14 Ekim 2010 Perşembe

Eskişehir, Yeni Şehir

Eskişehir, Yeni Şehir

Gürcan Banger

Eskişehir, varlığı antik çağlardan beri bilinen bir yerleşimdir. Sakarya Nehri ile Porsuk Çayı yanında; ovanın değişik noktalarında termal su kaynaklarının bulunması nedeniyle bu bölgedeki insan yerleşimlerinin çok daha eski tarihlere uzanıyor olması muhtemeldir. Fakat Eskişehir isminden esinlenip bugünkü yerleşimin çok eski olduğunu söylemek yanlış bir tahmin olur.

Eskişehir, tarih boyunca değişik dönüm ve kırılma noktaları yaşamıştır. Bunlardan önemli bir tanesi, Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi ve Osmanlı Devleti’nin kurulmasıdır. Bir imparatorluğun ilk tohumlarının atıldığı bu yerleşim, ne yazık ki daha sonraki dönemlerde Bursa, Edirne, Konya veya Kütahya gibi ilgi görmemiş, küçük bir kaza olarak 19’uncu yüzyıla erişmiştir. 1800’lü yılların sonları ise Rumeli’den ve Balkanlardan gelen göçler ile İstanbul-Bağdat demiryolunun yapılması Eskişehir açısından gerçek bir sıçrama yaratmıştır.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Eskişehir, ciddi anlamda dış göç almaya başlamıştır. Aldığı göçlerin önemli kaynakları olarak Balkanları ve Kafkasları saymak gerekir. Bu göçlerin etkileri, Eskişehir’in geleneksel yerleşimi olan Odunpazarı’nda mekânsal rötuşlar olarak görüldüğü gibi, tarım teknikleri ile el işlerinde olduğu üzere yerel ekonominin değişiminde de gözlenir. Daha önceki dönemde bu yerleşimde yapılan belli başlı işler arasında tarım ve bahçecilik önemli yer alıyordu.

1894’te işletmeye alınan İstanbul-Bağdat Demiryolu, Eskişehir’in kaderini değiştiren olaylardan birisi olarak görülür. Bu hattın Eskişehir’den geçmesi, bu unutulmuş yerleşimin alınyazısını ciddi anlamda değiştirmeye başlar. Dolayısıyla 19’uncu yüzyılın sonları, Eskişehir’in gelişiminde önemli bir dönüm noktasıdır.

Kurtuluş Savaşı süresince Eskişehir, ciddi acılara ve yıkıma maruz kalır. Kentin pek çok bölümü, işgalci Yunan kuvvetleri ile işbirlikçileri tarafından yakılır, yıkılır. Fakat Eskişehir, Cumhuriyet’in ilk döneminde ciddi kamu yatırımları alarak önemli atılımlar yapar. Eskişehir Bankası, Şeker Fabrikası, demiryolu ile uçak bakım-tamir atölyelerinin kuruluşları 20’inci yüzyılın ilk yarısına damga vurur. Bu dönem, Eskişehirlinin kendini artık ücretli çalışan olarak algılamaya başladığı bir zaman dilimidir. Bu dönemle birlikte devlete kapıkulu olmak, kendi işinin sahibi girişimci olmanın önünde gelir. Bir yandan ücretli çalıştırmayı özendiren bu gelişme, daha sonraki yıllarda kamu işinde eğitilmiş ustaların, Eskişehir sanayisinin temellerini atmaları ile başka bir boyuta taşınır.

Eskişehir’in mekânsal gelişimi, bir kâğıda düşmüş yağ damlasını andırır. Kent, yağ damlasının kâğıdın üzerinde yavaşça aynı odak etrafında büyümesi gibi gelişir. 20’nci yüzyılın ikinci yarısında plansız, programsız veya en azından vizyonsuz büyüme hızlansa da, görünen manzaranın odağı budur.

Eskişehir’de son olarak yaşanan kırılma noktası, 2000’lerin başıdır. Bu süreçte Eskişehir, pek çok Anadolu yerleşimine göre yeni bir yerleşim olsa da; geleneksel bir kentten Batı tipi bir tüketim kentine doğru evrimleşmeye başlar. Ama ne yazık ki; gerekli vizyona sahip olmadan büyümenin sıkıntılarını da yaşamaya devam eden bir kenttir artık.

Bugün kentin merkezinde yaşanan aşırı yoğunlaşma, bu yerleşimi kent rantı nedeniyle imkânsız bir noktaya doğru sürüklemektedir. Eskişehir’in kent merkezinin daha fazla yoğunlaştırılmasıyla gidebileceği yeni bir açılım kalmamış gibi görünmektedir. Kent merkezindeki rantı artıracak her yaklaşım, Eskişehir’i biraz daha yaşanması zor bir habitat haline getirmektedir. Gözlediğim odur ki; kentin (yağ damlasının) dış çevresinde yapılacak kentsel dönüşüm projeleri de yoğunlaşmayı azaltıcı önlemler olarak gözükmemektedir.

Eskişehir Büyürken
Evinizin veya iş yerinizin bir duvarının dibinde beklenmedik bir şekilde büyüyen otlar görmüşsünüzdür. Bir nedenle oraya düşen tohum uygun zaman geldiğinde, bir bitkiye dönüşüverir. Bazı yerleşimlerin büyümesi de böyledir. Tarihin bir anında birkaç hane ile başlayan bir insan topluluğu, zamanla büyüyerek büyük bir insan yerleşimine dönüşür. Yıllar ilerledikçe anayollar üzerindeki küçük köy ve kasabaların nasıl büyüdüklerini gözlemişsinizdir. Örneğin Anadolu’ya Türklerin gelişiyle oluşan pek çok yeni yerleşimin tohumu o dönemde kurulan zaviyeler, ocaklar ve küçük ölçekli camilerdir.

Yerleşimler her zaman kendi dinamikleri ile gelişmez. Kimi zaman bilinçli ve planlı faaliyetler; köylerin, ilçelerin veya kentlerin oluşumuna neden olur. Dünyada planlı ve programlı olarak yaratılmış çok sayıda kent örneği bulunmaktadır.

Bir kenti, plan dışı tutarak kendi başına büyümeye bırakırsanız; karşımızda iki ihtimal var demektir. Ya kent, zaman içinde küçülür ve yok olur ya da aşırı ve şekilsiz bir büyümeye uğrayarak bir sorunlar yumağı haline dönüşür. Bir kentin, bir sorun üreteci haline gelmesinin yollarından birisi, o kentin yöneticilerinin yerleşimle ilgili geleceği görmekteki zorlukları ve zafiyetidir. Ülkemizde görme ve tanıma imkânı bulduğum pek çok kentin, gerçek anlamda yönetim sorunları yaşamış olduğunu biliyorum. Geçmiş yönetim dönemlerinde alınmayan önlemlerden ve kentsel vizyon eksikliğinden dolayı bazı yerleşimlerimiz tıkanma noktasına gelmiş durumda. Böyle bir kentsel sorun yığılması, ilerleyen zamanda problemlerin çözülmesini çok pahalı veya imkânsız hale getiriyor.

Kendi adıma; aşırı büyümüş bir kentte yaşamaktan yana değilim. Bunu anlatırken, kentin insan ölçeğini aşmaması gerektiği biçiminde ifade ediyorum. Bu bağlamda; Dünya üzerinde dengeli ve sağlıklı gelişmiş pek çok kentin (nüfusun fazla artmadığı ve yerleşimin aşırı yayılmadığı) belli büyüklük sınırları arasında kalmış olduğunu hatırlatmak isterim.

Bir kişi veya bir kuruluş olarak yaşadığımız kentle ilgili bir konuda kesin tercihimiz olmalı. Kentin gelişim süreci hakkında fikrimiz ve öngörülerimiz olmalı ve bunu gerekli biçimde yansıtmalıyız. Çünkü bu kent, onu yönetenlerden daha fazla, burada yaşayanlara aittir.

Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere çok veya hızlı gelişmiş kentlere baktığımda; hiç de iç açıcı manzaralar görmüyorum. Konut kalitesinden içme suyuna, trafikten enerji şebekelerine kadar pek çok sorun yoğun biçimde yaşanıyor. Bazı sorunlar var ki; onlar da yakın bir gelecekte kapıya dayanmaya hazırlanıyorlar. Örneğin bazı kentlerin kimi semtlerinde oluşacak köhneleşme bölgelerinin yaratabileceği sorunlar hakkında yeterli öngörümüz henüz yok.

Kentlerimizin tek merkezli olarak aşırı büyümesinin önüne geçmek zorundayız. Kenti oluşturan fonksiyonların da dağıtılacağı yeni alt-kent yaklaşımları konusunda öngörüler, yaklaşımlar ve programlar geliştirmeliyiz. Böyle daha planlı yaklaşımların, toplam mal olma maliyetlerinde de ciddi düşüşlere neden olacağını kanıtlamak çok zor değil.

Katılımcılık vazgeçilmezdir
Kısaca söylemek istediğim şudur. Yaşadığımız kentin bireyleri ve kuruluşları olarak, kentimizin ne kadar büyüyeceğine, büyüme biçiminin nasıl denetleneceğine ve büyümenin nasıl planlanacağına birlikte ve katılarak karar vermemiz gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder