2 Kasım 2010 Salı

Ekonomi ve Küresel Sermaye

Ekonomi ve Küresel Sermaye
31 Ekim 2010 köşe yazısı

Gürcan Banger

1980 sonrasında oluşan ve dünya ölçeğinde etkileri olan krizleri tek tek ülkelerin ekonomileri(veya ulusal ölçekli sermayeler ile ilişkilendirmemek lazım. Küreselleşme denen olgunun sonuçlarından birisi, yeni türden bir küresel sermaye sınıfının oluşması oldu. Buna sanayi toplumu jargonunu kullanarak küresel sermaye sınıfı demek yanlış olmaz. Sınır tanımaz bir şekilde ülkeler – ekonomiler arasında dolaşabilen sermaye sınıfı, artık kendi krizlerini kolayca tüm dünyaya yayabiliyor. Bir ülkeden çekilerek o ekonomiyi zorda bırakacak koşullar oluştururken, diğer yandan gittiği ülkede göreli bir rahatlama yaratıyor. Tabii ki; ülkeyi terk edeceği zamana kadar…

Küresel sermayenin güvenliğinin sağlanması ve serbest dolaşımının kolaylaştırılması için 1980 sonrasında gerekli mekanizmalar da oluşturulmuş durumda. Az ve orta gelişmiş ekonomileri istikrara kavuşturma adı altında IMF ve Dünya Bankası katılımlı olarak oluşturulan makro ekonomik politikaları bu çerçevede anlamak lazım. Malum ülkelerde devlet mekanizması da değişik programlar aracılığı ile küresel sermayenin şartlarına uygun hale getiriliyor. Deyim yerindeyse; dış müşteri memnuniyeti…

Türkiye’de gördüğümüz manzaranın yukarıda özetlediğimden daha farklı boyutları da var. Petrol ihraç eden ülkeleri bir yana koyduğumuzda pek çok doğu ekonomisinin bu farklılıkları paylaştığını söyleyebilirim. Örneğin; Osmanlı ekonomik yapısının en belirgin özelliklerinden birisi, Batı tipi bir kapitalizme önayak olacak sermaye birikimine geçit vermemiş olmasıdır. Bu durum, Cumhuriyet dönemine de yansıdığından; sermaye birikimi zafiyeti, devlet eliyle kapatılmaya çalışılmış. Türkiye’nin ciddi anlamda yabancı sermaye ihtiyacının nedeni, tarihsel olarak başlayıp Cumhuriyet’in kısa tarihi içinde ekonominin atılımlı gelişememesine bağlı olarak gerçekleşmiş. Tabii ki; buna siyasetin, rant adına mevcut kısıtlı kaynakları pervasızca tüketmiş olmasını da eklemek gerekir.

Özetlersek; ülke ekonomisinin birinci ihtiyacı, yatırıma ve girişime dönüşecek olan sermayenin bulunmasıdır. 1950’lerden bu yana bu sorunun çözümü için öngörülen yol, yabancı sermayenin ülkeye çekilmesi isteği olmuş. 20’nci yüzyılın ikinci yarısı ile başlayan süreçte ise hiçbir iktidarın yabancı sermaye beklentisi dışında bir başka yaklaşımı olmamış. Kendilerini başarılı bulan iktidarların her dönemdeki övünç kaynağı ya ne kadar dış borç alabildikleri ya da gelen yabancı sermayeyi ne denli artırabildikleri olmuş.

Bugün uygulanan yüksek faiz – düşük kur politikasının da yaklaşık 60 yıldır uygulanan yaklaşımlardan bir farkı yok. Enflasyonu düşük tutmak ve sermaye birikimi ihtiyacını karşılamak için uygulanan bu politika sürecek. Ama şu noktaya dikkat etmek gerek: Yabancı sermayenin Türkiye’yi tercih etmesinin ilk nedeni Dünyadaki en yüksek faiz oranını sağlıyor olması. Dolayısıyla yabancı sermaye, Türkiye’nin kaşını gözünü sevdiğinden değil; para ile çok yüksek oranda para kazandığı için gelmektedir. Kendisinin güvenliği sağlandığı ve o da para kazanmaya devam ettiği sürece ülkede kalmaya devam edecektir.

Öyle bir manzara var ki; ulusal kazancınız yüzde 5’i geçmiyor ama ekonominiz adına borç aldığınız paraya yüzde 10-15 faiz ödüyorsunuz. Diğer yandan; ekonomiyi kurtarması öngörülen ihracatın arttığını söylüyorsunuz, ama ithalatın daha fazla artması bir yana, birim ihracat içinde ithalatın oranı bir rekora koşuyor. Orta ve uzun vadede sanki ekonominin içi boşalıyor. Doğrusu; dışarıdan gelen ile dışarıya giden arasındaki olumsuz farkın kapatılmasına hizmet eden özelleştirmeler sona erdiğinde, nasıl bir ekonomik manzara ile karşılaşacağımızı merak ediyorum. Dünya ciddi anlamda bir ekonomik krizi konuşurken, sosyal gündemimizin toplumsal gerginlikleri tırmandıracak iç politika sorunlarına indirgenmesini ise olumlu yorumlamam mümkün değil.

Bir noktaya dikkat çekmek isterim. Başta AB ülkelerinde olmak üzere Avrupa’da ve Amerika’da hükümetler daha tasarruflu ve sıkı ekonomi politikalarına yöneliyorlar. Bir yandan devleti görece merkeze alan yaklaşımlar yaygınlaşırken diğer yandan sosyal yardımlar ve sübvansiyonlar azalıyor. Bu yeni durumda kısa vadede Avrupa ve ABD’nin dışarıdan aldığı mal, ara mamul ve hizmetlerde azalma olması muhtemel. Bu nedenle bu ülkelerdeki firmalarla iş yapan yerel ve ulusal işletmelerin daha dikkatli olması gerekir. En azından bir daralma ihtimalini akılda tutmak lazım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder