorsunuz. Ekonomik olarak büyümüş ama örgütsel ve yönetsel akıl olarak büyümediği için geleceği kuşkulu bir dev… Ama ne dev…

Bir firma için kurumsal kültür ve yönetim anlayışı, o firmanın diğer işleri kadar önemlidir. Bu konuda yeterli çalışma yapılmazsa; bir süre sonra cüce beyni, dev bedeni yönetemez hale gelir. Ekonomik yaşamımız bu türden firmaların örnekleri ile doludur ki, bunların bazıları bugün hayatta değildir.

İş kurma ve yapma kültürümüzde ciddi eksiklikler var. Bu, genetik bir sorun olarak sürüp gidiyor. Ama en az bunun kadar önemli bir diğer zafiyet de iş dünyası ve iş kültürü konularında kurumsal yardım almayı da bilmiyoruz. Nasıl ki; okulda öğrencilere yaşam birikimi ve deneyimi konusunda yardımcı olmaya çalışan öğretmenler var; bunun firmalar için eşdeğerini kurumlar danışmanlar ve onların kuruluşları oluşturuyor. Danışmanlık konusunda iş dünyasının talebi nitelikli olmayınca ülkede ve bölgede danışmanlık kalitesi de gelişmiyor. Yumurta tavuk meselesi gibi bir sarmalda kıvanıp duruyoruz. Firmalarımız çağa uygun hale dönüşmeye çalışırken gerekli kurumsal desteği almayı da öğrenmeli ve benimsemeliler.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Teknoloji, Değişim, Dünya ve Biz

Teknoloji, Değişim, Dünya ve Biz

Gürcan Banger

Dünyanın önemli markalarından birisi tarafından yeni teknoloji ile üretilmiş bir cep telefonu, fotoğraf makinesi ya da televizyonun Türkiye’de büyük alışveriş merkezlerinden birisinde satışa sunulduğu ilk günü gözünüzün önüne getirin. Hele ki; uygun fiyat konusunda tanıtım kampanyası da yapılmış ise mağazanın kapısında geceden nöbete başlayanları izleyebilirsiniz.

1980’lerden bu yana teknolojik ürünler konusunda toplumsal bir ilgi oluştu. Artarak devam ediyor. Önce bilgisayarlar ile başlayan süreç telsizler, cep telefonları ve kameralar ile sürüyor. İleri teknoloji; dizüstü ve el bilgisayarları, lazer yazıcılar, USB bellekler, ev video sistemleri gibi ürünlerle yaşamımızın önemli bir parçası oldu. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekiyor. İleri teknoloji yaşantılarımızda bir ‘tüketim unsuru’ olarak yer alıyor. Bilim ve ar-ge konusunda ciddi sıkıntı ve sorunları olan ülkemizin üretimde ileri teknoloji kullanmaktan bu tür teknolojileri üretmeye kadar önemli zafiyet ve eksiklikleri var. İşin kötüsü; bu sıkıntı ve sorunları nasıl ve ne sürede aşabileceğimiz konusunda da henüz içimizi aydınlatacak bir ışık göremiyoruz.

Genelde; değişen dünyayı ‘dokunulabilir’ nesnelerle kavramaya çalışıyoruz. Değişimi ve teknolojik ilerlemeyi fark edip etmediğimiz konusunda bir soruya muhatap olsak, muhtemelen bilgisayarlardan, cep telefonlarından veya dev gibi binalardan söz ederiz. Büyük alışveriş merkezleri, değişen otomobil modelleri, yeni teknoloji ile üretilmiş TV cihazları, cep ve çantalarımızın vazgeçilmezleri arasına giren kameralar ve yeni akıl defterlerimiz USB bellekler ile cep bilgisayarları… Pek çoğumuz için değişim, öncelikle ona ‘dokunabilmek’ demek…

‘Dokunulmayan’ değişim olur mu? Sanırım; gözle görüp elle dokunabildiğimiz maddi değişimin arka planında fikrî değişimin yer aldığını çoğu zaman unutuyoruz. Dokunulmayan ama akılla kavranabilen değişimin unsurları; zihniyettir, fikriyattır, bilimdir, sanattır, geleceğe ilişkin felsefi öngörülerdir.

Kişi, yeterli düzeyde eğitimli olmasa bile teknolojinin ürünlerini kullanabilir. Örneğin otomobil kullanmak için kanunda yazılı ilköğretim diplomasından fazlası gerekmez. Fakat dünyadaki fikrî değişimi anlamak için sadece temel eğitim yetmez; bundan başka biteviye üretilen yeni eserleri okumak ve belki de tartışmak gerekir.

Çok okuyan bir toplum değiliz. Okuyanı takdir ettiğimiz kadar ‘tehlikeli’ de buluruz. Bu ülkenin okuduğu ve yazdığı için başı derde giren çok sayıda entelektüeli olduğunu bilirsiniz. Kitaba verilen para, boşa harcanmış muamelesi görür. Buna bağlı olarak kitap sektörümüz de fazlaca bir gelişme gösterememiştir. Diğer yandan gelir düzeyi düşük bir toplumda fikir üretme mekanizmalarının da zayıf olması son derece olağandır.

Devlet ve vakıf üniversitelerimizde -hatası bana ait- kabaca bir tahminle 90 bin dolayında öğretim elemanı olduğunu söyleyebilirim. Bu büyük topluluk tarafından üretilen, küresel endekslere uygun yeterli sayıda bilimsel makale olmadığını biliyoruz. Türkiye’nin bilimsel sıralamadaki yeri üst sıralarda değil. Ama kitapçı vitrinlerine baktığımızda; bu büyük topluluk tarafından yılda üretilen güncel kitap ve dergi makalesi sayısının da pek fazla olmadığını gözlüyoruz.

Fikrî üretimdeki bu kısırlık, basın manşetlerinden TV kanallarının günlük programlarına kadar her alana yansıyor. Ciddi bir sığlık ve düzeysizlik içinde pireyi deve yaparak ya da devekuşu gibi kafamızı kuma sokup ciddi sorunları görmezden gelerek gün geçiriyoruz. Depremi yaşayarak kavradığımız gibi, Dünyadaki değişimi de ‘dokunarak’ kavramak istiyoruz. Ama düşünmeyi, okumayı, sağlıklı tartışmayı ve yazarak paylaşmayı öğrenemediğimiz sürece değişim, bizim için korkulacak ‘bir şey’ olmaya devam edecek.

Bir toplumda yeni fikrî açılımların olması veya başka çevrelerde üretilen yeni yaklaşımların kök tutabilmesi için o ülkenin sosyal yapısının buna uygun olması gerekir. Düşüncenin önündeki hukuksal, kültürel ve töresel engeller olduğu sürece yeni fikirlerin kamuoyuna mal olması mümkün olmaz.

“Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak taş, sopa vb. araçlarla döverek öldürmesine” linç adı verilir. Ama linçin tek uygulaması, fiziksel şiddet biçiminde olmaz. Bu ülkede yaşayan pek çok aydın, aralarında ‘okumuşların’ da yer aldığı bağnazlar güruhunun sosyal, kültürel ve fikrî linç girişimlerinden -karalamalarından ve tacizlerinden- kendilerini koruyamamışlardır. İşin ilginç yanı; pek çok fikrî linç olayının gerekçesi olarak ‘vatan, millet, Sakarya’ gibi hamasî unsurların kullanılmış olmasıdır.

Yirminci yüzyılın özellikle son 20 yılı, fikrî anlamda pek çok yeni düşüncenin ve bunları içeren eserlerin üretildiği bir dönem oldu. Yaklaşık 30 yıldır yaşadığımız bu zihinsel dönüşüm sürecinin hızlanarak devam edeceği anlaşılıyor. Ne yazık ki; bu çalışmaların pek çoğunun Türkçe çevirileri henüz ortalıkta yok. Yabancı dil konusunda özürlü olan toplumuz, bu nedenle fikrî kısırlığı katlanmış olarak yaşamaya devam ediyor.

Dünyanın gelişmiş ülkelerinde üretilen kitap, makale, proje ve patent gibi düşünsel yaratıları bizim akametimiz ile karşılaştırdığımızda içimizin cız etmemesi mümkün mü? Lütfen (imkânınız varsa) yaygın ve yerel medyanın manşetlerini küresel olan iletişim organlarında yer alanlarla karşılaştırmayı deneyin. Bilimin, teknolojinin, ar-ge’nin, sanatın, felsefenin, demokrasinin, özgürlüğün, gelişmenin, değişimin ve daha pek çok ‘iyi şeyin’ ne denli düşük bir yüzdesine sahip olduğumuzu görsel ve işitsel olarak ama mutlaka üzülerek göreceksiniz.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Risk Yönetilebilir mi? - 2

Risk Yönetilebilir mi? - 2

Gürcan Banger

Risk analizi, sonucu açısından sorunlara neden olabilecek risklerin ortaya konması ve yorumlanması işlemidir. Risk analizinde öncelikle sistemin kendisi süreçlere ayrıştırılır. Daha sonra her sürecin her değer noktasında oluşabilecek riskler incelenir. Bir başka deyişle; bir kuruluşun bir uçtan diğerine (360 derecelik bir bakış açısıyla) değer zincirinin tamamı riskler açısından elden geçirilmek durumundadır.

Süreçlerin tek tek incelenmesi yanında sistemde bir bütün olarak oluşabilecek riskler de dikkate alınır. Risk analizi, karşı önlemlerin nasıl ve ne biçimde alınacağı üstünde durmaz. Bu işi, risk yönetimi süreci gerçekleştirir.

Risk analizinin amacı, kuruluşun süreçlerindeki risk seviyesinin istenen düzeye getirilmesidir. İstenen / taşınabilir risk seviyesi, kuruluşun kabul ettiği ve taşıyabileceği risk miktarıdır. Risk yönetimi ile karşı önlemler alındıktan sonra, geri kalan riskin, gerekli riskten daha düşük olması istenir.

Risk analizi sonuçlarına göre şunlar yapılabilir: 1- Risk yüksektir, karşı önlem yoktur ya da pahalıdır. Hizmetten vazgeçilir. 2- Uygun önlemlerle risk düşürülür. Maliyet nedeniyle risk önemsenmeyebilir. 3- Risk, sigorta gibi yollarla transfer edilir.

Nicel ve nitel olmak üzere iki temel risk analizi yöntemi mevcuttur: 1- Nicel risk analizi, riski hesaplarken sayısal yöntemlere başvurur. 2- Nicel risk analizinde ise tehdidin olma ihtimali, tehdidin etkisi gibi değerlere sayısal olarak bakılır.

Nicel risk analizinde “RİSK = Olma ihtimali x Etkisi” şeklinde sayısal bir formül kullanılır. Çarpım sonucu ne kadar büyük bir değer çıkarsa, riskin de o derece büyük olduğu düşünülür. Nitel risk analizinde riski hesaplarken ve ifade ederken sayısal değerler yerine “düşük, normal, yüksek, çok yüksek” gibi tanımlayıcı değerler kullanılır. Nitel analiz, tehdidin olma ihtimalini kullanmaz, riskin sadece etki değerini dikkate alır.

Herhangi bir risk analizi ve yönetimi yapılmadan bir kuruluşta mevcut olan riske taban risk denir. Bir risk analizi ve yönetimi sonucunda önerilen karşı önlemlerin alınması sonucunda kuruluşta kalan riske geri kalan risk denir. Bir kuruluşun ihtiyaçları kapsamında belirlediği ve yapısında taşıyabileceği risk miktarına istenen / taşınabilir risk denir.

Risk analizinin ve yönetiminin hedefi, kuruluş içinde olabilecek tehlikelere uygun cevap verebilecek, kasıtlı veya kasıtsız tehditlerin etkisini ve olma ihtimalini azaltacak hazırlıkları, prosedürleri ve denetimleri teşhis etmektir.

Risk yönetiminin yararlarını şöyle özetleyebiliriz: 1- Kuruluşun yazılı prosedür ve politikalarının olmasını ya da olgunlaşmasını sağlar. 2- Kuruluş katılımcılarının sistem işleyişi konusunda bilgi sahibi olmalarını sağlar. 3- Sistem güvenliği sağlanır.

Risk analizi ve yönetimi ile birlikte gelen birtakım problemler ve ideal olmayan durumlar bulunabilir: Risk analizi ve yönetiminin oluşturduğu maliyet, bu amaçla harcanan süre, tespitlerin öznelliği, seçilecek yaklaşımın net olmayışı, risk yönetim yöntemlerindeki eksiklikler.

Bazı hatırlatmalarla bitireyim. Bir işyerinde çalışan bir makinenin bağlantı kabloları ayakaltında dolaşıyorsa orada bir can ya da mal kaybına neden olabilecek risk vardır. Evde ek bir elektrik prizinden uzatma kablosu ya da ek fiş aracılığı ile bağlantı yapılmış ve çektiği güç hesaplanmadan yaratılmış bir kullanım varsa orada can ve mal kaybına yol açabilecek risk mevcuttur. Eğer çarşıdan aldığınız bir gıda maddesinin menşei ve içindekiler belli değilse (bir denetimden geçtiğine dair bir belirti yoksa) orada bir risk bulunmaktadır. Eğer bir çalışma ortamında alet edevat üzerine basıldığında bir tehlike yaratacak biçimde dağınık bırakıldıysa orada bir risk vardır. Eğer bir tesisin çektiği elektrik gücü ihtiyaca (orada bulunan donanımın ihtiyacına) göre planlanmamışsa, orada bir riskli durum mevcuttur. Özetle; her yaptığımız işin daha başında “Buradaki risk nedir?” diye düşünmeye kendimizi alıştırmamız lazım. Hem de acilen… Riski yönetmeyi öğrenirsek, muhtemelen krizi yaşamamayı da (ya da daha az tehdit altında olmayı da) öğrenmiş olacağız.

Risk Yönetilebilir mi?

Risk Yönetilebilir mi?

Gürcan Banger

İş dünyası konusunda yapılan bir istatistik ilginç sonuçlar vermiş. Dünyanın ünlü markalarının (ya da firmalarının) Türkiye’deki başarı ya da başarısızlık öyküleri incelendiğinde önemli bir bulguya varılmış. Türkiye’de iş yapan yabancı marka ve firmalardan risk yönetimi ve kriz yönetimi konusunda deneyimli olanların daha başarılı olduğu gözlenmiş. Muhtemelen gelişmiş ülkelerde risk düzeyinin düşük oluşu (dolayısıyla önlemlerin önceden alınmış olması) bu konuda firmaların farkındalıklarını etkiliyor. Kendi ülkelerindeki risk düzeylerini bulacakları varsayımıyla Türkiye’ye gelen ünlü markalar beklemedikleri başarısızlıklara uğrayabiliyorlar.

Risk nedir? Risk, belirli bir zaman aralığında, hedeflenen bir sonuca ulaşamama, kayba veya zarar uğrama olasılığıdır. Risk, muhtemel bir kaybın ya da zararın algılanan boyudur. Gelecekte oluşabilecek potansiyel sorunlara, tehdit ve tehlikelere işaret eder.

Risk, genellikle tam ve net olarak bilinemez ya da öngörülemez. Belirsizlik vardır. Risk, zamana bağlı olarak değişir. Riskin sonuç üzerinde olumsuz etkileri vardır. Risk, yönetilebilir bir olgudur.

Riskin temel bileşenleri; oluşma olasılığı ve oluşması durumunda sonucu ne ölçüde etkileyeceğidir. Ancak riskin yalnızca olumsuz etkileri olan bir kavram olduğunu düşünmek yanlış olur. Riske kazanç elde etme fırsatı olarak bakılmalı, fırsata dönüştürülmesi için sistematik çaba gösterilmelidir.

Aralarında birlik olan veya belli bir düzen veya zaman içinde tekrarlanan, ilerleyen, gelişen olay ve hareketler dizisine süreç (proses) denir. Risk, tüm süreçlerin doğal yapısında vardır.

Riskten söz edebilmek için, ortada bir süreç ve süreç sonunda tanımlanmış, ulaşılması istenen bir sonuç olmalıdır. Süreç sonundaki hedefe ulaşmak için belirlenen yol ne kadar zorunluluklarla çizilmişse, risk o kadar fazladır.

Riskler birbiriyle etkileşim içerisinde olan 3 temel alanda ele alınır: Teknik / performans, maliyet, çizelge. Teknik risk, hedeflenen (tahmin edilen ve planlanan) performans değerine ulaşamamanın bir ölçüdür. Maliyet riski, tahmin edilen ve planlanan maliyet değerinin aşılması durumudur. Örneğin ekonomik koşullardaki belirsizlikler önemli maliyet riski kaynaklarından birisidir. Çizelge (iş-zaman planı) riski ise riski bir işin tahmin edilen ve planlanan sürede gerçekleştirilememesinin bir ölçüdür.

Teknik riskler, maliyet ve çizelge risklerinin temel nedenidir. Teknolojik yetenekteki zafiyetlerden ve ürün / hizmet gerçekleştirme süreçlerindeki yetersizliklerden vb kaynaklanır. Ancak teknolojik yenilik yeteneğinin kuruluşların başarısı için tek başına yeterli olmayacağını vurgulamakta fayda var.

Risk yönetimi, ürünün / hizmetin düşünce aşamasından başlayarak müşteriye (hizmet alana) bir ürün / hizmet olarak sunabilmesine kadar tüm aşamaları kapsayan bir süreçtir.
Risk yönetimi hızlı kararlar ve faaliyetlerle sürekli olarak risklerin belirlendiği, hangi risklerin öncelikle çözümlenmesi gerektiğinin değerlendirildiği, risklerle başa çıkmak için stratejiler ve planların geliştirilerek uygulandığı bir sistematiktir.

Belirsizlikleri ve belirsizliğin yaratacağı olumsuz etkileri daha kabul edilebilir düzeye indirgemeyi hedefleyen bir disiplindir. Risklerin probleme veya tehlikeye dönüşmeden belirlenmesini ve en aza indirgenmesi, faaliyetlerinin planlanması ve yürütülmesini kapsar. Risk yönetiminin temel hedefi, karar verme mekanizmaları için riskleri görünür ve ölçülebilir hale getirmek, sübjektifliği azaltmaktır.

Risk, algıya bağlı bir anlam taşır. Bir kuruluş (veya kişi) tarafından yüksek olarak algılanan bir risk, bir başkası için düşük olabilir. Yüksek maliyetli hizmet süreçlerinde riskin algıdan bağımsız kılınması, ortak bir kavramsal anlayışın ortaya konması zorunludur. Risk alanları, projenin (hizmet üretiminin) her aşamasında belirlenmelidir. Süreç içerisinde diğer etkilerden doğabilecek riskler, tüm katılımcılar tarafından izlenmeli, belirlenmiş bir organizasyon tarafından yönetilmelidir. (Devamı yarın…)

Rekabet, Yenilikçilik, Ar-Ge

Rekabet, Yenilikçilik, Ar-Ge

Gürcan Banger

Dünya ekonomisi değiştikçe iş kültürü de buna bağlı olarak değişim gösteriyor. Her dönemin kendine göre özellikleri var. Yaşadığımız dönemde bir işletmenin uzak ve yakın çevresi, geçmişe oranla daha önemli hale geldi. Bu çevrede yer alan rakiplerin izlenmesi ve değerlendirilmesi ve daha nitelikli tedarikçilerle çalışılması işletmelerin hedef ve stratejileri arasında yer aldı. İşletme çevresinin en önemli unsur ise müşteri. Bu nedenle müşterinin talep ve beklentileri yanında gelişen ihtiyaçlarının anlaşılması son derece önemli bir konu haline dönüştü. Diğer yandan 20’nci yüzyılın son çeyreğinden başlayarak küreselleşmenin rüzgârıyla birlikte pazarlardaki rekabet son derece sertleşti.

Yukarıda çizdiğim çerçevenin özü, yeni pazarların bulunması ve yeni ürünlerin tasarlanıp üretilmesidir. Günümüzde sert rekabet ile mücadele etmenin başlıca iki yolu ise inovasyon (yenilikçilik) ve markalaşma olarak görünüyor. Markalaşma özellikle küçük işletmeler için zor ve maliyetli bir konu. Sanki küçük ve orta ölçekliler için yenilikçilik biraz daha ilginç gibi. Diğer yandan yenilikçilik yaklaşımının bir araştırma – geliştirme (ar-ge) anlayışı ile desteklenmesi gerekiyor.

Rekabet ve ar-ge, ekonominin her döneminde geçerli olan iki kavram. Ar-Ge kısaltmasını, araştırma - geliştirme hizmetlerini ifade etmek üzere kullanıyoruz. Ar-Ge, bilgi toplumunun önemli olgularından birisi. Sözcük, bir araştırma ve geliştirme ruhu yanında, örgütlerin bu yönünün geliştirilmesi amacıyla yapılmış yatırımları da ifade ediyor. Ar-ge kavramı, toplum ve devletten başlayıp ekonomik faaliyette bulunan firmalara ve sivil toplum kuruluşlarına kadar çok geniş bir tayfı içine alıyor. Son çeyrek yüzyılda teknolojideki önemli gelişmeler ar-genin önemini artırdı. Bu nedenle ar-ge kavramı, neredeyse günlük yaşamın unsurlarından birisi haline geldi.

Diğer yandan; bilişim ve iletişimde oluşan yüksek ivmeli gelişim sayesinde toplumsal aktörler arasındaki rekabet de son derece yüksek tempolara ve hacimlere ulaştı. Siyasal rekabet yanında sınaî ve ticari firmaların birbirilerini dikkate alan koşusu neredeyse bir spor yarışması haline dönüştü. Aslına bakarsanız; spor, ciddi bir ekonomik etkinlik haline dönüşürken, ekonomi de hem ulusal hem de sınırlar ötesi anlamda bir spor yarışması haline geldi. Özetle; ar-ge gibi rekabet de her gün artan oranda günlük iş ve sosyal yaşamımızın bir parçası olmaya devam ediyor. Yönetim uzmanları da bir kuruluşun kendi pazarındaki rekabet gücünü artırabilmesi için ar-ge yetenek ve kapasitesini artırması gereğinden söz ediyorlar.

Rekabet ve ar-ge arasındaki ilişkinin, bir anlamda yumurta-tavuk ilişkisine benzediği de unutulmamalı. Örneğin bir ekonomide pazarın rekabet koşullarında iyileştirmeler sağlanmadan o ekonomideki ar-ge ortamının gelişmeyeceği bir gerçektir. Çünkü ar-ge, uzun vadede dolaylı getirilerine rağmen masraflar bölümüne yazılan bir kalemdir. Özellikle kayıtdışı ekonominin yaygın olduğu durumlarda firmalar, rekabet şanslarını yükselen maliyetler nedeniyle yitirmemek için ar-ge yatırımlarına yönelmeyebilirler. Ar-Ge yatırımlarındaki daralma ise toplumda ve ekonomide inovasyonun (yenilikçiliğin) güdük kalmasına neden olur.

Pazarda rekabet koşullarının iyileştirilmesinin ve ar-ge faaliyetlerinin artırılmasının, ekonominin büyümesi ve istihdamın artırılması üzerinde olumlu katkıları olacağına hiç kuşku yoktur.

Rekabeti zora sokan unsurlar arasında çok ciddi bir sorun olan kayıtdışı ekonomi ile yeterli ölçüde mücadele etmeyen bir devlet yönetimi anlayışının, toplumda ve ekonomide yer alan aktörlerden ar-ge beklemeye de hakkı yoktur. Ülkenin bilimsel, teknolojik ve yenilikçi gelişiminin yolu, öncelikle kayıtdışı ile mücadele etmekten geçmektedir.

Özellikle ekonomide ar-ge etkinliklerinin artılmasının yollarından birisi, ekonomik işletmeler ile üniversitelerin etkileşimini ve birlikte iş yapma imkânlarını artırmaktır. Bu ortak platformlar için yaratıcı yol ve yöntemlere ihtiyacımız var. Bugüne kadar örneklerini gördüğümüz kuruluşlar arası protokollerin veya teknopark denemelerinin istenen ölçüde başarılı olamadığı ortadadır.

Dünya’da ekonomik savaş, giderek keskinleşiyor. Gelişmişlerle geride kalmışlar arasındaki uçurumun büyümesi tehdidini ülke olarak biz de giderek daha yakından hissetmekteyiz. Yeni çağı yakalamanın araçlarından birisi, toplumda ve ekonomide temiz rekabet koşullarında yenilikçilik, dolayısıyla ar-ge ruhunu hızla ve yoğunlaşarak geliştirmektir.

Küçük ve orta ölçekli işletmelerin kendi yapılarında bağımsız ar-ge birimi kurmalarını kolay bir görev değil. Dolayısıyla ar-ge ihtiyacının karşılanması için yeni mekanizma ve yapılanma arayışları içine girmek gerekiyor. Bu yeni yaklaşımları öncelikle düşünsel düzeyde üretecek olan da iş dünyasının kurum ve kuruluşları ile (üniversiteler gibi) bilimsel – teknolojik örgütlerimiz olacaktır.

16 Eylül 2010 Perşembe

Halk Oylamasını Yoksulluk Kazandı

Halk Oylamasını Yoksulluk Kazandı

Gürcan Banger

Eskişehir’de Anayasa değişikliğine ilişkin halk oylamasını mahalle ve sandık bazında incelediğimde; dikkatimi çeken konulardan birisi mahallelerin sosyo-ekonomik durumunun oy tercihlerine yansıması oldu. Seçimi bir kez daha yoksulluk kazandı. Tarafgir olmadan mahalle veya semt bazında yapılacak herhangi bir akılcı çalışmanın bu tespiti doğrulayacağını görebilirsiniz. Benzer sonuçları, 2009 yerel seçim sonrasında yaptığım analizde de elde etmiştim. Oy verme tercihi ile hane halkı geliri arasında mevcut olabilecek bir ilişkiyi araştıran bir bilimsel çalışma ilginç sonuçlar verecektir. Bu noktayı sosyal bilimler dalında akademik çalışma yapan değerli bilim insanı arkadaşlarıma hatırlatmak isterim.

Yukarıdaki tespitin araştırma sonuçları ile de doğrulanması durumunda (-ki doğruluğundan kendi adıma kuşku duymuyorum); herhangi bir kent yöneticisi, “Vatandaşın geçim düzeyi ya da bir gelir elde edip etmediği beni ilgilendirmez” diyebilir mi? Bir üst düzey kamu yöneticisi, “Vatandaşın geçim problemlerinden benim bakanlığım ya da yönetimim mesul değildir” şeklinde bir açıklamada bulunabilir mi? Bu soruya “Evet” ya da “Hayır” diye cevap verenler olacaktır. Ama burada bir noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Atanmış veya seçilmiş kamu yöneticisinin görevi vatandaşa hizmet etmektir. Hizmetin arkasındaki ana fikir ise daha iyi ve insana yakışır bir yaşamdır. İyi bir yaşamın gereklerinden birisi ise vatandaşın (hane halkının) geliridir.

Gelir Hakkı
Vatandaşın (hane halkının) gelir hakkı, toplumu oluşturan kişi, kurum ve kuruluşların tümünün ortak üretimi ile elde edilen hâsıladan her vatandaşın pay alması demektir. Çünkü vatandaşın insan olarak yaşayabilmesi için bu geliri elde etmesi gerekir. Bu nedenle vatandaşlık geliri –bir başka deyişle; asgari gelir hakkı– bir insanlık hakkıdır. Eğer sosyal adaletten, mevcut hâsılanın paylaşım adaletinden söz edilebilen bir dünyada yaşamak istiyorsak, vatandaşın gelir hakkını teslim etmek zorundayız.

Bir gelire sahip olmadığı için gününü aç geçirmek zorunda kalan veya yakacak satın alacak geliri olmadığı için soğuğa direnmek durumunda olan bir vatandaşın durumunu nasıl açıklayacağız? Böyle bir durumu “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” diye dile getirmek, böylece kişisel ve sosyal ruhumuzu huzura kavuşturmak mümkün müdür?

Vatandaşın (hane halkının) gelir hakkı, sadece bir yoksullukla mücadele söylemi değildir. Benzer şekilde vatandaşın gelir hakkı, hali vakti yerinde insanların yoksullara yönelik himmeti veya hayırseverlik esaslı yardımı da değildir. Asgari gelir hakkı, bir vatandaşın bir toplumda yaşadığı için elde etmesi gereken insanlık hakkıdır. Bu hak, bir yandan bireyin toplum içinde yaşamasından kaynaklanan bir sosyal hak olurken; demokrasinin ve özgürlük anlayışının günümüzde vardığı noktada aynı zamanda bir siyasal haktır. Bu nedenle siyasetin söz vermesi ve bir sosyal sözleşme ile güvence altına alması gereken bir insanlık hakkıdır.

Devletin sosyal politika yaklaşımları, genel olarak ulusal hâsılanın veya bütçenin ucundan kıyısından yoksullara bazı yardımlar sağlamak olarak algılanır. Bu süreçte çok basit ama çok önemli bir gerçek gözden kaçırılır. Bu gerçek, devletin insanın varlığı, kalıcılığı ve sürdürülebilirliği için var olduğudur.

İnsana vurgu yaparken bakışımı ‘insan odaklı bir yaşam’ söylemine kilitlemediğimi söylemeliyim. Vatandaşın gelir hakkı, çok daha büyük bir kapsam olan ‘tüm unsurlarıyla yaşam odaklı yaşam’ söyleminin bir parçası olmak durumundadır. Bir başka deyişle; sosyal ve ekonomik sistem, bir yandan vatandaşın sürdürülebilirliğini sağlarken, diğer yandan onun –canlı ve cansız– yaşamsal çevresini de koruyup geliştirmek zorundadır.

Yaşam hakkı, sadece bir varlığa sahip olan veya bir gelir elde edebilen vatandaşlara ait değildir. Yaşamın sürdürülebilirliği, bir insan olarak vatandaşlık hakkıdır. Asgari gelir hakkı da bu anlayışın bir parçası olarak insanlık hakkıdır. Ama şu noktayı da vurgulamak gerekir. Çalışabilecek olan insanın gelir hakkı, öncelikle onun istihdam edilme (iş bulabilme) hakkıdır; dolayısıyla kamunun bu yönde yatırımın, girişimin, dolayısıyla istihdamın önünü açması gereğidir.

Yoksulluk
Toplumun veya onu oluşturan unsurların ya da devletin öncelikleri, bazı vatandaşları açlığa, yoksulluğa, bakımsızlığa veya açıkta kalmaya mahkûm edebilecek kadar acil, önemli veya öncelikli olamaz. Asıl olan, yaşamın sürdürülebilmesidir. Devlet de bunun için vardır.

Bugün pek çok az ve orta derecede gelişmiş ülkede olduğu gibi; öncelikli sorun, geçim sıkıntısı ve yoksulluktur. Geçmişte ‘işçi babası’ rolüne soyunup “Şu kadar bin tane işçi çalıştırıyorum” diye övünenlerin, her krizde veya kriz riskinde yüksek sayıda işçi çıkarma planları yaptığına bakılırsa, bu sıkıntı daha da derinleşecek. Kârın yüksek ve katma değerin keyif verecek ölçüde verimli olduğu dönemlerde çalışana iş verme özverileri konusunda mangalda kül bırakmayanların, krizi görünce nasıl kendi bireysel kurtuluşlarının derdine düştüklerini bir kez daha görüyoruz.

Dünya bir küresel krizin sonuçlarını yaşamaya devam ediyor. Her ne kadar bu kriz öncekilerden farklı olarak gelişmiş ülkelerden başlasa da; olumsuz sonuçları açısından az ve orta derecede gelişmiş olanları vuruyor. Bu ülkelerde işsizlik ve yoksulluk hızla büyümeye başladı. İşin kötüsü, bugüne kadar yoksullukla mücadele adına elde edilmiş kazanımlar da hızla yitirilmeye başladı. İş dünyası, gemisini kurtarmak için öncelikle çalışanları fırtınalı denize atmakta çok arzulu görünüyor.

Ulusal ve yerel ölçekte bakıldığında; yaşanan olumsuzlukları, mevcutlardan herhangi bir siyasal partiye bağlamak gerçeği yeterince açıklamak için doğru ve yeterli olmaz. Yaşanan sıkıntılar, var olan sistemin veya sistemsizliğin sonuçları olarak görünüyor. Bu süreçte hiçbir kişi, kuruluş ya da kesimin kendini sütten çıkmış ak kaşık bulması mümkün değil. “Halkın geçim sıkıntısının ve yoksulluğunun yaratıcısı ben değilim” deyip işin içinden çıkmaya kalkan varsa; bilmeli ki, toplumda ne olup bitiyorsa, tümü devleti, merkezi ve yerel yöneticileri kaçınılmaz biçimde ilgilendirir. Ama vatandaşın gelir hakkı adına yoksullukla mücadelenin yolu, çok bilinen şekliyle “balık vermek değil, balık tutmayı öğretmektir.”

15 Eylül 2010 Çarşamba

Küreselleşme, Kriz ve Gündem - 2

Küreselleşme, Kriz ve Gündem - 2

Gürcan Banger

Dünya 20’nci yüzyılın son çeyreğinden bu yana önemli bir değişim sürecinin içinde. Bu süreçten Türkiye de nasibini alıyor. Bu nasip alma, sadece pasif bir etkilenme şeklinde değil. Önce dışsal olarak etki yapan unsurlar ulusal, bölgesel ve yerel faktörlerle eklemlenerek yeni bir konjonktürün oluşmasına vesile oluyor. 12 Eylül 2010 referandumunun getireceği yeni şartlar, bu eklemlenmenin yeni örneklerinden birini oluşturacak.

Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki devletin dönüşümü sürecini izlediğinizde; siz de bu yaklaşıma hak vereceksiniz. Kısaca söylersek, olup biten şudur: “Küresel sistemle bütünleşirsen, gerini merak etme sen!” Ama ‘gerisi’ kime yarar; orası biraz su götürür.

Küresel burjuvazi adını verebileceğimiz bu yeni olgu, bir yandan neo-liberal politikalardan beslenirken, diğer yandan da küresel güç ve yönetim merkezlerini ve neo-liberalizmin tarzını etkileyerek kendi lehine yeni bir yaklaşım oluşmasına vesile oluyor. Bu süreçte büyük veya küçük ayırımı yapmaksızın; devletlerin hiçbiri, bu yayılımın ve güç alanının etkinleşmesine karşı duramıyor. Artık küresel sermaye sınıfının sorunu, tüm ‘ulusal’ ekonomilerin sorunu olarak ortaya çıkıyor. Küresel kriz olduğunu düşündüğümüz küresel olayların, genelde bu sınıftan kaynaklandığını öğrenmeye başladık.

Başta az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere baktığımızda; bu yeni sınıfın çıkarlarının korunması görevinin, bir dönüşüme uğraması için çaba sarf edilen ulus-devlete verildiğini görüyoruz. Bu dönüşümde aygıt görevi yapacak belli başlı örgütlerin ise IMF ve Dünya Bankası olduğu gözleniyor. Her iki kurumun da aynılaşan ve küresel burjuvazinin çıkarları ile paralellik gösteren vizyon ve anlayışları bu tezi doğrular gibi.

Küresel sermayenin devlet mekanizmasından beklentileri nelerdir? Mülkiyetin korunması, ulusal ekonomiye giriş-çıkış serbestliği, ülke kaynaklarının sıkıntısız kullanımı, ekonomik ve sosyal ilişkileri kolaylaştıracak biçimde hukukun üstünlüğü, siyasal ve ekonomik istikrar, ucuz üretim kaynakları ve benzerleri… Bunların olabilmesi için devletin bu anlayışa uygun olarak dönüşmesi gerekiyor. Aslında içeride yönetim modelinin ne olduğunun fazlaca önemi de yok. Dolayısıyla ulus-devlet, kendi meşruiyet ve yönetim anlayışı açısından bu anlamda içeride rahatını bozmayabilir. Önemli olan, dış dinamiklerin ihtiyaç, beklenti ve isteklerine açık ve cevap verebilir olabilmesi. Eh, bir anlamda ‘dış müşteri memnuniyeti’… Ve tabii ki; küresel sermayenin konuşlandığı ülkelerde varlık ve durumunun korunması da yeni türden fonksiyonların başında yer alıyor.

Bir de; devletin dönüşümüne bakalım. İlk elde, ekonomideki üretim ve dağıtım sisteminin piyasaya bırakılması geliyor. Bazı yazarlar bu çerçevede oluşmuş devlet modelini ‘özel çıkarlar devleti’ olarak isimlendiriyor.

Değişimin ikinci unsuru ise ihracata dayalı bir kalkınma modeline yönelerek pazar esaslı yeni sistemle bütünleşmek. Ama ihracatın bir de arka yüzü var. Sınırlarını geçirgen tutarak ihracata yöneldiğin zaman, aynı anda sınırsız ithalat için de kapıları açmış oluyorsun. Dolayısıyla daha fazla dış satım için daha fazla dış alım gerekiyor.

Üçüncü unsur, özleştirme mekanizmasıdır. Çoğu zaman ‘minimal devlet’ şeklinde anlatılan bu yaklaşım, üretken ekonomiye girmeyen ama ekonominin düzenlenmesi ve denetlenmesi görevini taşımaya devam eden devlet anlayışıdır. Bu çerçevede devletin asli görevi, üretim ve dağıtım mekanizmalarından vazgeçerek küresel yapı ile bütünleşmiş ekonomik sistemi koruma ve kollama biçimine dönüşür.

Diğer yandan; devlet ekonomik bir aktör olmaktan geri çekilirken; sağlık, eğitim veya çevre gibi alanları da serbestleştirir. Bu kamusal alanlar, başta küresel sermaye için olmak üzere yeni birer girişim alanı haline dönüşür.

Devletin değişim ve dönüşümünü ifade etmek üzere daha pek çok unsurdan söz edebiliriz. Burada vurgulanması gereken nokta şudur. Yeni gelişen küresel sermaye sınıfının beklentilerine uygun küresel ve ulusal piyasa ortamlarının oluşması için ulus-devletin sönümlenmesine gerek yoktur. Aksine küresel sermaye, (değişikliklere uğrayabilmesine rağmen) daha uzun süre var olacağı anlaşılan ulusal sınırlar içinde güven içinde olmayı ve servis yapılmayı bekler. Dolayısıyla değişime uğrayan ulus-devlet, piyasanın kurallarını küreselliğe paralel olarak belirlemek, yorumlamak, uyarlamak ve uygulamak görevi donanmıştır. Şimdilik başlıca fark, refah devletinin reytinginin düşmesiyle birlikte bir ekonomik aktör olmaktan vazgeçmesidir.

Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin gelişim ve değişimini belirleyecek küresel çerçeve şartlar özetle bunlardır. Hiç kuşkusuz; küreselliğe eklemleyebileceğimiz etnik terör ve etnik kimlik tanıma bazı konular da sürecin belirlenmesinde etkili olacaktır. Diğer yandan küresel kriz risklerine karşı küresel düzeyde alınacak önlemlerin yansılarını da ulusal, bölgesel ve yerel düzeylerde yaşayacağız. Türkiye’nin önünde geçmişte yaşananlara oranla yeni ve farklı süreçler manzumesi var.