25 Kasım 2010 Perşembe

24 Kasım’dan Sonra…

24 Kasım’dan Sonra…

Gürcan Banger

Dün 24 Kasım Öğretmenler Günü idi. Öğretmenliği ve öğretmenlerimizi andık. Değişik biçimlerde benim yaşamımda iz bırakanlar arasında Muhsin Mutlugeldi, Yüksel Buharalı, Nevhis Cem Aşkun, Hümeyra Aköz, Sumru Oktay’ı hatırlayıverdim. Halil Arık, Süleyman Toy, Nebiye Esmer, Kemal Koçak, Hamit Ağaner… Öğretmenliğin gereğini ve kendi yaşam deyimlerini aktarmaya çalıştılar. 24 Kasım öğretmenlerin, yılın kalan günleri ise öğrencilerin…

Size ilkokuldan üniversiteye öğrencilik günlerime ait birkaç anımın bana öğrettiklerini ya da hatırlattıklarını aktarmak istiyorum. Ben, yaşama bir dersler manzumesi olarak bakarım. Başıma gelen iyi olaylarla sevinir, tabii ki olumsuz olanlarla üzülürüm ama sonuçta hepsinden kendimce dersler çıkarmayı, yeni düsturlar edinmeyi önemserim. Yaşamda “Bir sonraki sınavın dersi, bir önceki sınavdadır” diye düşünmeyi alışkanlık edinmişimdir.

Fizik laboratuarı
Üniversite birinci sınıfta fizik dersi laboratuarından önce en az 3-4 saat hazırlık yapmamız gerekirdi. Çok sayıda kaynak karıştırmamız ve ödev hazırlamamız istenirdi laboratuarda deneyi yapabilmek için.

Sadece bununla kalsa iyi… 2 saat kadar süren laboratuar çalışmasının ardından yine 3-4 saat daha çalışma yapmak ve ödev hazırlamak zorunda kalırdık. 2 saatlik bir laboratuar uygulaması için 8 saate varan ön ve son çalışma yapmayı anlamakta zorluk çekerdik öğrenciler olarak.

Daha sonra fark ettik ki bu, bilimsel disiplindir. Bilim için gerekli özveriyi ve çalışmayı yapmadan onu elde etmek mümkün olmuyor. O zamanki acemi bakışımız, bunu anlamakta zorluk çekmiş. Emek olmadan yemek olmuyor.

Kişisel iletişim konusuna değinmeyi aklıma koymuşken bu olayı neden anlattım dersiniz! Şu nedenle anlattım: Kişiler arası iletişim gibi ciddi bir konuda başarılı olmak için o konuda emek vermek gerekli. İyi iletişim için aynen laboratuar çalışmasında olduğu gibi ön ve son çalışma zorunlu. Benzetirsek; örneğin konuşmadan önce düşünmek, konuştuktan sonra değerlendirmek gerekiyor.

Saygı
Üniversite öğrenimim sırasında seçmeli ders olarak Analitik Felsefe almıştım. Sınıfta (sanırım) üç öğrenci idik. Üç öğrenciye ders açılıyor olması ilginçti. Daha ilginç olan ise derse aynı anda yüksek kariyer sahibi üç hocanın girmesiydi. Benim için öğrenciyi ciddiye almanın göstergelerinden birisi oldu bu ders.

Yine aynı derste öğretmenlerimizin bizim söylediklerimizi not almalarını da anlamamıştım. Çok yüksek akademik pozisyon ve başarılara sahip bu kişiler için bizim söylediklerimizin ne anlamı olabilirdi ki...

Bu olay, benim için ders gibi bir iletişim ortamının gerçekte karşılıklı eğitim olduğunun farkına varılması oldu. Öğretmenlerimiz bize bilgilerini aktarmaya çalışırken onlar da farklı bakış açılarını edinmeye çalışıyorlardı. Sanırım; bu nedenle “iletim” değil de, karşılıklı iletim anlamına gelmek üzere “iletişim” deniyor. Aynı anda alıyor ve veriyorsun.

“Bilmiyorum” diyebilmek
Kişinin bilmediği konular olması son derece olağandır. Ama nedense bazı ortamlarda “bilmiyorum” demeyi beceremeyiz. Çoğu zamanda biliyormuş da, o an ilgilenmiyormuş gibi yapar ve konuyu geçiştiririz.

Üniversitede bir öğretmenimin sorduğum soruyu “Bilmiyorum ama öğrenir sana anlatırım” demesini unutmuyorum. Tabii ki, ders dışında o kadar öğrencinin arasında beni bulup sorumun cevabını anlatmasını da. İletişim, saygı ve sevgiyle başlıyor. Saygı ve hoşgörü olmayınca asla ilerlemiyor.

Tarih Dersi
Bir de iyi ve olumsuz anılarıyla tarih dersleri var. Orta öğrenimimdeki tarih derslerinden aklımda kalanları size sayayım: 1- Bizans kraliçesi Teodora’nın babası bir ayı bekçisiymiş; 2- Şair Nedim, kaçarken damdan düşüp ölmüş; 3- Alparslan, Malazgirt Savaşı öncesi atının üstüne beyaz harmaniyeyi bizzat kendisi örtmüş. Kendimi biraz daha zorlasam buna benzer birkaç anekdot daha hatırlarım belki. Onlar da bu sözünü ettiklerimden farklı olmaz.

Tarih nedir?
Tarih, Ali Baba masalı gibi bir şey midir? Artık öyle olmadığını biliyorum. Tarih diye bir gerçekliğin olduğunu öğrendim. Sanırım, aramızda benzer bir tarih öğreniminden sonra hala tarihin Binbir Gece Masalları benzeri bir şey olduğunu hissedenler vardır. Hele bir “resmi tarih” var ki, o bir başka âlem...

Neyse; ben size bir ansiklopedi veya sözlükten tarih tanımı aktarma çabasında değilim. Ama sizinle ilginç bulduğum birkaç tarihi bulguyu paylaşmak isterim. Tarihin tanımı konusuna gelince, o da size ev ödevi olsun. Eminim, gazeteden kuponla alınmış en az bir ansiklopedi (bizim evde olduğu gibi) sizin evinizde de vardır.

Yurdumuz Anadolu
Anadolu, Doğu ve Batı uygarlıklarının buluştuğu bir noktadır. Tarihçiler Anadolu’da oluşmuş uygarlıkları bazı tarih dilimleri olarak ele alırlar. Günümüzden yaklaşık 9 ile 10 bin yıl öncesindeki dönem Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı) olarak isimlendirilir. Bu çağda Anadolu’da yaşayan insanlar henüz mağaralardan çıkmışlar ve daha çanak çömlek üretimi keşfedilmemiştir.

Bu çağa ilişkin olarak yapılan yüzey aramalarında ve kazılarda kalker taşından bazı heykelcikler bulunmuştur. Erkek bedeni olarak biçimlendirilmiş olan bu heykelciklerin o dönemin tanrı simgeleri olduğu düşünülmektedir. Özetle; günümüzden 10 bin yıl öncesinin dini sembolleri olarak erkek tanrı heykelcikleri kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Şaşırtıcı değişim
Anadolu’da çanak çömlek üretimi günümüzden 9 bin yıl öncesinde başlar. İlginç bir biçimde, bu dönemde erkek tanrı heykelciklerinin yerini kadın formundaki heykelcikler almaya başlar. Yaklaşık 1000 yıl içerisinde her ne oldu ise olmuş, erkek tanrıların yerini kadın tanrıça heykelcikleri almıştır. Tarihçiler, bu dönemden başlayarak kadın tanrıça olgusunu (o çağın anlayışına uygun olarak) Ana Tanrıça olarak isimlendiriyorlar.

Çağlar peşpeşe devam etmiş. Taş Çağı’ndan sonra gelen çağa Kalkolitik Çağ (Maden-Taş Çağı) adı veriliyor. Bu dönemde Ana Tanrıça heykelcikleri, kadının üretkenliğini ve doğurganlığını temsil eder biçimde yapılmış. Doğum yapan Ana Tanrıça heykelcikleri bulunuyor kazılarda sıklıkla. O dönemde bu simgeler, üretkenlik, doğurganlık ve bereket beklentileri nedeniyle muska veya takı olarak kullanılmış. Bugün kullandığımız Tabiat Ana kavramı, o günlerin kültüründen miras kalmış bir ifade olabilir mi acaba! Belki de... Tarihçilerin bu konuda bir açıklaması olduğuna eminim. Demir Çağı’na ait buluntular arasındaki Ana Tanrıça heykelcikleri, daha abartısız. Normal insan ölçülerine daha yakın.

Çok daha yakın zamanlara ait olmakla birlikte, MÖ 5’inci yüzyılda ünlü tarihçi Herodot, Likyalıların kendilerini tanıtırken kendi isimlerinden sonra annelerinin ad ve soyadını belirttiklerini yazıyor.

Tarih bize eski çağlarda kadınların Tanrıça kabul edilebilecek kadar önemli ve saygın bir yerleri olduğunu anlatıyor. Acaba bizler bugün kadının önemi, değeri ve saygınlığını ne denli kavrıyoruz?

24 Kasım öğretmenlerin, diğer günler öğrencilerin… Bir başka seferde de üniversitede öğretmen olmanın bellettiklerini anlatırım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder