24 Eylül 2010 Cuma

Siyaset Kalmadı, Gömlek Verelim…

Siyaset Kalmadı, Gömlek Verelim…

Gürcan Banger

Referandum sonrasında siyaset gündemini gene tuhaf tartışmalar işgal etti. Tuhaf deyişimin nedeni ünlü fil hikâyesidir. Hani yaşamı boyunca fili tanımamış olan gözleri görmez bir kişi fili bacağını tutmuş da “Fil, kalın bir ağaç gövdesidir” demiş; bir başkası ise kulağını tutup “Fil, dev bir yelpazedir” diye benzetmiş. İşte; mevcut siyasetin tartışılması da bu fil hikâyesine benziyor. Ortada koskoca bir fil var ama tartışma çok başka yönlerde sürüyor.

Tuhaflığın bir örneğini Saadet Partisi’nin ele geçirilme sürecinde kayyuma devredilmesiyle, bir başkasını MHP’nin kayıplarının açıklanma tarzıyla, bir diğerini ise CHP’de bir süredir uyuyakalmış olan hizipçiliğin tekrar kendine gelmesiyle görüyoruz. Yaklaşık son 30 yılda siyasetin içini boşaltarak bugünkü siyasetsiz siyaset (içeriksiz siyaset) mertebesinin yaratıcısı olanlar şimdilerde zeminin ayaklarının altından çekilmesinden şikâyetçiler…

Siyasetsiz siyaset…
Siyasette süreğen rant kavgasının, siyasal örgütü götüreceği yer siyasetsizliktir. Bu süreçte iktidar erki hevesi, siyasal söylemi aktarma heyecanının yerini alır. Giderek siyasal partinin ideolojik içeriği boşalır; tüm çalışma, her ne pahasına oy alma yarışına döner.

Şimdi dönüp ülkede olup bitene bakalım. Sosyal göç ve bunun toplumsal etkileri, 1950’ler sonrasında yeni bir siyaset zemini hazırladı. Başını ABD’nin çektiği, çok ortaklı bir ittifak, bölgemizde uyguladığı Yeşil Kuşak hareketi ile birlikte, siyasal İslam’ın bu zeminde yeşermesini sağladı. Bu yeni iklimin Türkiye’deki adı 12 Eylül darbesi idi. Yabancı unsurların da etkisiyle ülkede yaratılan kaos ve terör ortamı, 12 Eylül ile noktalandı. İşte bu anda gündeme gelen “dört eğilimi birleştirme” anlayışı, Türkiye’de yeni bir tarz-ı siyasetin filizlenmesine neden oldu. Bu noktadan sonra siyasi söylemin fazla önemi yoktu; asıl olan, merkezde birleşmek oldu. Bir başka deyişle; 1980 sonrasında belirginleşen çizgilerden birisi, silikleşen siyasi farklılıklar idi.

Reel Sosyalist Blok’un dağılması ve Dünya’da liberal rüzgarların sert esmeye başlaması, 12 Eylül darbesi ile yakın zamanlara rastlar. Bu nedenle; Türkiye’de yaşanan sosyal “değişimin” nedenlerinin doğru algılanmasını zorlaştırır. Sonuçlar açısından bakarsak; oluşan durum şudur: a- Siyasal İslam, 12 Eylül öncesine göre yaygınlaşmış ve kitlesellemiştir; b- Buna karşılık (başta sol olmak üzere neredeyse tüm) siyasal ideolojiler silikleşmiştir; c- Sol, kendini yenileyememiş; darbe sürecinde yitirdiği kadrolarını geri kazanamamıştır; d- Sol söylem olarak ifade edilen düşünce tarzı, liberal ideolojilerin sert etkileriyle özgün yanını yitirmeye başlamıştır.

12 Eylül’e kadar olan süreçte Türkiye ‘merkez solu’, söylemini Kemalizm, devletçilik ve ulusalcılık üzerine kurmuştu. Solun, tüm Dünya’daki ilkeler manzumesi olan bazı evrensel değerlerin hayli dışında kaldığını söylemek yanlış olmaz. 12 Eylül sonrasında liberal özentili iktidarlar, Türkiye ekonomisinin devletçilikten uzaklaşmasına vesile oldular. Bir özelleştirme histerisi ile kamu kaynakları dağıtıldı. Söylem düzeyinde ise devletçilik ciddi darbeler aldı.

Siyasal İslam’ın yükseldiği 1980 sonrası dönemde gözlenen olgulardan bir diğeri, devletin Kemalist ideolojisinden uzaklaşması oldu. Ulusal eğitimin içinde Atatürkçü veya demokrat unsurlar birer birer ayıklandı. Resmi ideoloji, okullarda ulusal marşı bie öğretemeyecek bir geri noktaya düştü. Kamu alanları, siyasi kavga arenaları haline dönüştü.

1980 sonrası ekonominin başıboş biçimde dışa açılması sonucunda, krizlerin sık yaşandığı bir dönem oldu. Tarım kesimindeki nüfusun, kentlere akması ile görünmez haldeki gizli işsizlik, görünür haldeki açık işsizliğe dönüştü. Hizmetler sektörü, gizli işsizliği saklayan bir kara kuyu haline geldi. Bölüşümdeki adaletsizlik nedeniyle toplumun bir kesimi hızla zenginleşirken, halkın ciddi bir bölümü yoksulluk ve açlık sınırları içinde kaldı. Bu tür durumlarda siyaset, oy almak için kolaylıkla, hızla ve ‘heyecanla’ rant dağıtma sistemine dönüşür. Türkiye’de de bu olgu gerçekleşti. Seçmen oyunu vermek için rant istedi; politikacı da oy alabilecek kadarını verdi, veremediği zaman da yalan söyledi. Giderek siyasetin içi boşaldı; konu, rant ve oy alışverişi haline dönüştü.

Şimdi bir siyaset boşluğu var. Söylemi ve kadrosu ile bu boşluğu doldurabilecek etik değerleri konusunda sağlam ve güvenilir bir (ya da birkaç) siyasal parti aranıyor. Henüz bir gelecek tasarımı olan ve heyecan verebilen bir örnek yok.

Muhalefetsizlik
Son yıllarda gerçekleşen sosyal değişimler, çok yoğun bir görüntü veriyor. Hukuk değişiyor. Ekonomi çok hızlı bir dönüşüm içinde. Küreselleşmenin net etkileri yanında ülke içinde pek çok değer, hızlı bir başkalaşma sürecine girdi. Değişenler arasında, iyi olarak kabul edilebilecekler de var; kafamızda soru işareti yaratanlar da...

Her sosyal değişimden etkilenen paydaşlar var. Bunların bazıları söz konusu değişimden olumlu katkılar elde ederler. Doğal olarak kısa veya uzun vadede olumsuz etkilenenler de olur. Ama bu süreçte değişimin odağında ‘devlet politikaları’ aracılığı ile devletin bizzat kendisi oturuyor. 1980 öncesinde tercihlerini statükodan yana kullanan yöneticiler, şimdi ‘değişimi’ öne alıyorlar. Ülke yöneticilerinin bu “yeni” hallerinde; Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği gibi unsurların çok ciddi etkileri var.

Yukarıda değindiğim gibi; bu değişimden iyi veya kötü etkilenenler olmaması mümkün değil. Çünkü hukuktaki değişim ve kamusal uygulamalar, doğrudan doğruya toplumu etkiliyor. Ama toplumun davranış modeline baktığımızda, şaşırtıcı bir atalet, sessizlik ve durgunluk var. Ülke yöneticileri tarafından gerçekleştirilen uygulamalar, ne olumlu, ne de olumsuz tepki alıyor. Her uygulama, medya gündeminde kısa süreli olarak yer aldıktan sonra sessizce, ‘kabul edilmişlerin’ arasında kaybolup gidiyor. 1980 öncesi toplumsal muhalefeti yaşamış olan kişiler için hayli şaşırtıcı bir durum. Adeta Dünya’nın tek kutuplu hali, topluma atalet olarak yansımış durumda.

Ülkenin genelindeki durgunluk, yerelde de farklı değil. Yerel yöneticilerin ‘proje’ adıyla ortaya attıkları uygulamaları karşısında, toplumdan en küçük lehte veya aleyhte tepki yok. Halk, tepkili değil; gözlenen ufak tefek karşı çıkışlara da, yerel yöneticilerin kulakları tıkalı.

Şu soru sorulabilir. Tepkili bir toplum olmak zorunda mıyız? Bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz “Evet” olmalıdır. Belki de Cumhuriyet tarihinin tepkili olmamız gereken, en önemli dönemini yaşıyoruz. Hem ekonomik hem de politik olarak bu denli yoğun ulusal ve sosyal zorlanmalar altında yaşmamıştık hiç. Yapılanları, onaylasak veya onaylamasak; köklerimizden sökülüyor gibi hissetmemiz gereken, ‘geri dönüşü olmayan’ bir dönemi yaşıyoruz. Fakat toplum olarak bizde ‘çıt yok’.

Toplum olarak verilen kararlara ve gerçekleştirilen uygulamalara katılımımız hemen hemen sıfır düzeyinde. Toplum olarak bizim adımıza temsilcilerimiz ağır kararlar alıyor. Bun karşılık; siyaset alanında muhalefet, ‘kendini yok etmekten’ başka bir görevi yerine getiremiyor. Getirmek istese de; kendini kadro ve söylem olarak yenilemediğinden, bu şekliyle ona inanacak yurttaş sayısı gün be gün azalıyor. Siyasetin içeriğine boş verip sadece oy derdine düşmüş olanlara kimse inanmak istemiyor. Değişik kesimler tarafından yapılan kamuoyu anketleri de bunu doğruluyor.

Tut siyaseti; vur sivil topluma…
1980 öncesinde yasakçı yasalar nedeniyle ikincil siyasal örgütler olarak yer alan sivil toplum kuruluşları da tümüyle sosyal yorgunluk hastalığına kapılmış gibi. Bu kuruluşların kitleselleşmesi konusunda çok fazla kafa yoran yok. Zorlukla yaşayan az sayıdaki sivil toplum kuruluşu, bazı kariyerist (ben-bilirim’ci, ben-yaparım’cı, bensiz-olmaz’cı) kişilerin hegemonyasına girmiş halde. Sistemle uzlaşmayı ve kişisel tatmini önde tutan, sosyal vitrin meraklısı böylesi STK yöneticileri ile bir sosyal muhalefetin yükselmesi, zaten beklenemez.

Kanımca yaşadığımız muhalefetsizlik ataletinin baş sorumlusu, öncelikle siyasetin içini boşaltan siyasetçilerdir. Memleketin ekonomik, sosyal, fikirsel, kültürel ve eğitsel olarak giderek kalitesizleştiği böyle bir dönemde eski usullerle yeni muhalefetin yükselmesini beklemiyorum.

Küresel Çağ’a uygun bir söylem yok. Sadece ‘ağabey devletlerin’ talimatları ile yürüyoruz. Kurmaca başkalarına ait; bize sahnede bayrak tutan asker rolü düşüyor. Hâlâ Taş Devri’ndeki kadro anlayışı ile idare etmeye çalışıyoruz. Bir de gelecek beklentisi ve yaşam sevinci konusu var. Geleceğe dair umudu olan var mı? Sanırım; en kötüsü bu… İktidarın kendisi dışında gelecekten umudu olanların sayısı da hızla azalıyor gibi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder