31 Mayıs 2010 Pazartesi

Siyaset Nereye?

Siyaset Nereye?

Gürcan Banger

Ekonomik gelişme, sosyal ilerleme ve teknolojik yenileşme gerçeklerini görmeyen gözün kör olması lâzım. Ama insanın kendisi ile toplumun karakteri, maddî değişim kadar hızlı ve kolay olmuyor. Bireyin ve toplumun değişmesi zor özelliklerinden birisi, mal ve hizmetleri tükettiği gibi mevcut konjonktürü (dünya durumunu) ‘tüketme’ eğilimidir. Modaları varlığı ve geçiciliği, insanın zihinsel ve duygusal süreçleri de tükettiğinin açık örneğidir. İşte; bu nedenle kapitalizm, sadece mal ve hizmetleri yeniden üretmez; aynı zamanda bireyler ve toplumların tüketmesi için yeni ihtiyaçlar ve yeni tatminler üretir.

İnsanın sözünü ettiğim bu tüketim yönelimi, zamanın akışı için adeta ‘siyah ile beyaz’ arasında gezinir. Örneğin kadın modası; bir dönemde mini etekten maksiye, bir başkasında uzun etekten kısaya doğru yön değiştirir. Felsefeye ve siyaset bilimine baktığımızda; toplumun öne alan düşüncelerden bireyci yaklaşımlara geçildiği, bir sonraki dönemde ise bunun tam aksinin gerçekleştiği görülür.

Son otuz yıla bireycilik ve neo-liberal politikalar damgasını vurdu. Bunda güçlü devletlerin manipülatif politikalarından insanların bireyleşme eğilimlerine kadar pek çok faktör etkili oldu. Bireyi ve liberal yaklaşımların ortaya çıkışı, ikinci büyük savaşın sonu ile gerçekleşti. Reel sosyalizmin mevzi kayıpları ile birlikte devletçi politikalar da güç kaybettiler. Devletin ‘tu-kaka’ olduğu yılların 1980’ler yoğunluk kazandığını söylemek yanlış olmaz. Bu dönemde devleti küçültmeyi hedefleyen neo-liberal siyasetin yaygınlık kazanmaya başladığını gözledik.

Dünyadaki önemli krizlere bakıldığında; her kriz sonrasında (bir önceki durumun tersine olarak) devleti öne alan ya da devleti küçültmeyi hedefleyen yaklaşımlar görülür. ABD’de ‘mortgage sorunu’ ile başlayıp daha sonra küresel finans krizinde de benzer bir tarz izliyoruz. Denetimsiz neo-liberal politikaların bir sonucu olarak üretilen kriz, geçmiştekiler gibi tekrar devletçi çözümlerle halledilmeye çalışılıyor. Ulus-devletin sönümlendiği tezleri, hızla ekonomiye çare olması gereken aktörün devlet olduğu düşüncesi ile yer değiştirdi. Türkiye’nin, dünyada gelişen neo-liberal tezlerin dışında kalması mümkün değildi. IMF’nin ve Dünya Bankası’nın çözüm paketleri ile birlikte bu tezler, 1980’lerden bu yana net biçimde ortaya kondu.

Bir ülkede ekonomide oluşan değişimler, olağan bir sonuç olarak siyaseti de etkiliyor. 1980 sonrasında devletin gözden düşmesi ve neo-liberal politikalar yanlısı hükümetlerin iş başına gelmesi, Türkiye’de de siyaset yelpazesinin değişime uğramasına neden oldu. Merkez sağda konuşlanmış olan siyasal partiler, giderek neo-liberal bir noktaya konuşlandılar. Bu süreç, merkez sol olarak isimlendirilen parti ve kesimlerin ise daha devletçi ve ‘laikçi’ bir pozisyona doğru hareketlenmelerine neden oldu. Bu sürecin sonuçlarından birisi siyasetin neo-liberal kanatta veya devletçi kanatta yer alan partilerin birbirine benzemesine yol açtı. Dolayısıyla merkez sağ denilen partiler iyiden iyiye birbirlerine benzerken, merkez solda yer alanlar da devletçi, ‘laikçi’ ve ulusalcı bir eksene oturdular. Dolayısıyla siyaset, içeriksiz hale geldi; özellikle sol düşünce, reel siyaset alanından çekildi.

Siyasal içerik boşalınca ve partilerin söylemi aynılaşınca; beklenebileceği gibi siyaset, sadece bir iktidar mücadelesi alanına dönüştü. Herkes aynı şeyi söylüyordu ve iktidar olmak istiyordu. Farklılık yaratmak için ise yandaşlarına devletten koparılıp alınmış ‘hediyeler’ sunmaya başladılar: Kamu kuruluşlarının (yüksek maaşlı) yönetim kurulu üyeliklerini sunma, hısım – akrabayı kamuda istihdam etme, yandaşlara kamu ihaleleri verme bunlardan sadece birkaçı…

Bundan sonra ne olacak? Yakın zamanda yapılmış kamuoyu anketlerini incelediğimde; mevcut iktidarı oluşturan partinin kan kaybetmeye devam ettiği anlaşılıyor. Dünya krizine neden olan neo-liberal politikaların başarısızlığı, pek çok önemli değişime rağmen Türkiye’de de aynı sonucu verdi. Kamuoyu anketlerinde vatandaşların öncelikli sorunları arasında işsizliği (istihdamı), ekonomik sorunları ve pahalılığı göstermeleri bunu doğruluyor. Bu tespiti yapan ise toplumun yaklaşık olarak yüzde 70’i…

Yaygın basının yaygarasını yaptığı TSK ve yargı konuları ise toplumun dörtte birinin, etnik kimlik sorunları ise beşte birinin ilgisini çekiyor. Mevcut politikalarla durumun daha iyi olacağını söyleyen vatandaşların oranı toplamın beşte biri bile değil. Bir başka deyişle; mevcut durum sürdüğü takdirde daha iyi bir yaşam beklentisi hayli düşük…

Önümüzdeki 2011 Genel Seçimleri var. Kanımca mevcut iktidarın yaşayacağı en önemli seçim olacak. Elimdeki veriler, tek parti iktidarının devletçi ve ‘laikçi’ bir koalisyon ile yer değiştireceğini söylüyor.

“Ne değişir?” derseniz, birkaç öngörümü sayabilirim. 2011 ile başlayan dönemde Türkiye’de devlet eksenli bir yönetim anlayışı hâkim olur. Başta ekonomi olmak üzere ülkenin sorunları devletin ana aktör olduğu bir modelle çözülmeye çalışılır. AB ile aramızdaki mesafe biraz daha büyür. Siyasette bir açılım veya yenileşme olmaz. Herkes geçmişte söylediklerini söylemeye devam eder; hatta bazı partilerin söylemleri 1970’li yıllara döner.

Peki; ülkenin ve halkın acil ihtiyaçlarına karşı düşen sorunlar çözülür mü? Sanmam… “Benim oğlum bina okur; döner döner yine okur.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder