12 Ekim 2010 Salı

Tek Yüzlü Madalyon

Tek Yüzlü Madalyon

Gürcan Banger

Türkiye, ilginç bir süreç yaşıyor. Ülkenin bugün karşı karşıya olduğu sorunlar, darboğazlar ve sıkıntılar daha önce yaşanmış olanlardan biraz farklı. Bir diğer ilginçlik ise bu sorunlar manzumesinin çözümünde örnek alınabilecek bize benzer bir başka ülke de yok.

Şu sıralarda adeta bir tek yüzlü madalyon gerçeği yaşıyoruz. Nasıl derseniz; madalyonun bir yüzünde iktidar var ama diğer yüzünde muhalefet yok. Çok partili dönemin farklı süreçlerinden birisi yaşanmaya devam ediyor. Son zamanlarda özellikle siyasal muhalefet bir kısmı da bu eksiklik ve zafiyetin farkına varmış olmalı ki; fısıltı halinde yeniden yapılanmayı dile getirmeye başladı. Daha büyük ölçekli sosyal muhalefet açısından ise büyük bir canlılık gözlendiğini söyleyemeyiz. Muhalefet yapmasını beklediğimiz kesimler, karanlık bir yolda arabanın güçlü farları karşısında donakalmış ‘gece tavşanını’ hatırlatıyor. Ya muhalefetsizliğin farkına varacak ve gerekli girişimde bulunacak ya da farları yakmış hızla gelen arabanın altında kalacak.

Bir de; ülkenin, toplumun genel görüntüsüne bakalım. Son yıllarda gerçekleşen sosyal değişimler, çok yoğun bir görüntü veriyor. Hukuk değişiyor. Ekonomi çok hızlı bir dönüşüm içinde. Küreselleşmenin net etkileri yanında ülke içinde pek çok değer, hızlı bir başkalaşma sürecine girdi. Değişenler arasında, iyi olarak kabul edilebilecekler de var; kafamızda soru işareti yaratanlar da...

Her sosyal değişimden etkilenen paydaşlar vardır. Bunların bazıları söz konusu değişimden olumlu katkılar elde ederler. Doğal olarak kısa veya uzun vadede olumsuz etkilenenler de olur. Ama bu süreçte değişimin odağında ‘devlet politikaları’ aracılığı ile devletin bizzat kendisi oturuyor. 1980 öncesinde tercihlerini statükodan yana kullanan yöneticiler, şimdi ‘değişimi’ öne alıyorlar. Ülke yöneticilerinin bu ‘yeni’ hallerinde; Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği gibi unsurların çok ciddi etkileri var.

Yukarıda değindiğim gibi; bu değişimden iyi veya kötü etkilenenler olmaması mümkün değil. Çünkü hukuktaki değişim ve kamusal uygulamalar, doğrudan doğruya toplumu etkiliyor. Ama toplumun davranış modeline baktığımızda, şaşırtıcı bir atalet, sessizlik ve durgunluk var. Bunu Ergenekon türünde susturma girişimlerine bağlamak doğru değil; çünkü 1980 öncesinde çok daha ağır koşullar altında (doğrusuyla veya yanlışıyla) muhalefet yapılabildiğini biliyoruz.

Ülke yöneticileri tarafından gerçekleştirilen uygulamalar, ne olumlu, ne de olumsuz tepki alıyor. Her uygulama, medya gündeminde kısa süreli olarak yer aldıktan sonra sessizce, ‘kabul edilmişlerin’ arasında kaybolup gidiyor. 1980 öncesi toplumsal muhalefeti yaşamış olan kişiler için hayli şaşırtıcı bir durum. Adeta Dünya’nın tek kutuplu hali, topluma atalet olarak yansımış durumda.

Ülkenin genelindeki durgunluk, yerelde de farklı değil. Bazı yerel yöneticilerin proje adıyla ortaya attıkları uygulamaları karşısında, toplumdan en küçük lehte veya aleyhte tepki yok. Halk, tepkili değil; gözlenen ufak tefek karşı çıkışlara da, yerel yöneticilerin kulakları tıkalı…

Şu soru sorulabilir. Tepkili bir toplum olmak zorunda mıyız? Bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz “Evet” olmalı. Belki de Cumhuriyet tarihinin dinamik ve tepkili olmamız gereken, en önemli dönemini yaşıyoruz. Hem ekonomik hem de politik olarak bu denli yoğun ulusal ve sosyal zorlanmalar altında yaşmamıştık hiç… Yapılanları, onaylasak veya onaylamasak; köklerimizden sökülüyor gibi hissetmemiz gereken, ‘geri dönüşü olmayan’ bir dönemi yaşıyoruz. Fakat toplum olarak bizde ‘çıt yok’.

Toplum olarak verilen kararlara ve gerçekleştirilen uygulamalara katılımımız hemen hemen sıfır düzeyinde. Toplum olarak bizim adımıza temsilcilerimiz ağır kararlar alıyor. Bun karşılık; siyaset alanında muhalefet, ‘kendini yok etmekten’ başka bir görevi yerine getiremiyor. Getirmek istese de; kendini kadro ve söylem olarak yenilemediğinden, bu şekliyle ona inanacak yurttaş sayısı gün be gün azalıyor. Siyasetin içeriğine boş verip sadece oy derdine düşmüş olanlara kimse inanmak istemiyor. Değişik kesimler tarafından yapılan kamuoyu anketleri de bunu doğruluyor.

1980 öncesinde yasakçı yasalar nedeniyle ikincil siyasal örgütler olarak yer alan sivil toplum kuruluşları da tümüyle sosyal yorgunluk hastalığına kapılmış gibi. Bu kuruluşların kitleselleşmesi konusunda çok fazla kafa yoran yok. Zorlukla yaşayan az sayıdaki sivil toplum kuruluşu, (kargadan başka kuş tanımayan) bazı kariyerist kişilerin hegemonyasına girmiş halde. Sistemle uzlaşmayı ve kişisel tatmini önde tutan, sosyal vitrin meraklısı böylesi STK yöneticileri ile bir sosyal muhalefetin yükselmesi, zaten beklenemez.

Kanımca; yaşadığımız muhalefetsizlik ataletinin baş sorumlusu, öncelikle siyasetin içini boşaltan siyasetçilerdir. Memleketin ekonomik, sosyal, fikirsel, kültürel ve eğitsel olarak giderek kalitesizleştiği böyle bir dönemde eski usullerle yeni muhalefetin yükselmesini beklemiyorum. Ne yapılmalı? Kolay bir soru değil. Muhtemelen ezberlerimizi bir kenara bırakıp alışkanlıklarımızı, korkularımızı ve algı modelimizi sorgulayarak başlamak doğru adım olabilir. Kendi ikbal ve makam beklentilerimizden sıyrılıp en azından şunu soralım: “Şimdi ne yapmalı?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder