26 Haziran 2010 Cumartesi

Bir Zamanlar Eskişehir ve Odunpazarı - 1

Bir Zamanlar Eskişehir ve Odunpazarı - 1

Gürcan Banger

Bugünkü duygu ve düşüncelerimi pek çok kez yazdım. Tanıdık gelecek size. Ama hatırlatmada yarar görmekteyim. Eskişehir’i andığımızda; tarih, kültür, kimlik ve geçmişten geleceğe uzatan ilişkilerle tanımlanmış bir mekân aklımız gelmeli. Çünkü bir kentin mekânsal tanımlaması; ister geleneksel ister çağdaş, nasıl bakarsanız bakın, bu unsurları içermek zorunda. Acaba adı eskilik ve tarihilik konusunda geleneksel bir çağrışım yapan Eskişehir’de durum böyle mi? Özgün bir Anadolu-Türk yerleşimi Odunpazarı semti ve Cumhuriyet’in 10’uncu yılının yadigârı Eskişehir Şeker Fabrikası gibi sayıları giderek azalan birkaç emaneti çıkarırsanız, Eskişehir’de ne gelenek kalmış, ne tarih, ne de yerel ilişkiler kültürü… Kentin geçmişten bugüne uzanan kültürüne sahip çıkmaya çalışan insan adedi bile neredeyse parmakla sayılacak kadar az…

Daha önceki bir yazımda Augé’den söz etmiştim. “Non-Lieux” isimli kitabıyla ismini duyurmuş olan Fransız antropolog ve filozof Marc Augé, bu tür özelliklerle oluşmayan, yani belirli bir kimliği ve tarihi olmayan mekânlara “yok-mekân (non-lieux)” adını veriyor. Bir anlamda “yok-mekân”, tarihsel ve kültürel kökleri olmayan ve sanallık ruhu içinde yaratılmış ve en önemlisi geçmişi reddederek yok etmeyi tercih eden bir mimarî veya teknolojik mekân anlayışıdır.

Eskişehir’in az gezdiğim semtlerinde dolaşırken, “Acaba” diye sorarım “Beni gözlerim kapalı halde buraya bıraksalar Eskişehir’de olduğumu bilebilir miyim?” İnsanın kentle mekânsal bağlantısı şöyle bir örnekle tanımlanabilir. Gözleri bağlı bir kişinin gözlerini Dünya’nın herhangi bir kentinde açtığınızda, o kenti bilip tanıyabiliyorsa, bu durumda o kentin ayırt eden bir kimliği var demektir. Bunları semtlere, mahallelere, sokaklara ve meydanlara da indirgeyebilirsiniz. Eğer gözlerini açan kişi, çevresinde gördüğü özgün olmayan yapılanmadan dolayı kenti tanımakta zorlanıyorsa; o kentin bir kimlik sorunu olduğundan kuşkulanabilirsiniz. Yine o kent mekânlarının insanla bağlarında sorunlar olduğunu söyleyebilirsiniz.

Bir zamandır bu şehirde yaşıyorsunuz. Eskişehir’desiniz; bir sokakta veya caddede yürürken, durun ve çevrenize özenle bakın lütfen. Şimdi şunu söyleyin; bu kenti, başka şehirlerden ayırt eden nedir? Eğer kendinizi o kent yerine, Brüksel veya Londra ya da Viyana’da ‘gibi hissediyorsanız’, bu durumda Augé’nin söylediği gibi bir “yok-mekâna” düşmüşsünüz demektir.

Küreselleşme olgusunun net sonuçlarından birisi, egemen kültürün, yerel kültürü silerek her alanı aynılaştırmasıdır. Küresel Çağın kentleri dönüştüren aşırı tüketim anlayışı, tüm yaşam kültürlerini ve mekânsal kullanımları birbirine benzetmeye çalışıyor. Hiç kuşkusuz; bu, küreselleşmenin net sonuçlarından birisidir. Artık önemli olan, o kentin özgünlüğü ve kimliği değil. Önemli olan, o kent içinde örneğin Coca Cola’yı veya Toyota’yı ya da Pierre Cardin’i birbirinden ayırt edebilmek… Bu yeni durum, ulusal ve yerel kimlikleri de ortadan kaldırıyor. İngiliz, Fransız, İtalyan veya Türk olmanız önemli değil; önemli olan, örneğin Mercedes’i fark etmeniz… Dolayısıyla tüm kentler, giderek birbirini andıran küresel marka toplulukları haline dönüşüyor. Bir anlamda; “Kahrolsun kimlik, yaşasın küresel markalar!..” diye çığlık atıyor bugünün kentleri…

Eğer geleneksel yerel değerlerimiz avucumuzdan kum taneleri gibi kayıp gidiyorsa, bunun vitrini sadece markalardan ibaret değil. Yaşamın doğallığını da yitiriyoruz. Doğa ve canlı yaşam ile iç içe olması gereken kentler, giderek artan biçimde doğal ölçekten ve insandan kopuyor. Mekân ölçeği, insan boyutlarını aşmaya başladı. Daha çok tüketebilmemiz için, insanın algılamakta zorlandığı yeni bir sanal dünya yaratılıyor. Adeta bilgisayar oyunlarındaki ruhsuz karakterlere benzemeye başladık. Başkalarının bizim adımıza yarattığı hapishane benzeri dar bir iklimde yaşamaya zorlanıyoruz. Bu iklime dokunmak ve bu ortamın ilişkilerine insanca katılmak gün be gün zorlaşıyor.

Hiç kuşku yok ki; geçmişten ve gelenekten hızla uzaklaşıyoruz. İnsanın insanla ve doğayla iletişimi demek olan iç içe bir yaşamın uzağına düşüyoruz. Geri dönmek istediğimizde ise; ne yazık ki, ulaşmak istediklerimizin tümünü yitirmiş olacağız. Geriye sadece aynılık ve sıradanlık kalmış olacak. Bu durum, üzülmeye değer bir haldir.

Ben; geleneği olan, tarihsel ve kültürel köklere sahip, gözlerimi açtığımda tanıdığım, çocukluğumun geçtiği, bana o lezzeti veren ve Eskişehir’e benzeyen bir kentte yaşamak istiyorum. Geleneksel Odunpazarı’nın sokaklarında dolaşırken hissettiklerimi, duymamı sağlayacak bir kentte soluklanmak istiyorum. Benim gibi köklerini ve geçmişten geleceğe uzayan ilişkilerini hissetmek isteyen başka yurttaşlar olduğuna da eminim. Eğer mimarlar, kent ve bölge plancıları ‘bizim için’ bir şeyler yaratmak istiyorlarsa, bunu dikkate almak zorundalar. Hatta sadece dikkate almasınlar; olup bitecek olanın tasarımında vatandaşlar olarak bizlerin de tuzu biberi olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder