18 Mart 2011 Cuma

İş Dünyası Konuları

İş Dünyası Konuları

Gürcan Banger

Özellikle 1990’lı yılların başından bu yana Dünya dış ticareti ve Türkiye’nin konumu ile ilgili önemli değişimler yaşanıyor. Bilindiği gibi; ülkemizin dış satımı genelde geleneksel ürünlerden oluşur. 1990’ların başında sermaye mallarının dış satımı, toplam ihracatın ancak yaklaşık yüzde 2’sini oluşturmaktaydı. 2000’li yıllara geldiğimizde ise sermaye malları ihracının toplan içindeki payının yüzde 10’ların üzerine yükselmiş olduğunu görüyoruz. Bu durum, Türk üretici ve dış satımcısının Dünya durumunun değişmeye başladığının önemli göstergelerinden birisidir.

Her ne kadar bazı sorunları gizli veya açık biçimde içerse de; Türkiye’nin yabancı sermayeyi cezbetmeye başlayan bir ülke olduğu bilinmektedir. Elektrik ve elektronik ile otomotiv sektörlerinde yabancı sermaye oranı giderek artmaktadır. Uzmanlar kimyasal madde üretimi konusunda da önümüzdeki dönemde yeni yabancı sermaye girişleri beklemektedirler. Bu bağlamda “endüstri içi ticaret oranları”, yeni dönemde özellikle sözünü ettiğimiz gelişme gösteren sınaî sektörler açısından daha dikkatle izlememiz gereken göstergelerden birisi olmaya devam edecektir. Bilindiği gibi; bir ülkenin aynı endüstriye ait bir bölümünün hem dış satım hem de dış alım yapabildiği uluslararası ticaret “endüstri içi ticaret” olarak isimlendirilmektedir.

1990’lı yılların ortalarından bu yana; Türkiye’nin durumunun rakip ülkelerle karşılaştırması, gelişen sektörler açısından Türkiye adına bazı fırsatlar ve rekabet avantajları doğurmaktadır. Diğer yandan Türkiye enerji fiyatları açısından OECD ülkeleri arasında en pahalı ülkelerden birisidir. Çin gibi gelişen ekonomilerle kıyaslandığında bu ciddi bir handikap olarak görünmektedir. Benzer şekilde işçilik ücretleri içinde kamu payının aşırı yüksekliği bir diğer önemli handikap olmaya devam etmektedir.

Benzer bir sorun, kurumlar vergisi alanında gözlenmektedir. Türkiye’nin AB dış pazarındaki rakipleri Rusya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Polonya ve Malezya gibi ülkelerdir. Bu ülkelerde kurumlar vergisi oranının daha düşük olması, Türk sanayici ve ihracatçıları açısından ağırlık yapan bir unsur olarak algılanmaktadır.

Sanayi ve dolayısıyla ekonomi, kendi ayakları üzerinde dikilip yürüyebilmelidir. Ama bir ülkenin ekonomisinin ilerlemesinin topyekün bir birliktelik olduğunu da unutmamak gerekir.

Kurumsal Sosyal Sorumluluk
Bu sıralar üzerinde çalıştığım yönetişim konusu nedeniyle sorumluluk ve hesap verebilirlik kavramlarını sıklıkla anıyorum. Sorumluluk konusu iki başlık altında ele alınıyor: Mali sorumluluk ve sosyal sorumluluk… Bu iki kavramdan birincisi topluma karşı mali açıklığı ve sorumluluk almayı, ikincisi ise siyasetin yaptıklarından dolayı topluma karşı sorumlu olmasını anlatıyordu. Bu kavramları isimlendirmeden de; çok önceden beri dürüst ve ahlaklı siyasetçiler olarak yaşamlarında bu ilkeleri uygulayan kişiler bulunduğundan eminim. Ama bir isim vererek o kavramı işaret ettiğinizde, daha farklı biçimde anlaşıldığı ve algılandığı da bir gerçek…

Son zamanlarda bu iki kavramdan sosyal sorumluluk ile ilgili olanı, başta şirketlerle ilgili olmak üzere kamu birimlerini ve sivil toplum kuruluşlarını içine alacak biçimde daha yaygın kullanılmaya başladı. Bu sıralar şirketleri kast eden her kavramda olduğu gibi, başına bir sözcük eklemesi ile “kurumsal sosyal sorumluluk (KSS)” adını aldı.

Kısaca tanımlamak gerekirse; kurumsal sosyal sorumluluk (KSS), şirketlerin daha iyi bir toplum ve yaşanabilir sağlıklı bir çevre için gönüllü olarak katkıda bulunmaları biçiminde anlaşılıyor. Çevre bilincinin yaygınlaşmaya başladığı 1980’li yılların başına ait “Kirleten öder” sloganının biraz daha geliştirilmiş şekli olarak da düşünebilirsiniz.

KSS kavramı, bir toplum içinde yaşayan şirketlerin de devlet ve bireyler gibi sorumlulukları olduğunu, sadece üretip satarak varlık nedenlerini yerine getirmiş olmayacaklarını ifade ediyor.

Çağdaş niteliklere sahip şirketlerin yerine getirmesi gereken belli başlı sorumluluklardan söz edebiliriz. Örneğin şirketler yaşayabilmek için verimli ve karlı olmak zorundadırlar; bu, onların birinci sorumluluğudur. İkincisi; devlet, şirketlerin yasalara uygun davranmasını ister. Yasalara uymak da şirketlerin sorumluluklarından birisidir. Üçüncüsü; çağdaş şirketler, yasalarla belirlenmemiş bile olsa toplumsal kalıp ve beklentilere uygun biçimde ahlaklı olmak zorundadırlar. Son olarak; şirketler, toplumsal sorunların çözümü için gönüllü katkıda bulunmak zorundadırlar. Bu son sorumluluk anlayışına “kurumsal sosyal sorumluluk (KSS)” adı veriliyor.

Dünya’da ilginç KSS örnekleri ile karşılaşılabiliyor. Kentlerimize dönüp baktığımızda; yerel KSS örnekleri bulmaya çalıştığımızda fazlaca yaratıcı uygulamalarla karşılaşmıyoruz. Yapılan uygulamaların pek çoğu, geleneksel hayırseverlik örneklerini aşamıyor. Zaman zaman çevrecilerin ve ilgili kamu birimlerinin zorlamasıyla bir miktar fidan diken şirketler oluyor. Liste kabarık olsun diye, spor kulüplerine destek veren az sayıdaki şirketi de sayalım bu arada. Bir de; iyi havalarda “şarkı-türkü belediyeciliğine” zoraki sponsor olan meçhul şirketler var. Tabii bu sponsorluk, kurumsal sosyal sorumluluk örneği sayılırsa…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder