14 Eylül 2010 Salı

Küreselleşme, Kriz ve Gündem

Küreselleşme, Kriz ve Gündem

Gürcan Banger

Ramazan Bayramı ve referandum derken sonunda ayağımız suya erdi. Önümüzde sonbahar ve kış hazırlıkları ve her düzeydeki okulların açılışı ile iş yaşamının mevsimsel olarak harekete geçişi var.

Referandum, 2011 ve sonrası için bazı ciddi ipuçları verdi. MHP’nin kendi oy merkezlerindeki kaybı tartışmaya yer vermez biçimde ortaya çıktı. Güneydoğu’nun yeni gelişmelere aday olduğu izlenimi ediniliyor. Yapılan Anayasa değişikliğinin uygulama aşamalarını göreceğiz. Diğer yandan değişikliğe “Evet” oyu veren kesimlerin (“12 Eylül’den hesap sormak” gibi) beklentilerinin gündeme gelmesi hiç şaşırtıcı değil. Bu arada MHP yanında CHP’nin söylemsiz propaganda yaklaşımının siyasal iktidarın elindeki maddi güçler karşısında etkisiz kaldığını da eklemek gerekir. Son olarak; iktidar partisinin güçlü bir alternatifinin henüz ortalıkta görünmediğini bir kez daha gördük. Bu söylem ve tarz-ı siyasetle (referanduma giden süreci uygulayan kadronun siyasal söylem, yöntem ve teknikleri ile) CHP ve MHP’nin 2011’de de iktidarı yakalaması zor görünüyor.

Bu arada önemli bir noktayı vurgulamalıyım. Türkiye’deki siyaseti sadece içsel (ulusal) şart ve dinamiklerle ele almamak gerekir. Etnik terörden ekonominin işleyişine kadar dış etkenlerin içteki tercihlerden çok daha etkili olduğu gözden kaçırılmamalı. Eğer ülkede olup bitene sadece ‘villa’, ‘altın musluk’, ‘boy’ ya da ‘soy-sop’ asli olmayan unsurlar açısından bakılırsa, dünya güçlerinin Türkiye’ye olan yoğun etkilerini görmek mümkün olmaz. Bugün ülkenin durumunu belirleyen şartlar ve etkenler, öncelikle içsel olmaktan daha fazla dışsaldır. Ne yazık ki; küresel konjonktüre etki eden bir güç olunamadığında da tüm gelişmeleri dış etkenler belirliyor.

Bilişim ve iletişim teknolojileri ile Internet ve medya alanındaki gelişmeler, Dünyayı yekpare hale getirdi. Küresel finans diye anılan ve çok hızlı hareket edebilen, sınır tanımaz yeni türden bir sermaye oluştu. Sınaî sermayenin önceliğini malî sermaye aldı. Sanayi, önündeki üretim sorunlarını aşarak ekonomileri pazarlama ve satış esaslı olarak yeniden düzenlenmeye sevk etti. Ulusal ve yerli pazarlar ikinci sıraya düşerek dış piyasalar önem kazandı. Bazı seçkin kentler, gerek ekonomik gerekse sosyal olarak öne çıkmaya başladılar. Dünya pazarları tümleşik bir piyasaya dönüştü. Tüm bu gelişmelerin ve benzerlerinin, bir olgu olarak ‘küreselleşme’ ifadesiyle adlandırıldığını biliyoruz.

Küreselleşmenin net etkilerinden birisi olarak, kapitalizminin gelişmelerine de bağlı olarak bu süreçte sanayi toplumuna ait olduğu ifade edilen ulus-devlet olgusunun giderek yok olduğu savı mevcut. Önce ulus-devlet nedir, bunu hatırlamakla başlayalım. Ulus-devlet; sınırları belli bir toprak parçası üzerinde yasal güç kullanma hakkına sahip, yönetimi altındaki halkı türdeşleştirerek, ortak kültür, simgeler ve değerler yaratarak, birleştirmeyi amaçlayan bir tür devlet modelidir. Dünyada ulus temelli olarak kurulmuş pek çok devlet bu kategoride yer alır. Son yıllarda sık tartışılan soru şudur: Küreselleşme çağında bu devlet modeli gerçekten giderek yok olmakta mıdır?

AB benzeri birliklerin oluşması, küresel sermayenin sınır tanımaz hareketliliği, yeni ticaret anlaşmaları veya şirketlerin uluslararası bir yapı kazanması gibi küresel etkiler altında ulusal sınırların silikleşmesine baktığımızda; gerçekten ulus-devlet olgusunun sönümlendiğini söylemek için pek çok neden var. Ama dünya ölçeğinde hem devletler bazında hem de küresel esastaki gelişmeleri izlediğimizde farklı düşünmemizi sağlayan nedenler de mevcut.

Dünya ekonomisini bir bütün olarak incelediğimizde; özellikle 20’nci yüzyılın son çeyreğinde etkin biçimde görülmeye başlayan bir küresel sermayeden (bir başka deyişle bir küresel sermaye sınıfından, uluslararası burjuvaziden) söz etmek mümkün. Bu çağda küresel burjuvazi ilginç bir görünüm veriyor. Listede Batılı ülkelere ait sermayedarlar yanında Asya kökenli sermayenin giderek daha fazla yer almaya başladığını görüyoruz.

Küresel sermaye, felsefesi gereği hareket ederek, işgücü gibi bazı üretim kaynaklarının kolayca ve daha ucuza sağlanabildiği ülkelerde konuşlanmak istiyor. Küresel burjuvazinin çıkarlarına uygun ülkeler arasında Batıya oranla daha az gelişmiş olanlar çoğunluğu oluşturuyor. Ayrıca bu ülkelerin ciddi bir bölümünde ucuz işgücü yanında doğal kaynaklar ve kolayca dönüştürülebilir eğitimli genç insan potansiyeli var. Bu ülkelerin küresel burjuvazi açısından sorunlu yanları arasında hukukun tam işlememesi, başta fikrî mülkiyet olmak üzere mülkiyetin korunma sorunları, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar, rant kollama ve devletin çıkar gruplarınca soyulması gibi konular sayılıyor.

1900’lerin son çeyreğinde gündeme gelen IMF ve Dünya Bankası çıkışlı neoliberal politikaların temelinde saydığım bu veya benzeri sorunların yok edilmesi var. Bu politikalar ile bir yandan ekonomi restore edilmeye çalışılırken, diğer yandan da bu kuruluşların vizyonuna uygun olarak devlet yeniden yapılandırılıyor. Bu açıdan bakıldığında; ulus-devletin sönümlenmesi olarak görülen süreç, bir başka yönüyle küresel burjuvazinin çıkarlarını ülke bazında garanti altına alacak olan devletin bu fikre uygun yeniden yapılanmasıdır. Bir başka deyişle; küresel çağda neoliberal politikalara uygun olarak küresel sermaye ile paralel davranabilecek, dünya ölçeğinde sistemle bütünleşik yeni türden bir devlet modeli oluşturuluyor. Ulus-devlet (en azından şimdilik) sönümlenmiyor, yapı değiştiriyor, şeklinde bir görünüme sahip…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder