27 Ekim 2010 Çarşamba

Düşünsel Dünya Zayıf Olunca…

Düşünsel Dünya Zayıf Olunca…

Gürcan Banger

Bir ekonominin veya toplumun ya da o ülkedeki kurumsal yapıların durumunu tespit etmek için bakılması gereken unsurlardan birisi düşünsel gelişmişlik düzeyidir. Düşünsel düzey; bu çerçevede temel bilimlerden felsefeye, sanattan sivil toplum etkinliklerinin içeriğine kadar çok geniş bir ufku kapsar. Bir toplumun düşünsel gelişmişliğini ne kadar iyi okuyabilirsek, onun gelecekte alacağı durumu da o denli iyi belirlemiş oluruz. Bu noktada ilgili toplum için değerli ve önemli olan, o toplumun (onun aydınlarının) bu durum tespitini yaparak gerekli değişim ve dönüşüm vizyonunu oluşturabilmeleridir.

Gelişmiş ülkelerdeki düşünsel içeriği ve kurumsal yapıları izlediğimizde; ülke ve toplum olarak hayli eksikli olduğumuzu görüyoruz. Bu eksikliklerin ve zafiyetin oluşmasında dış dinamiklerin etkileri kadar siyasal iktidarların, kamunun mevzuat ve yapılarının ve toplumun dinamiklerinin zayıflığını izliyoruz. Siyasetin mevcut durumdan memnun olduğunu ve rant paylaşımı adına siyasetin iktidarı ele geçirmekten başkaca bir sorunu olmadığını düşünürsek; değişim ve gelişim konusunda görev alması gerekenler arasında sivil toplum hareketine ayrı bir yer düşüyor.

Toplumlarla ilgili kavramların, ele alındıkları çağa bağlı olarak anlam ve içerikleri değişebiliyor. Örneğin sıklıkla sözünü ettiğim (yazılarımı düzenli okuyanların iyiden iyiye aşina oldukları) sivil toplum böyle bir kavramdır. Aynı kavram kentlerin oluşmaya başladığı ve devletin ortaya çıktığı çağlardan başlayarak kullanılmasına rağmen örneğin Platon, Aristo, Jean Bodin, Hegel, Marx veya Gramsci gibi düşünürler tarafından farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bunlara Hobbes, Locke, Rousseau, Burke veya Fichte gibi değişik düşünürleri de ekleyebiliriz. Bu yazar ve düşünürlerin yaptıkları sivil toplum tanımlamaları da birbirinden farklı olmuştur. Bugün ise birden fazla tanım bulunmakla birlikte yaygın paylaşılmakta olanın, geçmiş tanımlamalardan hayli farklı olduğunu izliyoruz.

Bugün sivil toplum literatüründe yaygın olarak kullanılan tanımlardan birisi Stanford Üniversitesi Sosyoloji ve Siyasal Bilim Profesörü olan Larry Diamond’a aittir. Demokrasi çalışmaları konusunda seçkin bir akademisyen olan Diamond şöyle bir tanım veriyor: “Sivil toplum; örgütlü sosyal yaşamın gönüllü, kendi kendini üreten, kendi kendini destekleyen, devletten özerk olup bir yasal düzen veya ortak kurallarla bağlı alanıdır. Sivil toplu, özel yaşam ile devlet arasında duran aracı bir varlıktır.” Hiç kuşkusuz; sivil toplum gibi zaman içinde yeniden tanımlanma ihtiyacı ortaya çıkan bir diğer kavram da demokrasidir. Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan sivil toplum ve demokrasi kavramlarının birlikte değişim geçirmelerini olağan karşılamak gerekir.

Basit olarak tanımlarsak; demokrasi, halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimidir. Bir başka deyişle demokrasi, halkın kendi kendisini yönetmesidir. İlk çağların küçük kent devletlerinde yurttaşlar kent merkezinde bir meydanda toplanarak ortak meseleleri konuşur ve karara bağlarlarmış. O zamanın demokrasi tanımı böyle imiş. Herkesin kendi oyunu kullandığı bu modele doğrudan demokrasi adı veriliyor.

Ölçeği büyümüş ülke ve kentlerde bu yolu kullanmak mümkün olmadığından yurttaşlar, kendi görüşlerini temsil etmek üzere temsilciler seçmişler. Bu temsilciler (örneğin milletin vekilleri) halk adına karara ve yönetime katılmışlar. Böylece demokrasi kavramı, temsilcilerle kullanılan egemenlik biçimine dönüşmüş. Bugün bu anlayışa temsili demokrasi diyoruz. Günümüzde demokrasi dendiğinde çoğunlukla kast edilen, seçime odaklanmış temsili demokrasi anlayışıdır.

Çağımızda doğrudan demokrasi anlayışına dönme yönünde bir eğilim var. Ama fizikî koşullar şimdilik buna imkân vermiyor. Belki bilişim – iletişim ağlarının çok gelişmesi ile bulunduğumuz yerden egemenlik hakkını, yurttaş olarak herhangi bir konu hakkındaki oyumuzu doğrudan kullanabileceğimiz yeni bir dönem olacaktır. Ama kesin olan şu ki; demokrasi olarak adlandırılmaya alışılmış temsili demokrasi, bugün artık yurttaşları tatmin etmemektedir. Demokrasi kavramındaki çağdaş açılımların altında da temsili demokrasinin eksiklikleri ve halkoyunu yansıtmaktaki zafiyetleri vardır.

Günümüzde temsili demokrasinin kısıtlamalarını aşarak doğrudan demokrasiye yaklaşabilmek için katılımcı demokrasi, çoğulcu demokrasi ve yönetişim olmak üzere üç ayrı kavramdan söz ediyor ve bunları yaşamda gerçekleştirmek üzere yol ve yordamlar arıyoruz. Bu arayışların temelinde temsilciler aracılığı ile uygulanmaya çalışılan temsili demokrasinin, oy çokluğu nedeniyle belli bir grubun hegemonyasına dönüşmesi riski yüzündendir. Örneğin seçimlerde toplamın üçte biri kadar oy alan bir siyasal parti, iktidarın tamamına sahip olabilmekte ve böylece çoğunluktan kaynaklanan bir sosyal veya siyasal hegemonya oluşmaktadır.

Değişen demokrasi anlayışı; katılımcı demokrasi yaklaşımı ile toplumda var olan çeşitliliklerin yönetime ve kararlara yansımasını esas almaktadır. Bir yandan kararın üretilmesi için katılımın çoğaltılmasını hedeflerken, diğer yandan da tek doğru çözüm yerine birden fazla uygun ve doğru çözümün olabileceği fikrini içermektedir.

Kültürel ve siyasal çoğulculuk temalarını içeren çoğulcu demokrasi açılımı ise toplumda mevcut olan farklılıkların kendi varlıklarını sürdürebilme hukukunu ifade etmektedir. Son olarak yönetişim kavramı ile devletin ve toplumdaki diğer kişi ve kuruluşların etkileşimli bir yönetim anlayışı içinde olmaları anlatılmaktadır.

Bugün düşünsel dünyamızın ve günlük yaşamımızın temel sorunlarından birisi, siyasetin sosyal ve ekonomik yaşamın her alanını sömürgeleştirme çabası olarak görünüyor. Medya organlarında yer alan liberalleşme yaygaraları bizi yanıltmamalı. Liberalleşme görüntüsü altında rant paylaşımı adına sömürgeleştirme yaklaşımı farklı görünümler altında devam ediyor. En üzücü yanlardan birisi, değişimin taban suyunu oluşturması gereken sivil toplumun da bu rant paylaşımı çerçevesinde siyasetin dümen suyuna kolaylıkla girmesi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder