20 Eylül 2010 Pazartesi

Teknoloji, Değişim, Dünya ve Biz

Teknoloji, Değişim, Dünya ve Biz

Gürcan Banger

Dünyanın önemli markalarından birisi tarafından yeni teknoloji ile üretilmiş bir cep telefonu, fotoğraf makinesi ya da televizyonun Türkiye’de büyük alışveriş merkezlerinden birisinde satışa sunulduğu ilk günü gözünüzün önüne getirin. Hele ki; uygun fiyat konusunda tanıtım kampanyası da yapılmış ise mağazanın kapısında geceden nöbete başlayanları izleyebilirsiniz.

1980’lerden bu yana teknolojik ürünler konusunda toplumsal bir ilgi oluştu. Artarak devam ediyor. Önce bilgisayarlar ile başlayan süreç telsizler, cep telefonları ve kameralar ile sürüyor. İleri teknoloji; dizüstü ve el bilgisayarları, lazer yazıcılar, USB bellekler, ev video sistemleri gibi ürünlerle yaşamımızın önemli bir parçası oldu. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekiyor. İleri teknoloji yaşantılarımızda bir ‘tüketim unsuru’ olarak yer alıyor. Bilim ve ar-ge konusunda ciddi sıkıntı ve sorunları olan ülkemizin üretimde ileri teknoloji kullanmaktan bu tür teknolojileri üretmeye kadar önemli zafiyet ve eksiklikleri var. İşin kötüsü; bu sıkıntı ve sorunları nasıl ve ne sürede aşabileceğimiz konusunda da henüz içimizi aydınlatacak bir ışık göremiyoruz.

Genelde; değişen dünyayı ‘dokunulabilir’ nesnelerle kavramaya çalışıyoruz. Değişimi ve teknolojik ilerlemeyi fark edip etmediğimiz konusunda bir soruya muhatap olsak, muhtemelen bilgisayarlardan, cep telefonlarından veya dev gibi binalardan söz ederiz. Büyük alışveriş merkezleri, değişen otomobil modelleri, yeni teknoloji ile üretilmiş TV cihazları, cep ve çantalarımızın vazgeçilmezleri arasına giren kameralar ve yeni akıl defterlerimiz USB bellekler ile cep bilgisayarları… Pek çoğumuz için değişim, öncelikle ona ‘dokunabilmek’ demek…

‘Dokunulmayan’ değişim olur mu? Sanırım; gözle görüp elle dokunabildiğimiz maddi değişimin arka planında fikrî değişimin yer aldığını çoğu zaman unutuyoruz. Dokunulmayan ama akılla kavranabilen değişimin unsurları; zihniyettir, fikriyattır, bilimdir, sanattır, geleceğe ilişkin felsefi öngörülerdir.

Kişi, yeterli düzeyde eğitimli olmasa bile teknolojinin ürünlerini kullanabilir. Örneğin otomobil kullanmak için kanunda yazılı ilköğretim diplomasından fazlası gerekmez. Fakat dünyadaki fikrî değişimi anlamak için sadece temel eğitim yetmez; bundan başka biteviye üretilen yeni eserleri okumak ve belki de tartışmak gerekir.

Çok okuyan bir toplum değiliz. Okuyanı takdir ettiğimiz kadar ‘tehlikeli’ de buluruz. Bu ülkenin okuduğu ve yazdığı için başı derde giren çok sayıda entelektüeli olduğunu bilirsiniz. Kitaba verilen para, boşa harcanmış muamelesi görür. Buna bağlı olarak kitap sektörümüz de fazlaca bir gelişme gösterememiştir. Diğer yandan gelir düzeyi düşük bir toplumda fikir üretme mekanizmalarının da zayıf olması son derece olağandır.

Devlet ve vakıf üniversitelerimizde -hatası bana ait- kabaca bir tahminle 90 bin dolayında öğretim elemanı olduğunu söyleyebilirim. Bu büyük topluluk tarafından üretilen, küresel endekslere uygun yeterli sayıda bilimsel makale olmadığını biliyoruz. Türkiye’nin bilimsel sıralamadaki yeri üst sıralarda değil. Ama kitapçı vitrinlerine baktığımızda; bu büyük topluluk tarafından yılda üretilen güncel kitap ve dergi makalesi sayısının da pek fazla olmadığını gözlüyoruz.

Fikrî üretimdeki bu kısırlık, basın manşetlerinden TV kanallarının günlük programlarına kadar her alana yansıyor. Ciddi bir sığlık ve düzeysizlik içinde pireyi deve yaparak ya da devekuşu gibi kafamızı kuma sokup ciddi sorunları görmezden gelerek gün geçiriyoruz. Depremi yaşayarak kavradığımız gibi, Dünyadaki değişimi de ‘dokunarak’ kavramak istiyoruz. Ama düşünmeyi, okumayı, sağlıklı tartışmayı ve yazarak paylaşmayı öğrenemediğimiz sürece değişim, bizim için korkulacak ‘bir şey’ olmaya devam edecek.

Bir toplumda yeni fikrî açılımların olması veya başka çevrelerde üretilen yeni yaklaşımların kök tutabilmesi için o ülkenin sosyal yapısının buna uygun olması gerekir. Düşüncenin önündeki hukuksal, kültürel ve töresel engeller olduğu sürece yeni fikirlerin kamuoyuna mal olması mümkün olmaz.

“Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak taş, sopa vb. araçlarla döverek öldürmesine” linç adı verilir. Ama linçin tek uygulaması, fiziksel şiddet biçiminde olmaz. Bu ülkede yaşayan pek çok aydın, aralarında ‘okumuşların’ da yer aldığı bağnazlar güruhunun sosyal, kültürel ve fikrî linç girişimlerinden -karalamalarından ve tacizlerinden- kendilerini koruyamamışlardır. İşin ilginç yanı; pek çok fikrî linç olayının gerekçesi olarak ‘vatan, millet, Sakarya’ gibi hamasî unsurların kullanılmış olmasıdır.

Yirminci yüzyılın özellikle son 20 yılı, fikrî anlamda pek çok yeni düşüncenin ve bunları içeren eserlerin üretildiği bir dönem oldu. Yaklaşık 30 yıldır yaşadığımız bu zihinsel dönüşüm sürecinin hızlanarak devam edeceği anlaşılıyor. Ne yazık ki; bu çalışmaların pek çoğunun Türkçe çevirileri henüz ortalıkta yok. Yabancı dil konusunda özürlü olan toplumuz, bu nedenle fikrî kısırlığı katlanmış olarak yaşamaya devam ediyor.

Dünyanın gelişmiş ülkelerinde üretilen kitap, makale, proje ve patent gibi düşünsel yaratıları bizim akametimiz ile karşılaştırdığımızda içimizin cız etmemesi mümkün mü? Lütfen (imkânınız varsa) yaygın ve yerel medyanın manşetlerini küresel olan iletişim organlarında yer alanlarla karşılaştırmayı deneyin. Bilimin, teknolojinin, ar-ge’nin, sanatın, felsefenin, demokrasinin, özgürlüğün, gelişmenin, değişimin ve daha pek çok ‘iyi şeyin’ ne denli düşük bir yüzdesine sahip olduğumuzu görsel ve işitsel olarak ama mutlaka üzülerek göreceksiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder