14 Ocak 2011 Cuma

Baba Tahir

Baba Tahir

Gürcan Banger

1900 yılında (Rumi 1315’te) İstanbul’un şebeke suyunu yöneten imtiyazlı Fransız şirketinin (Dersaadet Anonim Su Şirketi’nin) başına yeni bir Fransız genel müdür atanır. Genel müdürün Padişah II. Abdülhamit’e takdimi sırasında İzzet Paşa Konağı’nda bir yangın çıkar ve tanıştırma töreni ertelenir. Yeni genel müdür, bu durumdan ‘vazife’ çıkarır ve yangına karşı da kullanılabilecek yeni su şebekesi konusunda proje fikirleri üretmeye başlar.

1874’te kurulmuş ve Terkos Gölü’nden getirilen basınçlı suyu İstanbul’a 1885’te vermeye başlamış olan su şirketinin merkezi Galata’dadır. Taze genel müdür, şirkete gider gitmez, İstanbul’a yeni gelmenin verdiği heyecan ve titizlikle kendisinden önceki döneme ait gelir – gider hesaplarını incelemek üzere defterlerin getirilmesi için başmuhasebeciye talimat verir. Memur maaş bordrosunda diğer personelden daha yüksek maaş alan Baba Tahir isimli bir kişi dikkatini çeker. Bu durumu muhasebeciye soran yeni genel müdür, bu kişinin Malûmat isimli bir küçük İstanbul gazetesinin sahibi olduğunu ve şirketle ilgili olumlu haberler yazması için bir altın ederindeki bu maaşın kendisine bağlandığını öğrenir. Bu durumu müsriflik ve gereksiz gider olarak algılayan genel müdür, derhal bu maaşın kesilmesi talimatını verir. Bu tasarruf talimatını verdikten sonra ise o günkü yangının heyecanıyla Cibali, Hocapaşa ve Gedikpaşa havalisinde, Padişah’ın desteği ile yapmayı hayal ettiği yeni şebeke projesini şekillendirme çabasına girer.

Sonraki günlerden birinde Malûmat Gazetesi’nin başyazarı olan Baba Tahir, maaşını almaya gidip de kesilmiş olduğunu öğrenince sakinliğini bozmadan Bab-ı Ali’deki yazıhanesine döner. Daktilosunu alarak bir sonraki sayı için bir yazı kaleme almaya başlar.

Ertesi gün Genel Müdür makamında çalışırken kızgın bir kalabalığın şirketin önündeki bağırışları ile irkilir. Sonunda sorunun, Malûmat Gazetesi’nde yer alan bir haberden kaynaklandığı anlaşılır. “Terkos Gölü’ne Bir Domuz Düştü” başlıklı haber özetle şöyledir: “Domuz avcıları, Istranca Dağı eteklerinde avlanırken rastladıkları bir yaban domuzuna ateş etmişler; yaralanan ama kaçan domuz Terkos Gölü’ne düşüp boğularak ölmüştür.” Bu durum, Müslüman İstanbul için bir felakettir. İstanbul halkı, içine domuz düşmüş su ile ne abdest almak ister, ne de yıkanmak… Fransız su şirketi için ise bu nahoş durum, su müşterilerini kaybetmek yanında çiçeği burnunda genel müdürün yeni şebeke projesinin de iptal olması anlamına gelmektedir.

Kendince “hatasının” farkına varan genel müdür, Baba Tahir’in maaşının yeniden bağlanmasını teklif etse de; Baba Tahir ancak 4 altın maaşa razı edilebilir. Bir diğer rivayete göre; kalbinin kırılmasının diyeti olarak Baba Tahir’in 600 altına razı olduğu söylenir. Anlaşmanın sağlanmasının ardından Baba Tahir, ertesi gün yayınlanan gazetesinde şunları yazar: “Yaptığımız araştırmada bir yanlışlık yapılmış olduğu saptanmış, vurulan domuzun göle varmadan bir kenarda telef olduğu anlaşılmıştır. Halkımızın gözü aydın olsun; Terkos suyunu gönül rahatlığı ile kullanabilirler.”

Bu örnek, Baba Tahir’in ne ilk ne de son vukuatıdır. Aynı zamanda Abdülhamit döneminin jurnalcilerinden olan Baba Tahir, sürgüne gönderildiği Fizan’da ölür. Kendisinden nefret edenlerin topladığı parayla yapılan mezarında “Ne kendi etti rahat / Ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihandan / Dayansın ehl-i kubûr” yazılı olduğu söylenir. Kıssadan hisse…

Biraz Daha “Baba Tahir”
Yukarıda 1900’de İstanbul’un şebeke suyunu sağlayan Fransız şirketinden, Malûmat isimli gazetesinde “Terkos Gölü’ne bir domuz düşüp boğuldu” diye yazıp şantajla para alan Baba Tahir’den söz etmiştim. Baba Tahir namıyla bilinen gazeteci, şantajla parayı aldıktan sonraki gün gazetede “Dünkü nüshamızdaki haberi düzeltiyoruz. Yaptığımız araştırma sonucunda Terkos Gölü’nde boğulan domuz haberinin doğru olmadığını öğrendik” şeklinde yazmıştı.

Rivayetler, Baba Tahir’in tek vukuatının bu olmadığını göstermektedir. İstanbul’un sonradan görme zenginlerine Avrupa kraliyet ailelerinin sahte nişan ve madalyalarını yüksek ücretlerle sattığı söylenir. Öyle ki; padişahın damadına da alavare dalavere yapmaya kalkınca Fizan’a sürülmüştür. (Çoğunlukla yanlış olarak Arabistan’da bir bölge sanılan Fizan, Libya’yı oluşturan üç bölgeden biridir. Fizan Çölü bu bölgede yer alır.)

Bir diğer söylenti, 1899 yılında Mısır’da Kanun-u Esasi isimli gazetede Baba Tahir hakkında şu satırların yazıldığıdır: “Sultan Abdülhamit’in tercüman-ı efkârı ve avenesinin de naşir-i asarı olmakla pek ziyade ehemmiyeti bulunmak şüphesiz olan Malûmat Gazetesi başmuharriri Baba Tahir’in şimdiki yeni vazifesi Yıldız Sarayı ile hükümet daireleri arasında simsarlıktır. Matbaası zan olunan yer, geniş iş idarehanesidir. Bunu gazetesiyle kendisi ilan ediyor. Baba Tahir, bütün hükümet dairelerinde sürüncemede kalmış olan büyük küçük her işin takibini üstüne alır, hem de hakkından gelir. Çünkü Sarayla işini uydurmuştur. Bunu bilmeyen de kalmamıştır. Bu vehicle hesapsız para kazanıyor. Fakat büyük kısmını Saraydakilerle paylaşıyor. …”

1 Ağustos 1952’de Hafta Dergisi’nde Münir Süleyman Çapanoğlu’nun yazdığına göre; “Baba Tahir sabahlı, akşamlı, haftalık günlük ‘İrtika’ ve ‘Malûmat’ adlı iki gazete ve mecmua çıkarıyordu.” Bu yayınlar eski edebiyattan yana olan muhafazakâr kesimleri çevresine toplar. Gazetede yazdığı yazılarla 1896-1901 yılları arasında yayın yapmış olan Servet-i Fünun Dergisi’nin başına bela olur. Bu şantajcı ve jurnalci gazeteci, saldırıları ile derginin Padişah Abdülhamit tarafından kapatılmasına yol yordam hazırlar.

Baba Tahir, Servet-i Fünun’un Hüseyin Cahit’in yöneticiliği döneminde yayınlanan bir çeviri nedeniyle soruşturmaya uğramasını sağlar. 3 Ekim 1901’de dergide ‘Edebiyat ve Hukuk’ başlıklı çeviri yazının yayınlanması üzerine Baba Tahir, gazetesinde büyük yaygara koparmış ve dönemin sansürü tarafından Servet-i Fünun’un kapanmasını sağlamıştır.

Yabancı bir sözcük olan ‘advertoryal’, yayımcılıkta gazete ve dergilerin özel reklâm sayfalarında bir reklâmın çevresindeki yazı demektir. Bir haber veya makale gibi görünmekle birlikte, gerçekte bedeli ödenerek yapılmış bir tür saklı reklâmdır. Bu zihniyeti, geçmiş edebiyatımızda kullanan pek çok anlı şanlı yazarımız olagelmiştir. Ülkenin roman ve öykü ile yeni tanıştığı yıllarda bazı yazarlar, hikâyelerinin belli bölümlerinde o sıralar piyasada pazarlanmakta olan krem, kolonya ve sabun gibi ürünlerin gizili reklâmını yapmışlar ve bu fedakârlıkları karşılığında “hak ettikleri” ödemeyi almışlardır.

Kamu yöneticilerini, zenginleri, ünlüleri, şehir ayanını ve siyasetçileri, gazetelerinde tehditle korkutmaya ve bundan çıkar sağlamaya çalışan yazar-çizer-söyler takımı her dönemde olmuştur. Para hırsı, toplumca tanınan kişilerin bazen övülüp göklere çıkarılmasına, kimi zaman ise fütursuzca yerilip karalanmasına vesile olmuştur.

Yukarıda adını andığım, Bab-ı Ali’nin eskilerinden Münir Süleyman Çapanoğlu’nun şantajcı / reklamcı yazar avenesi hakkında yazdığı 1952 tarihli sözleri ile bitireyim: “Bunları yapanlar, bu muharrirler kimdir? Basın tarihini aydınlatmak bakımından isimlerini vermek lazımdı. Fakat ismine ve akrabalarına saygı göstermek vazifemizdir. Bunların yaşayan, aramızda mensupları olduğunu düşünerek adlarını yazmadık.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder