17 Mayıs 2010 Pazartesi

Küreselleşme, Rekabet ve Kent

Küreselleşme, Rekabet ve Kent

Gürcan Banger

Günümüz dünyasının iş konularında dayattığı olgulardan en önemlisi rekabet oldu. Artık işletme sahibi ya da yöneticisinin koltuğunda oturup müşteri bekleyeceği zaman çoktan geçti. Küreselleşme ile birlikte adeta zaman daha hızlı akıyor. Ürünler daha çabuk eskiyor ya da taklit ediliyor. Her an yeni rakipler pazara girip piyasa oranından ve kârlılıktan pay alıyorlar. Ayrıca yeni çağın rakipleri sadece coğrafi yakınlıklardan değil, dünyanın başka noktalarından da ‘bizim’ sandığımız pazarlara uzanıveriyorlar. İşte; bu nedenlerden dolayı firmalar daha yenilikçi, daha esnek, daha çevik, sözün kısası daha rekabetçi olmak zorundalar.

Küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan bir diğeri kentlerin birer ekonomik, sosyal ve kültürel figür olarak öne çıkışları oldu. Bu gerçek ile birlikte kentlerde sanki birer ekonomik işletme imiş gibi çağın sert rekabet ortamı içinde yer aldılar. Bu rekabet sürecinde yarışın ön saflarında yer alamayan kentler, barındıkları işletmelerin ticari ve sınaî rekabette geri kalmalarına katkı koydular. Gerçi kentlerle işletmelerden hangisinin öncelikli etkisinin olduğu biraz tavuk – yumurta açmazına benzese de; kesin olan şu ki, kentler arası yarışta geri kalan yerleşimlerin atalet ve zafiyeti yerel ve bölgesel firmaların performansına olumsuz katkılar yaptı. Dolayısıyla sınaî ve ticari geri kalmışlığın faturasını sadece o kentin iş dünyasına kesmek doğru değil; bu sürecin ilk elden sorumluları arasında ilgili kentteki merkezin yerel yöneticileri ile yerel yönetimlerin seçilmişleri de var.

Bir yerleşimin kentler arası yarışta yer almasının bir başka boyutunu kentsel dönüşüm oluşturuyor. İç veya dış dinamikler nedeniyle çekim merkezi haline gelen bir kent, bu albeniyi artırmak için bir dönüşüm ihtiyacı içine giriyor. Özellikle yerel yönetimler eliyle denenen dönüşüm çalışmaları bazen yapısal olabilirken, pek çok durumda yüzeysel (adeta sabun köpüğüne benzeyen) dönüşüm ve değişim çalışmaları görüyoruz.

Dünyadaki iyi örneklere baktığımızda; kentsel dönüşümün; yaşam çevresinin kalitesi, insana verilen değer, sosyal adalet ve tüm vatandaşların kentin imkânlarından hakça yararlanmaları gibi gerçekten seçkin ilke ve hedeflerle donatıldığını görüyoruz. Ülkemizde ise kentsel dönüşüm öncelikle bazı kişi ve gruplara çıkar sağlanması üzerine kurgulanıyor. Bu süreçte siyasetin rant dağıtan mekanizmaları ön plana çıkıyor. Kentin kendisinin bile bir siyasal mücadele alanı haline dönüşmesinde siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin rant elde etme veya kentsel iktidarı elde tutma adına rant dağıtma çabaları var. Bu süreçte rant kollayıcılar, çoğu zaman kendilerine gerekli ‘rantiye’ desteğini kentin diğer ekonomik ve sosyal paydaşları arasında bulmakta hiç de zorluk çekmiyorlar. İşin daha ilginç yanı, bu haksız soygun sürecine karşı çıkacak yeterli sayıda ‘kahraman’ da bulunamıyor.

Tekrar küreselleşme konusuna dönelim. Küreselleşmenin sert rekabet ortamında bir işletmenin durumunu yeterli bulup olduğu yerde ve büyüklükte kalmasının mümkün değil. Buna benzer bir biçimde; belli büyüklüğe erişmiş bir insan yerleşiminin de ‘kendisini yeterli bulma lüksüne’ sahip olmadığını söyleyebiliriz. Küçülmek ve mevzi kaybet istemeyen her kent, kendi farklılığını yaratarak kendi özgün büyüme modelini üretmek zorunda. Uzak ve yakın çevremizdeki örneklere baktığımızda; büyüme modelinin tek unsurlu (tek eksenli) olmaması gereğini de kavradık. Sektörel krizlerin kentleri hızla erozyona uğrattığını pek çok örnekte yakından izledik. Dolayısıyla bir kentin kendini ‘üniversite kenti’ veya ‘turizm kenti’ ya da ‘sanayi kenti’ olarak konumlandırması yeterli olmuyor; bir pazarlama karmasının oluşması krizlere karşı dayanıklılığı artırıyor.

Bir yanlışa işaret etmenin zamanı geldi. Gelişmiş ülkelerde ekonominin sektörel dağılımına bakıldığında; hizmetler sektörünün hızla öne çıktığını görüyoruz. O tür ülkelerde bu durum, bilgi çağının bir gereği olarak ve gelişmenin bir türev sonucu şeklinde ortaya çıkıyor. Ama bundan; hizmetler sektörü bizatihi geliştirilirse ulusal, bölgesel veya yerel ekonomi olarak daha gelişkin bir hale ve ileri düzeye gelineceği sonucu çıkarılamaz. Bir sektörel çeşitlendirme yaparak (örneğin sanayi ve hizmetler sektörleri arasında dengeli bir dağılımı özendirerek) bu mantık yanlışına düşmenin önüne geçilebilir.

Sanayisiz bir kent ekonomisi düşünemiyorum. Yerel yöneticilerin sanayiye ilgi göstermediği bir kent ekonomisinin başarılı olabileceğini hayal dahi edemiyorum. Benzer bir biçimde kendini yeni endüstriler alanında geliştirmeyen ve gelişen sınaî sektörlerde kendisine yer aramayan bir kent ekonomisinin uzun dönemde başarılı olabileceğine de inanmıyorum. Bu nedenle rekabette kendine iyi bir yer bulmak isteyen bir kentin, yeni türden endüstrilerin gerektirdiği bilim, teknoloji ve ar-ge altyapısını hazırlaması gerekiyor. Dolayısıyla yaşanabilir bir kent; parklar, eğlence mekânları gibi bir donanım yanında ar-ge merkezleri, teknoparklar ve bilim müzelerine de sahip olmalı.

Son olarak; bir kenti oluşturma ve geliştirme görevi, o yerleşimin yöneticilerine olduğu kadar orada yaşayan paydaşlara aittir. Katılımı zorlamayan halkın, şikâyete hakkı da olmaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder