14 Haziran 2010 Pazartesi

İstihdam Adına Acı Reçete Kimin İçin?

İstihdam Adına Acı Reçete Kimin İçin?

Gürcan Banger

Mevcut hükümetin Çalışma Bakanı Ö. Dinçer’in “biraz acı reçete” diye başlayan istihdam önlemleri gazete manşetlerine düştü. Başbakan Erdoğan’ın işsizliği yüzde 10’un altına düşürme hedefi ile başlayan süreçte bazı önlemlerin uygulamaya konmasından söz ediliyor. Müstakbel pakette fazla mesailerle kıdem tazminatlarının yeniden düzenlenmesi ile esnek çalışma, kadınlara teşvik primi ve mesleki eğitim gibi önlemlerden söz ediliyor.

Çalışma Bakanı, işsizliğe çözüm bulmak için uygulanacak acı reçetenin işveren, sendika ve devlet tarafından paylaşılacağını söylüyor. Malum paylaşımın nasıl olacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Geçmiş uygulamalar bu konuda hükümetlerin ‘acı reçete’ sicilinin pek de ‘temiz’ olmadığını ortaya koyuyor. İlk olarak aklıma gelen şu ki; işsizlik sorununun sadece istihdam bakış açısından (yani fazla mesai, kıdem tazminatı, mesleki eğitim gibi enstrümanlarla) çözülemeyeceğini görmek lazım. Her ne kadar işgücü asli üretim faktörlerinden birisi olsa da yeterli ölçüde yeni girişim ve yatırım olmadığı sürece ekonomik parametrelerle ‘oynayarak’ istihdamı tek başına artırmak mümkün olmaz.

Diğer yandan işgücü piyasasında gerekli önlemler alınmadıkça, ülke ekonomisinin sürdürülebilir olmayacağı da bir açık gerçek olarak duruyor. Bu konuda TÜSİAD Başkanı Ü. Boyner’in istihdamsız büyüme riskini ifade eden açıklamasına dikkat etmek gerekir: “Türkiye; işgücü piyasasında esneklik sağlayacak gerekli reformlar gerçekleşmezse, kriz sonrasında yeniden istihdamsız büyüme tehdidi ile karşı karşıya kalacaktır.”

Boyner’in Şubat 2010 içinde basında yer alan bu açıklamasını ‘kalitesi büyüme’ riskinin bir işareti olarak yorumlamak gerektiği düşüncesindeyim. Gerçekten ithalat bağımlılığı giderek artan ülke sanayisinin olumsuz durumuna kronikleşmiş işsizlik sorunu da eklendiğinde ‘kalitesiz’ bir ‘istihdamsız ekonomik büyüme’ şekilsizliğine ulaşılıyor. Küresel krizin etkileri kısmen hafiflerken, aynı dönemde ithalatın ihracattan fazla artması ve istihdamın bu göreceli toparlanmadan olumlu etkilenmemesi ciddi ipuçlarıdır. Geçmişte değişik tarihlerde Türkiye ekonomisi üzerine yapılan pek çok bilimsel araştırmada istihdam ile ekonomik büyüme arasında pozitif bir ilişki bulunmadığı yönünde sonuç alınması, işsizliğin kronik bir hastalık olduğunu doğruluyor.

Ülkemizde sanayi üretiminin özellikle son 30 yılda bir değişim ve dönüşüm sürecine girdiğini gözlüyoruz. 1980’lerde kurulmuş herhangi bir organize sanayi bölgesinde gerçekleştirilen eski ve yeni yatırımlar arasındaki teknoloji kullanımına, üretim yöntem ve tekniklerine bakıldığında bu kısmi dönüşümü gözlemek mümkündür. Fakat bu değişim sürecinin giderek daha ağırlıklı olarak ucuz ithal hammaddeye ve yabancı teknolojiye bağımlılaşması gelecek açısından ümit vermiyor. Birim ihracat içinde ithalatın oranı büyük hızla artarken, ülke içinde yaratılan katma değer oranı aynı hızda düşüyor. Bu durum, tipik ‘taşeronlaşma ve fasonlaşma’ sürecidir. Olan bitenin kesinlikle ve uzaktan yakından ‘stratejik’ olabilmek gibi bir yönü yoktur.

Şu an sanayinin ve ekonominin genel görünümü giderek daha fazla dışa bağımlı, tedarik ve fiyat (dolayısıyla katma değer) olarak dünya durumun aşırı duyarlı ve daha kırılgan bir izlenim vermektedir. Bu durumun sürdürülebilirliğinden söz etmek zordur.

İşsizlik sorununun arkasında yukarıda özetlediğim türden ciddi sorunlar varken, Hükümetin dile getirdiği paketin konuya bu ölçekte yaklaşmadığı izlenimi hâkim. Gerçekten işverenlerin istihdam yükümlülüklerinde bazı indirimler sağlayarak veya sermaye kesimine istihdam teşvikleri sağlayarak ekonominin gerçek sorunlarına çözüm bulabilmek zor görünüyor. Diğer yandan devletin –her zaman yaptığı gibi– verdiği indirim ve teşviklerin karşılığını ‘açı reçete’ olarak birilerinden çıkaracak olması ise bir diğer alışılmış durum.

Hiç kuşkusuz kriz, olağandışı bir durumdur. Bu tür ortamlarda hükümetlerin, devletin ek önlemler alması ve piyasayı desteklemesi beklenir. Ama krizde veya normal dönemde ülke ekonomisinin ulusal nitelikte bir ‘ana ekseni’ ve ‘temel stratejisi’ olması gerekir. Bu ana eksenin sanayiye, ticarete ve hizmetlere yansıyan uzantıları olmak durumundadır. Kriz dönemi önlemleri, ancak bu ana tercihin varlığı durumunda yararlı sonuçlar verir. Aksi durumda sadece bir kez daha ‘a-la-turca’ deneyim yaşamış oluruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder