17 Ağustos 2010 Salı

Devlet, Toplum, Anayasa ve Değişim

Devlet, Toplum, Anayasa ve Değişim

Gürcan Banger

Neredeyse tüm kurum ve kavramları değişime zorlayan bir çağda yaşıyoruz. Bir yandan yepyeni mekanizma, yaklaşım ve yöntemler gelişirken diğer yandan da mevcut olanlar değişime uğruyor. İçinde yaşarken bu değişimi yeterince net biçimde göremiyoruz. Ancak kendimizi biraz dışarı doğru çekip ne olup bittiğine baktığımızda değişimin daha iyi farkına varıyoruz.

Değişim sadece ülke ve toplum içinde olan bitenden ibaret değil. Bugünün bilişim ve iletişim teknolojilerindeki gelişime rağmen entelektüel farklılıkların tümünü özümseyebildiğimizi söyleyemeyiz. Bu olumsuzluk, kimi zaman bizi saran kültür ve yasal mevzuattan, bazen kamunun yarattığı hukuk dışı uygulamalardan, bazı durumlarda ise yurttaşlar olarak bizim ilgisizliğimiz veya kayıtsızlığımızdan kaynaklanıyor.

Dünya 1970’li yıllardan başlayarak ciddi biçimde değişti. Farklılaşma özellikle gelişmiş ülkelerde kök buldu. Biz ise o yıllarda kendi içe dönüklüğümüz yanında 12 Eylül Darbesinin kapalılığı ile uğraşıyorduk. 20’inci yüzyılın son 30 yılında küreselleşme olgusu ile birlikte bir zamanlar demir perde gibi duran ülke sınırları, giderek tül perdelere dönüştü. Ama ulus devlet genelde var olmaya devam ettiğine göre; hâlâ belli sınırlar içinde yaşayan insan topluluklarından söz etmeye devam edeceğiz.

Belli sınırlar içinde yaşayan ve temel çıkarlarını işbirliği ile gerçekleştiren topluluklara toplum adını veriyoruz. Toplumun yaşadığı çevreyi bir kavanoza benzetirsek; toplum, bu kabın içinde yalnız başına durmuyor. Kendini yönetmek ve denetlemek için örgütlediği devletle birlikte yer alıyor. Dolayısıyla toplumun bir parçasını devlet oluşturuyor. Kimi örneklerde devlet öyle büyük oluyor ki; toplumun geriye kalan kısmının kavanozda nefes alacak yeri kalmıyor. Hele kavanozun kapağının dış dünyaya kapalı tutulmaya çalışıldığı düşünülürse…

Tarihi doğru okumak pek çok gerçeği öğrenmemize vesile oluyor. Bizim toplumsal geleneğimiz, büyük devletin merkez alınması üzerine kurulmuş. Her şey ona (devlete) göre tanımlanıyor. Bütün soruların cevapları onda... O hem şoför hem de trafik polisi… Gerektiğinde fahri ve sivil trafik müfettişi bile oluyor. Gereğinde yaya olabiliyor. O hem özne, hem ayna hem de aynadaki yansı… Vatandaşa soluk alma fırsatı tanımazken kendini sınırlamayı ‘kamusal aklına’ bile getirmiyor.

Bizansı, Selçukluyu, Osmanlıyı ve Cumhuriyeti inceleyebilirsiniz. Bu topraklar üstünde devlet daima en büyük olmuş. Vatandaş ise daima kul ya da zoraki vekâlet veren… Kimi zaman ‘nezaket gereği’ kamu dediğimiz devlet, neredeyse tüm alan ve kurumları denetlemiş. Kendi yapmadığını veya yapamadığını, kendisine sadakatle bağlı olanın yapmasına özen göstermiş. Geleneğimizde ve tarihimizde sivil toplum örneklerini bulmak için daima çok zorlanıyoruz. Genelde sivil örnekler olarak gösterilen loncaların ve dinî cemaatlerin de sivil toplum tanımına ne denli uyduğu kuşkulu.

Osmanlı tipi bir devlet ve yönetim modeli, teknik olarak ‘patrimonyal’ olarak isimlendiriliyor. Cumhuriyet ile birlikte patrimonyal sistemin padişahlık bölümü tedavülden kalkmakla birlikte, asker ve bürokrat kesimler açısından devletin toplum üzerindeki benzer ‘tanımlayıcı, yönetici, denetleyici’ tavrı sürmüş.

Tarihimizde devlet nezdinde değer görmeyen kesimler arasında sadece ‘sivil toplum kuruluşları’ yer almıyor. Ekonomik işletmeler de gerekli teveccühe mazhar olmamışlar ya da desteğe ihtiyaç olduğunda hatırlanmışlar. Onlar da gelişmek için gerekli teşviki bulmak bir yana; gayet kısıtlı koşullar altında yaşamak zorunda kalmışlar. Ticaret ve sanayi kesiminin devletin ilgisine mazhar olmaya başladığı zaman dilimi, ancak Cumhuriyet dönemine denk düşer.

Osmanlı’nın meslek kuruluşları olan loncalar, devletin tarım ve ticaret kesimine egemen olma araçlarından birisidir. Cumhuriyet döneminde ise bu yaklaşım meslek odaları ile devam eder. Bu nedenle bürokrasinin, bugünün loncaları olan meslek odalarına daha sıcak bir yaklaşımı var. Muhtemelen odaları genetik olarak kendinden saydığından…

Kanunla kurulmuş meslek odaları dışında sivil toplum kuruluşları, henüz devlet gözünde makbul bir düzeye ulaşamadı. Örneğin bir ilin üst düzey bürokratları o kentteki bir ticaret veya sanayi odası tarafından yapılan etkinliğe katılmayı bir devlet görevi olarak kabul ederken, aynı ilginin sivil toplum etkinliklerine gösterildiğini söyleyemeyiz. Hatta küçük bir ticarethanenin açılış töreni bile, bir sivil toplum kuruluşu faaliyetinden daha fazla bürokratik ilgiye mazhar olur.

Bugün devlet ve sivil toplum bağlamında bir ayırım noktasına doğru yürüyoruz. Artık sosyal tasnif, kişinin veya kuruluşun merkeze kimi (devleti mi yoksa sivil toplumu mu) aldığına göre değişiyor. Hızla kurgulanan yeni gelecek, bu ayırımı doğru yapamayanları kendi acımasız kurallarına göre elbette tasnif edecektir. Anayasanın değiştirilmesi sürecinde yaşananlar bana bunları hatırlatıyor. Referandumun sonucu (“Evet” ya da “Hayır”) ne olursa olsun; daha uzun bir süre değişik bir sosyal iklim göreceğimizi de sanmıyorum. Yasalar genelde iktidarın, bürokrasinin, genelde güçlü olanın işine yaradığı zaman uygulanabiliyor. Kalanı hikâye…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder