31 Temmuz 2010 Cumartesi

Futbol ve Verimlilik

Futbol ve Verimlilik

Gürcan Banger

Dünya Futbol Şampiyonası, futbol izleme açısından fazlaca keyif vermedi. Avrupa’da futbolun görselliğinin düşmesi ve ekonomik yönünün öne çıkması, yansımalarını bu şampiyonaya da vurdu. Diğer yandan yaklaşan futbol liglerimiz ile Avrupa’daki futbol kulüplerinin yarıştığı şampiyonalar tekrar insanları stadyumlara ve TV karşısına çekmeye başladı.

Futbol kulüplerimiz, “dünyanın parasını” verdikleri oyuncularla hazırlık çalışmalarının ardından Avrupa’da arz-ı endam ettiler. Sanırım; futbol meraklılarının tümü “büyük” diye bilinen takımlarımızın düşük performansı ile hayal kırıklığına uğradılar. Türkiye’de futbolu yükseldiği iddialarından sonra bu hafta alınan sonuçlar “Acaba?” sorularına neden oldu. Sanki üstü kum ve külle örtülmüş futbol sorunlarımız, tekrar yüzeye çıkmaya başladı.

Kendi adıma futbolcu transfer ücretlerinin başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada aşırı şiştiğini ve kulüplerin giderek yaşamakta zorluk çektiklerini düşünüyorum. Türkiye’de de kulüp yöneticilerinin özentileri sayesinde benzer bir durumu yaşıyoruz. İşsizliğin yüzde 15-20’lerde gezdiği bir ülkede istihdam ve katma değer yaratmayan bir sektöre bu denli çılgınca verimsiz yatırım yapılmasını açıklamak zor… Her yıl yabancı futbolcu transferi için milyonlarca TL’nin sokağa atılmasını anlayışla karşılamak mümkün değil.

Diğer yandan bu sorunun tek sorumlusunu futbolun yöneticileri olarak kabul etmek zor… Böyle bir süreci teşvik edip canlı tutmaya çalışan spor medyasının da hakkını vermek lazım. Magazin medyasının ardından futbol medyası da sınır tanımaz bir aşırı tüketim ortamı yaratılmasına katkı yapıyor.

Bir noktayı hatırlatmak isterim. Türkiye’de futbol terörü, artık bir endüstri ölçeğine yükselmiş olan futbolun kendisinden daha büyük (daha ölçekli) bir konudur. Bu nedenle; futbolda şiddet konusunda daha derin çalışmalar yapılması gerekir. Bence; futbolda şiddet konusu, üzerinde sektörel soruşturmaları zorunlu kılan, üniversite düzeyinde bilimsel araştırmalar gerektiren bir noktaya gelmiştir. Sadece güvenlik önlemleri ile çözülebilecek bir sorun olmanın boyutlarını çoktan aşmıştır.

Türkiye’de futbolun ikinci temel sorunu, verimliliktir. Bir başka deyişle; bu endüstrinin (ve dolayısyla kulüplerin) maddi kaynaklarının verimsiz biçimde kullanılarak heba edilmesidir. Verimlilik, bir sistemden çıkan ile sisteme giren arasındaki orandır. Bire kırk veren bir tarla, bire beş veren tarlaya göre daha verimli kabul edilir. Aynı miktar bütçe ile bir futbol kulübü, diğerinden daha başarılı sportif sonuçlar elde ediyorsa, burada başarının aynı zamanda verimliliğin de ifadesi olduğunu söyleyebiliriz. Sportif başarıyı (daha doğrusu başarısızlığı), “Top yuvarlaktır” ya da “Önümüzdeki maça bakacağız” biçiminde açıklamaya çalışmak, sporda aklın ve bilimin gereklerini gözden kaçırmak anlamına gelir. Tabii ki; insanların ana unsur olarak bulundukları futbol gibi sistemlerde, ihtimaller (hatalar, eksiklikler ve zayıflıklar) her zaman vardır; ama futbol, bir bedensel etkinlik olduğu kadar bir akıl işidir. Bu nedenle; bizim futbolumuz, (parası olabildiği durumlarda bile) genelde aklı az bir endüstridir.

Verimliliğin ana ilkesi, sistemin buna uygun örgütlenmesidir. Gerekli parasal kaynaklarınız olabilir ama gerekli ve uygun örgütlenmeniz yoksa, maddi varlığınız nedeniyle sportif başarının gelmesi bir hayalden öteye geçemez. Kulüp yöneticileri çoğu zaman kendi kentlerinde futbola olan maddi destek eksikliğinden şikayet ederler. Az buçuk mürekkep yalamış olan bazı yazar-çizer takımı ise bunu kentin maddi olarak gelişmişliğine bağlarlar. Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Her yıl Süper Lig’den düşmemek için çırpınan futbol takımları arasında, zengin kentlerin “şehir takımları” bulunmaktadır.

Futbol endüstrimizin bir diğer ana sorununun kurumsallaşamama olduğunu düşünüyorum. Ekonomik işletmelerde başarılamamış kurumsallaşma işinin, birer dernek statüsünde olan futbol (genelde spor) kulüplerinde gerçekleşmemesi son derece olağan bir durumdur. Ama bir kentin futbol kulübünün, o kentteki pek çok ticari ve sınai işletmeden daha büyük finans ve insan boyutlarında olduğu düşünülürse, işin ciddiyeti daha kolay kavranır. Bir futbol kulübünün yönetilmesi, toplam üyesi 50 veya 100’ü geçmeyen bir sivil toplum kuruluşunun yönetilmesinden çok daha ciddi bir iştir. Kısaca; futbol yöneticiliği, (bir boş zaman eğlencesi olmaktan öte) gerçekten bir “iştir” ve iş kurallarına göre yapılması gerekir.

30 Temmuz 2010 Cuma

Bir Kenti Kurmak, Geliştirmek ve Dönüştürmek

Bir Kenti Kurmak, Geliştirmek ve Dönüştürmek

Gürcan Banger

Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Meclisi’nde olağanüstü toplantısının ilk oturumunda, 5393 sayılı Kanun’da yapılan değişiklik uyarınca, 11 bölgenin Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje alanına dâhil edilmesi konusu görüşüldü. Toplam 2,5 milyon m2 alanı kapsayan projelerin hazırlanması konusu kabul edildi.

Büyükşehir Belediye Meclisi Eskişehir’de Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje alanlarının belirlenmesi ve ilan edilmesi konularını görüştü. 5 yıl içerisinde uygulanacak olan proje çerçevesinde, toplam 2,5 milyon m2´lik alanı kapsayan 11 bölge, Meclis gündemini oluşturdu. Toplantıda; Gündoğdu 1 (Porsuk Çayı´nın yanındaki bölüm), Gündoğdu 2 (Ankara Yolu´nun sağ tarafı), Gündoğdu 3 (Alpu Kavşağı çevresi), Büyükdere-Gültepe (Odunpazarı Belediye Fidanlığı yanı), Vişnelik (İl Özel İdaresi´ne ait kamu arazisi), Sazova (Fuar alanı), Küçük Sanayi Sitesi, Mustafa Kemal Paşa (Tozman Pasajı, Sıcak Sular Mevkii ve İş Bankası sırası), Mustafa Kemal Paşa - Kurtuluş (Eski Otogar, eski un fabrikası ve Asarcıklı Caddesi’nin bir bölümü), Baksan Küçük Sanayi Sitesi ve Keresteciler Sitesi’nin Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Projesi alanı olarak tespiti konusu, Bayındırlık ve İmar Komisyonu´na havale edildi.

Bu süreç, Eskişehir açısından gerçek bir sınav olacak. Neden derseniz; kentsel dönüşüm asla katılımcı demokrasiden ve katılımcı yönetimden ayrı düşünülemeyen bir konudur. Yukarıda adı geçen alanların dönüştürülmesi konusunda oralarda yaşayan insanların, kurum ve kuruluşların görüşlerinin alındığı kanaatinde değilim. Bundan sonrasında hazırlanacak projelerde halkın, o yörelerde yaşayan kentli yurttaşların görüş, talep ve isteklerine kent yöneticileri tarafından nasıl yaklaşılacağı ilginç bir muamma olarak karşımızda duruyor. Diğer yandan kentsel dönüşüm için belirlenen alanlarda yükselecek olan kentsel rantın kimlere avantaj sağlayacağını da birlikte göreceğiz.

Katılımcı demokrasi ve yönetime katılma denince; konu, ister istemez kentin sorunları ve yapılanması üzerine yöneliyor. Katılımcıların genel şikâyetleri arasında Eskişehir’in kendi halinde bugüne kadar vizyonsuz gelişi önemli bir yer tuttu. Bir güç çıkıp “Ben bu kenti yeniden yapacağım” dese, bu tezin bu kentte kabul görebileceği izlenimini taşıyabilirim. Bazı ülkelerde kentlerin baştan yaratılmasının veya yeni kentlerin planlanarak kurulmasının örnekleri görülüyor. Her kent, Eskişehir örneğinde olduğu gibi kendi gelişimi içinde denetimsiz (yağ damlası modeli ile) büyümüyor.

Kentin belli bir vizyona göre kurulması ve gelişmesi içinde belli mantık unsurlarını içeriyor. Örneğin kentlerin aşırı büyüyerek çözülemez sorunlara yol açmaları önleniyor. Yine aşırı büyümüş kentlerde yerel hizmet maliyetlerinin aşırı arttığı biliniyor. Eskişehir’in de gerçeği olan bu durumun engellenmesi, sağlıklı planlanmış kentlerle önlenebiliyor. Bir vizyona göre kurulan ve gelişen kent örneklerinde aşırı insan yoğunlaşması önlendiğinde mekânların daha yaşanabilir olması sağlanıyor. Böylece yeterli miktarda yeşil alanı olan, doğa ile ilişkisi düzgün sağlıklı kentler oluşabiliyor.

Planlı bir bakışla ele alınan kentlerde kentin sıçramalı büyümesini önlemek de dikkate alınan önemli faktörlerden birisidir. Banliyölerle (veya gecekondu bölgeleri ile) sıçramalı olarak büyüyen kentler, kentsel mekânın sürekliliğini ve bütünlüğünü yitirmesine neden olmaktadır. Böylece kent açısına örneğin ulaşım gibi yeni ciddi maliyet unsurlarının oluşmasına neden olmaktadır. Ayrıca daha sonraki dönemlerde bu tür banliyö / eski varoş bölgelerinde olağan yaşamsal akışın dışında yeniden yapılanma ve kentsel dönüşüm ihtiyaçları doğmaktadır.

Buna bağlı olarak muhtemelen itiraz edilebilecek bir noktayı daha dikkate sunmak isterim. Sosyal ve kültürel imkânları düşünülmeden yapılmış, ortak kent mekânı açısından gelişimi dikkate alınmamış toplu konut alanlarının da banliyöler gibi sıçramalı büyümeye neden olduğunu düşünüyorum. Bir dönem “kent rantının hizmetinde” görev yapan yerel yöneticiler, bugün toplu konut konusunda bu yanlışı yapma riski ile karşı karşıyalar.

Eskişehir’in gelecek vizyonu, son dönem yapılan zihinsel çalışmalarla ve kentin iç ve dış dinamikleri ile daha açık görülmeye başlanmıştır. Eskişehir, kendini giderek bir üniversite, sanayi ve kültür/tarih/termal turizmi üçlüsü ile tanımlamaya başlamıştır. Bundan sonraki gelişimi de bu tercihlere uygun olarak yapılmalıdır. Bu üç güçlü yanın ve buna bağlı fırsatların nasıl değerlendirileceği üzerine düşünmek ve bunlara bağlı yeni stratejiler ve sivil / ekonomik ortaklıklar geliştirilmelidir. Bunu yapacak olan, bizden başka kimse de yoktur.

Sözün özü şudur: İçinde demokrasi ve katılımcılık içermeyen her dönüşüm projesi halka karşı yapılmış bir harekettir. Kentli yurttaşların kendi kentlerine sahip çıkma bilincine ulaşmalarında hızlı ve çevik olmalarını diliyorum.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Eskişehir’de İstihdam Sorunları - 2

Eskişehir’de İstihdam Sorunları - 2

Gürcan Banger

Bir ilde istihdamın sorunlarını ve işsizliğin nedenlerini doğru tespit edebilmek için konunun kaynağına inmek gerekir. Son yıllarda Eskişehir girişimcilik yönünden eskiye oranla daha farklı bir profil çizmekle birlikte hâlâ bir ücretli / emekli kenti olmaya devam ediyor. Ne yazık ki; girişimcilik düzeyi istenen ölçüde değil. Dolayısıyla istihdamın orta ve uzun vadede sorunlarını çözmek için girişimcilik yeteneğinin artırılması gerekiyor.

Girişimcilik şeklinde sorunu tespit etmek ise ne yazık ki, çözüm için yeterli enerji oluşturmuyor. Kent yöneticilerinin ciddi bölümü, girişimciliğin artırılması için çoğunluğu el sanatlarından oluşan kurs açma kolaycılığının ötesine geçemediler. Girişimcilik dendiğinde; hâlâ mikro ölçekli (var ile yok arası) iş girişimleri anlaşılıyor. Diğer yandan işsiz insanlara verilen girişimcilik eğitiminin fiili işe (getirili bir mesleğe) dönüşmediği gün gibi ortada. Girişimcilik eğitimi; gerekli iş geliştirme danışmanlık hizmetleri ve finansal imkân yaratmalarla sürdürülebilir biçimde desteklenmediği sürece bir sonuca ulaşamıyor. Diğer yandan bu türden girişimcilik eğitimlerinin (en azından bunların bir bölümünün) hayatı boyunca üretip satarak 1 TL kazanmamış eğiticiler tarafından verilmesi ise sorunun bir başka boyutunu oluşturuyor.

İstihdam konusunda bir diğer önemli sorun ise bu konuyu çözmek isteyenlerin genel olarak yerel ve bölgesel ekonomide var olan fırsatlar ve tehditler konusunda yeterince donanmamış olmaları. Diğer yandan buna nitelikli işgücü ile iş dünyasının işverenleri arasındaki iletişim eksikliği eşlik ediyor. Bu bağlamda işsiz kişilerin kendilerine iş verecek işletmelere (‘kurumsal’ olarak) yönlendirilmesinde de sorunlar olduğunu biliyorum. Detaylarına girmek istememekle; birlikte yanlış ‘kurumsal’ yönlendirmelerin, işletmelerdeki çalışanların kalıcılığını ve uzun süreli çalışma durumunu olumsuz etkilediğini duyuyorum.

Bir bölgenin istihdam yaratmasının en belirgin koşulu, o yerleşimin istihdamı destekleyecek biçimde yatırım almasıdır. Hiç kuşkusuz; Trakya, İstanbul, Kocaeli ve Bursa bölgelerindeki doluluk ve artan yatırım maliyetleri Eskişehir’i yeni cazibe merkezi haline getirmektedir. Eskişehir’in nitelikli özellikleri ve görece düşük yatırım maliyeti, kentin bir çekim merkezi haline gelmesini sağlayacaktır. Ancak lojistik (taşıma) açısından önemli bir sorun varlığını sürdürmektedir. Bunun çözümü, Eskişehir’i Mudanya veya Gemlik üzerinden denize bağlayacak olan demiryoludur. Bu hattın yapımı ile Eskişehir, sanayi için gerçek anlamda bir yeni yatırım merkezi olurken istihdam sorununu da uzun vadeli olarak çözecektir. Eskişehir’i denize bağlayacak olan demiryolu ihtiyacını kavramayan kişi ve kuruluşun, Eskişehir’in ekonomik gerçeğini özümsediğini söylemek mümkün değildir.

İstanbul Sanayi Odası geçtiğimiz günlerde 2009’da ülkenin en büyük 500 sanayi işletmesini açıkladı. Bu firmalardan Eskişehir’ kayıtlı olan sayısı 8’dir. Bir diğer istatistiğe göre Anadolu’nun en büyük 1000 firması arasında yer alan Eskişehir firmasının sayısı ise 9’dur. Bu sayıların bize verdiği ipucu, Eskişehir’de firma ölçeğinin sermaye ve ciro yönünden küçük olduğudur. Bu konuda bir diğer gösterge ise Eskişehir’de bankaların, kredi veren kuruluşlar olmaktan daha çok ‘mevduat bankası’ özelliği göstermeleridir. Tüm bu verileri birleştirdiğimizde; Eskişehir firmalarının sermaye, ciro ve kârlılık yönünden güçlenmeleri gerektiği ortaya çıkar. Firmaların gelişmeleri, iyileşmeleri ve büyümeleri, istihdamın kurumsal olarak çözümünün ana eksenlerinden birisidir. Dolayısıyla yerel ve bölgesel ekonomimizde işbirliklerinin, firma birleşmelerinin ve kümeleşmelerin desteklenmesi ve teşvik edilmesi gerekiyor.

İstihdamın sorunlarının çözülmesinin bir diğer boyutu ise örgütsel yapıların ve işleyişin iyileştirilmesidir. Bu kapsamda üniversitelerin eğitim, müfredat, uygulama, staj ve ders dışı mesleki gelişim konuları iyileştirmeleri gerekiyor. Benzer çalışmaların meslek okulları açısından da yapılması lazım. Diğer yandan çağdaş yönetim, üretim yönetimi, imalar usulleri ve tasarım gibi alanlarda okul dışı eğitim ve destek kuruluşlarının gelişiminin sağlanması gerekiyor. Ayrıca meslek odalarının istihdam konularını ele almak üzere kendi yapılarında birimler oluşturmaları yararlı olacaktır.

Her hükümet döneminde istihdamı artırmak için bazı önlemler düşünülür ve uygulamaya çalışılır. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; istihdam sorunlarının çözülmesinin önündeki engellerin başında siyasal iktidarlar, bürokrasi ve mevzuat gelir. İstihdamı çözmek için önce kafaları değiştirmek lazım.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Eskişehir’de İstihdam Sorunları

Eskişehir’de İstihdam Sorunları - 1

Gürcan Banger

Hiç kuşkusuz; bir ilin ya da yerleşimin istihdam sorunlarını birkaç cümle ile özetlemek mümkün değil. Bu nedenle ancak bazı satır başlarına ve dikkatimi çeken noktalara değineceğimi öncelikle belirtmek isterim.

Yüksek okullaşma oranı ve iki üniversitesi ile Eskişehir, insan kaynağı yönünde övündüğümüz bir kenttir. Fakat okumuş insan kaynağının istihdama dönüşmesi açısından yaklaştığımızda durumun beklenenin altında olduğunu görüyoruz. Ancak bu tespiti yaparken Eskişehir’in eğitimlilik (daha doğrusu diplomalı okumuşluk) açısından pek çok Anadolu’nun kentinin önünde olduğu tespitini de yapmalıyız.

Eskişehir, kent merkezinin nüfus olarak aşırı büyümüşlüğü ile dikkati çeken bir ildir. Yaklaşık olarak il nüfusunun yüzde 85’i kent merkezinde yaşamakta. Bu durumun nedenlerinden birisi ilçelerde ve kırsal kesimde yaşayan nüfusun hızla kent merkezine akmasıdır. Her ne kadar kırdan kente gelenlerin kırla ilişkileri tam anlamıyla kesilmese de; bu durum, kırsal kesimde (tarım sektöründe) istihdam edilen nüfusun hızla azalmasına neden oluyor. Kırsal kesimde istihdam hızla düşerken, yaklaşık aynı oranda kent merkezindeki işsizlik oranı yükseliyor. Kent merkezindeki işsizliğin bir yandan da hizmetler sektöründe aşırı şişkinliğe neden olduğunu söylemek gerekir.

Eskişehir’deki üniversiteler kentte yerleşik olarak 18-26 yaş diliminde 35-50 bin dolayında öğrencinin bulunmasını sağlıyor. Bu durum, kent için bir katma değer yaratmakla birlikte aynı zamanda bu genç nüfus, boş işlerin taliplilerini oluşturuyor. Öğrenci nüfusun okuldan artırdıkları zamanı, kısmi zamanlı işlerde çalışmak için kullanmaları bir yandan tam zamanlı istihdam için engeller yaratırken, diğer yandan çalışan ücretleri ortalamasının düşmesine neden oluyor. Genç öğrenci nüfusun özellikle hizmetler sektörünün fazlaca nitelik gerektirmeyen işlerine talip olduklarını söyleyebiliriz.

Bu arada bir tespitimi daha iletmeliyim. İstihdam yaratacağı vaveylaları ile açılan / açtırılan büyük alışveriş merkezlerinin (AVM’lerin) Eskişehir’de yarattığı ek istihdamın yüzde 5-6’dan daha fazla olmadığı biliniyor. Bu küçük oranın ciddi bir bölümünü kısmi zamanlı olarak çalışan öğrencilerin doldurduğu düşünülürse; AVM’lerin istihdam anlamında (yerel yöneticilerimiz tarafından aksi iddia edilmesine karşın) beklenen genişlemeyi sağlayamadığını kolaylıkla görürüz.

Eskişehir’de yaşanan istihdam sorununun tümüyle iş / pozisyon yetersizliği nedeniyle oluştuğu gibi bir yanlışa düşmemek gerekir. Ekonomik işletmelerin insan kaynağı ile ilgili sorunları araştırıldığında; pek çoğunda boş pozisyonların olduğu görülür. İşletme sahipleri ve yöneticileri proje mantığına hakim mühendis, nitelikli yönetici, yetkin mavi yakalı personel bulamadıklarından şikayet etmekteler.

Bu durumda aklımıza şu soru geliyor: Her yıl mezun olan genç mühendisler, iktisatçılar, işletmeciler veya diğer diploma sahipleri ile ilgili sorun nedir? İşletme yöneticileri neden bu genç insanları tercih etmiyorlar? Nedenini yukarıda özetlemiştim. İşletmeler için işe başvuru yapanın diploma sahibi olması yeterli değil.

Eksik olan nedir? Eksiklik ve zafiyet, okulda verilen derslerin ve yapılan uygulamaların işe kısa zamanda uyum sağlamak için yeterli olmayışıdır. Orta ve yüksek düzeyli okulların teorik ve uygulamalı müfredatları, iş dünyasının talep ve beklentilerinin gerisinde kamış gibi görünüyor. Bu nedenle ya üniversiteler müfredat olarak bir farklılaşmaya gidecek ya da kentte diploma sonrası uygulamalı eğitim veren yeni mekanizmalar oluşturulacak.

Şu an Eskişehir’de gerçekleştirilen iş ve meslek eğitiminin özellikle uygulama açısından zayıf ve eksikli olduğunu görmek için bir soruşturma yapmaya gerek yok. Diğer yandan hangi alanlarda uygulamalı yetkinlik gerektiğinin ciddi biçimde araştırılması gerekiyor. Tabii ki; bu soruşturmanın ardından da elde edilen sorunlara çözüm olacak uygulamalı eğitim sürecine girilmek zorunda.

27 Temmuz 2010 Salı

“Evin Asabi Erkeği” - 2

“Evin Asabi Erkeği” - 2

Gürcan Banger

“Evin asabi erkeğinin” ilk özelliğinin kendisinin bile farkında olmadığı aşırı duyarlılık hali olduğunu söylemiştim. Ayrıca aşırı duyarlılığı nedeniyle sinirlenmesinin ve hırçınlaşmasının arkasında; her olayda kendisine karşı kasıtlı bir durumun yaratılmak istendiği yanılsaması içinde olduğunu eklemiştim. “Evin asabi erkeğinin” çevresindeki insanlar gerçekte ruhsal bir arıza olan aşırı duyarlılık halini, işbu erkeğin “ayağına basmamaya” dikkat ederek dolayısıyla gazaba / tacize uğramayacak biçimde çalışırlar.

Evde, ofiste, çarşıda, sokakta veya maçta karşılaşabileceğiniz “evin asabi erkeğinin” ikinci özelliği, sürekli endişelilik halidir. Endişe, müstakbel bir tehlike veya zor durum karşısında insanın içinde duyduğu gizli, acı veren, belli belirsiz güvensizlik duygusudur. Bir başka şekilde ifade edersek; endişe, gerçek veya hayali bir tehdit karşısında meydana gelen tedirginlik, belirsizlik ya da korku durumudur. Endişenin denetlenmeyerek ileri aşamalara varması; kronik hale gelmesini sağlayarak uykusuzluk, düzensiz beslenme, alerji ve yüksek tansiyon gibi sonuçlar vermesine neden olabilir.

“Evin asabi erkeğinin” endişeleri ise işini kaybetmek, sevdiğini yitirmek, başarısız bulunmak, toplumun veya yöneticilerin gözünde küçük düşmek, ailenin kendisini değerli bulmaması ya da sağlığını kaybedip yaşamını sürdürmekte zorluklarla karşılaşmak gibi konulardır. Bu endişelerin arka planına baktığımızda; gene “evin asabi erkeğini” var eden bedensel sorunların yansıları yanında özgüven eksikliği, çevreye olan güvensizlik, ilişki kurmakta sorunlar ve cinsel performans değişimleri gibi problemleri görürüz. Çoğu zaman endişenin görünümü ile endişenin gerçek kaynağı çok farklı olabilir. Aynı şekilde; “evin asabi erkeğinin” endişeye tepki olarak verdiği davranış tarzı da bağırıp çağırma / taciz / aşağılama / karalama / düzeysiz eleştiri gibi farklı şekillerde olabilir.

Kediler için sıklıkla anlatılan bir örnek, köşeye sıkıştırıldıklarında saldırdıkları şeklindedir. Her canlı kendini zor durumda veya çıkmazda hissettiğinde o anki durumuna, kişisel kültürüne ya da ruhsal durumuna göre bir tepki verir. “Evin asabi erkeğinin” ruhsal sorunlu halini ifade eden ipuçlarından bir diğeri, kendini çıkmazda hissetme hali ve bu duruma verdiği tepkidir.

Kendini çıkmazda ya da çözümsüz hissetme hali için bazı örnekler verebiliriz. Örneğin evde eşinin aşırı talepleri karşısında bir çözüm üretmekte zorlanan “evin asabi erkeğinin” hali böyledir. Örneğin çalışma ortamında yükselmek isteyen ama “önünü tıkayan” başka çalışanların olduğu durumda “ofisin asabi erkeği” kendini aşırı sınırlanmış ve çözümsüz hisseder. Genel anlamda kendini açmazda hisseden “evin asabi erkeği” çözümsüz bir engellenmişlik duygusu içindedir. Yaşamlarını daha nitelikli hale getirme konusunda ellerinin kollarının bağlanmış olduğu duygusuna takılırlar. Onlar için aile, arkadaş veya iş ilişkilerinde uyum sağlanması (kabul edilmesi) zor şartlar, aşılma imkânı görülmeyen yüksek engeller mevcuttur. Böyle bir durumda engelleri oluşturan kişi veya kuruluşların, “evin asabi erkeğinin” bir eleştiri / karalama taarruzuna uğramaları hiç şaşırtıcı değildir.

Engelleme, incinme veya gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisine “öfke” adı verilir. Eşdeğer olarak kızgınlık, hışım, hiddet, gazap gibi sözcükler de kullanılır. Öfke belirtisi, “evin asabi erkeğini” tespit etmek için kullanılabilecek bir diğer ipucudur.

“Evin asabi erkeği” kendi kural ve şartlarına uygun bulmadığı davranış ve hareketlere karşı tepkisini çoğu zaman öfkeye başvurarak göstermeyi tercih eder. Onun öfkeli hali memnuiyetsizliğinin ya da kendisini engelliyor olarak algıladığı kişi ve kuruluşlara yönelik düşmanlığının ifadesidir. “Evin asabi erkeği”, başlangıç durumunda öfke ile kalkıp saldırganlık ile tepkisini sürdürebilir. Dışa dönüklük durumunda tepki; bulunulan ortama, sosyal kültürüne ve özdenetimine bağlı olarak şiddete kadar varabilir. İçe dönük durumlarda ise depresyon gibi sonuçlar (ya da kişinin kendisine zarar vereceği, şiddeti kendi üzerinde uygulayacağı diğer tepki biçimleri) oluşabilir.

“Evin erkeğinin” öfkeli olması, geleneksel kültürde ona yakıştırılan bir durumdur. Büyükbaba, baba veya büyük ağabey olmanın şartlarında birisi asabilik gibi kabul edilir. Asabi olan da öfkeli olmaya hak sahibidir. Bu nedenle “evin asabi erkeğine” ilişkin sorunlar, gene onu öfkelendirmemeye çalışılarak çözülür. Daha doğrusu; böyle davranmanın çözüm olduğu düşüncesi hâkimdir.

Öyle sanıyorum; “evin asabi erkeğine” sıklıkla yakıştırabileceğimiz bir diğer özellik aşağılık duygusu olmalıdır. Onun (genelde farkında olmadığı) ruhsal sorunları karşısında verdiği tepki ile aşağılık kompleksinin hegemonyası altında kalmış kişilerin tepki ve davranış modellerinin benzerliği gözden kaçmamalı.

Yukarıda çizdiğim çerçevede kalan ruhsal sorunlar konusunda çalışmalar yapan bir uzman, “böyle bir ruh halinin önyargılı ve kısıtlı” düşünmeye yol açtığını söylüyor. “Evin asabi erkeğinin” sorunlarını çözmek için uzman desteğine ihtiyaç olduğu konusunda hiç kuşku yok. Sanırım; en zoru, bu desteğe ihtiyacı olduğuna ilişkin olarak “evin asabi erkeğini” ikna edebilmekte… Eğer yukarıda saydıklarıma benzer gözlenebilir sıkıntılar yaşıyorsanız, belki de bir uzmanın yardımını doğrudan talep ederek çevrenizdeki insanların yaşamlarını (en önemlisi kendi yaşamınızı) kolaylaştırmak ve daha kaliteli hale getirmek için adım atabilirsiniz.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

“Evin Asabi Erkeği”

“Evin Asabi Erkeği” - 1

Gürcan Banger

Psikoloji; bir grubu, bir bireyi belirleyen hareket etme, düşünme, duygulanma biçimlerinin bütüne verilen isimdir. Bu konuları inceleyen ve araştıran bilim dalına da psikoloji adı verilir. Ruh bilimi veya ruhiyat da denir. Bir başka benzer sözcük ise psikiyatridir. Ruh ve sinir hastalıklarıyla, kişide görülen önemli uyumsuzlukları önleme, teşhis ve tedavi etmeyle uğraşan uzmanlık dalına psikiyatri ismi verilmiştir.

Gerek psikoloji gerekse psikiyatri çağımızın önemli bilim dalları arasında yer alır. Her iki dal da tıbbın diğer alanlarına göre oldukça yeni sayılır. Psikoloji ve psikiyatri konularında yapılan önemli çalışmalar genelde kökenini 19’uncu yüzyılda bulur. Bilim alanında geliştirici ve teorik katkı yapıcı özelliklerde eksik ve zayıf oluşumuz nedeniyle ülkemizde bu iki bilimsel dal daha geç gelişmiştir. (Osmanlı döneminde ruh sağlığı konusunda bazı çalışmaların ve kuruluşların varlığına rağmen bunların bir bilim dalına önayak olduğunu söylemek mümkün değil.)

Ruh bilimi ve ruh sağlığı konusundaki sosyal algı ise tarihsel olarak toplum katmanlarında çok daha yavaş gelişmiş. Ruh sağlığı aşırı derecede bozuk olanlar “deli” denilip geçilmiş. “Delilik mertebesine erememiş” olanları ise “asabi” ya da “sinirli” veya “çabuk dellenir” diye isimlendirip buna göre pasif pozisyon almayı denemişiz.

Geleneksel kültürümüzde baskın olan erkektir. O, ya evin babasıdır ya da büyük erkek kardeştir. Eğer dede veya büyükbaba gibi yaşça babadan büyük olan varsa “sinirli” ya da “asabi” olma hakkı ona aittir. O kızar, bağırır çağırır. Çok “sinirlenirse” kırar döker. Ama “evin direği” olduğundan dolayı bu davranışından daha fazla anlam çıkarılmaz. Sadece huyuna suyuna gidilmeye çalışılır. Onun kızıp sinirleneceği konular “el altından” halledilir. Diğer yandan “evin erkeğinin” sinirli hali onun otoriter, her şeyi bilen ve her şeye hâkim karakterinin olağan bir göstergesi gibi de anlaşılır ve sorgusuzca kabul edilir.

20’nci yüzyılla birlikte ruh sağlığı konusunda çalışmalar büyük bir hızla gelişti. Bu dal, insan sağlığı ile ilgili üniversitelerin önemli birimlerinden birisi haline geldi. Bu alanda yeni yöntemler, teknikler ve araçlar geliştirildi. Çok sayıda bilimsel çalışma üretildi; akademik toplantılar yapıldı; kitaplar ve makaleler yazıldı. Psikoloji ve psikiyatri, özel uzmanlık dallarına ayrılıp kendi gelişimini çeşitlendirdi. Bu alanda toplumun ilgisine yönelik popüler kitap sayısında hızlı artış oldu. Bir kısmı ‘sahte bilim’ diyebileceğimiz nitelikte de olsa; ruh sağlığı konusunda ulaşılabilir bilgi miktarı arttı.

Yukarıda kısaca özetlediğim çerçevede insanların birbirlerini daha iyi anlamalarını sağlayabilecek bir bilgi ortamı oluştu. Artık olağan dışı insan davranışlarının nedenleri hakkında daha fazla bilgimiz var. “Evin erkeğinin” sinirli davranışlarını açıklamak için elimizde yeterince “malzeme” var.

İnsan bedeninin ruhsal ve sinirsel davranışlarını büyük ölçüde bedendeki biyokimyasal değişimler, hormonal dalgalanmalar ve cinsel kimliğin niteliğindeki değişim etkiliyor. İşte; bu etkiler; evin erkeğinde aşırı duyarlılık, endişe, asabiyet veya öfke durumu oluşturabiliyor. (“Evin asabi erkeği” derken sadece bilinen bir örneğe işaret etmek istiyorum. “Evin asabi erkeğine” iş ortamında, ofiste, okulda, sokakta, bilimsel toplantıda, çarşıda veya futbol maçında da rastlayabilirsiniz. Dolayısıyla “evin asabi erkeğine” bir başka örnek olarak “ofisin sinirli erkeği” veya “çarşının asabi erkeği” de diyebiliriz.)

Hiç kuşkusuz; “evin asabi erkeği” olma durumuna işaret eden bazı ipuçları var. Bunlardan birisini “aşırı duyarlılık” olarak belirleyebiliriz. Yapılan bilimsel çalışmalara göre; aşırı duyarlı erkekler, genelde böyle bir özelliğe sahip olduklarının farkında olmuyorlar. Alınmalarına neden olan hareket ve davranışların, kendilerini sinirlendirmek üzere yapıldığı kanısına sahipler. İşin ilginci; (açıkça bilinen bir durum olmadığından) erkeğin aşırı duyarlı yanını rahatsız eden kişi de neden bir rahatsızlık yarattığını, o erkeğin neden “sinirlendiğini” anlamakta zorluk çekiyor.

“Evin asabi erkeğinin” durumu, başı ağrıyan ama bunu kimseye söylemeyen (hatta söylememekte ısrar eden) kişinin durumuna benzer. Bu durumdaki erkek, kendisi ile diyalog kurmak isteyen bir başka kişinin kendi ağrısını artırmaya, kendisini rahatsız etmeye yeltendiği kanısına sahiptir. Benzer bir durumda; “evin ya da ofisin asabi erkeği” için yapılmaya çalışılan bir “iyilik”, rahatsızlık verici bilinçli bir eylem olarak algılanır. Dolayısıyla asabi erkek için “iyi ve yararlı” bir iş yapmaya çalışan kişi de aldığı olumsuz tepkiden şaşkınlık içinde kalır. Durum ne olursa olsun; “evin asabi erkeğinin” karşısında kabahatli olan ve zılgıtı yiyen, iyilik yapmaya çalışan olur.

Böyle bir durumda; “evin asabi erkeği” için iyilik yapmaktan mı vazgeçmeli, yoksa onu psikiyatrik tedavi için ikna mı etmeli? Bu soruyu ev ödevi olarak bırakıyorum. Konuya yarınki köşe yazısında devam edeceğim.

25 Temmuz 2010 Pazar

Meşk ve Ney

Meşk ve Ney

Gürcan Banger

Doğu kültüründe müziğin yeri Batıdakinden biraz farklı... Felsefe, din ve müzik Doğuda fazlasıyla iç içe geçmiş bir görünüm veriyor. Bu bağlamda Doğu müziğinin en önemli enstrümanı olan neyin de özel bir yeri var. Bir bakıma ney, bendir ile birlikte Doğu felsefesinin, dolayısıyla Doğu müziğinin temel enstrümanlarından biri olarak duruyor.

Görünüm ve yapım açısından en basit yapılı saz olan ney, muhtemelen felsefe ve insanla iç içe geçmiş yapısını bu özelliğinden alıyor. Genelde saz bitkisinden (kargı kamışından) bir boruya delikler açarak yapılıyor. Bu delikler, diğer enstrümanlardaki perdeler anlamına geliyor. Bizim geleneğimizde örneğin bağlama çalmak dendiği halde; ney için üflemek sözcüğü kullanılır. Ney üfleme tabirinin kullanımı, bu saza verilen önem ve değerle ilgilidir. Üflemenin mecazi anlamı, yaratıcının (İslam dininde Allah’ın) insanı yaratışında ruhunu bedene üflemiş olması benzetmesinden kaynaklanır. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk’te ifade ettiğine göre ölüm törenlerinde acıyı anlatan sagu söylenirken ney üflenirmiş.

Ney, çalma (üfleme) tarzı açısından da pek çok nefesli Batı ve Doğu çalgısından ayrılır. Ney üfleme becerisi, emek ve zaman ister. Diğer nefesli sazlarda olduğu gibi ilk ele alışta (üzerine delikler delinmiş boş bir boru olan) neyden bir ses çıkarmak mümkün değildir. Bu nedenle ney üflemek, bir ustalık ve duyumsama yetkinliği ile eş tutulur.

Neye merak salana kadar müziği unutmuş gibiydim. Ney vesilesi ile sonunda müziğe haksızlık ettiğimin farkına varabildim. Gecenin bana ait olan geç saatlerinde odamda beynimin sınırlarında dolaşarak çalışırken, zaman zaman değişik türlerde müzik dinlediğim halde bu konuda yazmayı, nedense aklıma getirmemişim.

Sevdiğim müzik türlerinin başında halk türküleri gelir. Bir uzun havanın, bozlağın, mayanın, ağıtın (velhasıl bir yanık türkünün) verdiği lezzeti pek az müzik türünden alabiliyorum. Başka ülkelerin halk müziğini de dinlemeyi seviyorum. Sanırım, insan sesindeki o doğallığı duymak, o insani ses titreşimlerini en yalın biçimiyle hissetmekten hoşlanıyorum.

Klasik Türk müziği kapsamında düşünebileceğimiz Osmanlı-Türk musikisi ise ben de bir görkem ve soyluluk duygusu uyandırıyor. Bu müzik ile en sade insani duygular bile bir görkem zirvesine ulaşıyor bence.

Bu soylu müzik türü, esas olarak Osmanlı-Türk kültürüne dayanıyor. Köklerini bu kültürde bulup orada yeşerip bir dev ağaç halini almış. Bu müziğin öğrenilmesi, icra edilmesi ve nesiller arasında aktarılması Batı müziğine göre önemli farklılıklara sahip.

Osmanlı-Türk musikisinin Batı müziğine göre bazı ciddi teknik farklılıkları olmakla birlikte ana ayırım noktası temel öğretim yöntemi olan meşk üzerine kurulmuştur. Meşk, bir usta-çırak ilişkisidir.

20’nci yüzyılın ilk çeyreğine kadar klasik Türk musikisi öğretimi ve aktarımı meşk adı verilen yaklaşıma uygun olarak yapılırdı. Meşk, eski kullanım biçimiyle bir öğretmenin aynını yapmaları için öğrencilerine verdiği yazı, resim veya benzeri örnek anlamına gelir. Müzik olarak düşündüğümüzde ise meşk, müzik parçasının ses ve saz olarak öğretmen ile birlikte söylenip çalınması demektir. Müzik meraklılarının zamanın ustalarından ders aldıkları mekânlara da ‘meşkhane’ adı verilirdi.

Meşk, müzik öğretimi açısından oldukça basit bir yöntemdir. Önce müzik parçasının sözleri öğrenciye yazdırılır, ardından öğrenci, ustanın (hocanın) çalıştırdığı örneği, doğru biçimde icra edinceye kadar tekrar ederdi. Burada doğruluk ölçüsü, hocanın icrasına benzetebilmekti.

Bir icracının başarısı, bir eseri doğru okuması kadar çok sayıda eseri hıfz etmiş (ezberlemiş) olması ile ölçülürdü. Osmanlı-Türk musikisi eserlerinin doğru biçimde ezberlenmesi aynı zamanda bunların kuşaklar arasında aktarılabilmesini de sağlıyordu. Bu öğretim modeline destek veren, özellikle 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında basılmış ünlü güfte ve usul dergileri vardı. Klasik Türk musikisine meşke alternatif olarak Batı tarzı nota yaklaşımlarının girmesi, ancak 20’nci yüzyılın ilk çeyreği sonrasında gerçekleşmiştir.

Tabii ki, meşk yönteminin bazı sakıncaları da görülmüştür. Bu yöntemde güfte ve usul işaretleri dışında yazı ve nota kullanılmadığı için bazı eserlerin kaybolup gitmiş olması şiddetle muhtemeldir. Kaybolmanın ana nedeni, meşkin dayanak noktasını oluşturan ezberleme yaklaşımıdır. Örneğin o dönemde pek ilgi görmeyen eserlerin ezberlenmemiş ve aktarılmamış olması bir olasılıktır. Yine icrası çok zor olan eserlerin aktarılamamış olması ihtimali de yüksektir.

Meşk (hele ki, aşk ile meşk), geleneksel sanatın bize bıraktığı özgün bir mirastır. Bu geleneksel kültür unsurunun hatırlanıp bilinmesinde yarar umarım. Bu arada; ister klasik, ister çağdaş bir müzik aletini çalmayı, bir müzik türünü icra etmeyi deneyin, müziği dinlemenin ötesinde icra etmenin keyfine varın, derim. Belki birer usta olamayız ama amatör icracılar olarak tat alabileceğimiz bir keyif noktası olsa gerek.

İnsanın olağan yaşamı dışında ilgileri, merakları ve hevesleri olmalı. Bir enstrüman çalmaya çalışmak insanı ruhen dinlendiren uğraşılardan birisi… Aynı zamanda ruh tatmini açısından besleyici özelliği de var. Örneğin ney konusunda yapacağınız bir okuma, ruh ve müzik arasındaki bu bağlantıyı açıkça ortaya koyacaktır. Müziğiniz eksik olmasın…

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Demokrasi Diye Bir Şey…

Demokrasi Diye Bir Şey…

Gürcan Banger

Bu ülkede beni en çok şaşırtan kavramların başında demokrasi gelir. Söze gelince pek bol, yaşamaya gelince gayet kısıtlı ve sınırlıdır. Demokrasi havarilerinin hegemonyacı olduklarını görmek hayli olağandır. Aynen yalanların istatistiklerin arkasına saklandığı gibi; yalanlar da demokrasi iddialarının arkasına ustalıkla gizlenir. Son Anayasa değişikliği ve referandum süreci ile bu toz duman durumunu ve körebe oyununu bir kez daha yaşadığımız kanaatindeyim. Öyle bir süreç ki; oylamaya sunulan paketle verilecek oyun renginin ve amacının ilgisi olmayan bir durum… Demokrasinin bunun neresinde olduğu ise hiç belli değil.

Dünyada son 50 yıl değişimin hızlanarak yaşandığı bir dönem oldu. Küreselleşme, değişimi yaygın hale getirdi. Olumlu ve olumsuz boyutlarıyla değişiklikler, kolayca dünyanın her noktasına yayılır oldu. Kendini teknoloji ve ekonomi alanlarında görünür kılan bu eğilim; ideolojileri, söylemleri, yaşam tarzlarını ve düşünce yaşamını da etkisi içine aldı.

Toplumlarla ilgili kavramların, ele alındıkları çağa bağlı olarak anlam ve içerikleri değişebiliyor. Örneğin sıklıkla sözünü ettiğim ‘sivil toplum’ böyle bir kavramdır. Aynı kavram kentlerin oluşmaya başladığı ve devletin ortaya çıktığı çağlardan başlayarak kullanılmasına rağmen örneğin Platon, Aristo, Jean Bodin, Hegel, Marx veya Gramsci gibi düşünürler tarafından farklı anlamlarda kullanılmış. Bunlara Hobbes, Locke, Rousseau, Burke veya Fichte gibi değişik düşünürleri de ekleyebiliriz. Bu yazar ve düşünürlerin yaptıkları ‘sivil toplum’ tanımlamaları da birbirinden (ve özellikle bugünkünden) farklı olmuş.

Bugün sivil toplum literatüründe yaygın olarak kullanılan tanımlardan birisi Larry Diamond’a aittir: “Sivil toplum; örgütlü sosyal yaşamın gönüllü, kendi kendini üreten, kendi kendini destekleyen, devletten özerk olup bir yasal düzen veya ortak kurallarla bağlı alanıdır. Sivil toplu, özel yaşam ile devlet arasında duran aracı bir varlıktır.” Hiç kuşkusuz; ‘sivil toplum’ gibi zaman içinde yeniden tanımlanma ihtiyacı ortaya çıkan bir diğer kavram da demokrasidir. Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan sivil toplum ve demokrasi kavramlarının birlikte değişim geçirmelerini olağan karşılamak gerekir.

Basit olarak tanımlarsak; demokrasi, halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimidir. Bir başka deyişle demokrasi, halkın kendi kendisini yönetmesidir. İlk çağların küçük kent devletlerinde yurttaşlar kent merkezinde (örneğin agora adı verilen çarşıda) toplanarak ortak meseleleri konuşur ve karara bağlarlarmış. O zamanın demokrasi tanımı böyle imiş. Herkesin kendi oyunu kullandığı bu modele ‘doğrudan demokrasi’ adı veriliyor.

Ölçeği büyümüş ülke ve kentlerde bu yolu kullanmak mümkün olmadığından yurttaşlar, kendi görüşlerini temsil etmek üzere temsilciler seçmişler. Bu temsilciler halk adına karara ve yönetime katılmışlar. Böylece demokrasi kavramı, temsilcilerle kullanılan egemenlik biçimine dönüşmüş. Bugün bu anlayışa ‘temsili demokrasi’ diyoruz. Günümüzde demokrasi dendiğinde çoğunlukla kast edilen, temsili demokrasi anlayışıdır.

Çağımızda doğrudan demokrasi anlayışına dönme yönünde bir eğilim var. Ama fizikî koşullar şimdilik buna imkân vermiyor. Belki bilişim – iletişim ağlarının çok gelişmesi ile bulunduğumuz yerden egemenlik hakkını (yani yurttaş olarak herhangi bir konu hakkındaki tercihimizi belirten oyumuzu) kullanabileceğimiz yeni bir dönem olacak. Ama kesin olan şu ki; demokrasi olarak adlandırılmaya alışılmış temsili demokrasi, bugün artık yurttaşları tatmin etmemekte. Demokrasi kavramındaki çağdaş açılımların altında da temsili demokrasinin eksiklikleri ve halkoyunu yansıtmaktaki zafiyetleri var.

Günümüzde temsili demokrasinin kısıtlamalarını aşarak doğrudan demokrasiye yaklaşabilmek için ‘katılımcı demokrasi, çoğulcu demokrasi ve yönetişim’ olmak üzere üç ayrı kavramdan söz ediyor ve bunları yaşamda gerçekleştirmek üzere yol ve yordamlar arıyoruz. Bu arayışların temelinde temsilciler aracılığı ile uygulanmaya çalışılan temsili demokrasinin, oy çokluğu nedeniyle belli bir grubun hegemonyasına dönüşmesi riski yüzündendir. Örneğin seçimlerde yüzde 33 oy alan bir siyasal parti, iktidarın tamamına sahip olabilmekte ve böylece çoğunluktan kaynaklanan bir sosyal veya siyasal hegemonya oluşmakta.

Değişen demokrasi anlayışı; katılımcı demokrasi yaklaşımı ile toplumda var olan çeşitliliklerin yönetime ve kararlara yansımasını esas almakta. Bir yandan kararın üretilmesi için katılımın çoğaltılmasını hedeflerken, diğer yandan da tek doğru çözüm yerine birden fazla uygun çözümün olabileceği fikrini içermekte.

Kültürel ve siyasal çoğulculuk temalarını içeren çoğulcu demokrasi açılımı ise toplumda mevcut olan farklılıkların kendi varlıklarını sürdürebilme hukukunu ifade etmekte. Son olarak yönetişim kavramı ile devletin ve toplumdaki diğer kişi ve kuruluşların etkileşimli bir yönetim anlayışı içinde olmaları anlatılmakta.

Aynen sivil toplum konusunda olduğu gibi; katılımcı demokrasi, çoğulcu demokrasi ve yönetişim kavramları üzerine de farklı ideolojik bakışların değişik spekülasyonları olabiliyor. Bazı eleştiri ve karalamaların körü körüne peşine takılmak yerine; olgu düzeyine erişmiş bu kavramların toplumumuzun demokratik açılımları açısından ne anlama geldiği üzerine kafa yormak gerekir.

Önümüzde bir Anayasa referandumu, bir de genel seçim var. Olanı biteni dikkatle izlemeye çalışıyorum. Üzülerek bir kez daha toplum adına vekillerin, demokrasi adına yanıltma çabalarının etkili olduğunu izliyorum. Farklı çıkar arayışları ortalıkta cirit atıyor. Gerçek şu ki; hâlâ demokrasinin çok uzağındayız.

23 Temmuz 2010 Cuma

Değişen İş Dünyası

Değişen İş Dünyası

Gürcan Banger

Ekonomik işletmeler azalan işleri ve düşen kârları nedeniyle büyük bir şaşkınlık içinde kalmaya devam ediyorlar. Bu şaşkınlığın ilk nedeni, yüksek enflasyonla yetişmiş bir kuşağın düşük enflasyonda iş yapma politikalarına henüz geçememiş olmasından kaynaklanıyor. Firmalar, yüksek enflasyon dönemine özgü eski alışkanlıklarını sürdürüyor. Hâlbuki bir işletmenin fiyatların genel seviyesinin değişmesi gibi çevresel faktörlerden etkilenmemesi için esnek, çevik ve kurumsal olması gerekir.

Dünden farklı olarak ortaya çıkan nedenlerin bir diğeri, pazarda rakiplerin artmasıdır. Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve lojistikteki yeni kolaylıklar, piyasaların fiziksel sınırlarını ortadan kaldırdı. Bu arada gümrük ve tarife kısıtlamalarının hafiflemesi de Dünya’nın tek pazar haline dönüşmesine katkı yaptı. Böylece daha önceleri ‘bize ait’ olduğunu düşündüğümüz piyasalarımıza yeni rakipler girdi. Üretici ve daha da önemlisi satıcılar çoğaldı. İktisatçı gibi söylersek ‘satıcıda enflasyon, müşteride deflasyon mevcut.’

Artık yaptığımız işte, eskisine oranla çok daha fazla rakibimiz var. İşin ilginç yanı; pazara yeni giren rakipler, burada kendilerine uygun bir boşluk oluşturmak için çok daha agresif, girişimci ve yaratıcı uygulamalar içinde olabiliyorlar.

İş dünyası olarak pek fazla yenilikçi, yaratıcı ve buluşçu olduğumuzu söylemek kolay değil. Genelde babadan kalma usullerle iş yapmayı benimsemişizdir. Kendimize özgü ve bizi ayırt eden ürünlerimiz nadiren olagelmiştir.

Özellikle son 30 – 35 yılın farklı yönlerinden birisi, tüm firma sırlarının açığa çıkması yönünde oldu. Teknolojik sır denen konu; bilişim, iletişim, lojistik ve yayıncılık alanlarındaki zenginleşme ve genişleme ile özelliğini yitirdi. “Biz zaten bir şey ‘icat’ etmiyorduk ki, bunun bize ne etkisi olsun” diyebilirsiniz. Bunu söylemekteki kastım, taklitçiliğin ve kopyacılığın son yıllarda üst düzeylere varmış olmasıdır. Sattığınız markalı ürünlerin taklitlerinin pazarları doldurmasından nitelikli el emeğine dayalı pahalı mallarınızın ucuz fabrikasyon taklitlerinin düşük fiyatla müşteri bulmasına kadar geniş bir açıdan bakabilirsiniz. Özellikleri nedeniyle dün para kazanılan mal ve hizmetler, taklit ve kopya anlayışının gelişmesi ile bu özelliklerini yitirdiler. Taklit alanı genişledi, taklit süresi kısaldı. Patent vb korumalar, taklitçiliğin önünün alınmasında beklendiği ölçüde etkili olamıyor.

Son 30 yıldır sanki zaman daha hızlı akıyor. Neden derseniz; bununla ilgili iki örnek verebilirim size. Birincisi; birim zaman başına düşen buluş sayısında ciddi bir artış oldu. Bu durum, aynı zamanda ürünlerin yaşam süresini de kısalttı. Bir malın üretilip pazara girmesi ve piyasadan yok olması için geçen zaman dilimi giderek kısalıyor. Böylece firmaların satabilecekleri geleneksel ve süreğen (aynı tür) mallara sahip olma şansı azalıyor. Artık firmalar, sürekli biçimde ürün ve hizmet portföylerini değiştirmek zorundalar. Buna başarabilenler pazarda kalıyor, yapamayanlar ise siliniyorlar.

İkinci durum için bir örnek vereyim. Örneğin bu sıralar bir bilgisayar donanımı kitabı yazmak neredeyse imkânsız hale geldi. Çünkü kitabı yayınlayıncaya kadar teknoloji ve ürünler değişmiş oluyor. İşin özü; bilgi de çok hızla ürer ve eskir oldu. Bilginin de yaşam süresi kısaldı. Bu nedenle firmalar, biteviye yeni bilgi edinerek ve bunu bir iç özellik haline getirerek, bu sürece ayak uydurabildikleri sürece ayakta kalabiliyorlar.

Dijital fotoğraf makinelerinin giderek yaygınlaştığını biliyorsunuz. Benzer biçimde cep telefonları pazarı sürekli büyürken, bir yandan da bu cihazlar birer ‘tüketim malı’ haline dönüşüyorlar. Oldukça yakın zamanda aldığım, teknik açıdan orta düzeydeki fotoğraf makinemin kitabı yaklaşık 100-200 sayfa. Günlük yaşamımızda yer alan sıradan cihazları iyi kullanabilmek için en az bir cilt kitap okumak gerekiyor.

Bugün bilgi çok, zaman ise az... Bu nedenle yeni iş modelleri, insanın zamanını ekonomik kullanmasına vesile olmalı; satıcıların ve özellikle müşterilerin gereksiz bilgi ile donanmasının önüne geçmelidir. Bir ürünün satın alınmasında ve yararlanılmasında zaman kullanımı, müşteriler için ayırt edici özelliklerden birisi haline gelmiştir.

Bugünün iş dünyasının sorunlu olmasında dikkati çeken unsurlardan bir diğeri de, ürün ile müşterinin karıştırılmasıdır. Bir müşterinin bir mal veya hizmeti almasının nedeni, bir ihtiyacını veya beklentisini karşılamaktır. Müşteri bir malı, çok güzel olduğu veya çok fazla özelliği bulunduğu için değil; ama bir ihtiyacını karşıladığı için satın alır. Bu nedenle üretici ve satıcıların, müşterinin beğenisine sunduğu mal veya hizmetler, alıcının ihtiyaç, istek ve beklentilerini karşılamaya yönelik olmalı.

Gelelim işin ‘püf noktasına.’ Pazarın fiziksel sınırlarının kalkması nedeniyle her sektörde giderek artan sayıda üretici ve satıcı bulunmaktadır. Müşterilerdeki deflasyona karşılık bir satıcı enflasyonu yaşanmaktadır. Bu satıcıların pek çoğu, aynı özellik ve kalitedeki ürünleri tüm piyasalara sunabilmektedirler. Bir başka deyişle; üretim yerleri ve markaları farklı ama nitelikleri aynı ürünler pazarı işgal etmiş durumdadır. Tüm dünyada bir ‘aynılaşma’ yaşanıyor. Teknik anlamda buna ‘emtialaşma’ adı veriliyor.

Rakiplerininkiyle ’aynılaşan’ ürünlerini satabilmek isteyen firmalar, büyük bir fiyat kırma yarışına girmektedirler. Bir anlamda; fiyatları indirerek bir ‘farklılık’ yaratmaya çalışmaktalar. Teknolojik ilerlemelerin sağladığı maliyet düşüşü yanında giderek inen fiyatların altındaki mantık budur.

Ama sürekli fiyat kırarak ayakta kalmak ve sağlıklı büyümek mümkün değildir. Bu sürecin sonu, ‘kârsızlık bataklığıdır.’ Uzun soluklu olarak yaşamlarını sürdürmek ve büyümek isteyen firmaların, ürünlerinde fiyat dışında yapabilecekleri farklılaştırmalar olmalı. Bu ise firmanın dış çevresi ile birlikte üretimden satışa, sevkiyattan satış sonrası hizmetlere kadar ele alınıp gerekli noktalarda yeniden yapılandırılması demektir.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Bu Ülkede Örgütlü Demokrasi Mümkün mü?

Bu Ülkede Örgütlü Demokrasi Mümkün mü?

Gürcan Banger

“Başbakan Erdoğan, Meclis grup toplantısında 12 Eylül'de yapılacak referandumda anayasa değişiklik paketine neden 'Evet' denmesi gerektiğini anlatmak için 12 Eylül döneminde idam edilen gençlerin mektuplarını okudu.” Haber böyleydi. Konunun iç siyaset amaçlı‘ kullanılıp kullanılmadığını’ bir yana bırakıyorum. İktidar ve muhalefet kendi vaveylaları içinde bu konuyu çekiştirip dursunlar. Bence konunun vahim olan boyutu, topluma gözdağı vermek adına iki genç insanın kanıtlanamamış bahanelerle peşpeşe birkaç saat içinde idam edilmeleri…

Bunlardan birincisi; suçsuz olduğu halde 12 Eylül iktidarı tarafından idam edilen sol görüşlü Necdet Adalı… Özü açısından olayın ayrıntısı da idam kadar vahim: “Adalı 1977 yılında Ankara'da Yıldırım Beyazıt Lisesi'nde öğrenciyken Ankara İsmetpaşa'da bir kahvehanenin taranması olayıyla ilgili olarak tutuklandı ve yargılandı. Ulucanlar Cezaevi'nde tutuklu bulundu. Bu sırada gerçekleştirilen bir firar eylemine ‘nasıl olsa suçsuzluğunun anlaşılacağını’ ileri sürerek katılmadı. Kendisini yargılayan mahkeme başkanı Albay Hamdi Sevinç'in Adalı'nın suçsuz olduğunu ileri sürmesine karşın, mahkeme heyeti tarafından suçlu bulundu. Karara şerh koyan Sevinç bu tutumu nedeniyle ceza aldı ve daha sonra ordudan istifa etti.”

Diğer genç ise Necdet Adalı’dan birkaç saat sonra 12 Eylülcüler tarafından idam edilen sağ görüşlü Mustafa Pehlivanoğlu… Onun hikâyesi de kabul edilebilir gibi değil: “Mustafa Pehlivanoğlu mahkeme süresi boyunca polis ifadesinin işkence zoruyla alındığını ve kendisinin masum olduğunu iddia etti. İdam kararını veren Sıkıyönetim Mahkemesi Hâkimi Ali Fahir Kayacan daha sonra anlattığı anılarında, Mustafa Pehlivanoğlu'nun asılan solcu Necdet Adalı'ya denge olsun diye idam edildiğini belirtti. Ailesi idamı ancak infazdan 3 gün sonra çocuklarını ziyarete geldiklerinde öğrenebildi.”

Öyle anlaşılıyor ki; bu iki genç topluma gözdağı verip korkutarak sindirmek için silahlı eylem iddiası ile idam edildiler. 12 Eylül’ün ilk kurbanları oldular. Pek çok insan insan haklarına aykırı olan zulüm gördü. Bilineni ve bilinmeyeni ile sayısız can, sağlık ve mal kaybı oldu. Ama ‘iş’, bu kadarla da kalmadı. Yine aynı süreçte örgüt sözcüğü ile ‘gizli örgüt’ terimi birbirine eşlenerek insanların demokratik örgütlenme hak ve özgürlüklerinin kullanımına engeller konuldu. Çünkü darbe iktidarının herhangi bir muhalefet biçimine tahammülü yoktu.

Bugün de 12 Eylül Darbesi’nden kalma bir ‘kötüleme politikasının’ izi olarak ‘örgüt’ sözcüğünü sevmiyoruz. Adeta bu sözcüğü yasa dışılığa mahkûm etmiş gibiyiz. Bu durum, insanların sivil toplum örgütlerine ve siyasal partilere ilgisini olumsuz etkiliyor.

Örgüt, ortak bir hedefi veya işi başarmak için bir araya gelmiş kişilerin veya kurumların oluşturduğu birlikteliktir. Bu çerçevede firmalar, ekonomik işletmeler, dernek veya vakıf gibi sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve siyasal partiler örgüt tanımlaması içine girerler. Dolayısıyla kendi başına örgüt, elma veya armut kadar ‘masum’ bir kavram ve sözcüktür. ‘Suç örgütü’ ile genel anlamda ‘örgüt’ sözcüğünü aynılaştırmak, ancak toplumun bilinçlenmesinin ve yönetimi denetleyecek güç oluşturmak üzere bir araya gelmesinin önünde durmayı hedefleyen ‘sonsuz iktidar meraklılarının’ bir isteği olabilir.

Bir örgüt oluşturmak, devamında o topluluk içinde bir kültür oluşmasını da beraberinde getirir. Bu kavrama ‘örgüt kültürü’ adı verilir. Nasıl aile, kültürün alışverişi için bir ortamsa, herhangi bir örgüt de ortak kültürün değiş tokuş edildiği bir birliktelik iklimidir. Örgüt kültürünün nitelikleri ise ilgili örgütün kalitesi hakkında ciddi ipuçları verir.

Örgüt kültürünün önemli unsurlarından birisi iletişimdir. Bir başka deyişle; örgütteki bilgi, haber veya iç işleyiş talimatlarının bireyler ve kurullar arasında nasıl iletildiğidir. Kurumsallık özelliğini kazanmış örgütlerde iletişim, iyi tanımlanmış ve genelde yazılı hale getirilmiş yol ve yordamlarla yapılır. Kulaktan kulağa iletilen doğruluğu şüpheli haberler, dedikodular gibi informal şekillerde yapılan iletişim, ancak kültürel olarak az gelişmiş örgüt türlerine özgüdür.

Dedikodu ve eleştiri adı altında karalama kampanyalarının alışkanlık haline geldiği örgütlerde bireyler bu iklimden son derece olumsuz etkilenirler. Birlikte iş yapma ve ortak çalışma imkânları hızla azalır ve örgüt, bir iç çatışma ortamına dönüşür. Sağlam yapılandırılmış kurumsal bir örgütte dedikodu ve karalama türünde hastalıkların kolayca yaygınlaşamadığı iyi bilinir. İç çalkantılarla biteviye sarsılan bir örgütün, birey kalitesinden de kuşkulanmak gerekir. Çoğu zaman düşük kaliteli bireylerden oluşan örgütlerde iyileşmeyi sadece eğitimle elde etmek de mümkün değildir.

Her örgütte iktidarı ele geçirmek ve güç elde etmek isteyenler vardır. Örneğin sivil toplum kuruluşlarının siyasî basamak olarak kullanılması amacıyla güç arayışı çok yaygın ve iyi bilinen bir örnektir. Kimi zaman ise kişiler sadece bir etiket ve makam sahibi olabilmek için sivil örgütlerin başkanlığı ve yöneticiliği için mücadele verirler. Sadece ‘vitrinde durup iltifata mazhar olmak’ gibi kişisel bencilliklerle bu tür güç arayışı yapan hastalıklı ruhlara her tür örgütte rastlamak olanaklıdır.

Bir örgütte başarı, birikim ve deneyim dışında güç elde etmenin araçlarından birisi ‘böl ve yönet’ taktiğidir. Yukarıda saydığım nedenlerden herhangi birisi adına güç elde etmek isteyenler, bu amaçlarına yönelik olarak kendilerini veya çevrelerindeki insanları olduğundan farklı gösterme, küçümseme, dedikodu ve karalama kampanyaları aracılığı ile iç çatışma yaratmaya çalışırlar. Okumak ve araştırmak, emek ve kaynak ile zaman ayırmak, gücü ‘ucuza’ elde etmek isteyenler için tercih edilen bir yol değildir. Örgüt veya toplum içinde parçalanma yaratarak yönetilebilir küçük gruplar oluşturmak, zararlı ‘parazit güruhunun’ sivil ve siyasal örgütlerde en sevdiği yaklaşımlar arasında yer alır.

Bir öneri ile bitirmek istiyorum. Eğer bir dernek, vakıf ya da siyasal parti üyesi veya gönüllüsü iseniz, şu noktaya dikkat etmenizi öneririm. Eğer sizin de bulunduğunuz bir toplulukta, orada bulunmayan başka yönetici veya üyeler hakkında dedikodu ve karalama yapılıyorsa, (bir sorumlu insanlık görevi olarak) mümkünse buna engel olmaya çalışın. Engel olamıyorsanız, bu iklime katılmamaya özen gösterin. Çünkü aynı anlayış, sizin bulunmadığımız ortamlarda da sizin hakkınızda dedikodu veya karalama yapıyor olabilir. Başınıza gelmesini istemediğiniz her ne ise, hem kendinizin hem de örgütünüzün ayakta kalabilmesi ve sürekliliği için bu duruma üst düzeyde önem verin. Katıldığınız her dedikodu ve karalama ortamının size ve kuruluşunuza olumsuz anlamda ‘yol ve köprü’ olarak geri döneceğini asla unutmayın.

Kobilerimiz

Kobilerimiz

Gürcan Banger

KOBİ kısaltması ile “küçük ve orta büyüklükteki işletmeler” ifade ediliyor. Bunlar arasında küçük ve orta ölçekli sanayi işletmelerinin özel bir yeri var. Sanayideki yönelimleri, iki ayrı tarzda ele alan yaklaşımlar var. Bunlardan birincisi geleneksel örgütlenme tarzı olan büyük ölçekte standart ürünlere dayalı fordist üretim… Kobileri öne çıkaran yaklaşım ise post-fordist olarak isimlendiriliyor. Üretim örgütlenmesinin bu tarzının anahtar kavramları arasında özkaynak, yerel girişimcilik, esnek üretim, ihracata dönüklük, sektör-ürün temelinde uzmanlaşma gibi kavramlar öne çıkıyor.

Eskişehir bir kalkış (take-off) noktasına doğru ilerliyor. Ya kalkış gerçekleşecek ya da yarış bir başka kent lehine kaybedilecek. Kalkış hamlesinin bir kabul / varsayım değiştirme dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Eskişehir, geleneksel bir Anadolu kenti olmaktan bir metropol olma yoluna çıkmış görünüyor. Bu süreçte de kobilerin özel bir yeri ve önemi olacağından hiç kuşku yok.

Tüm sıkıntılara, daralmalara ve küresel krizin etkilerinin aşılamamış olmasına rağmen ilk U dönüşünde AB başta olmak üzere yurt dışından ve yurt içinden yeni firmaların Eskişehir’e doğru akacakları kanısındayım. Eskişehir’in bu “Haçlı Seferleri” karşısında yenik düşmemesi için sanayisi ve ticareti açısından kendisine çeki düzen vermesi gerekiyor. Bu bağlamda da kobilerin mevcut durumdan daha fazla özel ilgiye ihtiyaçları olduğu ortada.

Kobilerimizi “iyileştirmek” için öncelikle onların ne halde olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu nedenle yerel kobilerin nasıl bir görüntü verdiklerine bir göz atmak yararlı olur.

Ulusal anlamda baktığımızda kobilerin birincil sorunu, finansal alandadır. İktidarların tüm destek vaveylalarına rağmen kobilerin kullanabildikleri kredi miktarı son derece düşük düzeylerdedir. Eskişehir’de kredi kullanımı ise (Türkiye ortalamasına göre) çok daha düşük düzeydedir.

Genel anlamda kobiler, teşviklerden yararlanmada güçlükler çekmektedirler. Eskişehir olarak malum Teşvik Yasası’nın dışında kalmamızla birlikte yerel kobilerimiz için durum daha zorlu hale gelmiştir.

Özetle; kobilerin finansman desteklerinden ve finansal araçlardan yararlanma düzeylerinde ciddi sorunlar bulunmaktadır.

Kobi gerçeğini doğru kavrayabilmek için kobiler açısından finansman ve teşvik sorunlarının birincil engelleyiciler arasında olduğunu anlamak gerekir. Bu nedenle Eskişehir’in teşvikin dışında kalmasının tartışılması, bazı kişilerin zannettiği gibi sıradan bir “gevezelik” değil; doğrudan kentin geleceği ile ilgilidir.

Genel olarak söylendiğinde ülkemiz kobilerinin düşük teknolojik düzeyleri dikkati çeken bir diğer özelliktir. Bu sorunu birkaç ayrı kısımda ele almak gerekir.

Öncelikle finans sorunları nedeniyle kobiler ileri teknoloji içeren makina donanımını edinmekte zorluklarla karşılaşmaktadırlar. İkincisi; ileri teknoloji yatırımının yapılması durumunda bile iş ve gelir sürekliliğinin sağlanabileceği kuşkuludur. Ülkemizde sık yaşanan krizler ve ekonomik daralmalar kobi sahip ve ortaklarını büyük teknoloji yatırımlarına şüpheyle bakar hale getirmiştir.

Üniversitelerimizin (geçmiş performansları açısından) ekonomiye ve dolayısıyla sanayiye olan katkılarındaki eksiklik ve zafiyet biliniyor. Bunun tek sorumlusu, tabii ki üniversitelerimiz değil. Akademik kuruluşların sanayi ile olan ilişkisinde nefes almaya imkân bırakmayan mevzuatın da ciddi olumsuz etkileri var. Kobilerin teknolojik düzeylerinin düşük olmasındaki bir diğer (üçüncü) neden, bilimsel kuruluşlarla kobiler arasındaki bu iletişim ve ortak iş görme sorunudur. Bu konuda ticaret ve sanayi odaları başta olmak üzere ekonomi temelli örgütlerin katalizörlüğünde (hızlandırıcılığında) üniversitelerin sanayi ve ticaret sorunlarına el atmada daha girişimci ve atılgan olmaları gerekmektedir.

Kobilerin yaşadıkları sorunlardan bir diğeri bilimsel, teknik, sınai ve ticari değişim ve gelişmeleri yeterince yakından izlemede başarılı olamamalarıdır. Diğer konularda olduğu gibi bu sorunun altında da pek çok “kaynak neden” (sorunu yaratan ana neden) vardır.

Öncelikle yerel kobilerimizde bilgisayar kullanmayı bilenlerin oranı (genç mühendis, teknisyen ve lisans sahibi çalışanların dışında) hayli düşüktür. Bu oran, zaman içerisinde yükselmekle birlikte bilgisayar okuryazarlığının kapsamı ve kalitesi tartışılır düzeydedir. Bu konuya bağlı olarak; kobilerin bilişim ve iletişim (donanım ve yazılım) altyapıları da yeterli değildir.

İkincisi; yerel kobilerimizde yabancı dil bilgisi, bilgisayar okur yazarlığına göre çok daha olumsuz haldedir. Çalışanlar arasında yabancı dil bilenler hâlâ yüzde 5-10 düşük orandadır. Tabii ki; okullarımızdaki yabancı dil öğretim düzeyini düşünürseniz, ifade edilen bu değerin gerçekte çok daha aşağılarda olduğunu fark edersiniz.

Türkiye’de hızlı gelişme gösteren illere baktığımızda bunların tamamının döviz cinsinden gelirleri olduğunu görürüz. Özetle; bu da ihracat demektir. İhracat için ise yabancı dil bilgisi kaçınılmazdır.

Yerel kobilerimizin müşteri sadakati sağlayacak başka ürün karmaları yönünde ar-ge çalışmaları yapmalarınının yararına inanıyorum. Bu konuda üniversitelerimiz ile meslek kuruluşlarımıza ciddi görevler düşmektedir.

20 Temmuz 2010 Salı

Medya Nereye?

Medya Nereye?

Gürcan Banger

“Gazetecilikte Mükemmeliyet Projesi (Project for Excellence in Journalism)”, ABD’de kâr amaçlı olmayan bir kuruluş. Siyaset dışı ve tarafsız olarak; veriye dayalı tekniklerle basının başarısını ölçmek üzere çalışmalar yapıyor. Projenin yöneticisi gazetecilik profesörü Tom Rosenstiel, daha önce medya eleştirmeni ve siyasal muhabir olarak Los Angeles Times ile Newsweek’te yazılar yayınlamış. 1997 yılında başlatılan proje önceleri Columbia Üniversitesi Gazetecilik Okulu’nun bir yan kuruluşu imiş. 2006’da üniversiteden ayrılarak Pew Araştırma Merkezi’ne (http://people-press.org) bağlı hale gelmiş.

Söz konusu proje kapsamında yapılan araştırmalarda elde edilen bazı konular gazeteciliğin, yaygın ve yerel gazetelerin kalıcılıkları, sürdürülebilirlikleri ve gelecek tasarımları açısından bazı önemli ipuçları veriyor. Geçmişte yapılan tespit çalışmaları daha yeni olanların karşılaştırılması, okur / izleyici kesimlerde olduğu gibi medyanın kendisindeki değişim ve dönüşüm konusunda da düşünmemizi sağlıyor.

Örneğin proje kapsamında yapılan çalışmalar; (gazete okuru ve benzeri) medya izleyicisinin haber almak için giderek daha fazla sayıda ve çok çeşitli kaynaklara yöneldiğini gösteriyor. Geleneksel gazete okurluğu veya TV izleyiciliği, ‘medya müşterisi’ için yeterli olmaktan çıktı. Başta İnternet olmak üzere yeni kanallar her geçen gün daha fazla ilgi görüyor.

Diğer yandan medyanın her türlüsünde bir ‘dezenformasyon felaketi (yanlış bilgi ve haber kirliliği)’ yaşanıyor. Medyanın sunduğu haberlerin sağlanmasında katılımcı sayısı hızla artarken, bu yönelim aynı zamanda bir ‘bilgi kirliliğinin’ de oluşmasına aracı oluyor. Bilginin ve haberin medyada yer almasında doğruluk ve kalite açısından bir yandan denetimsizlik varken, diğer yandan da yazılı ve görsel medya organları bu denetimi yapabilecek kaynağa sahip değiller.

Siyasal, ekonomik veya sosyal erki elinde tutmak isteyenler, etkisi ve önemi nedeniyle medya ile daha fazla ‘oynar’ hale geldiler. Bu sürecin bir parçası olarak medyaya haber ‘servis edenler’, gazetecilerin rollerini istismar etmek için türlü yollar deniyorlar. Diğer yandan medyanın önde gelen isimleri arasında da (‘ücreti mukabili’) ‘İrlandalılar’ bulunduğu düşünülürse, medya ve meslek etiğinin ne hale gelmekte olduğunu kavramak daha kolay olur.

Tüm dünyada medyanın ülkesel veya küresel düzeylerde tekelleşmesi (oligopol hale gelmesi) biçiminde bir eğilim var. Yazılı ve görsel basın büyük bir hızla birkaç büyük kuruluşun (sermaye toplulaşmasının) denetimine giriyor. Sürecin devamında ister istemez sermaye ile siyasal iktidarın birlikte ‘aşık atmaları’ gerçeğini izler hale geliyoruz.

Gazeteciliğin pek çok unsurunda ciddi değişim ve dönüşüm belirtileri var. Örneğin gazeteler giderek daha küçük bir okur kitlesine hitap ediyor. Televizyon kanallarının hızla aynılaşan program akışları, muhtemelen bir süre sonra aynı sona doğru ilerleyecek. ABD gibi ülkelerde TV kanallarının da izleyici / müşteri kaybına uğradıklarını biliyoruz. Bu olumsuz sürecin sorumlusu değişen izleyici / okur / müşteri kitlesinin nabzını iyi tutamayan medya yöneticileri ol arak görünüyor. İzleyici kesimindeki farklılığı ve çeşitlenmeyi doğru anlayıp gerekli dönüşümü sağlayamayan başta gazeteler olmak üzere medya hızla kan kaybetmeye devam ediyor.

Bu durum, peşpeşe gelen krizlerin yerel ve bölgesel etkileri nedeniyle yerel medyaya daha fazla yansıyor. Buna karşılık yerel medyanın bu olumsuz süreç karşısında tepkili ve önlemli olduğunu söylemek mümkün değil. Yerel gazetenin sayfalarının ‘asla okunmayacak haber ve yazılarla doldurulması’ ile gazetede nitelikli, kaliteli, çeşitliliğe sahip, okuyucuyu yakalayan haber ve yazıların yer alması arasındaki farkı öğrenmeden yerel medyanın bu krizi aşması mümkün değil.

Yukarıda sözünü ettiğim gazetecilik araştırma kuruluşunun bir bulgusu bu tezi doğrular nitelikte… Tespite göre İnternet gazeteciliği ile yerel / bölgesel ve alternatif medya hızlı büyüme sürecine girmiş halde… Yereli ve bölgesel olanı sağlam, tutarlı, doğru, çeşitliliğe sahip, haber alma ihtiyacına uygun ve okunabilir nitelikte sunan medya başarılı oluyor. Sayfa ve kuşak dolduranların ise sahneden çekiliyorlar.

Gazetecilik değişiyor; çünkü gazetenin müşterisi çoktan değişti. Gazete yönetici ve sorumluları ise değişip dönüşmekte biraz geç kalmış gibiler… Şimdilik ‘süpermarket karşısındaki mağdur küçük mahalle bakkalı gibi’ sadece sızlanıyorlar.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Yaygın Gazete, Yerel Gazete ve İnternet

Yaygın Gazete, Yerel Gazete ve İnternet
Gürcan Banger

Son zamanlarda medyada İnternet konusunda bir sızlanmadır gidiyor. Yaygın veya yerel düzeyde gazetelerin satışları düştükçe gazete sorumluları faturayı kendilerine kesmek yerine İnternet’i sorumlu tutmakta birbirleri ile yarış ediyorlar.

Belki de bir monolog diyebileceğimiz tartışma, (birkaçı dışında) gazetelerin İnternet sitelerinin ücretsiz olması ve insanların gazete almak yerine İnternet’ten haberlere göz atmayı ve köşe yazarlarını sanal ortamdaki sitelerden okumayı seçmeleri üzerine kurulmuş. Çözüm olarak ise İnternet sitelerinin abonelik sistemiyle ücretli olması öneriliyor. Böylece okuyucuların tekrar bayiden gazete almaya yönelecekleri umudu var.

Tabii ki; yazılı basının sorunu İnternet’ten kaynaklanmıyor. İnsanların gazete almamaları ve mümkünse İnternet’ten okumayı tercih etmelerinin arkasında başka kaynak nedenler var. Sadece yazılı basın sorumluları bu nedenlerin farkında değil ya da almaları gereken önlemler konusunda birikimli ve deneyimli değil.

Lütfen yazılı basının tiraj almak için bugüne kadar denediği yolları hatırlayın. Gazeteden kesilecek kuponla tencere, tava ve hesap makinesi dağıttılar. Bu ‘pazarlama’ çalışmalarının iyisi kitap veya ansiklopedi dağıtmaktı. Onlarda ya raflarda mobilya görevini gördü ya da sahafların depolarında çürümeye devam ediyor. Bir diğer seçenek ise dönemsel fırsatların kuponla değerlendirilmesi oldu. Ünlü cemaat veya tarikat liderlerinin sohbet kasetlerinin veya dini film içeren CD’lerin kuponla dağıtılması yazılı basının ‘salâh bulma’ faaliyetleri olarak gözümüze çarptı. Adeta medyatik hale getirilenin CD’si, kuponla dağıtıma amade oluyor.

Bunların tümü, gazetecilik ile ilgili olmayan işlerdi. Bugün İnternet’ten şikâyet edenlerin bu ‘meslek etiği’ dışında kalan tutum ve davranışlar konusunda fazlaca sesini duyamadık. Herkes kendine diğer gazeteden daha başarılı olarak promosyon faaliyeti bulma çabasına girdi. Birisi tava verirken diğeri yemek takımı ile onu geçmeye çalıştı. Daha kısıtlı imkânlara sahip olanlar ise daha baştan İnternet sitelerini paralı hale getirdiler ve sadece kendi siyasal / ideolojik çizgilerine uygun küçük hacimli kitapların dağıtımı ile yetindiler.

Meslek ve medya etiği ile asla uygun düşmeyen bir konuyu daha hatırlatmak isterim: Tiraj alma veya kaynak sağlama adına ‘yandaş medya’ olma yönelimi… Bu konunun birkaç boyutu var. Bir tanesi siyasal iktidardan veya ilgili yerleşimdeki yerel yönetimlerden ilan, reklam veya başka yollarla destek sağlamak için ‘yandaş medya’ rolüne soyunmak… İkincisi ise ‘derinliklerin’ ve ‘iyi sıhhatte olsunların’ yasal ve kamusal platformlarda görünen yüzü olarak hizmet vermek… Özellikle 1980 sonrasında yazılı ve görsel basında her iki eğilimi de (tiraj, kaynak ve destek alma adına) net biçimde gözler olduk.

Yaygın basının yaptığını, maddi imkânsızlıklar nedeniyle yerel basının yapma şansı yoktu. Bu nedenle yerel gazeteler (bir kısmı ‘geleneksel’ hale gelmiş olan) farklı teknikler kullandılar. Örneğin bir ayırımcılık örneği olmasına rağmen ‘güzel çocuk yarışmaları’ bunlardan birisi idi. Bazı yerel gazeteler ise okullara giderek sınıf resimleri çekip bunları gazetelerinde yayınladılar. Böylece yüksek tiraj alma çabasında idiler. Pekalâ; yüksek tiraj daha fazla kişi tarafından okunmayı mı hedefliyordu? Buna “Evet” cevabını verebileceğimiz az sayıda örnek olsa da; genelde Basın İlan Kurumu’ndan ilan ve pay alma beklentisinin daha önde geldiğini medya ile ilgili olan herkes biliyor. Ülkenin hemen her noktasında; bayi satışını çok göstermek için akşam olduğunda kendi gazetelerini bayilerden toplu olarak satın alan yerel gazete sahipleri ve yöneticilerinin varlığı zaten bilinir. Hiç kuşkusuz; çuvaldızı yerel medyayı bu hale getirenlere batırmalı ama yerel basın sorumluları da iğneyi öncelikle kendilerine batırarak mevcut durumu tespit edip çare aramalılar.

Dünya değişti. 20’nci yüzyılın iş modelinden hayli uzaklardayız artık. Okyanusu yarıladıktan sonra geri dönmeye kalkmak akıllı işi değil. Dünya, değişmeye devam edecek. Yaşadığımız çağda medyanın müşterisi yani okur geçmiş yüzyıla göre çok farklı. Çok gelişmiş iletişim (haber ve bilgi) kanalları var. İnternet, bunlardan sadece birisi… Ama en hızlı gelişenlerin başında geliyor. Yeni ekonomi, sanal ortamda pazarlama iletişimi, İnternet çağında kurumsal iletişim gibi kavramlar günlük yaşamımızın birer parçası oldu. İnternet üzerine kurgulanmış yeni iş modelleri var. Yazarların, edebiyatçıların, genel anlamda entelektüel kesimin İnternet siteleri ve sanal ortam günlükleri (bloglar) gazetede yer alan köşelerinden kat be kat fazla okunup izleniyor.

Böyle bir konjonktürde yaygın ve yerel yazılı basının şikâyeti ise şöyle yansıyor: “Artık gazetelerimize yeterince ilan ve reklâm alamıyoruz; çünkü firmalar tiraj yakalayamadığımızı biliyorlar. Düşük tirajın nedeni ise İnternet ortamında yayınlanan gazeteler… Zaten İnternet ortamında yeterli reklâm da alamıyoruz. O zaman gazetelerin İnternet sitelerini paralı hale getirelim; böylece okur yine gazeteye almaya geri dönsün. Bizim de tirajımız artsın. Ayrıca bu işi de hep birlikte yapalım.” Bir de; bu tezin demokrasi adıyla lanse edilmesi yok mu; güldürmekten öldürecekler beni…

Yerel ve yaygın yazılı basın öncelikle kalıcı olmak ve sürdürülebilir olmak için ‘geleneksel reklâm ve ilan zihniyetinden’ kendini kurtarması lazım. Gazeteler birlik olup sitelerini paralı hale getirseler de; İnternet var olacak, İnternet ortamında yayın yapan gazeteler ve sanal ortam günlükleri (bloglar) yaygınlaşmaya devam edecek. Eğer İnternet giderek daha fazla paralı abonelik işine dönüşürse, burada da işini iyi, kaliteli, farklılık yaratarak ve çeşitliliğe dayalı yapanlar katma değeri elde edecekler.

Değişim sadece gazete işinde değil; kâğıt üzerine mürekkeple yazılmış kitabın da yerini (küçük adımlarla da olsa) e-kitap almaya başladı. E-kitap ile başarılı olmasa da; bir başka yolla kâğıt üzerine olan yayıncılık anlayışı kısa sürede değişecek. Yaşamın her alanında olduğu gibi; gazeteler de kendilerine yeni müşteriler, pazarlar, pazarlama iletişimi yaklaşımları ve en önemlisi yeni iş modelleri bulmak zorundalar. Eski olan, dünde kaldı; böyle de olmaya devam edecek. Yeni günde yenilik / yenileşme (inovasyon) lazım.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Cinsellik ve Eğitim

Cinsellik ve Eğitim

Gürcan Banger

Bir uzman, “Günde üç öğün yemek yiyen herkes yemek kitaplarının neden seks kitaplarından üç kat fazla satıldığını anlamalı” diyor. Muhtemelen gözlemlere dayanan doğru bilgidir. Ama insanları olumlu ya da olumsuz en çok etkileyen konu cinsellik olmasına rağmen ciddiye alarak bilgilenme ve eğitim alma anlamında üzerine en az düştüğümüz konu da cinsellik… Ayıplar, tabular, yasaklamalar hâlâ pek çok toplumda cinselliği hak ettiği ilgi ve özeni bulamamış bir konumda bırakıyor.

Toplumumuzda “Cinsellik nedir?” türünde sorular içeren bir kamuoyu araştırması yapılsa, nasıl tanımlamalar ortaya çıkar acaba? Bunu kestirmek kolay değil. Ama kamuoyunun gözünde cinselliği oluşturan unsurlar arasında; olumlu anlamda duygusallığın, haz almanın, yakınlaşmanın; olumsuz olarak ise çekinmenin, korkmanın, tiksinmenin, saldırganlığın ve saldırıya uğramanın değişik oranlarda yer alacağını kestirebiliriz. Belki de bu soruşturmada sağlığın cinsellikle bağdaştırılması, en az ilişkilendirilen unsurlardan birisi olacaktır. Cinsellik dendiğinde örneğin çıplaklık akla gelir de, bu konunun fiziksel, duygusal, düşünsel ve sosyal yönleri olan karmaşık bir bileşim olduğu düşünülmez. (Aklıma takıldı: “Cinsellik ve seks arasında ne fark var?” diye sorsak sizce nasıl cevaplar alırız?)

Cinsellik konusunda sıklıkla başvurulan tanımlardan birisi, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılmış olandır:” Cinsellik, insanın tüm yaşamının ana unsurlarından birisidir. Kişinin biyolojik cinsiyetini, toplumsal cinsiyete dayalı kimlikler ve rollerini, cinsel yönelimini, erotizmi, haz almayı, yakınlaşmayı ve üremeyi içerir. Cinsellik; düşünceler, fanteziler, arzular, inançlar, davranışlar, değerler, özellikler, denemeler, roller ve ilişkilerle ifade edilir ve deneyimlenir. Cinsellik tüm bu unsurları içermekle birlikte, daima hepsinin aynı anda yaşanacağı söylenemez. Cinsellik; biyolojik, psikolojik, sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel, ahlaki, yasal, dini ve manevi faktörlerin etkileşimiyle yönlenir.”

Dünya Sağlık Örgütü, 2002’de cinsel sağlık konusunda bir tanımlama yapmış: “Cinsel sağlık; cinsellikle ilişkili olarak fiziksel, duygusal, zihinsel ve sosyal yönlerden iyi olma halidir. Cinsel sağlık; sadece hasta olmamaya, tüm fonksiyonların yerinde olmasına ve sakatlığın bulunmamasına bağlanamaz. Cinsel sağlık; zorlama, ayrımcılık ve şiddet olmadan haz alınan ve güvenli cinsel deneyim olasılığı yanında, cinselliğe ve cinsel ilişkilere olumlu ve saygılı bir yaklaşımı gerektirir. Cinsel sağlığın elde edilebilmesi için tüm insanların cinsel haklarına saygı duyulmalı; bu haklar korunmalı ve kullanılabilmelidir.”

Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı bu tanımlamaları okuduğumuzda, cinsellik olgusunun günlük yaşamda bize yansıyandan daha kapsamlı bir bilinç ve farkındalık gerektirdiğini kavrıyoruz. Konunun; ekonomiden siyasete, biyolojiden inançlara kadar çok farklı boyutları olması ise cinselliğin genelde göz ardı edilmiş önemini ortaya koyuyor.

Genel kabul görmüş cinsellik ve cinsel sağlık tanımlarını yukarıda verdikten sonra; kısaca ‘cinsel haklar’ konusuna değinmekte yarar var. Yine Dünya Sağlık Örgütü çalışmalarına dayanarak; haklar konusunun önemli yönlerini dile getireyim. Cinsel haklar, insan hakları uzayının bir parçasını oluşturur. İnsan hakları ve cinsel haklar ile ilgili çerçeve; genelde ulusal yasalar, küresel insan hakları belgeleri ve sosyal - siyasal haklar sözleşmeleri gibi diğer uzlaşma belgelerinde dile getirilmiştir.

Cinsel haklar manzumesi, kısaca şu unsurları içerir: a- İnsanlar, cinsel sağlık ve üreme sağlığı bakım servisleri de dâhil olmak üzere cinsellikle ilgili en yüksek sağlık standardına ulaşabilmeli. b- İnsanlar, cinsellikle ilgili bilgileri arayabilmeli, edinebilmeli ve ifade edebilmeli. c- İnsanlar, cinsellik eğitimi alabilmeli. ç- İnsanların bedensel bütünlüğüne saygı gösterilmeli. d- İnsanlar, arkadaşlarını / eşlerini seçebilmeli. e- İnsanlar, cinsel açıdan aktif olmaya veya olmamaya karar verebilmeli. f- Cinsel ilişkiler rızaya dayalı olmalı. g- Evlilikler rızaya dayalı olmalı. h- İnsanlar, çocuk sahibi olmaya veya olmamaya karar verebilmeli. i- İnsanlar; tatmin edici, güvenli ve haz veren bir cinsel yaşama sahip olabilmeli.

Bu hakların kullanımında; zorlama ve baskı olmaması, ayrımcılık yapılmaması ve şiddet uygulanmaması gerektiğini eklememe gerek var mı? Sanırım; uzunca bir süre için gerek var.

Cinsellik konusunda bilgilenme ve eğitim eksikliği yaşamımıza rağmen bazı gelişmeler her geçen gün bu konuyu yaşamımızın içine daha fazla yerleştiriyor. Cinselliğe değinmeyen TV dizisi ya da sinema filmi yok gibi. Sosyal yaşamdaki değişim, cinsel tarafların yaşamın her alanında karşı karşıya gelmelerine neden oluyor. Küreselleşen yaşam, cinselliği de küreselleştiriyor. Tüm yasaklamalara rağmen reklam sektörü ciddi oranda cinsellikten nasipleniyor. Bu arada ergenlik yaşı da ciddi biçimde küçüldü. Seksi bir görünüm elde etmek için erkekler ve kadınlar adeta yarışıyorlar.

Cinsellik önemli mi? Amerikalı romancı Henry Miller bu soruya “Cinsellik tekrar dünyaya gelişin dokuz nedeninden biridir. Diğer sekizi önemli değildir.” cevabını veriyor. Hiç kuşkusuz; tarihin her döneminde cinsellik önemli olmuştur. Bugün tüm değerleri metalaştıran kapitalizmin ya da başka faktörlerin etkisiyle de olsa; cinsellik, dün olduğundan çok daha farklı bir yerde… Ama ne yazık ki; cinsellik konusunda bilgilenmemiz ve bu konunun eğitimine verdiğimiz önem ve ayırdığımız zaman hâlâ yerlerde sürünmeye devam ediyor.

16 Temmuz 2010 Cuma

Yaşam Çevresi ve Zemini Yitirme İhtimali

Yaşam Çevresi ve Zemini Yitirme İhtimali

Gürcan Banger

Zaman tuhaf bir kavram… Hiçbir şeye kabahat bulamazsak zamandan şikâyet ederiz. İşler yolunda gitmediğinde zamanın ruhunu yakalayamadığımızdan dem vururuz. Sanki zamanın bizden haberi varmış gibi ona övgüler düzdüğümüz ya da ağıtlar yaktığımız pek çok olur. Ama doğru olan şu ki; zaman dediğimiz akışı anlamlandıran bir tarzımız var. O akıyor, biz ona anlamlar yüklüyoruz. Başlangıçlarla, sonlarla, yıl sonuyla, yılbaşıyla, kutlama törenleriyle, doğum ve ölüm günleriyle…

Zaman hakkında özetlediğim algı modeli aklınızda olsun. Adeta bazı dönemlerde zaman, belli bir doğrultuda ağır tempoda akan su gibidir. Zamanın akışı durmasa bile bize duraksıyor ya da donuyor gibi geldiği ortamlar olur. Kimi öyle zamanlar yaşarız ki; o durdurulamayan akış, kıvrımlar ve menderesler yapan bir akarsuya benzer.

Bir akarsuyun eski yatağından vazgeçip yenisine yönlendiğine benzer bir yön değiştirme, 20’nci yüzyılın son çeyreğinde oluşmaya başladı. Bugünü dün gibi görenler, değişimin farkına varmamakta ısrar etseler de; gerek söylem gerekse fiili içerik olarak yeni bir çağda yaşadığımız ayan beyan ortada duruyor. Bazı bileşenleri 1900’li yılların ortasından sonra, diğerleri ise daha yakın zamanlarda oluşan yeni bir akış; giderek toplumları, kuruluşları ve kişileri etkisi altına alıyor.

Son 50 yılın büyük değişimlerinden birisi çevrenin ve doğal yaşamın korunması konusunda gerçekleşti. İnsan yaşamının odaklaştırılmasından doğal yaşam çevresinin bir bütün olarak korunması ve geliştirilmesi fikrine ulaşmakta hayli zorlandık. 1970’lerden sonraki yıllar, Dünya’yı ve canlı yaşamını yok etmekte olduğumuz konusunda daha ikna edici oldu. Çevre koruma fikri ile başlayan süreç, canlı yaşamın ve dünya kaynaklarının sürdürülebilirliğinin sağlanması şeklinde devam etti. Sonuçta; doğanın ve çevrenin korunmasından herkesin, her türden kuruluşun sorumlu olduğunu ifade eden bir eko-yaşam odaklı bilinç noktasına geldik. (Geldik mi?) Bugün siyasetçiler, şirketler ve devletler, ekolojik bir bilincin varlığı ve meşruiyetine dair söylemlerde bulunuyorlarsa, bunda genel anlamda doğal yaşam eksenli sivil toplum hareketlerinin ciddi katkıları var.

Gönüllü Sadelik veya Slow Food gibi hareketlerin temelinde dünyayı ve doğal yaşam çevresini yok ediyor olduğumuz fikri var. Özellikle Sanayi Toplumu dönemi ile birlikte bir tüketim ve buna bağlı üretim çılgınlığı başladı. Yumurta – tavuk ikilemine benzer biçimde üretim ve tüketim, biteviye birbirini iştahlandırdı. Üretim tüketimi, tüketimi üretimi dışa açılan bir sarmal gibi körükledi.

1970’li yıllardan sonra teknolojik gelişmelerle birlikte üretimin önünün açılması (üretimin teknolojik engellerinin aşılması), bundan sonraki dönemi Aşırı Tüketim Çağı olarak isimlendirebileceğimiz bir şekle dönüştürdü. Bundan; gıdadan giyime, kozmetikten ev eşyasına kadar her sınaî ürün kendi payını fazlasıyla aldı. Ama doğal olandan ayrılıp yapay olanla yaşamaya devam etmenin, zamanla başta insan olmak üzere doğal yaşamı olumsuz etkilediğini fark ettik. Toplum olarak tüketimin kalitesi konusunda henüz çok gerilerde olsak da; yaşadığımız bu çağın en önemli farklılıklarından birisi, bilinçli tüketim konusunda oldu. Doğal ürünlere geri dönüş özlemi, bu yeni türden tüketim anlayışını ifade ediyor. Gönüllü Sadelik veya Slow Food gibi hareketlerin (doğrusuyla, eğrisiyle) arka planında bu anlayış var.

Dünyada bir eğilim geliştiğinde; bunun etkilerini ekonomiden kültüre, inançtan günlük yaşama kadar her alanda izlemek mümkün oluyor. Bu nedenle örneğin bilinçli tüketim anlayışının bir başka boyutta ifadesi, insanın kendisinin geçmişe göre daha farklı algılanması oluyor. Buna ‘yaşam çevresine ve insan bütünsel yaklaşım’ diyebiliriz. Kimi zaman ‘holistik düşünce’ diye isimlendirilen bu yaklaşım, her şeyin birbiri ile ilintili olduğu tezi üzerinden giderek insanı; bedeni, duygusal ve zihinsel dünyası ve çevresi ile birlikte bir bütün olarak kavramaya çalışıyor.

Örneğin spor yapmanın zihin sağlığı ile ilgisi, iyi ve sağlıklı beslenmenin duygusal dünya ile bağlantısı ve ruhsal sorunların aşılmasında kişinin çevresinin dikkate alınması, bu çağın özellikleri olarak tespit ediliyor. Bu açıdan belki de ilk kez insanı karmaşık ama bir bütün olarak ele alınırsa, anlaşılabilir bir canlı olarak inceleme ve araştırma imkânı yakalamış oluyoruz. Bu nedenle geçmişte olduğu gibi; fizik, kimya, biyoloji veya psikoloji gibi ‘saf bilimler’ yerine çok faktörlü yeni bilim dalları oluşmaya başladı.

Kanımca; bu çağın farklılıklarından bir diğeri, doğayı yitirmeye başladığımızın bilincine varmaya eşzamanlı olarak sürdürülebilirlik kavramını öğrenmemizdir. Belki de ilk kez “Benden sonra tufan” anlayışından vazgeçerek gelecek yılların ve kuşakların durumunu dikkate almaya başladık. Aynı nedenle sürdürülebilir ekonomi, sürdürülebilir biyolojik yaşam ve sürdürülebilir dünya kaynakları gibi unsurlardan söz etmeye başladık.

Her ne kadar açgözlülük ve hırs nedeniyle istenen ölçüde başarılı olunamasa da; bu süreçte yeni türden bir ahlak anlayışı da oluşuyor. Küreselleşmenin sonuçlarından birisi olarak ‘küresel etik’ olgusundan söz edebileceğimiz bir noktaya geldik. Bu nedenle Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar bugünün sorunları için yeterli olmuyor. Bu çağ, etik konusunda olduğu gibi dünya barışı alanında da yeni anlayış ve örgütlenmeleri zorunlu kılıyor. Özetle; fark eden için dünya hızla değişmeye devam ediyor. Bazıları, gözlerini kapatarak eskide yaşamayı deniyorlar. Eğer geride isen ve gözlerini kapatarak seni selamete götürecek bir kurtarıcıdan veya kahramandan medet bekliyorsan, muhtemelen kısa bir süre sonra ayağını bastığını zemini de kaybedeceksin.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Değişim Ekip Fırtına Biçmek

Değişim Ekip Fırtına Biçmek

Gürcan Banger

İlk halini 1996’da yazıp yayınladığım daha sonra 2000’de geliştirip yeniden yayına verdiğim “Siyasal Kalite” kitabımın arka kapağına bilişim ve iletişimin her alana yaydığı esintiyle “Değişimin kendisi de değişiyor” yazmıştım. Bugün bu söz bile yeterli değil. Şimdi ise her şey ivmelenerek biteviye yükselen hızlarda değişmeye devam ediyor.

20’nci yüzyıl, modernleşmenin peşpeşe fırtınalar estirdiği bir çağdı. Bu çağda daha fazla tüketmek de modernliğin bir unsuru olarak anlaşıldı. Giderek günlük yaşantımız, doğallık dışında yapay olarak üretilmiş ürünlerle doldu. Genetik olarak değiştirilmiş organizmalarla (az da olsa GDO’ya tavır alsak bile) bu durumu hâlâ yaşamaya devam ediyoruz. Sanayi Toplumunda plastik gibi buluşlara alkış tutan tavrımız, bu tür sentetik maddelerin insan sağlığına ve doğal yaşama olabilecek zararları ile dikkatli ve seçici olmaya dönüştü. Son yıllarda sadelik ve doğal ürünlere geri dönüş konusunda ciddi bir eğilim oluştu. Bu değişim, sivil toplumdan sanayiye doğru yaşamın her alanına dalga dalga genişliyor.

Doğallığa geri dönüş çabalarıyla birlikte; alternatif tıp arayışlarının da derinleşip çeşitlenmeye başladığını gözlüyoruz. Her ne kadar alternatif tıp başlığını abartarak doğallığın tadını kaçırmaya başlasak da; bu yönlü gelişmeleri takdirle karşılamak lazım. Ama alternatif tıp maskesi altında ilaç endüstrisinin yeni bir tüketim alanı yarattığını da gözden kaçırmamak gerekli… Bitkisel ürün başlığı altında insanlar, biteviye yeni ilaçlar tüketmeye teşvik ediliyor. Gerçek bilim insanları doğallık altında takdim edilen bu tıbbi ilaç özendirmesinin kuşkuyla karşılanması konusunda bizi uyarıyorlar.

Kapitalizmin (dolayısıyla kâra odaklanmış iş dünyasının) sürekli olarak yeni ihtiyaçlar üretme çabası her zaman olacaktır. Çünkü daha çok satış ve daha çok kâr üzerine kurulmuş bir ekonomik model varlığını başka türlü sürdüremez. Artık kapitalist üretim sistemi sadece mal ve hizmetleri yeniden üretmiyor; aynı zamanda yeni ihtiyaçların oluşturulmasında da hayli gayretli… Ama bu süreçte doğal yaşama geri dönüşü de sıcak karşılamak ve desteklemek gerekir. Geleceğin temel eksenlerinden birisinin sadelik ve doğal yaşam olacağı kanaatindeyim. Daha önceki yazılarımda da dile getirdiğim Gönüllü Sadelik ve Slow Food gibi hareketler naif biçimde de olsa bu yönelimlerin kamusal alandaki belirtileri olarak görünmeye başladı.

Yaşadığımız zaman diliminde sivil toplum kuruluşlarını ayırt ederken; bu örgütlerin toplumsal yarar üretmeleri ilkesinden altını özenle çizerek söz ediyoruz. Diğer yandan; ekonomik işletmelerin sosyal sorumluluk anlayışı da bu dönemde ısrarla öne çıkarılan bir diğer yaklaşım tarzı oldu. Dünyayı yok ettiğimizin ve yaşam çevremizi hızla yaşanamaz hale getirdiğimizin farkına vardığımız zamandan beri toplumsal yarar olgusu daha önemli hale geldi. Bu çerçevede hem bireysel hem de grupsal yaşamımızda kendimiz için daha doğaya dönük yeni anlamlar arıyoruz. Sanayi Toplumunun barbarca tüketmek düşüncesinden daha sürdürülebilir bir yaklaşıma geçme konusunda adımlar atmaya çalışıyoruz. Doğrusu adımlarımızın kâr güdüsüne karşı ne denli başarılı olabildiğinden henüz emin olamıyoruz.

Yüksek hızlı değişim mevcut değerleri hızla eritiyor. Bu bağlamda sadece değerleri değil, araçları da kaybediyoruz. Öyle ki; geleneksel iletişim yaklaşımlarımızı bile giderek yitiriyoruz. Bayram ziyaretleri ve toplu kutlamalar her geçen gün daha az ilgi görüyor. Geleneksel değerlerimiz ve davranış biçimlerimiz, bir fast food yaşamı içinde tüketilip gidiyor. Diğer yandan bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, insanlar ve kurumlar arası yepyeni açılımlara neden oldu. Adeta fiziksel sınırlar ortadan kalktı ve sınırsız bir iletişim modelleri manzumesine geçildi. Muhtemelen bu yeni durum, sosyal ve kültürel yönden geleneksel olanı ikame edecek yeni tarzlar geliştirmemize vesile olacak. Örneğin yakın zamana kadar Internet ortamının yüksek popüleriteye sahip Facebook’u bile belli yaş gruplarının (29 yaş öncesi yaş kuşağının) ilgi alanından çıkmaya başladı.

Kimi zaman postmodern olarak anılan bu çağda; kimlikler konusunda fikrî değişime uğradık. Bazı kimlikleri üstümüzden atarken, özellikle etnik, kültürel ve itikadi alt kimliklerimizi daha fazla ön plana çıkarmaya başladık. Bunda küreselleşmenin yerel ve özgün olanı hızla yok etmeye başlamasının etkisi var. Küresel aynılaşma, duyarlı insanları iğneli fıçıya sokulmuş gibi rahatsız ediyor.

Küreselleşme olgusu dünya halklarının kültürlerinde bir aynılaşma yaratırken, buna tepki olarak alt kimliklere dönme eğilimi oluştu. Ama bu duruma kilitlenip kalmamak lazım… Muhtemelen sürecin ilerleyen aşamalarında kimlikleşmenin yeni biçimlerini görebiliriz. Ama alt kimliklere geri dönüşün, farklılıkların zenginliği olarak isimlendirilen bir bakışa yol açtığını da görmeliyiz. Farklılıkların doğru kavranması, aynı zamanda ayrımcılık sorununun giderilmesi sürecinde de olumlu etkiler yapıyor.

Yaşadığımız dönemin, netleşmenin henüz oluşmadığı ‘aktif kompleks’ bir zaman dilimine denk düştüğü kanaatindeyim. Kimyada ‘aktif kompleks’ durumdaki maddenin belirsizliği gibi; insanlar ve kurumlar olarak bizler de farklılaşmanın ve dönüşmenin değişik düzeylerini yaşamaya başladık. Ama bu dönemde belli başlı eğilimlerin tespiti, geleceğin doğru kavranıp öngörülmesinde çok değerli olacaktır. Farkında ve uyanık olmak gerekiyor. Her zamankinden çok daha fazla…

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Fast Food, Slow Food

Fast Food, Slow Food

Gürcan Banger

Fast food, hızla hazırlanıp aynı hızda servis edilen yiyecek tipine verilen isimdir. Sandviç, tost, hamburger ve benzeri kısa hazırlanma süresi olan her tür yiyeceğe fast food adı verilebilir. Genel olarak fast food sözcüğü, önceden hazırlanmış veya pişirilmiş bazı malzeme ile birlikte bir lokanta veya benzeri işletmede hızla servis edilen yiyeceği anlatmak üzere kullanılır. Amerikan kültürünün bir uzantısı olarak dünyanın (dolayısıyla kentlerimizin) her yerini sarmış olan fast food işletmeleri nedeniyle konu hakkında bilgi sahibi olmayanımızı bulmak hayli zor sayılır.

Her hareket, bir süre sonra kendi karşıtını oluşturuyor. 1989 yılında İtalya’da başlatılan Slow Food hareketi, fast food türünün oluşturduğu hızlı yaşam tarzına karşı geliştirilmiş bir akım… Yerel yemek geleneklerinin yitirilmesine karşı bir farkındalık yaratma ve tepki oluşturma amacıyla örgütlenmiş. Geleneksel ve bölgesel mutfakları korumayı, yerel ekosisteme uygun tohum ve bitki yetiştirmeyi savunuyor. Hareketin 132 ülkede 100 binin üzerinde katılımcısı olduğu söyleniyor. Bu hareket, yerel convivium’lar halinde örgütleniyor. Günümüzde dünyada 850’nin üzerinde slow food convivium’u olduğu ifade ediliyor. (Convivium, coğrafi olarak diğer gruplardan ekotip olarak farklılaşmış bir topluluğu ifade etmek üzere kullanılan Latince kökenli bir sözcük. Birlikte yeme – içme gibi bir anlam içeriyor.)

Slow food hareketinin düşünce oluşturucuları, bu oluşumların; “Yemeğimiz nereden geliyor?”, “Ürünler hangi tohumlarla yetişiyor?”, “Yemeğimizin tadını oluşturan faktörler nelerdir?”, “Yemek seçimlerimiz kültürümüzü nasıl etkiler?” gibi sorulara cevap aradığını belirtiyorlar. Slow food’u yakından incelediğimizde; sivil toplum ve insan hakları eksenli bir sosyal hareket olduğunu görüyoruz. Hareket, özünde kapitalizmin sınırsız ve hızlı tüketim anlayışına karşı çıkmayı amaçlıyor. Dolayısıyla insanın yeme – içme eyleminin basit anlamda bir doyma beklentisi olmadığını, tad almanın da bir insanlık hakkını olduğunu belirtiyor. Hareketin söylemini büyük ölçüde oluşturan Carlo Petrini yiyeceklerin sahip olması gereken üç özellikten söz ediyor: İyi, temiz ve adil…

1949’da İtalya’da doğan Carlo Petrini Uluslararası Slow Food Hareketinin kurucusu olarak tanınıyor. İsmi ilk kez 1986’da Roma’da bir MacDonalds restoranının açılmasına karşı düzenlenen kampanyada duyulmuş. Petrini’nin sosyal yaşama aktif katılımı 1977’de sol kanat gazete ve dergilere makaleler yazarak başlamış. Slow Food Editore isimli yayınevinden çıkan pek çok eserin editörlüğünü yapmış. La Stampa’da yazılar yamış. 2004 yılında Time Dergisi, kendisini yılın kahramanlarından birisi olarak seçmiş. Petrini, 2004’te Gastronomik Bilimler Üniversitesi adıyla bir okul kurmuş. Okulun amacı, tarım ile beslenme (gastronomi) arasındaki boşluğu dolduracak çalışmalar yapmak… Sözün kısası Petrini, entansif gıda üretimine ve hızlı aşırı gıda tüketimine karşı her boyutta mücadele etmeye devam ediyor.

Dünyada Slow Food Hareketine benzer başka oluşumlar da var. Bunlar arasında Slow Money, Ark of Taste, Cittaslow, Slow Movement ya da Voluntary Simplicity (Gönüllü Sadelik) gibi benzer veya farklı alanlardaki örnekleri saymak mümkün. Bunlardan Gönüllü Sadelik Hareketi hakkında geçmişte yazmıştım. Bu hareketler kimi zaman haklı gerekçelerle yola çıkmalarına rağmen etkilenme biçimleri veya hedefleri açısından ciddi eleştirilere de uğrayabiliyorlar.

Fat-Guy.com isimli Internet sitesinin yayıncısı ve eGullet isimli sitenin kurucularından gıda yazarı ve avukat Steven A. Shaw, Slow Food Hareketini hedonizmi (hazcılığı) sol siyasal söylem ile karıştırmış bir hareket olarak tanımlıyor. (Hedonizm / hazcılık, hazzın mutlak anlamda iyi olduğunu, insan eylemlerinin nihai anlamda haz sağlayacak bir biçimde planlanması gerektiğini, sürekli haz verene yönelmenin en uygun davranış biçimi olduğunu savunan görüştür.) Hareketin hazcı boyutunun küreselleşme karşıtı olan yanını zedelediğini söyleyerek eleştirilerini sürdürüyor.

Slow Food türünde hareketlerden toplumumuz da nasibini alıyor. Özellikle büyük kentlerde fazla geniş olmayan topluluklar bu tür söylemlerin takipçisi olabiliyorlar. Ama genel bir gözlem olarak takipçi olmanın ötesine geçemiyoruz; çünkü dünyada olup bitene tepki verecek düşünsel zenginliği ve üretkenliği yakalamakta zorlanıyoruz. Kanımca Slow Food Hareketinin bize bir kez daha hatırlattığı budur.

13 Temmuz 2010 Salı

Referandum ve Genel Seçim

Referandum ve Genel Seçim

Gürcan Banger

Konsensus isimli araştırma ve araştırma firmasının “Türkiye Gündemi – Haziran 2010” başlıklı kamuoyu araştırması sonuçları geçtiğimiz pazar günü yayınlandı. Düzenli olarak aylık siyasal araştırma yapan şirketin siyaseti ilgilendiren konu başlıklarında aldığı sonuçlar, araştırmayı yaptıran Habertürk Gazetesi’nde yer aldı.

Siyaset gündemi kategorisinin detaylarına girmeden önce Konsensus’un Haziran 2010 ayı 3 aylık beklenti anketi sonuçlarına bakmakta yarar var. Bu araştırmada katılımcı işletmelere “Önümüzdeki üç ay içerisinde Türkiye’de yaşanmasını beklediğiniz siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmelerin işletmenizi nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?” şeklinde bir soru yöneltilmiş. Katılımcıların yüzde 43’ten biraz fazlası, kötü (olumsuz) etkilenecekleri yönünde görüş bildirmiş. Daha iyi ya da daha kötü olmayacağını belirtenlerin oranı ise yüzde 38 dolayında. Bir başka deyişle; iş dünyasının yaklaşık yüzde 81’i olumsuzluklar içeren bir kısa vade öngörüyor.

İş dünyasının böylesine olumsuz beklentiler içinde olduğu bir süreçte önce Anayasa referandumuna, 2011’de ise genel seçime gidiyoruz. Öyle anlaşılıyor ki; ekonomi ve siyaset her zaman olduğu gibi birbirinden kopuk halde peşpeşe iki dönemece girmek üzere…

Gelelim Konsensus’un Siyaset Gündemi anketlerine… Nisan 2010 anketinde yaklaşık olarak AKP yüzde 34, CHP yüzde 27 ve MHP yüzde 15 dolayında tercih edilmiş. Diğer partiler veya partileşmesi öngörülen hareketler geçerli seçim barajını aşamıyor. Üç partinin oy toplamı yüzde 76 dolayında…

Mayıs 2010 anketinde ise oy oranları; AKP yüzde 39, CHP yüzde 31 ve MHP yüzde 11 dolayında oluşmuş. Diğer siyasal örgütlerin barajı geçemediği dağılımda üç büyük partinin oy toplamı oranı ise yüzde 81 olmuş. Nisandan Mayısa AKP ile MHP’nin yükseldiğini, MHP’nin oy kaybettiğini, üç partinin oy toplamının ise arttığını gözlüyoruz. Görünen o ki; AKP yandaşları ile AKP karşıtlarının yarışında oyların büyük bölümü üç partide yoğunlaşıyor. Dolayısıyla Mayıs anketi de gerek referandumun gerekse genel seçimin AKP’yi referans alarak gerçekleşeceğini ortaya koymakta.

Gelelim Haziran 2010 araştırmasına. Bu ankette AKP yüzde 40’a çıkarken CHP (kesirden oluşan küçük bir kayıpla) yüzde 31 ve MHP yüzde 12 olarak tercih edilmiş. Üç partinin oy toplamı ise yüzde 83. Dolayısıyla oyların bu üç partide toplanmaya devam ettiğini görüyor ve bu eğilimin süreceği öngörüsüne doğru yönleniyoruz.

Haziran 2010 anketinde en beğenilen liderler arasında CHP Genel Başkanı yaklaşık yüzde 44 ile ilk sırada yer alıyor. Dolayısıyla Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP için yeni bir toparlanma umudu olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Daha önce yapılan anketlerde Deniz Baykal’ın bu orana ulaşamadığını ve Recep Tayyip Erdoğan’ı geçemediğini biliyoruz.

Eylül 2010’da Anayasa için referandum yapılacak. Muhtemelen bu referandum, bir yasal gereğin yerine getirilmesinden daha çok AKP iktidarı için bir güvenoyu anlamına gelecek. Referandumdan çıkan sonuç da onu takip eden genel seçim sonuçlarını ciddi oranda etkileyecek. Hatta referandum sonuçlarına bağlı olarak partilerin propaganda çalışmaları da farklılaşabilecek. Gergin bir ortamda geçmesini beklediğim seçim sürecinde ekonominin olumsuz etkilenmelere uğrayacağını tahmin etmek zor değil. Diğer yandan dini, siyasal ve etnik cemaat ve örgütler ile yerel yönetimlerin bu süreçteki siyasal ve ‘fiili’ etkinlikleri de (kanımca; toplumun gerginleşmesi yönünde) artacak. Çünkü hem siyasal İslamcı ve onun karşısındaki ‘laikçi’ kesimleri hem de her kimlikten milliyetçi toplulukları seçim sonuçları ciddi biçimde etkileyecek. Dolayısıyla kimi topluluklar kazanımlarını kaybetmemek, bazıları da iktidarın rahatlığını ve kolaylığını elde etmek için mücadele verecekler.

Konsensus’un Haziran 2010 araştırmasına göre; referandumda anayasal değişikliğe (AKP iktidarının talep ettiği biçimde) ‘Evet’ diyecek olanların yüzde 46, CHP ve MHP’nin yaklaşımına uygun olarak ‘Hayır’ oyu verecek olanların yüzde 54 olduğu anlaşılıyor. Geçmiş anketlere göre AKP lehine ‘Evetçiler’ artmakla birlikte henüz ibre AKP aleyhine ‘Hayırcılardan’ yana görünüyor.

Referandum sonuçlarını gerek AKP gerekse CHP ve MHP kendi iktidar beklentileri yönünde yorumlayacaklar. Referandumdan ‘Hayır’ çıkması durumunda (muhtemeldir ki) AKP’nin yerini CHP + MHP koalisyonu alacak. Eğer ‘Evet’ sonucu çıkarsa AKP’nin genel seçime doğru oy oranını yükseltmesini olağan karşılamak lazım. “Bu bir referandumdur; genel seçim gibi yorumlamamak gerekir” yaklaşımını asla katılmıyorum. Söyleseler de, söylemeseler de; tüm kesimler referandumun bir ‘güven oylaması’ olduğunun farkındalar.

AKP’ye yakınlığı ile bilinen Pollmark isimli kuruluşun kamuoyu araştırması ise geçtiğimiz günlerde medya manşetlerine düştü. Bu ankete göre AKP’nin oy oranı yüzde 42, CHP’nin oy oranı yüzde 27 ve MHP’nin oyu yüzde 13 olarak görünüyor. Günün ekonomik, sosyal ve siyasal şartlarına baktığımda ve ulusal – bölgesel – yerel ekonominin içinde bulunduğu şartları iyi bildiğimi düşünerek bu anketi (mevcut şartlarda) gerçekçi bulmadığımı belirtmeliyim.

Neredeyse yazı yarıladık. Önümüzde Ramazan ayı var. Eylüle kadar yapılacak kamuoyu araştırmalarını temkinle karşılamanın uygun olacağını düşünüyorum. Sanırım; bundan sonra ilk yorumlamamız gereken referandumun gerçekleşmiş sonuçları olacak.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Liderlik Önemli…

Liderlik Önemli…

Gürcan Banger

Bizim sosyal kültürümüzde liderlik önemli… Örneğin köyde muhtar, öğretmen veya imam oradaki topluluğun hiza önderidir. Köyde liderlik doğal olarak bu üçlüden birine veya eşdeğer bir kişiye verilmiştir. O da köy topluluğuna bir yerel lider olarak nasıl hiza alınacağını gösterir.

Ekonomik işletmelerde oluşmuş bir gözlemim var. Eğer bir işletmede lider nitelikli bir kişi varsa, onu varlığı bir iş kültürünün yerleşmesi için önemli bir dayanak oluyor. Özellikler bizimkiler gibi kurumsallaşma sorunu olan işletmelerde yerel liderler son derece önemli ve vazgeçilmez bir fonksiyonun gereklerini yerine getiriyorlar. Bu liderlik pozisyonu, yerinde ve iyi kullanıldığı zaman değişim ve dönüşüm kültürünün yerleşmesinin de vesilesi ve aracı oluyor.

İşletmeler için aktardığım bu tespiti kamu ve sivil toplum kuruluşlarının yönetimi için de tekrar edebilirim. Hiza önderliği düzeyine ulaşmış bir lider, toplumun her türden örgütsel yapılanmasında iyi işlerin yapılması ve bir kurum kültürünün yerleşmesi için değerli bir hızlandırıcı ve kolaylaştırıcı görevini yapıyor.

İşte; özetlediğim bu nedenler bile toplumumuzda liderliğin neden önemli olduğunu açıklamak için yeterli. Aynı nedenden dolayı kötü liderlik örnekleri de toplumun ilerleyişinin önünde engeller oluşturabiliyor. Despotik, hegemonyacı veya otokratik lider tipleri ise toplumun ihtiyacı olan yeni liderlerin oluşmasında ve ortaya çıkmasında handikaplar meydana getiriyor. Bu olumsuz örneklerin toplumunun vitrininde duran kişilerden oluşması ise toplumda demokrasi, katılım, paylaşım, duyarlılık ve sosyal sorumluluk gibi özelliklerin gelişmesinin önünü tıkıyor. Bu liderlik örneğinin, büyük bir yanlışlık eseri olarak ‘karizmatik liderlik’ olarak anlaşılması ve misal gösterilmesini ise içe sindirmek mümkün değil.

“Kötüsünü anladık da; liderin iyisi nasıl olur?” diye sorabilirsiniz. Gerçekten liderlik, bizde sözcük olarak kullanıldığı oranda iyi bilinmeyen bir kavramdır. Kısaca hatırlamakta yarar var. Lider, (toplumdaki, topluluktaki, ekipteki ya da gruptaki) bireyleri ortak hedeflere yönelten kişidir. Aynı zamanda hedeflerin benimsenmesinde etkilidir. Bireyler arasında köprüler oluşmasına katkı yapar. Dağınık haldeki güç ve enerjiyi toparlar. Mevcut kaynaklardan sinerji yaratacak biçimde yararlanılmasını sağlar.

Yukarıda sıraladıklarıma benzer liderlik özelliklerini bu konuya ele alan başka belgelerde de kolaylıkla bulabilirsiniz. Benim açımdan liderliğin oluşmasında iki vazgeçilmez faktör var. Birincisi; lider, ‘ehven-i şer (kötünün iyisi)’ bir kişi değildir. Özellikleri ile bulunduğu topluluğu oluşturan kişilerden farklılaşmıştır. Pek çok nitelik bir araya gelerek onu bir lider yapmıştır.

Bulunulan ortam ne olursan olsun; liderin ikinci özelliği ise güven konusunda kuşku yaratmamasıdır. Lider güvenilir bir kişidir. Lider, kendi güvenilirliği konusunda kuşku yaratmaz. Liderin güven konusu, ilgili topluluk içinde (kötü niyetli oyunlar ve entrikalar hariç) asla spekülasyon ve dedikodu konusu olmaz. Örneğin eğer liderin kendi yönetim veya denetimi altındaki ‘kaynakları’ kendi çıkarları için kullandığı gibi bir ihtimal varsa, lider özelliğini kaybederek hak ettiği bataklığa gömülmesi çok uzun sürmeyecektir.

Liderlik ile yöneticilik sıklıkla birbirine karıştırılır. Bu bağlamda, bir işletme kitabında kolaylıkla bulabileceğiniz bir karşılaştırma listesi yapma niyetinde değilim. Ama liderlik ve yöneticiliğin genelde birlikte var olduklarını bilmek durumundayız. Daha doğrusu; bir lider yöneticilik özellikleri taşıdığı gibi, bir yönetici de belirli oranda liderlik özellikleri ile donanmıştır.

Genelde düşük liderlik ve düşük yöneticilik özelliklerine sahip kişi tiplemesi ‘bürokrat’ olarak anılır. Bu tipin uygulamalı örneklerini kamu kuruluşlarında görmekle birlikte ekonomik işletmeler, sivil toplum kuruluşları ve siyasal partiler de bu tipten nasibini gereğinden fazla alır. Bürokrat tipin biraz daha iyisi ‘idareci’ olarak isimlendirilir. İdareci tip, bulunduğu kurum veya kuruluşa ciddi katkıda bulunmamasına rağmen mevcut durumun sürdürülmesinde ve operasyonel işlerin başarılmasında yeterlidir.

Yüksek liderlik özelliğine sahip olmasına rağmen düşük yöneticilik becerileri ile donanmış tipleri sıklıkla siyasal partilerde, sivil toplum kuruluşlarında ve meslek odalarında görürüz. Yönetim danışmanlığı jargonunda bu tipe ‘amigo lider’ adı verilir. Amigo liderin bir davul gibi çalındığında çok fazla sesi çıkmasına rağmen sonuçta ortaya konmuş işe yarar bir sonuç yoktur. Çok gürültü yapıp rahatsızlık yaratan amigo lider için (Dünya Futbol Şampiyonası’nın vızıltısıyla) yeni moda bir deyim olarak ‘vuvuzela lider’ de diyebiliriz. Afrikalıların vuvuzelaya olan anlaşılmaz sevgisi gibi tüm dünyada ve yakın çevremizde de ‘vuvuzela liderin’ hayranı olanlar var.

Liderlik ve yöneticilik niteliklerini birlikte geliştirmiş kişi ise gerçek bir ustadır. Bu insanlar meyve veren ağaçlar gibidir. Hem eserleri gözle görünür hem de içinde bulundukları ortama kalıcı ve sürdürülebilir katkılar yaparlar. Ne yazık ki; bu örnek ustaları sıklıkla görmek mümkün olmuyor. Neden derseniz; İtalyan heykeltıraş Michelangelo’dan bir alıntı ile cevaplayarak devam edeyim: “İnsanlar benim ustalığımı elde etmek için ne kadar sıkı çalıştığımı bilseler, onun bu denli hayret edilecek bir şey olmadığını anlarlardı.”

Ünlü Alman şairi Goethe ile bitirelim: “Kendilerinden öğrendiğimiz kimselere usta deriz. Ama kendisinden öğrendiğimiz herkes bu unvanı hak etmez.”